Geçen sayımızda -anımsanacaktır- "Sivil Toplum"
üzerine teorik bazı açılımlar yapmaya çalışmıştık. Daha
sonra da Türkiye'ye doğru gelmeyi ve son dönemde parlatılmaya
çalışılan YDH İle ilgili bir çözümlemeye ulaşmayı planlıyorduk.
Ancak, doğrusu aslında yaygın olarak kullanılan şu "sivil
toplum" kavramı ya da "sivil toplumculuk"
genel toplamı içine sığdırılan düşünce biçimleri ile
YDH arasında doğrudan bir ilişkiden sözetmek pek de
mümkün görünmemektedir. YDH olgusunda sol içinde tartışılan
ya da tartışılabilir bir sorundan çok, mevcut diğer
siyasal partilerinden özde farkı olmayan bir politik
çıkışla karşı karşıyayız ve bu noktada olsa olsa ancak
"sol"dan koparak oraya savrulmuş unsurlarla
taşınmış olması muhtemel olan "esintiler"den
sözedilebilir.
Aslında, "sivil toplumculuk" toplamı içersine
sığan düşüncelerle konunun şöyle bir ilgisi var: Türkiye,
her şeyin örselenerek ve çarpıtılarak ithal edildiği
bir ülke... Soluk kopyalar ülkesi denilebilir belki
de Türkiye'ye ve bu tanım, şüphesiz siyasal düşünceler
alanını da büyük ölçüde kapsar.
Teorik açılımın yakın tarihteki kökenine, Gramsci'ye
gidildiğinde aslında bir atmosfere de gitmek zorunluluktur.
Dünya tarihinin özgün bir dönemidir yaşanan ve aynı
zamanda çok sıkıntılı bir süreçtir. Rus devrimi gerçekleşmiş,
genç Sovyet Devleti bütün kuşatmalara karşın ayakla
durmaya çalışmaktadır. Lenin ve bütün Bolşevik kadroların
beklentisi olan Avrupa Devrimi ise gerçekleşmemiş, Almanya
başta olmak üzere gerçekleşen bazı girişimler de büyük
bir şiddet dalgasıyla ezilmiştir. Emperyalist cephe
bir yandan yeni ve daha derin çatışmalara hazırlanırken,
diğer yandan da istikrar aramaktadır. Bu istikrar arayışının
en önemli öğesi de genç sovyet devletinin her yönden
kuşatılıp boğulması çalışmalarıdır. Bu durum, Sovyet
yönetimi açısından "tek ülkede sosyalizm"
tezinin gerçek içeriğini zorlayan bir açmaza kapı aralamaktadır.
Öyle ki, artık Avrupa devriminden daha az sözedilirken,
Sovyetlerin korunması aşırı düzeyde öne çıkmakta ve
bütün komünist partilerin çabaları böyle bir hedefe
endekslenmektedir. Zorunludur ya da değildir, bütün
bunlar tartışılır, ama nihayetinde böyle bir "koruma"
hedefinin bütün dünyadaki, özellikle de Avrupa'daki
partilerin iktidar perspektiflerinde ciddi bir zayıflamaya
yol açtığı bilinmektedir. Zaman zaman devrimci girişimlerin
feda edilmesine dek uzanan bir dizi müdahale de bu mantığın
bir ürünü olmuştur.
Sonradan nasıl biçimler almış olursa olsun, Gramsci
ve dönemin başka komünistlerinin arayışları da böyle
bir tıkanma sürecinin atmosferi içinde anlaşılmalıdır.
Politik iktidar mücadelelerinin hem pratik olarak zayıfladığı,
hem de perspektif olarak sakatlandığı bir dönemeçte,
Marksist insanlar arayışlar geliştirmişlerdir.
Bu arada, merkezi politik iktidar mücadelesini teorik
olarak reddetmeyen, ama dönemin koşulları içinde "mevzi"
kavramını da öne çıkaran yaklaşım, daha sonra "sivil
toplumculuk" diye şekilsizleşerek genelleşen açılımın
temelini oluşturmuştur. "Hegemonya"nın kırılmasında
yerel "mevzi"lere, "konsey"lere,
doğrudan tabandan gelen inisiyatiflere ciddi bir yer
veren mantık nihayetinde merkezi olanın reddini içermese
de (ki Gramsci de İKP'nin bir yöneticisidir) işin bu
yanını zayıflatan unsurları bünyesinde barındırmaktadır.
Daha sonra, "sivil toplum" kavramının da vülger
yorumlanışıyla birlikte, yaklaşım giderek Marksist parti
iradesinin ve gerekliliğinin tartışıldığı noktalara
dek genişlemiştir. Reel Sosyalizmin yarattığı düş kırıklıklarıyla
birleşen arayışlar zaman zaman belirli duraklarda "anarşist-liberter"
söylemlerle de buluşmuş ve artık partili mücadelenin
reddine dek uzanan açılımlar belirmiştir. Kötülüğü "devlet"in
kendisinde bulan ve onu şimdiden reddetmeyi ilke sayan
anarşist eğilimler bu şekilsizleşmiş "sivil toplumculuk"
biçimlerinde kendilerine uygun unsurlar yakalamışlar,
merkezi otoriteyi şimdiden yokeden yeni bir anlayış
yaratmanın düşlerine dalmışlardır. Sonuçta, "taban"
lafının çok edildiği ama merkezi parti gereksiniminin
sürekli ıskalandığı bir söylem bütün Avrupa solunu uzun
süre sarmıştır.
Türkiye'nin bir "soluk kopyalar ülkesi" olduğunu
söylemiştik, "sivil toplumculuk" konusunda
da yaşanan serüven aslında bunu doğrulayan bir süreç
olmuştur. Özellikle örgütlü sol kesimlerin cunta sonrasında
aldığı derin yaralar ve arkasından gelen uluslararası
çöküş daha bozulmuş biçimlerin yolunu açmıştır. Ve artık
bize dek geldiğinde "sivil toplumculuk" denilen
açılım, bütünüyle, "parti fikri"nin ve "merkezi
iktidar mücadelesinin gizli-açık reddi noktasında biçimlenmiştir.
Merkezi parti örgütlülüğü fikrine olan güvensizlik,
"taban inisiyatifi", "yerel girişimler",
"doğrudan hareket" gibi bir dizi kavramın
ortalığı sarmasına ve giderek sosyalist mücadelenin
"herkesin kendi kapısının önünü süpürmesi"
gibi bir garip yerelliğe tahvil edilmesine yol açmıştır.
Bir kaçış teorisi üretilmiştir.
Ve çok ilginçtir, çoğu kez bu "yorgunluk teorileri"
neo-liberal burjuva söylemle yan yana düşmüş, yeni düzenin
Yuppy'leriyle bu teoriler arasında kesişme noktaları
gözlenmiştir. Yeni gelişen burjuva klanlarının "küflenmiş"
ve "hantallaşmış" devlet korumacılığına karşı
aldıkları saldırgan tutum, garip bir biçimde böylesi
bir sol izdüşüm de bulmuştur. Merkezi bir güç yaratıp
düzeni değiştirecek bir tehlike oluşturmadıkça yerel-mevzi
"baskı örgütleri"ni çok zararlı bulmayan,
iktidar perspektifiyle davranmayan genel-geçer solcu
tipinden çok rahatsız olmayan bu kesimlerle "örgütsüzlük
örgütleyici" bu yeni solcu tipleme arasında ussal
olarak kavranılabilir ortak noktalar belirmiştir. İşçi
sınıfı vurgusunun zayıfladığı bu kesimlerdeki deformasyon,
sosyalizmin geçmişte boşlukta bıraktığı yan alanlara
kaymayı getirirken, neo-liberalizmin "proleter
sosyalizmi"ni "modası geçmiş ideoloji"
konumuna düşürme gayreti bu kaymaya sağdan bir destek
anlamına gelmiştir.
Belki, YDH ile "sivil toplumculuk" genel söylemi
içine tıkıştırılmış şekilsizlik arasında böyle bir uzak
akrabalıktan sözedilebilir, ya da kendini YDH saflarına
atan eski solcuların konumlanışı böylelikle bir açıklama
bulabilir. Türkiye'ye yeni bir misyon biçmeyi tasarlayan
son dönem burjuva klanlarının neo-liberalizmini bir
ölçüde bünyesinde yansıtan YDH'nin (şüphesiz çok iki
yüzlü bir biçimde) "sivil"leşmeye yaptığı
vurgu, doğrusu soldaki böylesi arayışlara da bir ölçüde
denk düşmektedir.
***
Bu noktada bizim için sorun Cem Boyner ve YDH'in hangi
ihtiyaçlarla, nasıl bir dinamikle ortaya çıktığı ve
neyi amaçladığının açığa çıkarılmasıdır. İşe YDH'in
biçimsel bir analizini yaparak başlayabiliriz. Kuruluş
aşamasında Cem Boyner dışında tekelci burjuvazinin temsilcileri
ortada yoktu. YDH'in ilk kadroları 2. Cumhuriyetçilerden
olan Cengiz Çandar, Mehmet Altan, Asaf Savaş Akat, 12
Eylül'den sonra dağılan TBKP yöneticileri, eski TKP'lilerden
oluşuyordu. Daha sonraki aşamalarda ise tekelci burjuvazinin
temsilcileri YDH'ne girmeye başladılar. Sabancı, Koç
ve diğer TÜSİAD üyelerinin de desteklemesiyle YDH ve
onun tekelci burjuvazi çıkışlı önderi Cem Boyner, tam
da gerçek yüzünü göstererek tekelci burjuvazinin hizmetkarlığına
soyunmuştur. Zaten ilk çıkışındaki kendini aydın, entelektüel
sanan tayfalar vitrini ile ortaya çıkmasının da farklı
amaçları vardır. Birincisi, bu eski sosyalistler, sosyal
demokratlar ve aydınların (!) işçi ve emekçi sınıflarla
hiçbir bağlantısı kalmamış, sistemin tüm köşe başlarını
tutarak sistemden beslenmekte ve ideolojik olarak tam
burjuvaziyle çıkarları bire bir örtüşmektedir. İkincisi,
sistem açısından daha canalıcı ideolojik bir sorundur.
12 Eylül faşizminin zoruyla yaratılan siyasi ortamlarda
Özal ve ANAP, sistemi tehdit edici sivri uçları torpillemiş,
temsil etliği bir çok ideolojik açılımla toplumun büyük
bir kesimini sisteme entegre etmeyi başarmış ve sistemin
ideolojik olarak kendisini yeniden üretebilmesini geçici
bir süre de olsa başarabilmişti. Kürdistan UKM'nin gelişmesiyle
sistemin krizi alabildiğine derinleşmiş, geçici olarak
sağlanan sınıf uzlaşma zemini parçalanmış ve buna bağlı
olarak Özal ve ANAP hareketinin dayandığı toplumsal
dayanak da sınıf çelişkilerinin su yüzüne çıkmasıyla
yok olmuştur. Cem Boyner ve YDH'in misyonu da, bu geleneği
sürdürerek birçok ideolojik açılımla toplumsal dayanaklarını
yaratarak, sınıf çelişkilerinin üzerini örterek sisteme
biraz nefes aldırabilmektir. Ayrıca sistem artık kendi
çıplak ideolojisini ön plana çıkarmak istemiyor. Çünkü
her çıplak ideoloji kendi karşı çıplak ideolojisini
doğurmakta ve sistemi çok kısa sürede çıkmaza sokmaktır.
YDH'nin siyasi programlarına ve bunlar içinde en önemli
yeri tutan Kürt sorununa bakmak gerekir. Sistem açısından
gelinen noktada oldukça açık siyasi bir boşluk bulunmaktadır.
Bu siyasi boşluğu doldurma görevi de YDH'ne verilmiştir.
Kürdistan Özgürlük Hareketinin olağanüstü gelişme sağlamasıyla
sistem ekonomik, siyasi ve toplumsal alanlarda oldukça
derin bir kriz yaşamaktadır. Hala ağırlığını sürdüren
askeri çözümün yanında sistem, siyasi çözümü de yedeğinde
bulundurmak istemektedir. Çünkü yükselen toplumsal muhalefet
ve PKK'nin başarıyla yürüttüğü diplomasi atağının sonucu
dış kamuoyu ve zorunlu olarak emperyalist ülkeler de
bunu dayatmaktadır. Emperyalist ülkelerin dayatması
öyle çok iyi niyetli, insan haklarını falan düşündükleri
için değildir. Onlar Kürdistan mücadelesinin geldiği
boyutu çok iyi görebilmektedirler. Ama birinci olarak
emperyalistler bir ülkenin devrimci dinamiğini geriye
döndüremeyeceklerini bildiklerinden bu devrimci dinamiği,
kendilerini tehdit etmeyecek, kendi sistemlerinden kopmayacak
bir kanalda yumuşatmaya çalışmaktadırlar. İkincisi emperyalizmin
pazar sorunuyla ilgilidir. Emperyalistler bu bölgede
gereksindikleri yatırımları yapamamakta, bölgenin kendileri
için oldukça uygun olan sömürülecek insan malzemesini
kullanamamaktadırlar. Bu yüzden kendi istedikleri bir
siyasi çözümü acil bir sorun olarak görmekte ve bunu
TC'ye dayatmaktadırlar. Cem Boyner ve YDH tam da böyle
bir siyasi çözümün toplumsal dayanaklarını oluşturmaya
çalışmaktadırlar. Cem Boyner Kürt sorunuyla ilgili sık
sık "üniter devlet yapısı içinde, anayasal olarak
devletten korunan yurttaşlık" olgusuna vurgu yapmaktadır.
Federasyona kesinlikle karşı çıktığını, üniter devlet
yapısı içinde Kürt kimliğinin tanınması, Kürtçe yayın,
radyo, televizyon ve birtakım kültürel haklar gibi reformist
söylemlerle, Kürt ulusal mücadelesinin dayattığı ihtiyaçları
ve Kürt insanının istemlerini gözönünde bulundurmayan
bir tarzda, kendi siyasi çözümünü üstten inme bir şekilde
dayatmaya çalışmaktadır. Başta da söylediğimiz gibi
"sivil toplumcu" bir hareketle ilgisi olmayan
bir mantaliteye sahip olduğu çok açık bir şekilde görülmektedir,
Çünkü sivil toplumcu bir hareketin bir mücadele sonucu
gelişen, taban inisiyatifine dayalı ve oluşturduğu dinamiğin
üstüne oturan bir hareket olması gerekir ki, YDH'nin
tam da bunun karşısında olduğunu görmekteyiz. Cem Boyner
ve YDH'nin sistem destekli bir oluşum olduğunu gösteren
somut bir kanıt da, Cem Boyner "olayın askeri çözümünde
direten devlet-içi bir terör lobisi var" derken
hiçbir tepki olmamakta, oysa aynı şeyi işçi ve emekçi
sınıflardan yaza birisi söylese DGM ultra bir hızla
adaletli (!) yargısını kullanmaktadır.
Boyner, Kürt sorununa bu şekilde değinirken işçi sınıfının
haklarını ve mücadelesini ağzına almamaktadır. Özelleştirme
konusundaki politikaları, işçi ve emekçi sınıflar için
ne düşündüğünü oldukça açık bir şekilde göstermektedir.
İktidara gelirse, uluslararası finans-kapitalin IMF
aracılığıyla dayattığı özelleştirmeyi süzme bir şekilde
yapacağına söz vermiş, devletin küçülerek Batı'da olduğu
gibi kendi asli görevine dönmesi ve ekonomiden elini
çekmesi gerektiğini söylemiştir. Tabii bunun altında
yatan en önemli sebeple de, işçi sınıfı mücadelesinin
onu korkutacak bir düzeyde olmaması ve bunun kolayca
bastırılabileceğine olan sonsuz inancıdır.
Ayrıca geçenlerde Cem Boyner ve YDH'ni siyasal yelpazede
kategorize etmeye çalışan birtakım medya da aydın ve
siyaset bilirkişilerinin yaptığı absürd bir tartışmaya
tanık olduk. Bazıları, YDH'nin merkez sağda olduğunu,
bazıları sol söylemleri kullanarak sola kaydığını söylüyorlardı.
Bizim için bu tartışmadan çok, gerçekten sol söylemler
kullanan YDH'nin neyi amaçladığıdır, önemli olan. Kürt
sorunu başta olmak üzere bu olgu başka bir düzleme de
oturmaktadır. İktidara kadar gelen sosyal demokrasi
aracılığıyla sol muhalefeti sistem içinde tutan devlet,
sosyal demokrasinin geldiği noktadan böyle bir toplumsal
dayanağını kaybettiğini görmekte ve bu dayanağın sistem-dışı
kanallara akabileceğinden ürkmektedir. Oluşan bu siyasi
boşlukta da, vitriniyle olsun, söylemleriyle olsun bu
muhalefeti YDH ile sistem içinde tutmaya çalışmaktadır.
Gelinen noktada Cem Boyner ve YDH'nin karma ideolojisiyle
toplumu elinde tutmaya çalışması ve böylece sınıflar
uzlaşmasını sağlayabilmesinin koşulları bitmiştir. Birincisi,
askeri çözümden yana olanlara karşı galip geleceği oldukça
muğlaktır, ikincisi Kürdistan Özgürlük mücadelesinin
geldiği aşamada böyle reformist çözümlerle bu sorunu
kökten çözemeyeceğini kendisi de bilmektedir, sadece
sistemin biraz soluklanmasını sağlayabilecektir. Üçüncüsü,
tekelci burjuvaziyi kurtarma ve özelleştirme politikasıyla
işçi ve emekçi sınıfların, şimdilik tehlike olarak görmediği
tam cepheden bir direnişiyle karşı karşıya gelecektir.
Dördüncüsü ve en ütopik olanı da, tekelci burjuvazinin
yıllarca gerçekleştiremediği burjuva demokratik devrimini,
böyle derin bir kriz ortamında, rejim ve daha da ötesi
kapitalist sistemin yok olma riskini üzerine alarak
yapmaya çalışmasıdır,
Asıl dert de budur zaten. Türkiye'de hiçbir şeyin hiçbir
biçimde koşulara direnecek zamanı ve tahammülü yoktur.
Düzen cephesi ve özellikle onun ekonomik yapısı öylesine
zayıf ve güçsüzdür ki, belirli bir dönemin güçlüklerine
dayanabilme yeteneği hemen hemen yok gibidir. Ortalıkta
dolanıp iri laflar edenler, bu söylediklerinin içeriğine
kendileri inansalar bile Türkiye'nin mevcut kaosu kimseye
böyle bir zaman ve zemini sağlamamaktadır.
Nihai olarak, eldeki kartlar böyle olunca, artık herhangi
bir yeni "yıldız adayı"nın düzen politikasının
dolaplarında bir tür "yeşillik" olmaktan başka
şansı bulunmamaktadır. Belki, geleneksel burjuva politikasında
bir farklı renk tonu... Hepsi o kadar!..
|