Gazi
Direnişi ve Sonrası İçin Notlar
|
Gazi'den başlayıp başta Ümraniye olmak üzere İstanbul
kentinin bütününü sarsan ve hatta tüm ülke kamuoyunu
canlandıran olaylar dizisi bugün artık bir ölçüde soğumuş
bulunuyor. Devrimci güçlerin son bir kaç yıldır süren
karamsarlığına da bir anlamda karşılık teşkil eden kitlesel
gösteriler süreç içersinde yavaş yavaş durulmuş ve bir
değerlendirme yapabilmenin koşulları daha fazla belirginleşmiştir.
Gerçekten de Gazi'den başlayan ve kenti/ülkeyi etkileyen
direniş, kendi içinde çok önemli ve geleceğe taşınabilir
sonuçları barındırmaktadır.
Bugün, olayların bütününe bakıldığında bu derslerin
en azından bir bölümünü kaba başlıklarla özetlemek mümkündür.
***
Yıllardır dinleyip durduğumuz şu "modası geçmiş
ideolojiler" şarkısı, bugün, Gazi'den sonra, artık
ne kadar da yavan geliyor hepimize... Bıkmıştık onca
yıldır hep aynı şarkıyı dinlemekten... Sokak barikatları
Tariş'ten sonra unutuldu sanılıyordu, öyle söyleniyordu
genç kuşaklara; aradan geçen onbeş yılın herşeyi öğüttüğü,
toplumun atomize edilmesi işleminin başarıyla tamamlandığı
ve "sol" denilen şeyin bir avuç "dinozor"
tarafından sürdürülen bir nostaljik saplantı olduğu
her gün kafamıza kafamıza vuruluyordu. Sosyalist örgütlerin
adı "yeniden toparlanmaya çalışan çete artıkları"ydı
ve "sağduyu" sahibi halk kitleleri de artık
onların "oyunlarına" düşmüyorlardı... Daha
doğrusu, halkımız, artık toplumsal çıkar ve duyguları
değil, salt bireysel kaygılarını düşünme biçimindeki
yeni düzen felsefesini tümüyle benimsemişti!...
Yüzeyden bir değerlendirmeyle bakıldığında gerçekten
de çok haksız değildi bu saptamalar. Görünen buydu çünkü.
Ama öte yandan aynı saptamalar, görünenin altında, daha
derinde olan bir şeyleri ihmal ediyordu. Gazi'yle başlayan
olayların kanıtladığı en önemli gerçeklik işte buydu.
O derindeki şey, yani insanımızın toplumsal dava için
harekete geçebilme yetisi, hiç de sanıldığı ya da gösterildiği
gibi tümden ölmemişti. Bir devrimci potansiyel, orada,
sokakta ve evlerde birikip duruyordu.
Bütün yaşananlardan sonra, geriye dönüp baktığımızda
gördüğümüz en önemli olgulardan biri şüphesiz özellikle
İstanbul kentinin süreç içinde ortaya koyduğu bu enerjidir.
Adeta gizli bir enerjidir bu, her zaman çok açıklıkla
görünmeyen ama patlamalarla kendi varlığını kanıtlayan
bir enerjidir.
İzinli mitingler yapılır örneğin İstanbul'da... Kural
olarak bu mitingler daha güvenli mitinglerdir ve bu
çerçeveden bakıldığında böylesi mitinglere katılımın
çok yüksek olması beklenir. Bu beklenti haklıdır kuşkusuz.
Devlet terörünün altında iki büklüm olmuş kaygılı insanların
izinli mitinglere rağbet etmesi çok doğaldır, doğal
sayılmalıdır. Ama nedense durum pek böyle değildir.
Belki bu sonucun oluşmasında mitingleri düzenleyen DKÖ'lerin
hataları da rol oynamaktadır, belki başka faktörler
de vardır ama kesin olan şey, bu türden mitinglerin
çoğu kez çok canlı ve kalabalık olmadığıdır.
Oysa, Gazi olayları sırasında düzenlenen bütün gösteriler
tamamen yasaları zorlayan ve riskli gösteriler olduğu
halde toplanan kalabalıklar çok şaşırtıcıdır. Süreç
boyunca, hiç küçümsenmeyecek insan toplulukları sokağa
taşmış ve yasal bütün çerçeveleri takmadan yürümüştür.
Büyük şatafatla ilan edilen sokağa çıkma yasağının Gazi'de
bir dakika bile uygulanamamış olması, halk tarafından
adeta "sokağa çıkmama yasağı" gibi algılanması
çok çarpıcı olmuştur. (Tabii ki buna Ankara'daki çok
önemli çatışma da mutlaka eklenmelidir) Böylece, yıllardır
sindirilmek için binbir yönden kuşatılmış olan kitle
hareketinin aslında çok da zayıflamamış olduğu gözler
önüne çıkmıştır.
Ayrıca daha önce defalarca kanıtlanmış bir gerçeği de
bir kez daha vurgulamak gereklidir; bu ülkenin yasaları,
daha doğrusu yasaların uygulanışı, kesinlikle sokağa
çıkan insan sayısına, bu insanların kararlılıklarına
ve yaşanan konjonktürel duruma bağlıdır. Bir hafta boyunca
süren gösterilerin bir teki bile yasal prosedüre uygun
olmadığı halde tamamen siyasal duruma ve kitlenin durumuna
bağlı olarak fiili bir durum yaşanmıştır ve bu yine
son sürecin önemli derslerinden biridir.
Şüphesiz sözkonusu olaylarda Alevilik gibi faktörlerin
de etkisi vardır. Ayrıca, bir katliamın arkasından insanların
duyduğu büyük öfke ile normal zamanda düzenlenmiş bir
mitingin ruh hali de elbette kıyaslanamaz.
Ama herşeye karşın yine de sanırız bir saptama olarak
İstanbul'un içinde barındırdığı bu potansiyeli bir kenara
not düşmek gerekiyor. İstanbul'da uyanabilir, uyandırılabilir
bir sol enerji vardır, bu enerji özellikle can yakıcı
bir gündem sözkonusu olduğunda açığa çıkabilmektedir.
Bu notu düşmek ve tabii hemen eklemek gerekiyor; gerçekten
ciddi bir politik iradenin varlığı koşullarında bu enerjinin
bir kaç kat daha yükselmesi mümkün olacaktır.
Yani, açıklıkla söylenebilir; devrimci kesimlerde son
beş yıldır etkisini sürdüren, (ve tabii ki bir ölçüde
haklı sayılabilecek sebepleri olan) karamsar ruh hali,
hiç de gerçek bir somut duruma dayanmamaktadır. Proletaryanın
kenti, yeni bir devrimci dalga için yeterli zemine sahiptir
ve bu zemin, özellikle gücüyle-politikasıyla güven veren
bir devrimci irade tarafından işlenebilirse bütün konjonktürel
olumsuzluklara karşın dünyanın bu köşesinde aykırı bir
çıkışın ilk adımlarını oluşturabilir.
***
Ama öte yandan, bugünün Türkiye'sinde güç ile güçsüzlüğün,
yükseliş ile zaafın birarada bulunduğu da son olaylarda
-görmek isteyenler ve kendini ajitasyonun havasına kaptırmamış
olanlar için- yeterince net olarak açığa çıkmıştır.
Gerçekten de bir arka plan eksikliği doğrusu hiç bir
zaman kendisini böylesine acı biçimde hissettirmemiştir.
Duruma derhal müdahale edip hızlı bir çözümlemeyle olayı
kentin ve ülkenin bütününe gündemleştiren bir politik
alternatifin yokluğu sanırız günler boyunca sokaklarda
yürüyen binlerce insanın en büyük yarası olmuştur. Yalnızca
sokaktaki kitlelerin somut hedeflere yöneltilmesi ve
organize edilmesi anlamında değil, doğru seçilmiş kadro
eylemleriyle de sürece müdahale edecek bir güç insanların
en çok özlemini duyduğu unsur olmuştur. Binlerce insanın
hep bir ağızdan haykırdığı "adalet" isteminin
karşılanamamış olması, daha doğrusu devrimci hareketin
bu istemi karşılayacak bir kapasiteden uzak olması hazin
bir eksikliktir. İnsanlar, sokaklarda yürüyen, cenazelerini
omuzlayıp taşıyan insanlar, hangi siyasi görüşü benimsiyor
olurlarsa olsunlar, bunu içtenlikle istemişler, tam
içlerinde hissetmişlerdir. Bu, bir öç isteği de değildir,
müdahale eden bir gücü, karşılarındaki gaddarlıkla boy
ölçüşebilecek bir maddi gücü istemişlerdir. Bu anlamdadır
ki, Keçeciler'in meclis kürsüsünden hükümete yönelttiği
"bu İşler hazırlanıp olurken devletin istihbaratı
neredeydi?" eleştirisi (ki kuşkusuz burjuva politikasının
demagojik bir eleştirisidir bu) belli bir oranda ve
belli bir açıdan devrimci hareket için de geçerlidir.
Gerçekten de bugün dönüp bütün sürece bakıldığında,
böyle bir iradi müdahale gücünün önemi tüm çıplaklığıyla
hemen anlaşılabiliyor. Örneğin devlet teröründen de
ötede önem taşıyan medyatik çarpıtma kaosunun aşılabilmesi
ancak böyle bir genel politizasyon ile mümkündü. Özgün
ve güncel dalavereler her ne olursa olsun, provokasyonun
genel amacının devrimci muhalefeti boğmak olduğu doğruysa
eğer, kuşkusuz buna verilebilecek en doğru karşılık
da bu muhalefeti örgütlü kılıp doğru hedeflere yöneltmekti.
Oysa işte tam da bu açıdan devrimci hareket son olaylarda
bütün zayıflığını sergilemiştir.
Aklı başında hiç kimse bu gerçeği salt ajitasyonla örtemez,
örtmemelidir. Olayların seyri sırasındaki yerel örgütleme
biçimlerinden sözetmiyoruz, o konuda insanların deneyimler
ölçüsünde bir şeyler yapmaya çalıştığı biliniyor. Oysa,
gerçekte kanayan yara daha genel ve kapsamlıdır, görülmesi
gereken de budur zaten. Gazi olaylarına ister "ayaklanma"
diyelim, isterse "ihtilal" bu gerçek değişmemektedir.
Düşmanın ezici terör gücü karşısına halkın iradesini
kendisinde toparlamış bir maddi gücün dikilmesi ve böylece
bir devrimci güven ortamının yaratılması hâlâ önümüzde
duran en önemli görevdir. Bu, kitleler adına savaşmak
değildir, ama bütün devrimci kitle hareketinin güvenli
arka planını oluşturmaktır.
***
Bu, güç demektir, Güç ise rahatlık ve esnekliktir. Kendine
güvenen, organize bir iradi gücün hiç kuşkusuz böyle
bir esnekliği de varolacaktır.
Son olaylar sırasında ortaya çıkan bir başka eksiklik
de bu konudaydı. Bütün kitle hareketlerinin en önemli
unsuru olan "hedefin somutlaştırılması" konusunda
gerçekten de ciddi eksiklik yaşanmıştır. Devrimci güçler,
bu türden olaylarda çoğu kez tahammül edilmez ölçülere
varan bir "genel" söylemden vazgeçmemektedirler.
Yaşanan olayın bütün somutluğuna karşın devrimcilerin
hedef sloganları ya da eylem talepleri yine de çok genel
bir çerçeveden aşağıya inmemekte ve bütün kitlelerin
tepkisinin, somut bir talep halinde tek bir zincir halkasına
yöneltilmesi, tüm güçlerle yüklenerek o halkanın koparılması
ya da en azından yıpratılması gündeme alınmamaktadır.
Öyle ki devrimciler bu tür olaylarda bazen her tarafa
birden yumruk atan bir boksör görünümü çizmektedirler.
Mutlaka esas sorumluyu vurgulamak! Genellikle kaygı
budur ve daha alt bir talep ya da vurgu insanlara adeta
"reformizm" gibi görünmektedir. Örneğin, somut,
bilinen bir sorumlunun (Bakan, Vali, Em. Müdürü, vb..)
görevden alınması ve yargılanması talebi daha çok bu
bakımdan rağbet görmemektedir. Çünkü, böyle bir vurgu,
insanlara bütünsel hedefin (devlet, sermaye,vb..) bulanıklaşması
gibi görünmektedir.
Oysa, reformizm, bir savaşmama halidir. Kitlelerin istemlerini
geçici avuntulara mahkum etme halidir. Kitleleri bir
güncel talebin gerçekleşmesi halinde durumun düzeleceği
yalanıyla kandırma durumudur. Ve bu durum, devrimci
hareketin kitle eylemi sırasında kendisine somut hedefler
seçip taktik olarak onlara yüklenmesinden farklıdır.
Devrimci hareket yine bütün olayların arkasındaki esas
unsuru açığa çıkarır, onu vurgulayıp siyasi gerçekleri
açıklar ama bunun yanında çok elle tutulur hedefleri
de öne sürüp kitleleri yönlendirebilir. Bu mümkündür.
Tabii ki böyle bir canlı hedef seçildiğinde "katliamın
sorumlusu yalnızca örneğin A kişisi midir?" gibi
bir soru sorulabilir. İlk bakışta haklıdır da bu soru.
Ama bir başka açıdan bakıldığında da katliamın sorumluluğu
aslında Clinton'a ve hatta kapitalist sisteme dek gider
ve sonuçta öyle bir noktaya ulaşırız ki, elimizde "Kahrolsun
Kapitalizm-Yaşasın Sosyalizmden" başka slogan ve
vurgulama biçimi kalmaz ve biz fazlasıyla genel konuşan
insanlar oluruz.
Oysa sorun, tek bir ağızdan bütün kenti sarsacak ölçüde
güçlü olarak haykırılan bir baş talep sorunudur. Sorun,
kitlelerin tepkisinin bütün gücüyle vurabilmesi için
hedefi daraltmak ve sözkonusu hedef bu vuruşla yıkılmasa
bile önemli bir yıpranmaya yol açmak sorunudur ve bu
taktik eğer insanları boş umutlara yöneltmiyorsa, işin
genel yanına özen gösteriliyorsa, hiç de yanlış değildir.
Ama bütün sorun nedir? Bütün sorun yalnızca, devrimci
güçlerin olaylara dar bakması filan değildir. İşin kökeninde
yine yukarıda açmaya çalıştığımız müdahil irade sorunu
vardır, dolayısıyla güç sorunu vardır. Devrimci güçleri
"genel" söyleme daha çok iten esas faktör
onların örgütlü yapılarının mevcut halinin eksikliği
ve zayıflığıdır. Böyle bir zayıflık hali, sağa ya da
sola kayma endişesini daha boyutlandırmakta, ancak güç
sahiplerine has olabilen bir iç-güvenden yoksun olma
durumunda da genel slogan ve vurgular herkese daha garantili
bir yol gibi görünmektedir.
***
Süreçteki belki en önemli eksiklik, yine yukarıda anlatılmaya
çalışılan temel zafiyete bağlı olarak bütün tepkiyi
bir potaya toparlayabilecek merkezi gösterilerin organize
edilememesiydi. Eğer, provokasyonun/saldırının asli
ve genel amacı devrimci güçlerin sindirilip dağıtılmasıysa,
buna verilebilecek en anlamlı yanıtın İstanbul'daki
bütün devrimci güçleri biraraya getirecek dev bir gösteri,
örneğin merkezi bir cenaze töreni olduğu konusunda öyle
sanıyoruz ki kimsenin ciddi bir itirazı yoktur. Ama
buna karşın, böylesi bir organizasyon başarılamamıştır.
Cenazelerin Gazi Mahallesi ya da Alibeyköy gibi nispeten
tecrit edilmiş bölgelerde kaldırılması gerçekten de
onbinlerce duyarlı insanı bir anlamda boşa düşürmüş,
yörelerde gelişen (tabii ki hiç küçümsenmeyecek kalabalıkları
biraraya getiren) gösteriler ise böyle bir genel gösterinin
işlevlerini yerine getirememiştir.
Gazi'de direnen güçler, bu doğrultuda bir politika izleyemezler
miydi? Kimseye haksızlık etmek istemiyoruz bu soruyu
sorarken. Kuşkusuz bunun sayısız güçlükleri vardı. Öncelikle
-Gazi'deki süreci izleyenlerin bildiği gibi- yorgunluk
vardı. Üç gün boyunca sokaklarda, barikatlarda bekleyen
insanlar "cenazelerin verilmesi" gibi bir
meşru talebe dayanmışlardı ve cenazelerin verilmesinin
kabulünden sonra da yeni bir politika saptamak pek kolay
değildi. Tabii ki örneğin ailelerin merkezi törene iknası
gibi ciddi bir sorun da vardı ve ayrıca devletle pazarlıklar
yürüten başka güçlerin de ekarte edilmesi bir başka
önemli problemdi. İşin başından beri bu güçler kitlenin
nabzını düşürmeye, ortaya yaydıkları panikçi havayla
insanları etkilemeye çalıştılar. Üstelik, devletin "alevi
cemaatının temsilcileri" olarak başından beri bu
güçleri muhatap alması ve iki tarafın elbirliğiyle devrimci
güçleri tasfiye etmeye uğraşması bir başka somut gerçekti.
Bütün bu karmaşa içersinde cenazelerin bekletilmesi
ve merkezi bir noktadan kaldırılması bir dizi güçlüğün
aşılmasını gerektiriyordu.
Bütün bunlar, şüphesiz anlaşılabilir nedenlerdi. Ama,
bütün bunlara eğer Gazi'de direnen güçlerin bir tür
dar görüşlülüğü eklenmişse, işte tam orada gerçekten
ciddi bir sorgulama gereklidir. Kuşkusuz onca zamandır
direnen insanların cenazeleri de kaldırma hakları tartışılmazdır
ama burada bir bakış sorunu da vardır. Yaşayan herkesin
bildiği gibi, bu süreçte İstanbul'da çok rahatça yüzbin
kişilik bir cenaze töreni yapabilmenin koşulları mevcuttur
ve böylesi dev bir yanıt imkânının yitirilmesinde bu
türden bir dargörüşlülüğün birazcık da olsa etkisi varsa
gerçekten çok düşünülmelidir.
***
Aynı süreç, medya denilen şu kocaman yalan mekanizmasının
nasıl büyük bir etkiye sahip olduğunu ve solun bu konuda
ne kadar zayıf bir konumda olduğunu da bir kez daha
gözler önüne serdi. Bırakalım başka kentleri, başlı
başına dev bir metropol olan İstanbul'da bile insanların
çok büyük bir bölümü olayları yine medyanın çarpıtma
mekanizmalarından öğrenmek durumunda kaldılar. "Provokatörler"
edebiyatından, "tahrik olan polisler"(!) üzerine
hikayelere dek bütün iğrenç yalanlar sıradan insanların
evlerine ekranlardan yayıldı ve egemen güçler bu denli
net bir durumda bile herşeyi çorbaya çevirmeyi yine
de başarabildiler. Sözgelimi, İsmetpaşa Caddesi'nde
beşbine yakın insan toplanmış dururken TV haberlerinde
"...şu anda Cemevi önünde 100 kişilik bir grup
bekliyor" gibi şeyler söylenebildi. Ya da Gazi'de
çoluk çocuk herkes sokaktayken TV'lerde "sokağa
çıkma yasağının uygulandığı"ndan sözedilebildi.
Birkaç yüzü atkılı fotoğraftan "provokatör"
masalları üretildi.
Şüphesiz devrimci hareket bütün bu yaşananları da değerlendirmeli
ve belleğindeki çözümlenmesi gereken sorunlar hanesine
kaydetmelidir. Ve tabii ki, devrimci hareket buradan
esas sorunun güç sorunu olduğu sonucunu da çıkarmalıdır.
Ancak çok net hedeflere yönelindiğinde ve güçlü potansiyeller
sokağa taşındığında medyanın zehirli etkisinin bir ölçüde
kırılabileceği hatırdan çıkarılmamalıdır.
***
Tabii ki aynı güç eksikliği durumu, kavramların abartılması
ve zorlanması eğiliminin de temelini oluşturmaktadır.
Sözgelimi Marksist terminolojide belirgin ve tanımlanmış
bir yeri olan "ayaklanma" kavramının böylece
zorlanarak Gazi olayları sürecine denk düşürülmek istenmesini
başka türlü açıklamak pek mümkün değildir. Gazi olaylarının
önemi ve kitle hareketinin tarihinde şimdiden tutmuş
olduğu yer biliniyor. Şüphesiz, verilen şehitlerin sayısından,
direnişin sertliğinden ve vahşetin boyutundan öte bir
şeyle karşı karşıyayız bu olaylarda. Uzun süredir bastırılmış
olan, 87-89 sürecinden beri devletle çok doğrudan karşı
karşıya gelmeyen kitle hareketinin umut verici bir canlanışından
sözetmek gerçekten de çok mümkündür. İşin içinde alevi
boyutu da olsa, bu olgu yine de çok önemli, çok umutlandırıcı
bir gelişmedir. En azından bu kez daha fazla riske girmeye
hazır bir kitle vardır ve bu çok önemlidir. Ama, bütün
bunlara karşın "ayaklanma"dan sözetmek, yine
de hem olayları, hem de kavramın kendisini zorlamak
demektir. Hele böyle bir kavramın ardından, "devrimin
de işte böyle gelişeceği" gibi bir sonuca, yani
"böylesi ayaklanmaların arkası arkasına eklenmesiyle"
devrime ulaşılacağı sonucuna varırsanız, bu çözümleme,
gerçekliğin bir çok unsurunun ihmal edilmesine yol açmaktan
başka bir işe yaramaz. Politik tırmanışa denk düşen,
onun önünü açan ve onunla karşılıklı uyum içinde gelişen
bir maddi-askeri gücü büyütmediğiniz koşullarda, sert
çatışmalar da içerse kent direnişleri ve gösterilerinin
ucuca eklenmesi politik iktidar deviren bir "ayaklanma"
noktasına hiç bir zaman ulaşmayacaktır. İşin doğrusu,
bir yan askeri aparat olarak değil de halk ordusunun
bir nüvesi olarak gerillayı çalışmasının merkezine koymayan
bir devrimci hareketin böylesi bir kesintisiz ayaklanmalar
noktasına ulaşması da mümkün değildir.
***
Son olarak, Gazi'deki direnişin yönlendirilmesi sırasında
bölgedeki örgütlü güçlerin durumu ve hataları sevapları
üzerine çok kolayca konuşmanın doğru olmadığına inanıyoruz.
Şu malum provokasyon edebiyatının etkisiyle katliamın
büyümesinin sorumluluğunu hemen sol güçlere yıkanlar
olacaktır tabii. Ama doğrusu bütün bu lafebeliklerini
çok ciddiye almamak gerekir. Çünkü bu türden gevezelikleri
yapanlar aslında Gazi Mahallesi denilen olguyu da tanımamaktâdırlar.
Semtin nasıl bir öfkeyle yüklü olduğunu ve nasıl patlamaya
hazır bir zemin olduğunu da bilmemektedir soldaki provokasyon
tellalları.
Özellikle asıl ölümlerin olduğu ikinci günkü olaylar
sırasında mahalledeki örgütlü güçlerin organizasyon
ve malzeme açısından çok hazırlıklı oldukları elbette
söylenemez. Bu, zaten yeterince net olarak herkes tarafından
görülmüştür. Sözgelimi üçüncü gün belki yeni bir çatışma
için bazı şeyler daha hazırdır, kitlenin yönlendirilmesinde
daha fazla merkezi davranılmıştır. Ama ilk günlerde
gerçekten de korkunç bir öfke patlamasıyla sürüklenen
olaylar vardır ve devrimci güçler herşeyi de netleyememişlerdir.
Tabii ki bunda olayların alacağı biçimin ve genişleme
derecesinin önceden kestirilememiş olmasının da payı
vardır. Ama doğrusu bunun bir kusur olduğu da söylenemez.
Çok genel anlamda bölgedeki devrimci güçlerin böyle
bir hazırlık ve çözümlemesinin olmaması belki bir eleştiri
konusudur ama bir kez olaylar başladıktan sonra Gazi'deki
örgütlü güçlerin o sıcaklık içersinde mükemmel bir hazırlık
ve organizasyon yapması çok da kolay bir iş değildi,
bunu görmek gereklidir.
Öte yandan, durumu az çok kestirmek de aslında sorunu
tümüyle çözemezdi. Türkiye devrimci hareketinin şehir
çalışmalarındaki deneyiminin ne ölçüde eksik olduğu
bilinmektedir. Daha doğrusu bu deneyim henüz yeni yeni
oluşmaktadır ve 80 öncesiyle de ciddi bir bellek kopukluğu
sözkonusudur. Yani, Türkiye, uzunca bir süredir bu tür
şeyleri yaşamamıştır, sokaklarında her gün barikat kurulan
bir ülke değildir yaşadığımız topraklar. Bütün bu açılardan
düşünüldüğünde olayların süreci içinde birşeyleri organize
etmeye çalışan insanları, örgütleri, kolayca eleştirmek
doğru değildir, üstelik böyle bir eleştiri ahlâki de
değildir. Bir çatışmanın içine girmiş insanlar, örgütler,
ellerinden geldiğince durumu kotarmaya çalışmışlardır,
yani bir anlamda olaylar onlar için de sokak çatışmalarının
öğrenildiği bir süreç olmuştur. Kaldı ki aynı süreç
bir taraftan da devrimci güçlerin direnişi içerden dağıtmaya
çalışan Alevi kalantorlarına karşı resmen sinir savaşı
yürüttükleri bir süreç olmuştur ve insanlar o kargaşanın
içinde eğri/doğru bir şeyler yapmaya çalışmışlardır.
Hatta bu süreçte, bölgedeki devrimci güçlerin, olayı
salt alevilik çerçevesinden çekmek ve faşizm/devlet
eksenine yöneltmek için hiç küçümsenmeyecek çabalar
gösterdikleri de teslim edilmelidir.
Kuşkusuz ajitasyon olsun diye abartılacak bir mükemmellik
de yoktur ortada. Yapılarak öğrenilen, öğrenerek yapılan
bir iş vardır ve aslında bütün mesele de bundan ibarettir...
Sonuçta 30'un üzerinde şehidiyle, hesaba gelmez yaralılarıyla
ve hâlâ bulunamayan "kayıp"larıyla çok ciddi
bir kent direnişi yaşanmıştır. Doğru sorulardan üretilecek
doğru derslerle bu deneyimden geleceğe taşınacak çok
şey vardır. Ama dersler çıkarmanın ve yeni direnişlere
taşımanın önkoşulu da "mükemmel"lik üzerine
daha az konuşmak ve eksikleri-zaafları daha çok görmektir.
Bu anlamda sorun basit olarak devrimci güçlerin olayların
şu ya da bu noktasında ne yaptıklarından da ötede, genel
olarak bütün direnişin geriye ne bıraktığı, bize kendi
aynasında ne gösterdiğidir. Yoksa, direnişin içinde
gece gündüz didinen insanların özverisiyle ilgili bir
tartışma zaten anlamsızdır.
Sorun, çok açıktır... Dersler çıkarmak ve geleceğe taşımak...
Belki de yaşanan bir dönüm noktasıdır. Bu noktaya gelecekte
de sık sık bakma gereksinmesi duyacağımız şimdiden kesin
gibidir.
|