Yeni Politik Dönem ve Görevlerimiz Üzerine
|
Bir seçim daha yaşadık. Herkesin demagoji hünerini
sergilediği, o ağır politika adamlarının akla hayale
gelmedik şaklabanlıklar ve şirinlik numaralarıyla kendilerini
pazarladığı bir sirk gösterisi daha sona erdi. En abuk-sabuk
vaadlerden, en cıvık politik esprilerden, lider eşlerinin
"hangi yemeği iyi yaptığına" dek bir dolu
laf kalabalığı insanların kulaklarına beyinlerine adeta
dolduruldu.
Ve sonra, vatandaşlık görevine çağrıldı insanlar. Para
cezasıyla karışık bir kibarlıkla, mevcutlar içinden
birini, birkaçını seçmeye davet edildiler. '46'dan bu
yana -tankların kışlalardan çıkmadığı zamanlarda- sürdürülen
bu aldatmaca devam etti. İktidara her hangi bir şekilde
katılma şansı bulunmayan yığınlar, önlerine dayatılan
alternatifler çerçevesinde yine bir savrulma yaşadılar.
Böylelikle, halkın kendisini yönetenleri kendisinin
seçtiği ve dolayısıyla sonuçta başına gelebilecek belalardan
yine kendisinin sorumlu olduğu yolundaki o malum illizyon
bir biçimde sürdürülmüş oldu.
Bunun, "olgun bir seçim" olduğu da söylendi.
Ve "olaysız", "sakin" geçen seçimleri
yorumlayan burjuva basın, kısa vadeli geleceğini bu
kadar uysalca ipotek eden insanımızı "demokrasiyi
içine sindirmiş vatandaş" olarak selamladı. Demokrasiyi,
izin verilen gün ve saatte "fazla gürültü etmeden"
sandığa kağıt atmak olarak algılayanlar için bu böyleydi.
Ama, öte yandan "olgun" bir seçim, aynı zamanda
"durgun" bir seçim anlamına geliyor. Bütün
dönem boyunca göze batan sönük hava ve renksizlik, kısmen
depolitizasyonu ve bıkkınlığı, kısmen de düzenden umutsuzluğu,
yeni arayış ihtiyacını gösteriyor.
Sonuçta ortaya çıkan manzaranın bunlardan hangisini
daha fazla gösterdiği tartışmalı ve yorumlamaya ihtiyaç
duyan bir konudur. Örneğin oy kullanmama oranının
giderek daha yükseklere tırmanışının, mevcut düzen dışı
radikal bir kopuşu mu, yoksa politik alandan genel bir
tiksinti-bıkkınlık karışımını mı yansıttığı, bu ikisinin
birbirine oranının ne olduğu tartışılabilir sorulardır.
Aynı zamanda ikincinin birinciye dönüşebilirliği
ve bunun gerçekleşmesinin yöntemleri-araçları oldukça
temel bir sorundur. Basit sonuçlara ya da aşırı iyimser
zorlamalara varmadan, durumu çözümlemek görevimizdir.
Öte yandan, halkın düzen içi politik tercihleri de çok
karmaşık çarpılma mekanizmalarından geçerek oluşuyor.
Kuşkusuz emperyalizme bağımlılık, bu ülkede olan biten
her şeyin Beyaz Saray koridorlarında bir güzel planlandığı
ve bire bir uygulandığı anlamına gelmiyor. A ilkokulunda
sandığa oy atan vatandaşın elini kimse tutmuyor. İçsel
bir olgu olarak emperyalizm ve tekelci sermaye, politik
tercihleri daha dolaylı ama daha yaygın biçimde belirlemeye
çalışıyorlar. Çoğu kez de öngörülere ya da sonuçlara
göre formülasyonlar üretiyorlar. Sonuçta seçim yapısal
anlamda bir şeyi değiştirmiyor, sınıfsal konumlanışları
da ifade etmiş olmuyor. Ama yine de bir şey var ki,
çok önemli: Halk her seçimde çözümlenmesi gereken bir
takım mesajlar veriyor. En azından bize kendi içindeki
eğilimler üzerine çok zayıf bazı ipuçları sunuyor.
Elbette, ipuçlarından hareketle, anlamak için indirgemeler
değil. Örneğin 8 yıldır halkı soyan, 12 Eylül'ün çizdiği
çerçeve içerisinde sömürü oranlarını durmadan yükselten,
basitliği yedi düvele nam olmuş bir hırsız çetesinin
%24 gibi ciddi bir oranda tutunabilmiş olması kendi
başına ciddi bir olgudur.
Reklamasyon ataklarını belirleyici görmemek gerekir.
Halk sanıldığı kadar kolay gözü boyanan bir nesne değildir.
Daha doğrusu onun kandırılması, her zaman bu kandırılmayı
güçlendiren bir zemin üzerinde gerçekleşir. Dolayısıyla
çözümleme çabasının içine, bütün bunlar ve 12 Eylül
silindiri gibi etkenlerin yanında uluslararası durumdan
dönemin sosyal verilerine dek bir dizi faktör sokulmalıdır.
Öte yandan, mantıken bu politik ekolün düzen içi alternatifi
olması gereken -ki bir çok ülkede cuntalardan sonra
"yara sarıcı" söylemiyle "sosyal demokrat"
iktidarlar oluşması adeta bir gelenektir.- SHP'nin bir
hezimet sınırında gezinmesi yine bir değerlendirme konusudur.
Bundan sevinç duyarak "sosyal demokrasinin çöktüğü",
öyleyse halkın sosyalist alternatife daha kolay çekilebileceği
yorumunu zorlamaya çıkarmak mümkünse de, gerçekçi değildir.
SHP'nin düşüşünün çok derinlerinde, genel olarak solun
düşüşünün işaretlerini bulmamak ve sosyalist örgütlerin
kitleselliğindeki kan kaybı ile bu tablolar arasında
-kuşkusuz çok dolaylı- bir ilişki kurmamak ve bütün
bunların uluslar arası konjonktürden ülkemize uzanan
bağlarını aramamak saflık olacaktır. Yalnızca SHP yönetiminin
beceriksizliğine ya da "hain"(!) Ecevit faktörüne
bağlanamayacak ciddi olgulardır bunlar. Dahası, bu genel
duruma DYP programındaki sosyal öğelerden hareketle
itiraz etmek ve bu öğeleri öne çıkararak halkın aslında
"sola" kaydığını iddia etmek pek akla sığar
değildir.
Başlığından da anlaşılacağı gibi, bu yazı özel olarak
seçim sonuçlarının tahlilini amaçlamıyor. Değerlendirmelerin
bütünü içinde belki bu konuya da değinilecek ama özel
olarak bunu amaçlamıyor. Yazı kapsamındaki derdimiz,
daha çok seçim sonrasında önümüzde açılan yeni dönemi
anlama, yorumlama biçiminde özetlenebilir. Anlama ve
yorumlama çabaları, birbirini doğuruyor ve sonuçta ikisi
birden "görevler" üzerinde düşüncelere yol
açıyor. Yukarıdaki soru işaretleri de anlamaya çalıştığımız
olgunun karmaşıklığını gösterebilmek için ipuçları oluyor.
BİR RESTARASYON PLANI / DEĞİŞİM VE DEVAMLILIK
Sonuç olarak bugün, önümüzde bir DYP-SHP dönemi açılmış
bulunuyor. "Devrim gibi" diye lanse edilen
programıyla, zorlama gülücükleri ve pompalanan iyimserlik
havasıyla dönem açılıyor. Bir yandan işlerin zor olduğu
sözde "itiraf" edilerek pek yakında kitlelerden
istenecek sabrın propagandif zemini hazırlanıyor. Öte
yandan "çok önemli değişimlerin" olacağı havasıyla
iyimser bir beklenti yaratılıyor. Herkesin başarı için
duacı olduğu imajı oluşturuluyor ve hatta muhalefet
partileri bile alışılmadık bir yumuşak üslupla davranıyorlar.
Ne program itibariyle, ne de bileşimi itibariyle ortada
olan şeyin düzenle ilgili bir değişiklik olmadığı kesin.
Zaten BARİKAT okuruna bunu tekrarlamak gerekmiyor.
Ama yine de bir şeyler değişiyor Türkiye'de. Düzen partilerinin
değişik karışımlarında düzenin kendisi değişmiyor ama
sürdürülüş biçimleri değişiyor. Yöntemler ve araçlar
değişiyor.
Daha doğrusu aslında hem bir değişimden hem de bir devamlılıktan
söz etmek gerekiyor. Bunu da açmaya çalışacağız.
Yaklaşık 11 yıldır -sekizi ANAP süreci olmak üzere-
bu ülkede bir yönetim tarzı yaşanıyor. Ekonomik plandaki
başlangıcı 24 Ocak 80'e dayanan ve siyasal çerçevesi
12 Eylül'le çizilen bir tarz bu. Anayasasından, baskı
örgütlerinin biçimine, sendikal düzenlemelerden, YÖK'e,
vb…., uzanan değişik bir çerçevede bu süreçte çok kısmi
değişikliklerle sürdürüldü, sürdürülebildi.
Ancak, bugün, -bugün değil, uzunca bir süredir- egemen
güçler artık bu çerçevenin kısmi oranda aşılması ve
yeni bir çerçevenin oluşması ihtiyacını duymaktadırlar.
Bu, burjuvazinin çok keyfi tercihlerinden kaynaklanmıyor.
Artık mevcut mülkiyet ilişkilerinin muhafazası yeni
biçimsel çerçevenin ihtiyacını doğuruyor.
Sosyalist ülkelerdeki çöküntü sonrasında oluşan boşluk
"Yeni Dünya Düzeni" kavramını yarattı. Kavram,
kapitalizmin "sınırsız" ve "şimdilik"
rakipsiz hakimiyeti anlamına geliyor. Ve böyle bir genel
egemenlik havasında, bu egemenliğin Türkiye'deki bölümünün,
çerçevesi cunta tarafından çizilmiş nefes almayı bile
yasaklayan bir formasyonla sürdürülmesi artık rasyonel
görülmüyor. Keyiften değil, koşullar zorluyor. Yalnızca
baskı ve terör araçlarını kullanarak sömürü programını
devam ettirmek yerine, gerçekte tıkanmış olan yeni-sömürge
ekonomisine yeni politikalar ile nefes aldırılmak isteniyor.
Bu, ANAP'ın başarısız bulunduğu anlamına gelmiyor, aksine
ANAP tekelci burjuvazi ve emperyalizmin politikalarını
uygulamakta örneği az bulunur bir performans gösterdi
son sekiz yılda. Hep ANAP'la devam edebilmek mümkün
olsaydı, bu onlar için ideal olurdu kuşkusuz. Bilinen
baskı cenderesi içinde bu ülkede az şey başarılmadı
ve hatırlansın, Demirel o yıllarda "işte tam ülke
yönetilecek zaman" diye az ağzının suyunu akıtmadı.
Bu, hep arzu duyduğu bir çerçeveydi. Ama bugün sorun
başka. Artık durumun değişmesi gerekiyor. ANAP tarafından
yürütülen politikalar, artık sosyal-siyasal faturaları
bakımından elverişli değil ve 12 Eylül çerçevesi, yaratılmak
istenen "yeni demokratik düzen" imajına uygun
düşmüyor. 8 yıllık iktidar süreci her açıdan ANAP kadrosunu
yıpratmış durumda. Gerçek bir performans kaybı var.
ANAP, toplumun bütün gözeneklerinde, düzen-içi muhalefet
kanallarında gerçekleştirilecek en kısmi açılımları
bile kaldırabilecek durumda bile değil. Düzenin restorasyonu
sürecinde ortaya çıkabilecek hareketliliği nötralize
edecek insanlardan, sabır isteyecek durumda değil. Sabır
istemek, umut verebilecek durumda olmayı gerektiriyor,
ki ANAP -Mesut Yılmaz makyajına rağmen- böyle bir dinamik
sergilemiyor.
Restorasyon için bir soluk alma süreci, somut bir yenilik,
bir düzelme beklentisi yaratmak gerekiyor.
12 Eylül çerçevesini restore ederek, onu hem gizlice
aklayan, hem de kangrenleşmiş bir gündem maddesi olmaktan
çıkaran yeni bir politik atak, hem Türkiye'nin yeni
konjonktürel rolüne, hem de getirilmek istenen dengeleyici-yedekleyici
politikaya uygun düşüyor. ANAP-DYP formülü böyle bir
"12 Eylül'ü giderici" operasyonun uygulanmasında
her şeyden önce ANAP'ın tarihsel misyonu açısından akılcı
olmuyor. Açılacak kapılardan akabilecek suyu durdurup
sistem-içi kanallara yöneltmek böyle bir yolla mümkün
değil. Oysa, oluşturdukları imaj bakımından DYP-SHP
ikilisi bu yumuşak iniş planına daha uygun düşüyor.
Zaten yıpranmış bir dizi kurum ve yasayı rötuşlamak,
ama bunu yaparken bu açılımın yaratabileceği toplumsal
gelişmeleri kontrol altında tutmak, radikal kaymaları
önlemek… koalisyonun önüne böyle bir zor görev konuyor
ve bunu başarabileceği umuluyor.
Bütün bunlara, Türkiye'nin yavaş yavaş oluşturduğu yeni
konumu da eklemek gerekli. Emperyalizmin "yeni
dünya düzeni" içinde bir çok şey değişiyor. Sovyet
psikozuyla yıllar boyu ABD stratejisinde bir "uç
karakol" pozisyonu gösteren, en azından ağırlıklı
olacak böyle düşünülen Türkiye artık bir açılım noktası,
sıçrama alanı olarak konum kazanıyor. Karakol ağırlıklı
bir pozisyon, önemli külfetler yüklerken, yeni gelişmeler
sonucu oluşan açılımlar politikası (ucu orta sınıflara
dek uzanabilecek) kazanç kapıları açıyor, krizin derinleşmesini
önleyici mekanizmaları destekliyor. Bir ucu son dönemde
olduğu gibi Ortadoğu'ya ulaşan, diğer ucu da çatlayan
SB mozayiğindeki kolay -sanılan- lokmalara ve iş alanlarına
uzanan yeni olanaklarla açılıyor. Ama kuşkusuz bu yeni
konumlanış açısından da Cuntavari sevimsiz bir çerçeve
uygun düşmüyor. "Hür Dünya"ya ısrarla davet
edilen ülkelerin önünde kötü bir örneği değil, cilalanmış,
güleryüzlü bir demokrasi"nin(!) durması önemli
oluyor.
Yani, bir illizyon var ortada. Ama basit bir illizyon
değil! Görmek gerekiyor; basit yalan ve göz boyamasının
ötesinde temelli olan bir şey var… Bir şeyler yapılacak
ve bunların -az sonra öngörmeye çalışacağımız- sonuçları
olacak. Özellikle siyasal alanda çünkü ekonomik cephede
düzenin esneme sınırları çok fazla geniş değil. Bu sınırlar,
siyasal alanı da daraltabilecek kadar dar.
Varolan, yeni-sömürge düzeninin temelleri açısından
bir değişim değil. Ama çok önemlidir: bir ayniyet de
sözkonusu değil…. "Bunlar hepsi aynı yolun yolcusu
aynı şeyleri yaparlar" biçimindeki kolaycı, basitleştirici
yorumlar akıllıca değildir. Bütün planlananların çok
yüzeysel bir makyaj olduğunu düşünmek de doğru değil.
DYP-SHP sözcüleri kuşkusuz bir çok şeyi şişiriyorlar
ama çok basit anlamda bir sahtekarlık da yapmıyorlar.
Eğer mümkün olmasına izin verilirse bir şeyler yapabilmeyi
gerçekten umuyorlar. Elbette ANAP döneminde simgeleşmiş
görünen ama gerçekte artık düzene mal olmuş "alternatifsiz"
ekonomik ve siyasal bir hat var. Ama, düzen açısından
"alternatifi" olan politikalar da var. Özellikle
siyasal alanda ve bunlar küçümsenemez şeyler.
Yani, basit anlamda "yapamazlar" demek, söylenenleri
"her zamanki iki yüzlülük" diye silip atmak
ve sonra bu mantıkla halkı hükümetin vaadlerini takibe
"çağırmak" bir eksiklik olacaktır. Çünkü gelinen
noktadaki restorasyon ihtiyacı, sistemi bunlardan hiç
olmazsa bazılarını gerçekleştirmeye zorlamaktadır. Gerçekleştirilmeleri
onlar açısından gereklidir ve mümkündür. Sorun, bu basit
olmayan iki yüzlülüğü gerçekten iyi kavramak, kavratmak
ve tuzaklarla dolu bu yolda nasıl yürüneceğini ciddi
olarak düşünmektir. "Yapıp yapamayacaklarının"
sınırı ise, mevcut sistemin tahammül sınırları ile daha
da önemlisi devrimci iradenin bu sınırları ne kadar
daraltabileceği ile ilgilidir ki, ona değineceğiz yeniden.
Sistemin tahammül sınırları politikada olduğu kadar
ekonomide de zorlanabilecek esneklik sınırlarına denk
düşüyor. Türkiye, 50 milyar dolarla borçlu ülkeler kategorisinde
yer alıyor ve sistemin çalışması için buna her yıl 5
milyarlık yeni borç kaynaklarının eklenmesi gerekiyor.
Kuşkusuz emperyalist onay merkezleri makul bir sabır
derecesinde bu konuda kolaylıklar sağlayacaklardır.
Ama bunun faturası da her zaman yeni "öneriler"
olacaktır. Durumu düzeltebilecek çok köklü dönüşümler
ise yapısal nitelikte olduklarından koalisyon programında
zaten yer almıyorlar.
Yani, bu süreçten herkese bir şeyler vererek çıkmak
mümkün değildir. Bir yere verilen, bir diğer yerden
"alınmak" zorundadır. Enflasyonu düşürmek,
iç talebi canlandırmak, sanayileşmeyi artırmak gibi
vaadlerle dış borç yığılması, faizlerin artık belli
bir seviyenin altına düşürülemezliği vb. gibi gerçekler
bir çelişme halindedir. On yıldır iç talebi kısıp dışa
yönelmenin manivelası olarak kullanılan enflasyonun,
aslen varolan sosyal faturasının, yeni politikalarla
ne boyutlara varacağı şimdilik tümüyle meçhuldür.
Sonuçta, burjuva iktidarların klasik yolu, "darphane
politikası" vardır. Oysa yeni sendikal-politik
açılma ortamında mevcut enflasyonun düzeyi bile kitlesel
gelir artışı taleplerine gebedir.
Kısacası, hükümetin, durumu rahatlatmak için burjuvaziyi
soyması mümkün değilse eğer, -ki öyle-, beklenebilecek
olan, işçi sınıfı ve çalışan yığınların daha fazla soyulmasıdır.
Açıkça söylemek gerekiyor: Türkiye ekonomisi, 50'li
60'lı yılların barutunu çoktan yitirmiştir; burjuvaziye
yüksek kârlar sağlarken halkın yaşam standartlarına
da (özellikle ara sınıflara) azıcık yükselme şansı verebilecek
esnekliği yoktur artık; yedekleyici mekanizmalar daralmıştır
ve dengelerin "düzeltilmesi" için her çaba
kaçınılmaz olarak çalışan sınıflara çok ağır yükler
bindirmektedir.
Bir "toplumsal uzlaşma" havası yaratmak için
gösterilen özel çaba da zaten bununla ilgilidir. Zaman
kazanmayı ve restorasyon sürecinde belli bir dönem kitlelerin
sabretmesini sağlayabileceklerini umuyorlar. DYP'nin
kırsal alandaki rahatlığına güveniliyor ama daha da
çok SHP kanadına ve onun sendikalar-demokratik örgütler
üzerindeki etkisine güveniliyor. Gerçekten de bir dönem
işler bu etkinlikle götürülmeye çalışılacaktır, direnişler
pek uzamadan, hatta hiç oluşmadan kırıntılar sunularak
demagojik müdahalelerle bitirilmeye, sosyal muhalefetin
işçi sınıfı ucu törpülenmeye çalışılacaktır. Bu yatıştırıcı
mekanizmaların etki gücü ne kadar düzenin genel dengeleriyle
sınırlı olursa olsun, yine de son noktaya dek kullanılacaktır.
ANAP-DYP formülünün (ya da DYP-RP) bazı çevrelerde ısrarla
önerilmesine karşın, DYP-SHP birleşiminin tercih edilmesi
böyle bir formülün özellikle orta sınıflardaki "tarihsel
uzlaşma" arzusunu tatmin etmesi bir yana, özellikle
SHP'nin politik alandaki yatıştırıcı avantajının kullanılması
düşüncesine dayanmaktadır.
Temel sorun, halkın sabrını mümkün olduğunca uzun süreli
kılabilme, oluşan tepkileri radikal sapmalardan uzakta
tutabilmektir. Ve tabii bu sabrın taşma noktaları ne
kadar esneyerek atlatılırsa atlatılsın eninde sonunda
kaba şiddet kendini her yerde gösterecektir. Şiddeti
(daha net söylemek gerekir, çıplak şiddeti, çünkü şiddet
sistemin yapısında içerilmiş olarak hep var.), hedefi,
kapsamı itibarıyla daraltmak, daha çok radikal-militan
kesim ve sınıf uçlarına yöneltmek arzulansa da bu, "evdeki
hesap"tır. "Çarşının hesabı" ise, çarşının
ekonomik-politik imkanlarıyla belirlenecektir.
Düzenin ekonomik esneme sınırları, sabrın sınırları
olacak, sabrın sınırları ise parlak-yaldızlı "özgürlük
programları"nın sınırı olacaktır. Ve zaten vaat
edilen nisbi haklar da "kötüye kullanmama"
kaydı ile vaat edilmektedir. Türkiye'de hiçbir hak yoktur
ki, sonunda "ama…." Diye başlayan bir tehditler
paragrafı olmasın. Öğretmen, öğrenci örgütlerinden,
sendikal alana dek her alanda belli bir "çizmeyi
aşmama" koşulu var. Kötüye kullanmanın anlamı ise,
bırakın kapitalist düzen sınırlarını mevcut hükümetin
dayanıklılık sınırlarını bile aşmamak oluyor. Böyle
her aşma çabası için vaat edilen bizzat içinde ayrı
bir tecrit ve saldırı eğilimi var.
ÜZERİMİZE GELİYORLAR!
Basit bir illizyon değil, demiştik. Gerçekten öyle.
Özellikle siyasal alanda bozulmazsa sürebilecek bir
oyun var ortada.
Değişim ve devamlılık var. Çok yeni bir planı sıfırdan
başlatmıyorlar. Başlatılmaya çalışılan bir süreci yeni
bir solukla geliştirmek istiyorlar. Bu anlamda devamlılık
var. Sürecin ucu, Özal'ın 141-142 operasyonuna, TBKP
türü yapılara yakılan zayıf yeşil ışıklara ve Anti-Terör
yasası, şartlı tahliye girişimine dek dayanıyor. Bir
ayağı sosyalist dünyadaki siyasal gerilemenin sağladığı
avantajlara oturan plan, aslında o zamandan beri pişiriliyor.
Yıpranmış imajı, dar görüşlü iç bileşimiyle ANAP bu
planı bütün bütüne oturtabilecek güce sahip olmadığı
gibi, tepkileri yumuşatabilecek toplumsal etkiye de
sahip değildi. Umulan, yeni bir solukla, yeni kadroların
bunu başarabilmesi.
Operasyonun adı önemli değil. Ama özü şu: düzene politik
özgürlükler anlamında kısmi bir esneme sağlayıp, genelde
muhalif ve sol muhalif olmayı rizikosuz hale getirmek
ve buna karşılık düzen-dışı her arayışa, her çabaya
karşı tarifsiz bir gaddarlık! İnsanların solcu ya da
muhalif olmaları, düzen-içi örgütlenmelerde kendilerini
ifade etmeleri dehşet yaratmıyor artık, yaratmayacak.
Velev ki, iktidar perspektifli düzen-dışı alternatiflere
takılmayasınız ya da ona meyletmeyesiniz…
Bizzat Demirel'in dudakları uçuklatacak biçimde öğretmenlere,
memurlara sendikalaşma çağrısı yaptığını işitiyoruz…
Öğrencilerin politika yapmalarının ne kadar doğal olduğu
sık sık söyleniyor… "Devrim gibi" diye lanse
edilen "siyasal demokrasi" paketleri açılıyor…
Eskişehir'in boşaltılması kararını salt SHP kanadının
tazyiki ile açıklayan, çok yanılır; bizzat Demirel de
bu tür gevşetmeleri yeni politik sürecin gereği sayıyor…
Operasyonun adı önemli değil. Devrimci hareketi marjinalleştirme
operasyonu denilebilir. 141-142 kaldırılırken ve buna
karşılık Terör Yasası'yla devrimcilerin katledilmesi
meşrulaştırılırken böyle bir operasyonun ilk adımları
atılıyordu. Esasen, böylece çok yeni bir şey yapılmıyor,
çünkü devrimci hareketin zaten uzun süredir sınıfla
çok ciddi bağları bulunmuyor. Bu gün yapılmak istenen
bu durumu kalıcılaştırmak, devrimci hareketi bu bugün
bulunduğu yere çakmak ve kitleselleşmesinin yolunu uzun
vadeli olarak tıkamaktır. Aslında Anti-Terör Yasası
böyle bir hedef daraltma amacını da içeriyordu ama onu
hazırlayıp-oylayan gücün bileşimi nedeniyle istenilen
içerikte çıkarılamadı.
Bugün yeni bir solukla operasyon sürdürülüyor. Her tür
tepkiyi düzen içine çeken, düzen dışı arayışı boğan
bir ortama varılmak isteniyor. Düzen-dışı, iktidar perspektifli
sol, "sağlıklı" toplum yapısının üzerindeki
bir ur haline getirilmek isteniyor. Arada sırada, "meşru"
ameliyatlarla kesilip biçilen, böylece katlanılabilir
büyülükte kalması sağlanan bir ur…
Böylece, oluşturulan "meşru yollar", "gayri
meşru yolllar" tablosuna uygun olarak, düzen-içi
kanallarla gösterilen nisbi hoşgörü havasında, düzen-dışı
devrimci irade gaddarlıkla boğulabilir… Bu bağlamda,
özellikle "adam kaybetme" konusunda şimdiden
oturmuş olan polis geleneğinin üst boyutlar kazanması
beklenmelidir. En vahşi işkence ve "kaybetme"lerin
bile genel olarak sınırlı bir duyarlılıkla karşılık
bulması, bu vahşetin "militan solun kendi tercihinin
doğal bir sonucu" gibi algılanması isteniyor. "Normal
yol"dan gitmeyenlere karşı "mecburen"
yapılan katliamlar şimdilik kılıfsız…
Beklenen ve istenen, reformizmde belli bir canlanma,
düzen içi politizasyonun güçlenmesi ve belli müsamaha
sınırları içine hapsedilmesi, bu saha dışında, bu kurallar
dışında oynamak isteyenlerin ise (ki onlar "dünyamızın
her gün serbest piyasaya evrildiği çağımızda" dinozorlar
olarak gösterilirler) kesin imhası ya da uzayıp-kısalmayan
bir konumda bırakılmalarıdır.
Daha önce belirttiğimiz gibi, sınıfa karşı tavır açısından
da yukarıdakine paralel bu plan vardır. İşçilerden oy
umudunu da kesmiş, onlara zaman zaman düpedüz hakaret
eden ÖZAL-ANAP geleneğinden bugün yeni bir döneme geçiyoruz.
"Sosyal demokrasi"ye eğilim duyan sarı sendikalar
(ve geleneksel olarak CHP-SHP sever olan pek" sosyalist"
(!) sendikacılar) göreve çağrılıyor. Tuzla Cam-İş direnişi
polis gücüyle bitirilirken, Baştürk Demirel'le şatafatlı
görüşmeler yapıyor. Demirel uzlaşmaya olan ihtiyacı
vurguluyor, Baştürk ise, "başlatılan demokrasi
hamlesini alkışladığını" beyan ediyor… Ve tabii
sınırları Baştürk ve Demirel çizmiyorlar. Sınırları
11 yılın birikimini taşıyan işçi sınıfına neyin ne kadar
verilebileceği, burjuvazinin hangi kesimlerinin bunu
kendi felaketi olarak görüp eski sivil çeteler dönemini
özleyeceği gibi faktörler çiziyor.
"Kürt Sorunu" bu çerçevede nereye oturuyor?
Elbette, olabilirse, bir uzlaşma zeminine… Ve tabii
"uzlaşma" terimi de Kürt ulusal hareketi açısından
olsun, hakim sınıflar açısından olsun farklı farklı
anlamlar taşıyor. İktidar açısından "uzlaşma"nın
temeli ulusal hareketin teslimiyetidir. Böyle bir teslimiyet
uzlaşmasının sağlanamaması halinde ise, gündemde yalnızca
vahşetin uzmanlaştırılıp-sistemleştirilmesi kalacaktır
ki, Demirel'in daha en baştan ilan ettiği planı, 100-150
bin kişilik yeni takviye, özel timlerin artırılması,
profesyonel birliklerin yaratılması vb. biçimindedir.
Sonuç olarak, bu alanda da beklenen, geneldeki düzen
içi muhalefet-düzen dışı irade ayrımına paralel olarak,
Kürdistan devrimci hareketine vahşet ve aynı anda legal
kapıları açık tutma siyaseti olacaktır. Demirel İnönü
ikilisinin daha ilk günden Kürdistan gezisine çıkıp
şirinlik numaraları yapmaları, hoşgörü havaları yaratmaları
ve öte yandan "çizgi dışı" davranan ZANA'ya
karşı saldırganlıkları bu çerçeveye denk düşmektedir.
Zaten aslında depolitizasyon politikası, kitlelerin
bütün bütüne politika dışına itilmesi değildir; hiçbir
zaman da böyle olmamıştır. Depolitizasyon, kitlelerin,
sistem içinde kendilerine açılan kanallarda politikaya
girmeleri, politik bilinç gıdalarını da bu kanallarda,
bu bilgi sistemi içinde edinmeleri ile belirlenir.
DÜNYADAKİ GERİLEME / UYGUN BİR ZEMİN…
Ve bu çerçevesini çizmeye çalıştığımız çok talihsiz
bir zemine oturuyor.
Acılı bir kuşağız biz. Zor bir dönemeçteyiz. Sosyalist
olmanın moda, sosyalist olmamanın "ayıp" sayıldığı
eski günlerde değiliz artık. Sosyalist olmanın, ama
ismen değil, gerçekten sosyalist olmanın gariplik sayıldığı
günlerde yaşıyoruz. Sosyalist olmaktan, gizli bir inanç
sahibi olmayı değil, dünyayı değiştirme savaşına katılmayı,
öyleyse örgütlü olarak hayatın içinde yer almayı anlıyoruz.
Zor olan bu… Bugün, Marksist olduğunu söylemek kolay,
maksizmi yaşamak zor; her şeyi karalamak kolay, mirası
eleştirel tarzda sahiplenmek zor…
Büyük iniş çıkışları yaşıyoruz. Bir bölümümüz 60'ların
Vietnam patlamasının, sosyalist ve anti-emperyalist
kitleselliğin zirvesinin tanığı oldu. Ve sonra bize
düştü bu büyük iniş çıkışı yaşamak. Rastgelmedi tabii,
sürecin gelişimi olarak önümüze çıktı. Ne kadar revizyonizm
eleştirisinde bulunsak da, politikalarını temelden yanlış
bulsak da, 70 yılın emeğinin bugün birer birer, üstelik
tam bir görgüsüz Yankee küstahlığıyla yutuluyor olması
içimizi hüzünle dolduruyor. Ne dersek diyelim bütün
bu ülkeler, bizim sonuna eklendiğimiz bir mirasın parçalarıydı.
Bizimdi onlar ve bize kattıkları yığınla olumsuzluk
dahil parçasıydık onların.
Gerçi, böyle bir altüst oluşa tanıklık etmenin avantajları
yok değil. Büyük derslerin çıkarılabileceği kıpır kıpır
bir tarih diliminin üzerinde yaşıyoruz. Ama öte yandan
ezeli birikimsizliğimizin ve Eylül karanlığının üzerine
gelen bu geri-dalga çok şeyi de alıp götürdü. Ayakta
ve Barikatın üstünde kalanlar hiç küçümsenemez, lakin
hatırı sayılır bir erezyon da üzerimizden geldi-geçti
bu arada, yaşadık, yaşıyoruz.
Yeni koalisyonun politik operasyonu (onlar açısından)
böyle bir avantajlı zemini de yakalamış bulunuyor. Bu
zemin üzerinde Marksist-Leninist sol ezilmeye layık
bir "küsurat" haline getirilmek isteniyor.
KİTLESELLİK KANALLARININ TIKANMASI / BİR TEHLİKE
Oturtulmaya çalışılan böyle bir sistem ve restorasyon
çabası var. Esas amaç, mevcut düzenin muhafazası ve
toplumsal muhalefetin belli bir doğrultuda seyrinin
sağlanması, şu ya da bu yolla…
Daha da kötüsü, bu politik atak, özetlemeye çalıştığımız
bir dizi talihsizliğin yanında, bir de devrimci hareketin
zaten olumsuz bir konumda olduğu günümüz sürecine denk
düşmüştür. Gerçekten de bugün hatırı sayılır bir erezyon
vardır.
Bugün, kitlelerden uzaklık gerçek bir yaradır. Deşilmeyi
muhtaç bir sorundur. Kitlelerle yaygın ve sağlam bağlar
kuramamış olma belki sol için geçmişten bu yana hep
varolan bir eksikliktir ama bizim sözünü ettiğimiz şey
bu değil. Biz "yara" derken bir dizi olumsuz
faktörün (ve bütün bunların üzerin tüy diken devrimci
hareketin yanlışlarının) sonucu olarak, bu "kıyıda
kalma" halinin uzaması, kronikleşmesi tehlikesinden
söz ediyoruz. Yani, en kabadayı siyasal odak birkaç
yüz kişiyle bir gösteri yapıp "amma kalabalık vardı"
diyorsa ve bu ülke onbinlerce kişinin 6. Filoları denize
döktüğü, Taksim'e yüzbinlerin yığıldığı, sıradan taşra
illerinde cenazelerin onbinlerle kaldırıldığı bir ülke
ise (ve bizim belleğimiz bunları unutacak kadar zayıf
değilse), ortada, sığ böbürlenmelerle üstü örtülemeyecek
ciddi bir sorun var demektir. En civcivli üniversitelerde
"dernekçiler" hala küçük bir kesimi oluşturuyorsa,
binlerce kişilik TÖB-DER'i, TÜM-DER'i, vb., olan bir
kesim küçücük derneklerle sıkışmışsa, devrimci hareketi
her zaman ele avuca sığmaz kadrolarıyla desteklemiş
olan ortaöğrenim korkunç bir deformasyondan ancak yeni
kurtulmaya çalışıyorsa… ortada sorun vardır.
Bu bir araştırma konusudur, ciddidir. Bir dizi etken
bir çırpıda sayılabilir; sosyalist dünyadaki yüz kızartıcı
durum, 12 Eylül silindiri, ANAP yıllarının deformasyonu…
Birçok şey etki sıralamasına konularak ya da bütün halinde
söylenebilir. Ama öte yandan bütün bu etkilerin mekanizmasını
çözmek ve bu tohumların nasıl bir tarihsel toprağa ekili
olduğunu kavramak gerekir. İnsanların devrimci saflara
çekilmesini zorlaştıran bir sürtünme geçmişten beri
hep olmuştur. Bugünkü faktörler böyle bir devamlılığın
üzerine oturuyor, ekleniyor.
Sorun insanımızı kavramak, olguların onun iç çelişkilerine,
politik davranışına nasıl etki ettiğini kavramak sorundur.
Geçmişte, 60'lı yılların sonunda böyle ciddi bir kavrama
çabası gösterildi. Ömrünün kısacık bir dilimine, ülkenin
sonraki bütün sosyalist literatürünü etkileyen çözümlemeleri
sığdırmış bir devrimci, bu çabayı gösterdi: Mahir Çayan…
Çok ciddi bir çabaydı… 60'ların sonunda M. Çayan, esas
olarak belli bir sürecin iktisadi-sosyal-siyasal gelişmelerinin
halkın politik tutumunu nasıl etkilediğini anlamaya
çalıştı. 1940'lara dek ağır aksak gelişen Türkiye kapitalizmi,
(ki Türkiye zaten hiçbir zaman bir "muz cumhuriyeti"
olmamıştı.) , 50'lerle birlikte büyük ve çarpık bir
patlama yaşamıştı. Emperyalizmle kayıtsız şartsız iç
içe geçme süreci tamamlanmıştı ve genel literatürde
yeni-sömürge kalkınması denen olgu yaşanıyordu. Emperyalist
merkezlerle bütünleşerek gelişen çarpık sanayileşme,
her köşeye dek yayılan kapitalist pazar ilişkileri,
yukarıdan aşağıya uzlaşıcı bir tarzda kapalı feodal
ilişkilerin dönüştürülmesi, yayılan ilişkilerle birlikte
yayılan ve kendini hakim kılan devlet, gelişen iletişim
vb. ağlarıyla bilgilenme süreçlerinin denetlenmesi,
değişen değerler, yaşam standartlarındaki kısmi yükselişler,
feodal ilişkilere göre daha geçişli hale gelen sınıfsal
basamaklar… Bir dizi olgu bir çırpıda sayılabilir.
Bütün bunlar ciddi bir altüst oluş anlamına geliyordu.
Her alanda çarpıcı sonuçlar doğurdu, üzerine kitaplar
yazıldı bu dönemin ve yazılıyor.
Sonuçta, bu altüst oluş süreci, sanki üretici güçlerin
geliştiği, insanların bu sistem içinde de yaşayıp gelişebilme
imkânının varolduğu, daha doğrusu genel gelişme durumundan
herkesin azıcık pay alabileceği, öyleyse önceki kapalı
ilişkilere oranla sınıfsal yükseliş basamaklarının küçüldüğü…
biçiminde yanılsamalı bir imajı oluşturdu. Ve bu yanıltıcı
durum, salt bir çağrışım olarak önceki yüzyılın burjuva
devrimleri sonrasında oluşan ortamı, o dönemin ufuk
açıcı-kitleleri yedekleyici koşullarını andırıyordu.
Yalnızca andırıyordu, hem de son derece çarpık, son
derece cılız, son derece SUNİ olarak… Türkiye bir burjuva
demokratik devrimi hiç yaşamadı. Yaşadığı şey çarpık
bir kapitalistleşme ve tekelleşme ve böylece feodal
ilişkilerin sağlıksız bir çözülüşüydü. O kadar ki, bu
ilişkiler bir yandan çözülürken, diğer yanan emperyalizm
ve tekelci burjuvazi feodal elitlerle iktidarı paylaşma
gereğini duyuyor ve çözülmenin ölçüsünü de bu iktidar
bloku içindeki dengeler belirliyordu.
Ama her ne olursa olsun, gene de bütün bu süreç, ülke
insanında genel bir kalkınma (ve bu kalkınma içinde
kendisinin de "belki" bir yeri olabileceği)
havasını doğurdu. Sömürü oranları yükseldi örneğin,
ama ücretler de -işin mekanizması gereği- kısmen yükseldi;
tarımın payı azaldı, ama tarımda partiyi kaybedenler
için çarpık tekelleşme kentlerin geçimlik-marjinal işlerini
yarattı. Ve sonuçta bu imaj, halkın düzene karşı politik
tutumuna (her köşeye yayılan zor örgütünün doğrudan
etkisi ve Osmanlı'dan akıp gelen "güçlü devlet"
geleneğiyle de birleşerek) genel bir pasifikasyon olarak
yansıdı. Hızla zirveye çıkan ve giderek dalgalı şekilde
seyreden bir olguydu bu. Asla hareketsizlik, sessizlik
anlamına gelmeyen bu durum, daha derin bir şeye, halkın
tepkilerinin düzen sınırları içinde erimesine, mevcut
sistem içinde çözüm arayışlarına ve dolayısıyla onların
düzen dışı alternatife çekilmesi sürecindeki belirgin
bir güçlüğe, sürtünmeye tekabül ediyordu.
M. Çayan'ın "kısaca özetlediğimiz bu yeni-sömürgecilik
metodu, bir yandan emperyalizmin ülkeye iyice yerleşmesi
(yani emperyalizmin sadece dışsal bir olgu değil, aynı
zamanda içsel bir olgu haline gelmesi) sonucunu doğururken,
öte yandan geri bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş dönemlerde
kıyasla, izafi olarak -feodalizmin etkin olduğu eski
sömürgecilik dönemine kıyasla- belli ölçülerde pazarın
genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nisbi
refahı artırmıştır.
"Bunun sonucu olarak, geri-bıraktırılmış ülke içindeki
çelişkiler görünüşte yumuşamış (feodal döneme kıyasla),
halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi
arasında suni bir denge kurulmuştur." (Kesintisiz
Devrim II-III) biçimindeki sözleriyle anlatmaya çalıştığı
da buydu.
Sonradan çok dile dolandı kavram, kavramlarla oynamak
bizde çok seviliyor. Oysa, söylenen şeyin, sanki halkın
önüne konmuş da üflesen yıkılacak bir duvarla ya da
birkaç öncünün silah patlatarak bozacağı "uyuşukluk"la
hiç ilgisi yoktu. Yapılan, bir sosyolojik olgunun tespitiydi
ve M. Çayan başka konularda olduğu gibi, bu konuda da
ülke orjinalitesinde yakaladığı ipuçlarını cüretli kavramlar
kullanarak ifade ediyordu. Yani nasıl isimlendirilirse
isimlendirilsin, ortada yaşanan soyso ekonomik, siyasal
bir süreç vardı ve bu sürecin halkın politik davranışına
(kuşkusuz her sınıf için ayrı kalınlıklarda) etki eden
sonuçları vardı. İşin özü buydu.
Sonra… Tıkanma geldi tabii. 70'lerin başında emperyalizmin
genel krizinin yansıması sistemde ciddi tıkanıkları
getirdi. Ve doğal olarak, aynı döneme anti-emperyalist,
devrimci bir kabarış denk düştü. Düzenin iç dengelerindeki
bozulma 12 Mart'ı getirdi ve 12 Mart saldırganlığı ile
suni-dengenin çatlama noktalarına ZOR harcı dolduruldu.
Toplumsal arayış terör yoluyla uçlarından törpülenerek
düzen çuvalı içine çekildi.
Ama çivi de çıkmıştı bir kez. Yeni-sömürge kalkınmasının
uzun süren cicim ayları bitmiş, sistemin soluğu tıkanmıştı.
Ecevit rüzgarıyla '74'te yapılan son bir çabaydı. Toplumsal
yatıştırma yoluyla desteklenen dengeleme mekanizmaları
'77'den sonra artık iyice zaaf içine girmişti. Sivil
terör de artık çatlakları tıkayamıyor, güçlü bir politik
irade ile dönüştürülemese bile, düzenden kopma eğilimi
güçleniyordu. Kriz derinleşiyor. Tepkileri yumuşatıp
esnetebilecek olanaklar ekonomik darboğaz ve politik
yıpranma nedeniyle daralıyor, ipin ucu kaçıyordu.
Sonrası biliniyor… 12 Eylül!
12 Eylül noktası, dengenin, yedekleyici kapasitenin
o güne kadar ulaşılmış en zayıf noktasıydı. Ve özünde
12 Eylül de bu durumu güçlendirmedi. Yapılan, düzenin
kapasitesinin daraldığı noktada, bu gediğin zor yoluyla
kapatılması, toplumsal muhalefetin ezilerek devrimci
politikaya açılan kanallarının tıkanması ve devrimci
odakların düpedüz imhasıydı.
Yalnızca zor, kendi başına uzun vadeli bir yığınsal
politik tutum yaratamaz. Varolan politik düşünüşleri
ezer, o düşüncelere sahip olmayı aşırı rizikolu hale
getirerek gelişmelerini önler, ama salt bu yolla yeni
bir ideolojik-kültürel biçimleniş yaratamaz. Ancak,
böyle bir çıplak zor dönemi uzun sürerse ve kendini
sürekli kılacak politik-yasal vb. kurumlaşmalar yaratırsa,
giderek kalıcı davranış kalıpları da oluşturur. 12 Eylül'de
de devrimci politikaya uygulanan uzun süreli sistematik
baskı az çok kalıcı bir depolitizasyona yol açtı.
Daha sonra devam etti ve bu ülkede 8 yıllık bir ANAP
erezyonu yaşandı. Bir dolu şey yeniden oluşturuldu.
En önemlisi de 12 Eylül döneminde çizilen çerçeveye
yaslanılarak, insanları uzağa, hatta az öteye bile değil,
salt kendi önüne bakmayı programlayan bir dar görüşlülük
biçimlendirildi ve kuşkusuz bu, altı tümüyle boş bir
göz boyamacılıkla yapılmadı. İktisadi alandaki bütün
çarpıklık ve yoksulluğa karşın genel bir "değişim-gelişme"
ilizyonu yakalanabildi. Politik-iktisadi alandaki değişiklikler
ve çok daha önemlisi de bu olguların algılanmış biçiminin
yoğun denetlenişi aynı süreçte birbirini tamamladı.
Geçmişteki 29 Kasım seçimleri sonrasında köşesinde "Halk,
kişisel geliri anlamında kendisine yansımasa da genel
gelişim tablosundan etkilenmektedir." diyen Yalçın
Doğan sezgisel olarak bir şeyleri bir ölçüde yakalıyordu.
Özellikle bu dönem boyunca, orta sınıflar açısından
hem erime duygusu, hem de bulunulan basamağa hırsla
tutunma biçiminde karmaşık bir durum yaratıldı ki, uzun
süren terör döneminin bir kuşağa yayılan etkileriyle
bu olgu ara sınıfların devrimci kanala açılan derelerini
büyük ölçüde kurttu. Bugün, daha net gözlemlenebilen
büyük bir dejenerasyon yaşandı.
Salt içsel etkenler söz konusu olsaydı yine de süreç
böyle derinlemesine olumsuzluklar yaratmayabilirdi.
(devrimci hareketin hatalarını şimdilik geçiyoruz, o
ayrı bir yazı konusu) Ama bunun üstüne reel sosyalizm
cephesindeki büyük çöküntü geldi.
Böylece, son yüzyılda hiç olmadığı kadar büyük avantaj
politik-psikolojik alanda yakalandı. Ne denli sağlıksız
olursa olsun yine de milyonlarca insanın umudu olan
sosyalist sistemin böyle yüz kızartıcı şekilde tasfiye
olması, kapitalizmin, o rezaletler düzeninin "alternatifsiz"
olduğu aldatmacasına görülmedik bir güç kazandırdı.
Devrimci sosyalist kesimlerin hemen her ülkede uzun
yılların uğraşıyla yarattığı siyasal-psikolojik ön üstünlük
zaafa uğradı.
Bu çöküntü sırasında dünya arenasında ciddi bir karşı
gücün direnişinden kurtulan emperyalizm tam bir dünya
hakimiyetine, pervasız bir saldırganlığa yöneldi. Değneksiz
gezilen köyde kendi "yeni dünya düzeni"nin
inşasına girişti, ve kuşkusuz bütün bunlar, iç politik
etkenlerle de birleşerek ülkemiz insanında çok ciddi
siyasal tutum gerilemesine yol açmış, emperyalist düzen
dışında bir arayışın çekim gücünde zaafiyet yürütmüştür.
BİR ÖZET / YA DA YARDIMCI BİRKAÇ TESBİT
İnsana inmeyen akademik çalışmaların çok yararlı olmadığına
öteden beri inandık. Durumları, veriler olayları sıralayıp,
bütün bunların belirli bir anda belli sınıfların A ya
da B yönündeki davranışı üzerindeki etkilerini kurcalamayan
yöntemin gerçekten çok yararı olmuyor. Çünkü bunlardan,
kendi başına, aşılması-yapılması gerekenler üzerine
sonuçlar üretilmiyor.
Ama öte yandan, süreci daha derinlemesine kavrama çabası
da karmaşık-çok cepheli sorunları ortaya çıkarıyor.
Dönemin bütün yönlerini ve çelişkilerini içeren her
bakımdan yeterli bir özet yapmak oldukça zor oluyor.
Esasen BARİKAT okuruna böyle bütün uçları kapatılmış,
çok köşeli reçeteler vermeyi de doğru bulmuyoruz. Üzerinden
yürünerek tartışılabilecek bir alan açmaya çalışıyoruz.
Yoksa özellikle son on yıl iç ve dış çelişkileri bakımından
hala araştırılmaya muhtaç görünüyor. Zaten görevimiz
de bu; kavramak, öngörülerde bulunmak, öngörülerden
somut yönelimler üretmek…
Çok yeterli bir özet için henüz erken. Ama yardımcı
birkaç tespit yapılabilir ve böylece Türkiye'nin bu
gününü anlama, yarının kestirme uğraşısına katkıda bulunulabilir.
Yinelemeye düşmek pahasına da olsa…
Örneğin birinci olarak; kapitalist sistemin mevcut durumunun,
genelde ve ülkemizdeki halkası bakımından, mantıken
yaşaması gereken çöküntü noktasından-şimdilik-daha yukarıda
bir seyir izlediği söylenebilir. Son yıllarda yaşanan
süreçlerin (pazar ve yatırım alanı genişlemesi bir yana
bırakılırsa bile) getirdiği politik üstünlük imajı,
veri tablolarının mantığını zorlamış, kısmen ve şimdilik
kaydıyla genel eğriyi yukarıya çekmiştir. Normalde çürüyen-dökülen
(gerçekte şu anda da çürüme ve dökülmesini sürdüren)
sistem, kendini yeniden üretebildiği imajına çok yapay
bir şekilde de olsa sahip olmuştur.
*İkincisi; aynı süreç, kapitalist sistem dışında (ya
da moda deyimleri kullanırsak "Batı Demokrasisi"
ve "pazar ekonomisi" dışında) bir yol olmadığı,
olsa da sonuçta çıkmaza saplandığı görünümünü yaratmış,
geniş yığınlar üzerinde küçümsenmeyecek bir geriletici
etki doğurmuştur. Dolayısıyla, basın-yayın pompalaması
yoluyla da yoğunlaştırılan "sosyalizmin alternatif
bir toplum biçimi olmadığı" düşüncesi, karşılığında
"nice kötülükleri de olsa…" mevcut sistemin
mümkün olan tek yol olduğu yanılsamasına güç katmıştır.
*Ve nihayet üçüncüsü, böylece oluşan mevcut sistem dışında
bir yol olmadığı, olsa da bir işe yaramadığı yanılsaması,
insanlarda, en azından -hiç olmazsa- bu mevcut sistemin
kendilerine en az zarar verebilecek bir durumda kalması
isteğine yol açmaktadır. Ki, sonuçta bu bir "istikrar"
arzusuna denk düşüyor. Hoşnutsuz ve rahatsız insan,
(özellikle de herhangi bir şekilde yitirebileceği şeylere
sahip olan ara sınıfların üyeleri), politik-ekonomik
bir istikrarsızlığın bugün yaşadığı berbat durumdan
daha da berbat bir durumu yaratabileceğini düşünüyor.
İstikrarsızlıktan bir çözün doğabileceğini görmüyor,
böyle bir çözümü kendisine sunabilecek iradeyi de bulamıyor,
ve öyleyse mevcuttan da geriye gitmek ya da az geriye
gitmek için istikrar istiyor, sistemin kaderi ile kendi
kaderini en azından kısa vadede birbirinden koparma
eğilimi göstermiyor. Bu bağın koparılması için kendisine
yardımcı olacak, aynı süreçte onu dönüştürebilecek iradi
güçten zaten yoksun. Dahası, konumunu "sağlam"
tutuyor, kendini düzen dışına, uçlara çekmek isteyen
propagandadan (salt propaganda olarak kalan söz yığınlarından)
çok fazla etkilenmiyor.
Hatta halkın düzen-içi tercihleri bile böylesi ipuçları
veriyor. İnsanlar, on yıldır içinde yaşadıkları yönetim
tarzından hoşnutsuzluk duyuyorlar ama öte yandan "geçmişi
aratacak" bir yoğun istikrarsızlıktan duyulan kaygıyla
az çok aynı çizgiye yakın bir yerde tercihlerini yoğunlaştırıyorlar.
Üstelik bunu yaparken eski çeteyi de epey yüksek bir
oy oranında tutuyorlar.
Kuşkusuz bütün bunlar, çok orijinist, çok benzersiz
tespitler değil. Ama söylenmeleri ve sürecin bütün diğer
unsurlarıyla birlikte düşünülmeleri gerekiyor. Çünkü
bu yeni faktörler, belli bir tarihselliği olan diğer
dengeleyici mekanizmalara ekleniyor, onların çoktandır
zayıflama eğilimi gösteren etkilerini yeniden yapay
olarak üretiyor. Onlar için avantajlar, bizim için sorunlar
yaratıyor.
BARİKAT okuru, halkın politik davranışlarını doğrudan
etkileyen bu somut durumu, tepkileri düzen içine çeken
diğer bütün faktörlerle birlikte ele alıp irdelemelidir.
Her halükarda bu bir dizi unsurun toplamı, önümüzdeki
yeni politik süreçte kitlelerin devrimci alternatife
çekilmesi uğraşında yaşanacak güçlüklerin bir özeti
gibidir. Güçlüklerin doğru ve derinlemesine kavramak
ise, aşılmaları için yüklenilecek görevler konusunda
bir açıklık yaratacaktır. Gerçek sorunumuz bu açıklıktır.
Buraya dek söylenenlerden, kabaca çıkarılabilecek sonuç,
son derece tehlikeli bir dalganın belki avantajlarıyla
ama daha çok dezavantajlarıyla üzerimize geldiğidir.
Ve bugünün en temel sorusu ise, politik iradenin buna
ne kadar hazır ve yetkin olduğudur.
İradenin korkunç derecede önem kazandığı günlerde yaşıyoruz.
"Yeni-sömürge bir ülkede bunlar tutmaz" basitliğiyle
yaklaşamayız olguya. İrade kıpırdamazsa eğer, üzerimize
gelen dalganın kısa vadede başarı şansı vardır. "Gelecek
mutlak sosyalizm" bir marş dizesidir ve doğrudur
da. Ama sosyalizm "nasıl olsa olacak" bir
şey değildir. Çürüyen sistem, eğer bırakırsanız bin
yıl daha çürür ama ayakta kalır ve kendini çarpık-çurpuk
da olsa yeniden üretir. Tarihsel momentlerde boşluk
yoktur, senin kullanmadığın fırsat, senden bin kat tecrübeli
olan burjuvazi tarafından kullanılır ve senin dönüştüremediğin
süreç, onun hanesine kazanç yazarak evrilir.
Aslında "umut koalisyonu"nun yaratacağı büyük
hayal kırıklığı fazla uzakta değildir. Bugün yaratılan
iyimser hava pek yakında yerini hoşnutsuzluğun artışına
bırakabilecektir.
Her şey onların iktisaden ve siyasal olarak verebileceklerinin
sınırlarına, yedekleme performanslarına ve devrimci
iradenin bu sürece ne ölçüde müdahale edebileceğine
bağlıdır. Sistem uzun vadede derin çöküntüleri bağrında
büyütmektedir. Kapitalizm zaten bir istikrar düzeni
değildir; Türkiye'nin temelden sağlıksız düzeni istikrarsızlığı
yapısal olarak barındırmaktadır.
Ama krizin derinleşmesi yalnızca kendi başına anlamlı
değildir. Gerçekte iki bileşen vardır, olmalıdır.
Krizin derinleşmesi ve derinleştirilmesi…
Derinleştirme, hiç de mevcut düzenin hedefsizce kaosa
itilmesi, böyle bir kaos ortaya çıksın diye kör eylemliliğin
öne çıkarılması değildir. Sorun, derinleşen kaosa
bir çözüm unsuru, bir çözüm iradesi olarak girmek, müdahale
etmek, çözüm projeleri ile kaosun bunalttığı kitleleri
düzen-dışı alternatife çekmek ve krizin her derinleşme
noktasında çözücü iradenin etrafına yeni güçler kazanmaktır.
Bu anlamda bileşenler bütündür ve ayrıdır.
Bütündür; birbirlerini etkileyerek etki düzeylerini
yükseltirler. Çözümsüzlük büyürken çözüm iradesinin
müdahale imkanlarını fazlalaştırır, ona avantajlı konumlar
sağlar; öte yandan çözüm iradesi kendini alternatif
olarak koyduğu her alanda mevcut istikrarsızlığı zıvanadan
çıkarır, sistemi kendi yaralarını sarmaktan aciz kılar,
esneyebileceği sınırları daraltır. Düzen dışı radikalizmin
çekim noktası olan irade, müdahalesiyle düzenin stabilizasyonunu
zorlar, toplumsal taleplerin düzeyini yükseltir, iğreti
çiviler yerinden oynar artık ve her gün daha çok zor'la
kapatılmaya çalışan bu çatlaklardan yeni radikal dalgalar
boşalır.
Bileşenler bütündür ve ayrıdır.
Ayrıdır; çözümsüzlük nice derinleşirse derinleşsin,
bu durum, devrimci alternatifin ortaya çıkışının koşullarını
hazırlarsa da, onu kendiliğinden yaratıp güçlendirmez.
Orada, insanın iradenin rolü ve koyarsa, doğru biçimde,
doğru momentlerde müdahale ederse kendini üretebilir,
süreci zorlayabilir. Aksi halde sistem çürütür, ama
bütün krizlere karşın eninde sonunda yeni koltuk değnekleriyle
ayakta kalır.
Burada önemli nokta şu. İrade, radikal dalganın gelmesini
bekleyip kendini "hazır" tutan bir nesne değildir,
onun işi bizzat sürecin öznesi olmaktır. Esasen POLİTİKLEŞMİŞ
ASKERİ SAVAŞ STRATEJİSİ mantığının özü de dört başı
mamur devrimci durum haliyle beklemek, zaten varolan
ve gelişmesinin belli bir noktasında olan milli krizi,
yukarıda sözü edilen döngüde, hem derinleştirmek, hem
de bu derinleşmeden politik-askeri güç kazanımları elde
etmektir. Dünya ve ülke ölçüsünde sistemin son dönemde
gösterdiği kısmi istikranın yarattığı umutsuzlukla üretilen
"her şey değişiyor, mücadele biçimleri de değişmelidir"
biçimindeki sağ şeride geçme önerilerine olduğu kadar,
dönemi kavramayan düz mantıklara da karşı çıkılmalıdır.
Temel mücadele biçimi, konjonktürel-güncel değişimlerin
ötesinde, esas olarak iktidarı ele alma projesi ile
ilgilidir. Düzenin kendi seyri içinde gireceği muhtemel
bir krizi bekleyen ve o güne dek kendini "hazırlayan"
bir mantaliteyi değil de, sürecin istikrarsızlaşması,
kitlelerin devrimcileştirilmesi sürecinin canlı bir
öznesi olmayı seçiyorsanız -ki bizim seçimimiz budur-
temel savaşım biçiminiz bellidir.
Politik güç ile maddi (askeri) gücü koşutluk içinde
büyütme sorunu, devrim projesi sorunudur, uzun vadeli
bir zorunlulukla ilgilidir. Ve bu anlamda silahlı mücadele,
değişik hükümet politikalarının ötesinde bu projeye
ve zorunluluğa bağlıdır, ilk sokak gösterisinden, son
ve büyük güne dek an be an büyütülmesi gereken organizasyonla
ilgilidir. Güncel değişiklikler ise kuşkusuz bunun üzerine,
politik kampanyalarda, taktik hedeflerde ve kitleyle
ilişki-örgütleme biçimlerinde radikal yaratıcılığı,
döneme uygun açılım-eylem-örgüt biçimlerini, bunların
yoğunluk düzeylerini ekler ve zaten yukarıda da vurguladığımız
gibi, bütün bunları dikkate almayan, iradi müdahaleyi
salt silahlı eylemler olarak anlayan mantık bizden uzaktır,
uzak olmalıdır.
Burada bir zincir vardır. Eğer böyle bir yoldan giderseniz
krizin derinleşmesi ve derinleştirilmesi süreçleri her
gün daha fazla ZOR'u getirir. Kimse daha fazla ZOR'u
istediğinden ya da böyle bir ortamın kitleleri düzen
dışı arayışa daha çok iteceği umulduğundan değil (ki
bu kesin değildir), düzenin başka bir seçeneği olmadığı
için böyledir bu…
Ama bu arada, çok önemli bir şey olur: ZOR yükselir,
açılan her gediği tıkamak için gaddarlığını artırır;
lakin, öte yandan aynı süreçte içi her gün daha çok
boşalır, dozu artarken etkisi azalır, denge sağlayıcı
bir unsur olmaktan çıkar.
Zor yükselir ve yükseldikçe "sıradan vatandaşın
huzurunu koruma" yalanı daha fazla sırıtır. Zor
yükselir ve tünelin ucunda bir başka ışığı gören insanın
zordan ürküntüsü azalır; mevcut düzen içinde yaşamanın
artık mümkün olmaması umutsuzluğu, bir başka iradenin
varlığı ise umudu doğrudur. Her şeyin sınırları gün
be gün aşılır.
Zor yükselir ve etkisizleşir. Çünkü aynı süreç egemen
blokun artan homojenleşmesine denk düşer. Kendi iktidarını
orta ve alt sınıflarla kurduğu binlerce ilmek ve yedekleyici
bağlarla sürdüren elit, giderek daha çok elitleşir ve
düzenin kendi entegrasyonu içinde tutamadığı kesimler
politik olayların yönüne ve kendi sınıfsal durumlarına
uygun pozisyonlar alır. Devrimci alternatifin başarısı
ise kendi yapısını muhafaza ederek bu güçlerden ne kadarını
programına çekebildiğine bağlıdır.
OYUN BOZULMALI, ÇEMBERDEN ÇIKILMALIDIR!...
Yinelemek gerekiyor; iradenin korkunç derecede önem
kazandığı günlerde yaşıyoruz.
Devrimci hareket, sürece müdahale etmek, sürecin
öznesi olmak zorundadır.
Her seçimde solun göbeği çatlıyor! Nasıl tavır alalım
diye bir kara düşüncedir alıyor herkesi… Boş oy mu,
boykot mu, bağımsız aday mı, SHP mi, "seçimlik
legal parti" mi, hepsi birden mi? Ve dizginsiz
polemikler başlıyor. Şu ya da bu tercihte bulunmak çok
önemli sayılıyor. Şu ya da bu tercihin aksine davrananlar
"burjuvaziye hizmet"le suçlanıyor, yerli yersiz
"Duma" örneklemeleri yapılıyor vb. özünde
burjuvaziye hizmet eden filan yok ortada, herkes kendi
mezhebince bir tavır almaya çalışıyor. Sorun zaten ne
tavır alındığı da değil aslında, bu tavrın maddi anlamda
ne ifade edebildiğidir.
Artık yeter! Solun kaderi bu değildir. Artık devrimci
hareket başkalarını "destekleyip-desteklememe",
seçimlerden yararlanıp yararlanmama tartışmalarında
kendini helak etmekten öte, bizzat kendisini desteklenebilir
bir özne, bir ağırlık haline getirme noktasına doğru
yürümeli, bu yürüyüşün yolunu bulmalıdır. Ve böylece
birilerini desteklemenin ya da desteklenmemenin çok
farkedilir bir anlamı olmalı, durumda geçek bir değişiklik
yaratmalıdır. Dolayısıyla devrimci hareket kendi katkısıyla
değişen durumdan yararlanabilir bir konumda olmalıdır.
Onlar düşünmelidir "bu seçimde sol ne yapacak?
diye. Sol, böyle bir etkinliğe ulaşmalıdır. Zordur,
ama yolu bulunmalıdır bunun ve bunun için atılacak ilk
adım, böbürlenmeleri bir yana bırakmak, çıplak gerçeği
kabullenebilmektir.
Bu ülkede bir "fraksiyon" olmak kolaydır ve
mümkündür. Ülkenin renkli sınıfsal yapısı ve yaşanan
teorik karmaşa buna her zaman izin verir.
Bu ülkede bir "silahlı çete" olmak da kolaydır
ve mümkündür. Ülkenin devrimci şiddete meşruiyet tanıyan
yapısı buna her zaman izin verir.
Bir siyasi parti olmak zordur, siyasal özne olmak zordur.
Siyasi özne olmak, hem bütünsel planda, hem de güncel
durumlar için politika üretimini ve bu önermelerin pratikte
sınanmasını sağlayacak çabayı gerektirir. Öngörüler,
bu öngörülere dayanan pratik hareket fomülasyonları
üretmek gereklidir. Siyasal taktikler, verilen üzerinden
faaliyetin özü bu kurgulamaları yapmak ve hayatın içinde
örgütsel pratikte uygulayarak yeni fomülasyonlara ulaşmaktır.
Devrimci hareket, kitleselliğin yollarını bulmalıdır.
Bu, bir yaradır, kanıyor.
Bu ülkede 60'ları ve 70'leri gördü, yaşadı. İçinde nice
Kemalist etkiler olursa olsun, on binlerce kişiyle yapılan
anti-emperyalist mitingleri, o kitlesel kabarışı gördü.
O kabarmanın kendi içinden devrimci hareketin önder
kadrolarını ve partisini yarattığını gördü bu ülke.
Sonra 70'ler geldi. Yükselen savaşımın önüne dikilen
sivil çeteler dönemi yaşandı. Anti-faşist / demokrat
yanı yüksek, sosyalist dozu düşük de olsa, gevşek bağlarla
bir arada da olsa büyük bir kitlesellik yaşandı yine
de.
60'lı yılların TİP'i sosyalizm sözcüğünü (en azından
sözcüğünü) ücra kasabaların terzi dükkanlarına dek götürmesiyle,
THKP-C'si ise ilk kez düzen sınırları dışında ihtilalci
bir mantaliteyi geliştirip formüle etmesiyle anılmalıdır.
Sonradan gelen 70'lerde bu çizgi bir daha yakalanabilmiş
değildir. Alanlardaki binlerce insana ve yapılan çok
sayıda eyleme karşın THKP-C niteliğine ulaşılamamıştır.
Ama, yine de bir dalga vardır ortada.
Devrimci hareket, yeni bir dalgayı yakalamalıdır.
Devrimci hareket, bu dalganın kendiliğinden gelip kendisini
de taşımasını bekleyemez, dalganın yaratılması ve yükseltilmesi
sürecinin belirleyici parçası olmalıdır. Buna kafa
yormalı, yukarıda açmaya çalıştığımız nedenlerden ötürü
geri seviyeye düşen kitleselliği ayağa kaldırmalıdır.
Siyaset sanatının doğru halkayı doğru zamanda kavramak
olduğu yanı başımızdaki bir örnekle kanıtlamıştır. Bu
yanıyla, örnek alınmalıdır.
Dünyadaki genel gerilemenin sadece Türkiye toprağı üzerindeki
savaşımla durdurulabileceği hayalini taşımıyoruz. Ama
karanlığın içinde yine de ışıklar yakılabilir, zaten
yanmayı sürdüren tek tek ışıklara eklenebilir. Tek tek
ve zayıf ışıklar hiç ışıksız karanlıktan iyidir.
Yeni bir dalga yakalanmalı, ışıklar yakılmalıdır.
Üstelik Devrimci Hareket, bugün zor bir denklemle
karşı karşıyadır. Devrimci irade, bugün kendisini sosyal
muhalefetin diğer güçlerinden, onların basit demokrasi
vb. istemlerinden koparak, daha bağımsız, net varlık
olarak ifade etmek, bu ifadelenişi hiçbir karıştırmaya
izin vermeyecek açıklıkta yapmak, herkese duyurmak,
ama öte yandan böylece kendisini genel toplumsal muhalefet
içinden soyutlamamak gibi karmaşık bir görevle karşı
karşıyadır.
Kendi ufkunu-sınıfsal konumları gereği-böyle bir hükümet
programının getireceği ölçüde "demokrasi"
ile sınırlanmış olanlarla, söylemini bütün bütüne burjuva
çerçeveye sığdırmış olanlarla kuşkusuz yollar ayrıdır,
ayrılacaktır. Kapitalist sistemi ve daha özel olarak
Türkiye'nin yeni-sömürge düzenini hiç kavrayamamış olanların
saflıkları da tarihe geçecektir, durumu gerçekten kavrayan
devrimcilerin çabaları da… Ve sonra, zaman içerisinde,
devrimci hareket krizin derinleşme evrelerinde düzenin
elitleşerek bordadan attığı ara sınıf öğelerini yeniden
toparlayacak, ama onların (saflığı giderek içselleştiren)
ideolojik temsilcileri için geri dönüş sanıldığından
da zor olacaktır.
Geçmiş anımsansın biraz. "Kahrolsun Oligarşi"
ya da "Tek Yol Devrim" sloganları geçmişte
pek mekanik bulundular ve çok söylene söylene gerçekten
de pelesenk haline geldikleri doğrusu inkar edilemez.
Ama her ne olursa olsun, bu sloganların ve onu doğuran
mantığın, "yıkılsın MC" gibi sloganlardan
ve onların arkasındaki mantıktan kat daha iktidar perspektifli
oldukları teslim edilmelidir.
Bugün, benzer ama farklı boyutta yol ayrımları yaşanıyor
yaşanacak.
Her halükarda sorun, yukarıdaki zor denklemi doğru kavramak
(ideolojik söylemde, ajitasyonda, mücadele ve örgüt
biçimlerinde hem bağımsız kimliği netleştirmek, hem
de öncüyü salt "önde yürümek" yalnızlığına
itmeyen yollar bulmaktır.
Devrimci hareket epeydir yaşadığı olumsuzluğu aşmak
için, yeni dönemi karşılamak adına "öyleyse hadi
birlik olalım" basitliğine düşmemeli, her durumda
"birlik" tartışmaları üretip yürümeye fırsat
bulamama gibi bir açmaz yaşamamalıdır.
Uzun boylu eleştirmek için değil, ama bir yanlışı örneklemek
için şöyle bir alıntı yapılabilir: "Önceki dönemlerde,
bu türden platform önerileri ("sosyalistlerarası
birlik platformu" -Barikat) hiçbir yanıt bulamazdı,
ya sesiz geçiştirilir ya da oportünizmin yeni bir manevrası
olarak nitelendirilirdi. Hemen her örgütün önderlik
mücadelesini bütün gücüyle sürdürdüğü bir sırada bundan
başka bir yanıtın olması kuşkusuz olanaksızdı. Farklı
görüşlere hiçbir şekilde toleransı olmayan bir örgütlenmenin
diğer örgütlenmelerle sosyalist bir çerçevede bir araya
gelebileceğini düşünmesi olanaklı değildi." (M.
Sayın / YENİ ÖNCÜ / Birlik platformunun Doğrultusu Üzerine)
"Tolerans eksikliği" ya da "benmerkezcilik"
konusundaki son derece haklı tespitleri bir yana, bu
cümlelerin özünde kendini açığa varan "birlik"
anlayışına katılmak mümkün değildir. Örgütlerin darbeler
sonucu-güçten düşmüş olmalarını birlik için imkan yaratıcı
bir zemin saymak ve adeta bundan bir hoşnutluk duymak
hiç doğru değildir. Çaptan düşerek burnu sürtülmek suretiyle
"akıllanmış" güçsüzlük odaklarının birliği
mi, yoksa yine önderlik savaşı veren, bu yolda görevlerini
yapan ama başkaları ile birlikte olmayı da mümkün ve
zorunlu sayan güçlerin birliği mi? Gerçekten yanıtlanması
gereken soru budur.
Biz "hadi birlik olalım"dan daha köklü bir
şeyden, bir durum tespitinden ve görevlerden söz ediyoruz.
Durumu kavrayıp görevlerini yapanlar kendilerini üretirler
ve kendilerini üretenler belli bir noktada birlik ihtiyacını
duyarlar. Birlik, tek başına yapılması artık mümkün
olmayanın birlikte yapılması ihtiyacından doğar ve o
nokta yalnız taşınabilecek yüklerin "istiab haddi"
noktasıdır. Görevlerini kavrayıp yapanlar kendileri
de dönüşerek olgunlaşırlar ve o noktayı duyumsayabilecek
düzeyi kazanırlar ve yine görevlerini yapanlar kendi
kimliklerini netleştirirler. Netleşen ve ayrım noktaları
berraklaşan kimlikler ise (bir paradoks gibi görünürse
de) ortak noktaların da netleşmesini ve düzeyli birliklerin
zeminini hazırlar.
Devrimci Hareket, kendi zayıflığını başka güçlere
tapınarak aşmayı da düşünmemelidir.
Kürt ulusal hareketi kuşkusuz son yıllarda büyük ivme
ve güç kazanmıştır. Buna saygı duyulmalı ve bu deneyimden
çok şey öğrenilmelidir. Türkiye Devrimci Hareketi kendi
açmazlarını aşıp belli bir prestije ve maddi güce eriştiğinde
bunu, elbette bir avantaj olarak görecek, doğudaki ateşle
kendi tutuşturduğu yangını birleştirmeyi görev bilecektir.
Ama öte yandan, devrimci hareket, bugün kendi zayıflığının
ezikliğiyle gözünü hayran hayran doğuya çevirmek durumunda
değildir. Mevcut zayıflığın kendi yapamadıklarını yapan
güçlere ilkesiz iltihaklarla ya da ölçüsüz methiyeler
yoluyla değil, bizzat kendi devrimci çabası ile aşmak
zorundadır. Zafiyetten doğan himaye ilişkilerine değil,
gerçek güç ittifaklarına gereksinmemiz vardır ve bunun
önkoşulu "önce kendi işimizi yapmak"tır; ittifak
yalnızca görevlerini yapan insanların sorunudur çünkü.
Demek ki devrimci hareket mevcut zafiyeti aşmak, kitleselliği
yaratıp yakalamak ve üstelik bunu kendisi yapmak zorundadır.
Devrimci hareket, yineliyoruz, kitleselliğin
yollarını bulmalı, sağlıklı biçimlerini yaratmalıdır.
Üzerimize gelen dalgayı fark etmeli, iradesi ve düşünsel-örgütsel
zenginliği ile sürece müdahale ederek onu dönüştürmelidir.
Örnektir; bir kapitalist işletme bile kriz dönemini
yeni teknolojiler, yeni yöntemler kullanarak aşmaya
çalışır. Devrimci hareket de önümüzdeki dönemde zenginliğini
sergilemelidir. Klasik örgütlenme ve kitleleri kucaklama
yöntemlerinin yanında, yaratıcılıkla yeni yöntemler,
biçimler bulunmalı değişik legal, yarı-legal biçimle
zenginleştirilerek hayatın içinde sınanmalıdır. Ve bütün
bu biçimlerin iktidar mücadelesi eksenine bağlanmasının
yolları bulunmalıdır. Vardır…
Tuzaklara düşmemek için yürümekten vazgeçilmez. Devrimci
hareket, tuzakları fark etmek, ama yürümek zorundadır.
Uzlaşma aracı olarak planlananların kavga araçlarına
dönüştürülmesi, dezavantajların avantajlara çevrilmesi
mümkündür. "Toplumsal uzlaşma" havası yaratmak
için gerçekleştirilen açılımlar yine de kısa sürede
savaş alanlarına dönüşecektir, dönüştürülebilir. Örneğin,
yasal düzenlemelerle üye olmanın nispeten daha rizikosuzlaştırılması
halinde öğrenci öğretmen-memur örgütlenmelerinde belirli
bir nicel çoğalma gözlenebilir, işçi sendikalarından
benzeri gelişmeler yaşanabilir. Bütün bu alanların değerlendirilmesi
bir zorunluluktur. Örnektir artık zaten çürümüş olan
YÖK düzeninde bir restorasyonla öğrenci kesiminde nispeten
daha gevşek bir ortam yaratılabilir, ama aynı zamanda
bu ortam süreci doğru kavrayan taktiklerle daha kavgacı
bir kitleselliğin yolunu açabilir.
Devrimci hareket, kitlelere ulaşmakla kendisini
iradesiz bir "kitle" haline getirmek arasına
net bir çizgide koymalıdır. Geçmişte, 70'li yılların
başında, proletarya partisini, THKP-C'yi reorganize
etme göreviyle karşı karşıya olduğu halde iktidar hedefini
yitirip Marksizm yerine anti-faşizmi iktidar yürüyüşü
yerine şekilsizliği koyan anlayış, bugün nelerin yapılmaması
gerektiği konusunda bizi aydınlatmalıdır. Devrimci hareket
normlarını düşürüp kendini omurgasızlaştırarak kitleselleşme
yolunu seçemez. Devrimci hareketin derdi, kendini bir
irade olarak ortaya koyup niteliğini gitgide yükseltirken
aynı süreçte kitleselliği yakalamaktır. Bunun yolunu
bulmalıdır ve bunun yolu bir yerlere "inmek"
değil, kitlelerle "buluşmak"tır.
Öyleyse devrimci hareket, halkın gündemini yakalamak,
kendini gündemin bir öznesi yapmak zorundadır. Basitçe
genel gündeme eklenmek değil, kendi gündemimizle onu
kesiştirmek sorunu vardır ve giderek devrimci hareket
bütün ülke safında gündemin belirleyicisi olmak durumuna
ulaşmalıdır.
Bu ise, Türkiye toprağı ve insanını yakalayan yeni bir
tarzın, üslubun, müdahale biçiminin yaratılmasıyla olanaklıdır.
Temel mücadele biçiminin etrafını çok yaratıcı yöntemle
ve örgütsel zenginliklerle sarması halinde, ancak bu
koşulla devrimci hareket döneminin açmazlarını aşacak,
kendini geliştirebilecektir. Aksi halde zafiyet sürecek
ve derinleşecektir.
Sonuçta; iyimser olmak için hiçbir neden yok. Türkiye
toprağı üzerine bütün bunları yapabilecek güçler, en
azından bu güçlerin potansiyeli hali vardır. Bu toprağa
ve bu potansiyele güveniyoruz.
Bu ülkede çok konuşuluyor ve çok erken fetvalar veriliyor.
Dünün takunyalısı ÖZAL'dan en sıradan köşe yazarlarına
dek herkes "sosyalizm uzmanı" kesildi bu ülkede.
Koro halinde "bu işin bittiği", hala inat
edenlerinde boşuna çabaladıkları tekrarlanıyor durmadan.
Ve insan hep Sezar'ı anımsıyor bu böbürlenmeleri duyunca.
Kahin tarafından "martın on beşinden sakın!"
diye uyarılan Sezar, tam da martın on beşinde arenanın
merdivenlerindedir. Vakit öğle üzeri ve gururla kahini
horlar Sezar, "işte, martın onbeşi uğursuz baykuş..
Ve yaşıyorum!"
Bir tek cümle, yalnızca bir tek cümle duyulur yaşlı
kahinin ağzından, usulca mırıldanır: "Gün bitmedi
daha.. gün bitmedi!"
Ve gün bittiğinde.. Ortada ne Sezar vardır, ne gururu..
Evet, GÜN BİTMEDİ DAHA!..
Ve mutlaka, tarih söz konusuysa eğer, günlerden değil,
yıllardan, on yıllardan söz etmek gerek…
|