Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 

Bir seçim daha yaşadık. Herkesin demagoji hünerini sergilediği, o ağır politika adamlarının akla hayale gelmedik şaklabanlıklar ve şirinlik numaralarıyla kendilerini pazarladığı bir sirk gösterisi daha sona erdi. En abuk-sabuk vaadlerden, en cıvık politik esprilerden, lider eşlerinin "hangi yemeği iyi yaptığına" dek bir dolu laf kalabalığı insanların kulaklarına beyinlerine adeta dolduruldu.
Ve sonra, vatandaşlık görevine çağrıldı insanlar. Para cezasıyla karışık bir kibarlıkla, mevcutlar içinden birini, birkaçını seçmeye davet edildiler. '46'dan bu yana -tankların kışlalardan çıkmadığı zamanlarda- sürdürülen bu aldatmaca devam etti. İktidara her hangi bir şekilde katılma şansı bulunmayan yığınlar, önlerine dayatılan alternatifler çerçevesinde yine bir savrulma yaşadılar. Böylelikle, halkın kendisini yönetenleri kendisinin seçtiği ve dolayısıyla sonuçta başına gelebilecek belalardan yine kendisinin sorumlu olduğu yolundaki o malum illizyon bir biçimde sürdürülmüş oldu.
Bunun, "olgun bir seçim" olduğu da söylendi. Ve "olaysız", "sakin" geçen seçimleri yorumlayan burjuva basın, kısa vadeli geleceğini bu kadar uysalca ipotek eden insanımızı "demokrasiyi içine sindirmiş vatandaş" olarak selamladı. Demokrasiyi, izin verilen gün ve saatte "fazla gürültü etmeden" sandığa kağıt atmak olarak algılayanlar için bu böyleydi. Ama, öte yandan "olgun" bir seçim, aynı zamanda "durgun" bir seçim anlamına geliyor. Bütün dönem boyunca göze batan sönük hava ve renksizlik, kısmen depolitizasyonu ve bıkkınlığı, kısmen de düzenden umutsuzluğu, yeni arayış ihtiyacını gösteriyor.
Sonuçta ortaya çıkan manzaranın bunlardan hangisini daha fazla gösterdiği tartışmalı ve yorumlamaya ihtiyaç duyan bir konudur. Örneğin oy kullanmama oranının giderek daha yükseklere tırmanışının, mevcut düzen dışı radikal bir kopuşu mu, yoksa politik alandan genel bir tiksinti-bıkkınlık karışımını mı yansıttığı, bu ikisinin birbirine oranının ne olduğu tartışılabilir sorulardır. Aynı zamanda ikincinin birinciye dönüşebilirliği ve bunun gerçekleşmesinin yöntemleri-araçları oldukça temel bir sorundur. Basit sonuçlara ya da aşırı iyimser zorlamalara varmadan, durumu çözümlemek görevimizdir.
Öte yandan, halkın düzen içi politik tercihleri de çok karmaşık çarpılma mekanizmalarından geçerek oluşuyor. Kuşkusuz emperyalizme bağımlılık, bu ülkede olan biten her şeyin Beyaz Saray koridorlarında bir güzel planlandığı ve bire bir uygulandığı anlamına gelmiyor. A ilkokulunda sandığa oy atan vatandaşın elini kimse tutmuyor. İçsel bir olgu olarak emperyalizm ve tekelci sermaye, politik tercihleri daha dolaylı ama daha yaygın biçimde belirlemeye çalışıyorlar. Çoğu kez de öngörülere ya da sonuçlara göre formülasyonlar üretiyorlar. Sonuçta seçim yapısal anlamda bir şeyi değiştirmiyor, sınıfsal konumlanışları da ifade etmiş olmuyor. Ama yine de bir şey var ki, çok önemli: Halk her seçimde çözümlenmesi gereken bir takım mesajlar veriyor. En azından bize kendi içindeki eğilimler üzerine çok zayıf bazı ipuçları sunuyor.
Elbette, ipuçlarından hareketle, anlamak için indirgemeler değil. Örneğin 8 yıldır halkı soyan, 12 Eylül'ün çizdiği çerçeve içerisinde sömürü oranlarını durmadan yükselten, basitliği yedi düvele nam olmuş bir hırsız çetesinin %24 gibi ciddi bir oranda tutunabilmiş olması kendi başına ciddi bir olgudur.
Reklamasyon ataklarını belirleyici görmemek gerekir. Halk sanıldığı kadar kolay gözü boyanan bir nesne değildir. Daha doğrusu onun kandırılması, her zaman bu kandırılmayı güçlendiren bir zemin üzerinde gerçekleşir. Dolayısıyla çözümleme çabasının içine, bütün bunlar ve 12 Eylül silindiri gibi etkenlerin yanında uluslararası durumdan dönemin sosyal verilerine dek bir dizi faktör sokulmalıdır.
Öte yandan, mantıken bu politik ekolün düzen içi alternatifi olması gereken -ki bir çok ülkede cuntalardan sonra "yara sarıcı" söylemiyle "sosyal demokrat" iktidarlar oluşması adeta bir gelenektir.- SHP'nin bir hezimet sınırında gezinmesi yine bir değerlendirme konusudur. Bundan sevinç duyarak "sosyal demokrasinin çöktüğü", öyleyse halkın sosyalist alternatife daha kolay çekilebileceği yorumunu zorlamaya çıkarmak mümkünse de, gerçekçi değildir. SHP'nin düşüşünün çok derinlerinde, genel olarak solun düşüşünün işaretlerini bulmamak ve sosyalist örgütlerin kitleselliğindeki kan kaybı ile bu tablolar arasında -kuşkusuz çok dolaylı- bir ilişki kurmamak ve bütün bunların uluslar arası konjonktürden ülkemize uzanan bağlarını aramamak saflık olacaktır. Yalnızca SHP yönetiminin beceriksizliğine ya da "hain"(!) Ecevit faktörüne bağlanamayacak ciddi olgulardır bunlar. Dahası, bu genel duruma DYP programındaki sosyal öğelerden hareketle itiraz etmek ve bu öğeleri öne çıkararak halkın aslında "sola" kaydığını iddia etmek pek akla sığar değildir.
Başlığından da anlaşılacağı gibi, bu yazı özel olarak seçim sonuçlarının tahlilini amaçlamıyor. Değerlendirmelerin bütünü içinde belki bu konuya da değinilecek ama özel olarak bunu amaçlamıyor. Yazı kapsamındaki derdimiz, daha çok seçim sonrasında önümüzde açılan yeni dönemi anlama, yorumlama biçiminde özetlenebilir. Anlama ve yorumlama çabaları, birbirini doğuruyor ve sonuçta ikisi birden "görevler" üzerinde düşüncelere yol açıyor. Yukarıdaki soru işaretleri de anlamaya çalıştığımız olgunun karmaşıklığını gösterebilmek için ipuçları oluyor.

BİR RESTARASYON PLANI / DEĞİŞİM VE DEVAMLILIK
Sonuç olarak bugün, önümüzde bir DYP-SHP dönemi açılmış bulunuyor. "Devrim gibi" diye lanse edilen programıyla, zorlama gülücükleri ve pompalanan iyimserlik havasıyla dönem açılıyor. Bir yandan işlerin zor olduğu sözde "itiraf" edilerek pek yakında kitlelerden istenecek sabrın propagandif zemini hazırlanıyor. Öte yandan "çok önemli değişimlerin" olacağı havasıyla iyimser bir beklenti yaratılıyor. Herkesin başarı için duacı olduğu imajı oluşturuluyor ve hatta muhalefet partileri bile alışılmadık bir yumuşak üslupla davranıyorlar.
Ne program itibariyle, ne de bileşimi itibariyle ortada olan şeyin düzenle ilgili bir değişiklik olmadığı kesin. Zaten BARİKAT okuruna bunu tekrarlamak gerekmiyor.
Ama yine de bir şeyler değişiyor Türkiye'de. Düzen partilerinin değişik karışımlarında düzenin kendisi değişmiyor ama sürdürülüş biçimleri değişiyor. Yöntemler ve araçlar değişiyor.
Daha doğrusu aslında hem bir değişimden hem de bir devamlılıktan söz etmek gerekiyor. Bunu da açmaya çalışacağız.
Yaklaşık 11 yıldır -sekizi ANAP süreci olmak üzere- bu ülkede bir yönetim tarzı yaşanıyor. Ekonomik plandaki başlangıcı 24 Ocak 80'e dayanan ve siyasal çerçevesi 12 Eylül'le çizilen bir tarz bu. Anayasasından, baskı örgütlerinin biçimine, sendikal düzenlemelerden, YÖK'e, vb…., uzanan değişik bir çerçevede bu süreçte çok kısmi değişikliklerle sürdürüldü, sürdürülebildi.
Ancak, bugün, -bugün değil, uzunca bir süredir- egemen güçler artık bu çerçevenin kısmi oranda aşılması ve yeni bir çerçevenin oluşması ihtiyacını duymaktadırlar. Bu, burjuvazinin çok keyfi tercihlerinden kaynaklanmıyor. Artık mevcut mülkiyet ilişkilerinin muhafazası yeni biçimsel çerçevenin ihtiyacını doğuruyor.
Sosyalist ülkelerdeki çöküntü sonrasında oluşan boşluk "Yeni Dünya Düzeni" kavramını yarattı. Kavram, kapitalizmin "sınırsız" ve "şimdilik" rakipsiz hakimiyeti anlamına geliyor. Ve böyle bir genel egemenlik havasında, bu egemenliğin Türkiye'deki bölümünün, çerçevesi cunta tarafından çizilmiş nefes almayı bile yasaklayan bir formasyonla sürdürülmesi artık rasyonel görülmüyor. Keyiften değil, koşullar zorluyor. Yalnızca baskı ve terör araçlarını kullanarak sömürü programını devam ettirmek yerine, gerçekte tıkanmış olan yeni-sömürge ekonomisine yeni politikalar ile nefes aldırılmak isteniyor. Bu, ANAP'ın başarısız bulunduğu anlamına gelmiyor, aksine ANAP tekelci burjuvazi ve emperyalizmin politikalarını uygulamakta örneği az bulunur bir performans gösterdi son sekiz yılda. Hep ANAP'la devam edebilmek mümkün olsaydı, bu onlar için ideal olurdu kuşkusuz. Bilinen baskı cenderesi içinde bu ülkede az şey başarılmadı ve hatırlansın, Demirel o yıllarda "işte tam ülke yönetilecek zaman" diye az ağzının suyunu akıtmadı. Bu, hep arzu duyduğu bir çerçeveydi. Ama bugün sorun başka. Artık durumun değişmesi gerekiyor. ANAP tarafından yürütülen politikalar, artık sosyal-siyasal faturaları bakımından elverişli değil ve 12 Eylül çerçevesi, yaratılmak istenen "yeni demokratik düzen" imajına uygun düşmüyor. 8 yıllık iktidar süreci her açıdan ANAP kadrosunu yıpratmış durumda. Gerçek bir performans kaybı var. ANAP, toplumun bütün gözeneklerinde, düzen-içi muhalefet kanallarında gerçekleştirilecek en kısmi açılımları bile kaldırabilecek durumda bile değil. Düzenin restorasyonu sürecinde ortaya çıkabilecek hareketliliği nötralize edecek insanlardan, sabır isteyecek durumda değil. Sabır istemek, umut verebilecek durumda olmayı gerektiriyor, ki ANAP -Mesut Yılmaz makyajına rağmen- böyle bir dinamik sergilemiyor.
Restorasyon için bir soluk alma süreci, somut bir yenilik, bir düzelme beklentisi yaratmak gerekiyor.
12 Eylül çerçevesini restore ederek, onu hem gizlice aklayan, hem de kangrenleşmiş bir gündem maddesi olmaktan çıkaran yeni bir politik atak, hem Türkiye'nin yeni konjonktürel rolüne, hem de getirilmek istenen dengeleyici-yedekleyici politikaya uygun düşüyor. ANAP-DYP formülü böyle bir "12 Eylül'ü giderici" operasyonun uygulanmasında her şeyden önce ANAP'ın tarihsel misyonu açısından akılcı olmuyor. Açılacak kapılardan akabilecek suyu durdurup sistem-içi kanallara yöneltmek böyle bir yolla mümkün değil. Oysa, oluşturdukları imaj bakımından DYP-SHP ikilisi bu yumuşak iniş planına daha uygun düşüyor. Zaten yıpranmış bir dizi kurum ve yasayı rötuşlamak, ama bunu yaparken bu açılımın yaratabileceği toplumsal gelişmeleri kontrol altında tutmak, radikal kaymaları önlemek… koalisyonun önüne böyle bir zor görev konuyor ve bunu başarabileceği umuluyor.
Bütün bunlara, Türkiye'nin yavaş yavaş oluşturduğu yeni konumu da eklemek gerekli. Emperyalizmin "yeni dünya düzeni" içinde bir çok şey değişiyor. Sovyet psikozuyla yıllar boyu ABD stratejisinde bir "uç karakol" pozisyonu gösteren, en azından ağırlıklı olacak böyle düşünülen Türkiye artık bir açılım noktası, sıçrama alanı olarak konum kazanıyor. Karakol ağırlıklı bir pozisyon, önemli külfetler yüklerken, yeni gelişmeler sonucu oluşan açılımlar politikası (ucu orta sınıflara dek uzanabilecek) kazanç kapıları açıyor, krizin derinleşmesini önleyici mekanizmaları destekliyor. Bir ucu son dönemde olduğu gibi Ortadoğu'ya ulaşan, diğer ucu da çatlayan SB mozayiğindeki kolay -sanılan- lokmalara ve iş alanlarına uzanan yeni olanaklarla açılıyor. Ama kuşkusuz bu yeni konumlanış açısından da Cuntavari sevimsiz bir çerçeve uygun düşmüyor. "Hür Dünya"ya ısrarla davet edilen ülkelerin önünde kötü bir örneği değil, cilalanmış, güleryüzlü bir demokrasi"nin(!) durması önemli oluyor.
Yani, bir illizyon var ortada. Ama basit bir illizyon değil! Görmek gerekiyor; basit yalan ve göz boyamasının ötesinde temelli olan bir şey var… Bir şeyler yapılacak ve bunların -az sonra öngörmeye çalışacağımız- sonuçları olacak. Özellikle siyasal alanda çünkü ekonomik cephede düzenin esneme sınırları çok fazla geniş değil. Bu sınırlar, siyasal alanı da daraltabilecek kadar dar.
Varolan, yeni-sömürge düzeninin temelleri açısından bir değişim değil. Ama çok önemlidir: bir ayniyet de sözkonusu değil…. "Bunlar hepsi aynı yolun yolcusu aynı şeyleri yaparlar" biçimindeki kolaycı, basitleştirici yorumlar akıllıca değildir. Bütün planlananların çok yüzeysel bir makyaj olduğunu düşünmek de doğru değil. DYP-SHP sözcüleri kuşkusuz bir çok şeyi şişiriyorlar ama çok basit anlamda bir sahtekarlık da yapmıyorlar. Eğer mümkün olmasına izin verilirse bir şeyler yapabilmeyi gerçekten umuyorlar. Elbette ANAP döneminde simgeleşmiş görünen ama gerçekte artık düzene mal olmuş "alternatifsiz" ekonomik ve siyasal bir hat var. Ama, düzen açısından "alternatifi" olan politikalar da var. Özellikle siyasal alanda ve bunlar küçümsenemez şeyler.
Yani, basit anlamda "yapamazlar" demek, söylenenleri "her zamanki iki yüzlülük" diye silip atmak ve sonra bu mantıkla halkı hükümetin vaadlerini takibe "çağırmak" bir eksiklik olacaktır. Çünkü gelinen noktadaki restorasyon ihtiyacı, sistemi bunlardan hiç olmazsa bazılarını gerçekleştirmeye zorlamaktadır. Gerçekleştirilmeleri onlar açısından gereklidir ve mümkündür. Sorun, bu basit olmayan iki yüzlülüğü gerçekten iyi kavramak, kavratmak ve tuzaklarla dolu bu yolda nasıl yürüneceğini ciddi olarak düşünmektir. "Yapıp yapamayacaklarının" sınırı ise, mevcut sistemin tahammül sınırları ile daha da önemlisi devrimci iradenin bu sınırları ne kadar daraltabileceği ile ilgilidir ki, ona değineceğiz yeniden.
Sistemin tahammül sınırları politikada olduğu kadar ekonomide de zorlanabilecek esneklik sınırlarına denk düşüyor. Türkiye, 50 milyar dolarla borçlu ülkeler kategorisinde yer alıyor ve sistemin çalışması için buna her yıl 5 milyarlık yeni borç kaynaklarının eklenmesi gerekiyor. Kuşkusuz emperyalist onay merkezleri makul bir sabır derecesinde bu konuda kolaylıklar sağlayacaklardır. Ama bunun faturası da her zaman yeni "öneriler" olacaktır. Durumu düzeltebilecek çok köklü dönüşümler ise yapısal nitelikte olduklarından koalisyon programında zaten yer almıyorlar.
Yani, bu süreçten herkese bir şeyler vererek çıkmak mümkün değildir. Bir yere verilen, bir diğer yerden "alınmak" zorundadır. Enflasyonu düşürmek, iç talebi canlandırmak, sanayileşmeyi artırmak gibi vaadlerle dış borç yığılması, faizlerin artık belli bir seviyenin altına düşürülemezliği vb. gibi gerçekler bir çelişme halindedir. On yıldır iç talebi kısıp dışa yönelmenin manivelası olarak kullanılan enflasyonun, aslen varolan sosyal faturasının, yeni politikalarla ne boyutlara varacağı şimdilik tümüyle meçhuldür.
Sonuçta, burjuva iktidarların klasik yolu, "darphane politikası" vardır. Oysa yeni sendikal-politik açılma ortamında mevcut enflasyonun düzeyi bile kitlesel gelir artışı taleplerine gebedir.
Kısacası, hükümetin, durumu rahatlatmak için burjuvaziyi soyması mümkün değilse eğer, -ki öyle-, beklenebilecek olan, işçi sınıfı ve çalışan yığınların daha fazla soyulmasıdır. Açıkça söylemek gerekiyor: Türkiye ekonomisi, 50'li 60'lı yılların barutunu çoktan yitirmiştir; burjuvaziye yüksek kârlar sağlarken halkın yaşam standartlarına da (özellikle ara sınıflara) azıcık yükselme şansı verebilecek esnekliği yoktur artık; yedekleyici mekanizmalar daralmıştır ve dengelerin "düzeltilmesi" için her çaba kaçınılmaz olarak çalışan sınıflara çok ağır yükler bindirmektedir.
Bir "toplumsal uzlaşma" havası yaratmak için gösterilen özel çaba da zaten bununla ilgilidir. Zaman kazanmayı ve restorasyon sürecinde belli bir dönem kitlelerin sabretmesini sağlayabileceklerini umuyorlar. DYP'nin kırsal alandaki rahatlığına güveniliyor ama daha da çok SHP kanadına ve onun sendikalar-demokratik örgütler üzerindeki etkisine güveniliyor. Gerçekten de bir dönem işler bu etkinlikle götürülmeye çalışılacaktır, direnişler pek uzamadan, hatta hiç oluşmadan kırıntılar sunularak demagojik müdahalelerle bitirilmeye, sosyal muhalefetin işçi sınıfı ucu törpülenmeye çalışılacaktır. Bu yatıştırıcı mekanizmaların etki gücü ne kadar düzenin genel dengeleriyle sınırlı olursa olsun, yine de son noktaya dek kullanılacaktır.
ANAP-DYP formülünün (ya da DYP-RP) bazı çevrelerde ısrarla önerilmesine karşın, DYP-SHP birleşiminin tercih edilmesi böyle bir formülün özellikle orta sınıflardaki "tarihsel uzlaşma" arzusunu tatmin etmesi bir yana, özellikle SHP'nin politik alandaki yatıştırıcı avantajının kullanılması düşüncesine dayanmaktadır.
Temel sorun, halkın sabrını mümkün olduğunca uzun süreli kılabilme, oluşan tepkileri radikal sapmalardan uzakta tutabilmektir. Ve tabii bu sabrın taşma noktaları ne kadar esneyerek atlatılırsa atlatılsın eninde sonunda kaba şiddet kendini her yerde gösterecektir. Şiddeti (daha net söylemek gerekir, çıplak şiddeti, çünkü şiddet sistemin yapısında içerilmiş olarak hep var.), hedefi, kapsamı itibarıyla daraltmak, daha çok radikal-militan kesim ve sınıf uçlarına yöneltmek arzulansa da bu, "evdeki hesap"tır. "Çarşının hesabı" ise, çarşının ekonomik-politik imkanlarıyla belirlenecektir.
Düzenin ekonomik esneme sınırları, sabrın sınırları olacak, sabrın sınırları ise parlak-yaldızlı "özgürlük programları"nın sınırı olacaktır. Ve zaten vaat edilen nisbi haklar da "kötüye kullanmama" kaydı ile vaat edilmektedir. Türkiye'de hiçbir hak yoktur ki, sonunda "ama…." Diye başlayan bir tehditler paragrafı olmasın. Öğretmen, öğrenci örgütlerinden, sendikal alana dek her alanda belli bir "çizmeyi aşmama" koşulu var. Kötüye kullanmanın anlamı ise, bırakın kapitalist düzen sınırlarını mevcut hükümetin dayanıklılık sınırlarını bile aşmamak oluyor. Böyle her aşma çabası için vaat edilen bizzat içinde ayrı bir tecrit ve saldırı eğilimi var.

ÜZERİMİZE GELİYORLAR!
Basit bir illizyon değil, demiştik. Gerçekten öyle. Özellikle siyasal alanda bozulmazsa sürebilecek bir oyun var ortada.
Değişim ve devamlılık var. Çok yeni bir planı sıfırdan başlatmıyorlar. Başlatılmaya çalışılan bir süreci yeni bir solukla geliştirmek istiyorlar. Bu anlamda devamlılık var. Sürecin ucu, Özal'ın 141-142 operasyonuna, TBKP türü yapılara yakılan zayıf yeşil ışıklara ve Anti-Terör yasası, şartlı tahliye girişimine dek dayanıyor. Bir ayağı sosyalist dünyadaki siyasal gerilemenin sağladığı avantajlara oturan plan, aslında o zamandan beri pişiriliyor. Yıpranmış imajı, dar görüşlü iç bileşimiyle ANAP bu planı bütün bütüne oturtabilecek güce sahip olmadığı gibi, tepkileri yumuşatabilecek toplumsal etkiye de sahip değildi. Umulan, yeni bir solukla, yeni kadroların bunu başarabilmesi.
Operasyonun adı önemli değil. Ama özü şu: düzene politik özgürlükler anlamında kısmi bir esneme sağlayıp, genelde muhalif ve sol muhalif olmayı rizikosuz hale getirmek ve buna karşılık düzen-dışı her arayışa, her çabaya karşı tarifsiz bir gaddarlık! İnsanların solcu ya da muhalif olmaları, düzen-içi örgütlenmelerde kendilerini ifade etmeleri dehşet yaratmıyor artık, yaratmayacak. Velev ki, iktidar perspektifli düzen-dışı alternatiflere takılmayasınız ya da ona meyletmeyesiniz…
Bizzat Demirel'in dudakları uçuklatacak biçimde öğretmenlere, memurlara sendikalaşma çağrısı yaptığını işitiyoruz… Öğrencilerin politika yapmalarının ne kadar doğal olduğu sık sık söyleniyor… "Devrim gibi" diye lanse edilen "siyasal demokrasi" paketleri açılıyor… Eskişehir'in boşaltılması kararını salt SHP kanadının tazyiki ile açıklayan, çok yanılır; bizzat Demirel de bu tür gevşetmeleri yeni politik sürecin gereği sayıyor…
Operasyonun adı önemli değil. Devrimci hareketi marjinalleştirme operasyonu denilebilir. 141-142 kaldırılırken ve buna karşılık Terör Yasası'yla devrimcilerin katledilmesi meşrulaştırılırken böyle bir operasyonun ilk adımları atılıyordu. Esasen, böylece çok yeni bir şey yapılmıyor, çünkü devrimci hareketin zaten uzun süredir sınıfla çok ciddi bağları bulunmuyor. Bu gün yapılmak istenen bu durumu kalıcılaştırmak, devrimci hareketi bu bugün bulunduğu yere çakmak ve kitleselleşmesinin yolunu uzun vadeli olarak tıkamaktır. Aslında Anti-Terör Yasası böyle bir hedef daraltma amacını da içeriyordu ama onu hazırlayıp-oylayan gücün bileşimi nedeniyle istenilen içerikte çıkarılamadı.
Bugün yeni bir solukla operasyon sürdürülüyor. Her tür tepkiyi düzen içine çeken, düzen dışı arayışı boğan bir ortama varılmak isteniyor. Düzen-dışı, iktidar perspektifli sol, "sağlıklı" toplum yapısının üzerindeki bir ur haline getirilmek isteniyor. Arada sırada, "meşru" ameliyatlarla kesilip biçilen, böylece katlanılabilir büyülükte kalması sağlanan bir ur…
Böylece, oluşturulan "meşru yollar", "gayri meşru yolllar" tablosuna uygun olarak, düzen-içi kanallarla gösterilen nisbi hoşgörü havasında, düzen-dışı devrimci irade gaddarlıkla boğulabilir… Bu bağlamda, özellikle "adam kaybetme" konusunda şimdiden oturmuş olan polis geleneğinin üst boyutlar kazanması beklenmelidir. En vahşi işkence ve "kaybetme"lerin bile genel olarak sınırlı bir duyarlılıkla karşılık bulması, bu vahşetin "militan solun kendi tercihinin doğal bir sonucu" gibi algılanması isteniyor. "Normal yol"dan gitmeyenlere karşı "mecburen" yapılan katliamlar şimdilik kılıfsız…
Beklenen ve istenen, reformizmde belli bir canlanma, düzen içi politizasyonun güçlenmesi ve belli müsamaha sınırları içine hapsedilmesi, bu saha dışında, bu kurallar dışında oynamak isteyenlerin ise (ki onlar "dünyamızın her gün serbest piyasaya evrildiği çağımızda" dinozorlar olarak gösterilirler) kesin imhası ya da uzayıp-kısalmayan bir konumda bırakılmalarıdır.
Daha önce belirttiğimiz gibi, sınıfa karşı tavır açısından da yukarıdakine paralel bu plan vardır. İşçilerden oy umudunu da kesmiş, onlara zaman zaman düpedüz hakaret eden ÖZAL-ANAP geleneğinden bugün yeni bir döneme geçiyoruz. "Sosyal demokrasi"ye eğilim duyan sarı sendikalar (ve geleneksel olarak CHP-SHP sever olan pek" sosyalist" (!) sendikacılar) göreve çağrılıyor. Tuzla Cam-İş direnişi polis gücüyle bitirilirken, Baştürk Demirel'le şatafatlı görüşmeler yapıyor. Demirel uzlaşmaya olan ihtiyacı vurguluyor, Baştürk ise, "başlatılan demokrasi hamlesini alkışladığını" beyan ediyor… Ve tabii sınırları Baştürk ve Demirel çizmiyorlar. Sınırları 11 yılın birikimini taşıyan işçi sınıfına neyin ne kadar verilebileceği, burjuvazinin hangi kesimlerinin bunu kendi felaketi olarak görüp eski sivil çeteler dönemini özleyeceği gibi faktörler çiziyor.
"Kürt Sorunu" bu çerçevede nereye oturuyor? Elbette, olabilirse, bir uzlaşma zeminine… Ve tabii "uzlaşma" terimi de Kürt ulusal hareketi açısından olsun, hakim sınıflar açısından olsun farklı farklı anlamlar taşıyor. İktidar açısından "uzlaşma"nın temeli ulusal hareketin teslimiyetidir. Böyle bir teslimiyet uzlaşmasının sağlanamaması halinde ise, gündemde yalnızca vahşetin uzmanlaştırılıp-sistemleştirilmesi kalacaktır ki, Demirel'in daha en baştan ilan ettiği planı, 100-150 bin kişilik yeni takviye, özel timlerin artırılması, profesyonel birliklerin yaratılması vb. biçimindedir. Sonuç olarak, bu alanda da beklenen, geneldeki düzen içi muhalefet-düzen dışı irade ayrımına paralel olarak, Kürdistan devrimci hareketine vahşet ve aynı anda legal kapıları açık tutma siyaseti olacaktır. Demirel İnönü ikilisinin daha ilk günden Kürdistan gezisine çıkıp şirinlik numaraları yapmaları, hoşgörü havaları yaratmaları ve öte yandan "çizgi dışı" davranan ZANA'ya karşı saldırganlıkları bu çerçeveye denk düşmektedir.
Zaten aslında depolitizasyon politikası, kitlelerin bütün bütüne politika dışına itilmesi değildir; hiçbir zaman da böyle olmamıştır. Depolitizasyon, kitlelerin, sistem içinde kendilerine açılan kanallarda politikaya girmeleri, politik bilinç gıdalarını da bu kanallarda, bu bilgi sistemi içinde edinmeleri ile belirlenir.

DÜNYADAKİ GERİLEME / UYGUN BİR ZEMİN…
Ve bu çerçevesini çizmeye çalıştığımız çok talihsiz bir zemine oturuyor.
Acılı bir kuşağız biz. Zor bir dönemeçteyiz. Sosyalist olmanın moda, sosyalist olmamanın "ayıp" sayıldığı eski günlerde değiliz artık. Sosyalist olmanın, ama ismen değil, gerçekten sosyalist olmanın gariplik sayıldığı günlerde yaşıyoruz. Sosyalist olmaktan, gizli bir inanç sahibi olmayı değil, dünyayı değiştirme savaşına katılmayı, öyleyse örgütlü olarak hayatın içinde yer almayı anlıyoruz. Zor olan bu… Bugün, Marksist olduğunu söylemek kolay, maksizmi yaşamak zor; her şeyi karalamak kolay, mirası eleştirel tarzda sahiplenmek zor…
Büyük iniş çıkışları yaşıyoruz. Bir bölümümüz 60'ların Vietnam patlamasının, sosyalist ve anti-emperyalist kitleselliğin zirvesinin tanığı oldu. Ve sonra bize düştü bu büyük iniş çıkışı yaşamak. Rastgelmedi tabii, sürecin gelişimi olarak önümüze çıktı. Ne kadar revizyonizm eleştirisinde bulunsak da, politikalarını temelden yanlış bulsak da, 70 yılın emeğinin bugün birer birer, üstelik tam bir görgüsüz Yankee küstahlığıyla yutuluyor olması içimizi hüzünle dolduruyor. Ne dersek diyelim bütün bu ülkeler, bizim sonuna eklendiğimiz bir mirasın parçalarıydı. Bizimdi onlar ve bize kattıkları yığınla olumsuzluk dahil parçasıydık onların.
Gerçi, böyle bir altüst oluşa tanıklık etmenin avantajları yok değil. Büyük derslerin çıkarılabileceği kıpır kıpır bir tarih diliminin üzerinde yaşıyoruz. Ama öte yandan ezeli birikimsizliğimizin ve Eylül karanlığının üzerine gelen bu geri-dalga çok şeyi de alıp götürdü. Ayakta ve Barikatın üstünde kalanlar hiç küçümsenemez, lakin hatırı sayılır bir erezyon da üzerimizden geldi-geçti bu arada, yaşadık, yaşıyoruz.
Yeni koalisyonun politik operasyonu (onlar açısından) böyle bir avantajlı zemini de yakalamış bulunuyor. Bu zemin üzerinde Marksist-Leninist sol ezilmeye layık bir "küsurat" haline getirilmek isteniyor.

KİTLESELLİK KANALLARININ TIKANMASI / BİR TEHLİKE
Oturtulmaya çalışılan böyle bir sistem ve restorasyon çabası var. Esas amaç, mevcut düzenin muhafazası ve toplumsal muhalefetin belli bir doğrultuda seyrinin sağlanması, şu ya da bu yolla…
Daha da kötüsü, bu politik atak, özetlemeye çalıştığımız bir dizi talihsizliğin yanında, bir de devrimci hareketin zaten olumsuz bir konumda olduğu günümüz sürecine denk düşmüştür. Gerçekten de bugün hatırı sayılır bir erezyon vardır.
Bugün, kitlelerden uzaklık gerçek bir yaradır. Deşilmeyi muhtaç bir sorundur. Kitlelerle yaygın ve sağlam bağlar kuramamış olma belki sol için geçmişten bu yana hep varolan bir eksikliktir ama bizim sözünü ettiğimiz şey bu değil. Biz "yara" derken bir dizi olumsuz faktörün (ve bütün bunların üzerin tüy diken devrimci hareketin yanlışlarının) sonucu olarak, bu "kıyıda kalma" halinin uzaması, kronikleşmesi tehlikesinden söz ediyoruz. Yani, en kabadayı siyasal odak birkaç yüz kişiyle bir gösteri yapıp "amma kalabalık vardı" diyorsa ve bu ülke onbinlerce kişinin 6. Filoları denize döktüğü, Taksim'e yüzbinlerin yığıldığı, sıradan taşra illerinde cenazelerin onbinlerle kaldırıldığı bir ülke ise (ve bizim belleğimiz bunları unutacak kadar zayıf değilse), ortada, sığ böbürlenmelerle üstü örtülemeyecek ciddi bir sorun var demektir. En civcivli üniversitelerde "dernekçiler" hala küçük bir kesimi oluşturuyorsa, binlerce kişilik TÖB-DER'i, TÜM-DER'i, vb., olan bir kesim küçücük derneklerle sıkışmışsa, devrimci hareketi her zaman ele avuca sığmaz kadrolarıyla desteklemiş olan ortaöğrenim korkunç bir deformasyondan ancak yeni kurtulmaya çalışıyorsa… ortada sorun vardır.
Bu bir araştırma konusudur, ciddidir. Bir dizi etken bir çırpıda sayılabilir; sosyalist dünyadaki yüz kızartıcı durum, 12 Eylül silindiri, ANAP yıllarının deformasyonu… Birçok şey etki sıralamasına konularak ya da bütün halinde söylenebilir. Ama öte yandan bütün bu etkilerin mekanizmasını çözmek ve bu tohumların nasıl bir tarihsel toprağa ekili olduğunu kavramak gerekir. İnsanların devrimci saflara çekilmesini zorlaştıran bir sürtünme geçmişten beri hep olmuştur. Bugünkü faktörler böyle bir devamlılığın üzerine oturuyor, ekleniyor.
Sorun insanımızı kavramak, olguların onun iç çelişkilerine, politik davranışına nasıl etki ettiğini kavramak sorundur.
Geçmişte, 60'lı yılların sonunda böyle ciddi bir kavrama çabası gösterildi. Ömrünün kısacık bir dilimine, ülkenin sonraki bütün sosyalist literatürünü etkileyen çözümlemeleri sığdırmış bir devrimci, bu çabayı gösterdi: Mahir Çayan…
Çok ciddi bir çabaydı… 60'ların sonunda M. Çayan, esas olarak belli bir sürecin iktisadi-sosyal-siyasal gelişmelerinin halkın politik tutumunu nasıl etkilediğini anlamaya çalıştı. 1940'lara dek ağır aksak gelişen Türkiye kapitalizmi, (ki Türkiye zaten hiçbir zaman bir "muz cumhuriyeti" olmamıştı.) , 50'lerle birlikte büyük ve çarpık bir patlama yaşamıştı. Emperyalizmle kayıtsız şartsız iç içe geçme süreci tamamlanmıştı ve genel literatürde yeni-sömürge kalkınması denen olgu yaşanıyordu. Emperyalist merkezlerle bütünleşerek gelişen çarpık sanayileşme, her köşeye dek yayılan kapitalist pazar ilişkileri, yukarıdan aşağıya uzlaşıcı bir tarzda kapalı feodal ilişkilerin dönüştürülmesi, yayılan ilişkilerle birlikte yayılan ve kendini hakim kılan devlet, gelişen iletişim vb. ağlarıyla bilgilenme süreçlerinin denetlenmesi, değişen değerler, yaşam standartlarındaki kısmi yükselişler, feodal ilişkilere göre daha geçişli hale gelen sınıfsal basamaklar… Bir dizi olgu bir çırpıda sayılabilir.
Bütün bunlar ciddi bir altüst oluş anlamına geliyordu. Her alanda çarpıcı sonuçlar doğurdu, üzerine kitaplar yazıldı bu dönemin ve yazılıyor.
Sonuçta, bu altüst oluş süreci, sanki üretici güçlerin geliştiği, insanların bu sistem içinde de yaşayıp gelişebilme imkânının varolduğu, daha doğrusu genel gelişme durumundan herkesin azıcık pay alabileceği, öyleyse önceki kapalı ilişkilere oranla sınıfsal yükseliş basamaklarının küçüldüğü… biçiminde yanılsamalı bir imajı oluşturdu. Ve bu yanıltıcı durum, salt bir çağrışım olarak önceki yüzyılın burjuva devrimleri sonrasında oluşan ortamı, o dönemin ufuk açıcı-kitleleri yedekleyici koşullarını andırıyordu. Yalnızca andırıyordu, hem de son derece çarpık, son derece cılız, son derece SUNİ olarak… Türkiye bir burjuva demokratik devrimi hiç yaşamadı. Yaşadığı şey çarpık bir kapitalistleşme ve tekelleşme ve böylece feodal ilişkilerin sağlıksız bir çözülüşüydü. O kadar ki, bu ilişkiler bir yandan çözülürken, diğer yanan emperyalizm ve tekelci burjuvazi feodal elitlerle iktidarı paylaşma gereğini duyuyor ve çözülmenin ölçüsünü de bu iktidar bloku içindeki dengeler belirliyordu.
Ama her ne olursa olsun, gene de bütün bu süreç, ülke insanında genel bir kalkınma (ve bu kalkınma içinde kendisinin de "belki" bir yeri olabileceği) havasını doğurdu. Sömürü oranları yükseldi örneğin, ama ücretler de -işin mekanizması gereği- kısmen yükseldi; tarımın payı azaldı, ama tarımda partiyi kaybedenler için çarpık tekelleşme kentlerin geçimlik-marjinal işlerini yarattı. Ve sonuçta bu imaj, halkın düzene karşı politik tutumuna (her köşeye yayılan zor örgütünün doğrudan etkisi ve Osmanlı'dan akıp gelen "güçlü devlet" geleneğiyle de birleşerek) genel bir pasifikasyon olarak yansıdı. Hızla zirveye çıkan ve giderek dalgalı şekilde seyreden bir olguydu bu. Asla hareketsizlik, sessizlik anlamına gelmeyen bu durum, daha derin bir şeye, halkın tepkilerinin düzen sınırları içinde erimesine, mevcut sistem içinde çözüm arayışlarına ve dolayısıyla onların düzen dışı alternatife çekilmesi sürecindeki belirgin bir güçlüğe, sürtünmeye tekabül ediyordu.
M. Çayan'ın "kısaca özetlediğimiz bu yeni-sömürgecilik metodu, bir yandan emperyalizmin ülkeye iyice yerleşmesi (yani emperyalizmin sadece dışsal bir olgu değil, aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesi) sonucunu doğururken, öte yandan geri bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş dönemlerde kıyasla, izafi olarak -feodalizmin etkin olduğu eski sömürgecilik dönemine kıyasla- belli ölçülerde pazarın genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nisbi refahı artırmıştır.
"Bunun sonucu olarak, geri-bıraktırılmış ülke içindeki çelişkiler görünüşte yumuşamış (feodal döneme kıyasla), halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur." (Kesintisiz Devrim II-III) biçimindeki sözleriyle anlatmaya çalıştığı da buydu.
Sonradan çok dile dolandı kavram, kavramlarla oynamak bizde çok seviliyor. Oysa, söylenen şeyin, sanki halkın önüne konmuş da üflesen yıkılacak bir duvarla ya da birkaç öncünün silah patlatarak bozacağı "uyuşukluk"la hiç ilgisi yoktu. Yapılan, bir sosyolojik olgunun tespitiydi ve M. Çayan başka konularda olduğu gibi, bu konuda da ülke orjinalitesinde yakaladığı ipuçlarını cüretli kavramlar kullanarak ifade ediyordu. Yani nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, ortada yaşanan soyso ekonomik, siyasal bir süreç vardı ve bu sürecin halkın politik davranışına (kuşkusuz her sınıf için ayrı kalınlıklarda) etki eden sonuçları vardı. İşin özü buydu.
Sonra… Tıkanma geldi tabii. 70'lerin başında emperyalizmin genel krizinin yansıması sistemde ciddi tıkanıkları getirdi. Ve doğal olarak, aynı döneme anti-emperyalist, devrimci bir kabarış denk düştü. Düzenin iç dengelerindeki bozulma 12 Mart'ı getirdi ve 12 Mart saldırganlığı ile suni-dengenin çatlama noktalarına ZOR harcı dolduruldu. Toplumsal arayış terör yoluyla uçlarından törpülenerek düzen çuvalı içine çekildi.
Ama çivi de çıkmıştı bir kez. Yeni-sömürge kalkınmasının uzun süren cicim ayları bitmiş, sistemin soluğu tıkanmıştı.
Ecevit rüzgarıyla '74'te yapılan son bir çabaydı. Toplumsal yatıştırma yoluyla desteklenen dengeleme mekanizmaları '77'den sonra artık iyice zaaf içine girmişti. Sivil terör de artık çatlakları tıkayamıyor, güçlü bir politik irade ile dönüştürülemese bile, düzenden kopma eğilimi güçleniyordu. Kriz derinleşiyor. Tepkileri yumuşatıp esnetebilecek olanaklar ekonomik darboğaz ve politik yıpranma nedeniyle daralıyor, ipin ucu kaçıyordu.
Sonrası biliniyor… 12 Eylül!
12 Eylül noktası, dengenin, yedekleyici kapasitenin o güne kadar ulaşılmış en zayıf noktasıydı. Ve özünde 12 Eylül de bu durumu güçlendirmedi. Yapılan, düzenin kapasitesinin daraldığı noktada, bu gediğin zor yoluyla kapatılması, toplumsal muhalefetin ezilerek devrimci politikaya açılan kanallarının tıkanması ve devrimci odakların düpedüz imhasıydı.
Yalnızca zor, kendi başına uzun vadeli bir yığınsal politik tutum yaratamaz. Varolan politik düşünüşleri ezer, o düşüncelere sahip olmayı aşırı rizikolu hale getirerek gelişmelerini önler, ama salt bu yolla yeni bir ideolojik-kültürel biçimleniş yaratamaz. Ancak, böyle bir çıplak zor dönemi uzun sürerse ve kendini sürekli kılacak politik-yasal vb. kurumlaşmalar yaratırsa, giderek kalıcı davranış kalıpları da oluşturur. 12 Eylül'de de devrimci politikaya uygulanan uzun süreli sistematik baskı az çok kalıcı bir depolitizasyona yol açtı.
Daha sonra devam etti ve bu ülkede 8 yıllık bir ANAP erezyonu yaşandı. Bir dolu şey yeniden oluşturuldu.
En önemlisi de 12 Eylül döneminde çizilen çerçeveye yaslanılarak, insanları uzağa, hatta az öteye bile değil, salt kendi önüne bakmayı programlayan bir dar görüşlülük biçimlendirildi ve kuşkusuz bu, altı tümüyle boş bir göz boyamacılıkla yapılmadı. İktisadi alandaki bütün çarpıklık ve yoksulluğa karşın genel bir "değişim-gelişme" ilizyonu yakalanabildi. Politik-iktisadi alandaki değişiklikler ve çok daha önemlisi de bu olguların algılanmış biçiminin yoğun denetlenişi aynı süreçte birbirini tamamladı. Geçmişteki 29 Kasım seçimleri sonrasında köşesinde "Halk, kişisel geliri anlamında kendisine yansımasa da genel gelişim tablosundan etkilenmektedir." diyen Yalçın Doğan sezgisel olarak bir şeyleri bir ölçüde yakalıyordu. Özellikle bu dönem boyunca, orta sınıflar açısından hem erime duygusu, hem de bulunulan basamağa hırsla tutunma biçiminde karmaşık bir durum yaratıldı ki, uzun süren terör döneminin bir kuşağa yayılan etkileriyle bu olgu ara sınıfların devrimci kanala açılan derelerini büyük ölçüde kurttu. Bugün, daha net gözlemlenebilen büyük bir dejenerasyon yaşandı.
Salt içsel etkenler söz konusu olsaydı yine de süreç böyle derinlemesine olumsuzluklar yaratmayabilirdi. (devrimci hareketin hatalarını şimdilik geçiyoruz, o ayrı bir yazı konusu) Ama bunun üstüne reel sosyalizm cephesindeki büyük çöküntü geldi.
Böylece, son yüzyılda hiç olmadığı kadar büyük avantaj politik-psikolojik alanda yakalandı. Ne denli sağlıksız olursa olsun yine de milyonlarca insanın umudu olan sosyalist sistemin böyle yüz kızartıcı şekilde tasfiye olması, kapitalizmin, o rezaletler düzeninin "alternatifsiz" olduğu aldatmacasına görülmedik bir güç kazandırdı. Devrimci sosyalist kesimlerin hemen her ülkede uzun yılların uğraşıyla yarattığı siyasal-psikolojik ön üstünlük zaafa uğradı.
Bu çöküntü sırasında dünya arenasında ciddi bir karşı gücün direnişinden kurtulan emperyalizm tam bir dünya hakimiyetine, pervasız bir saldırganlığa yöneldi. Değneksiz gezilen köyde kendi "yeni dünya düzeni"nin inşasına girişti, ve kuşkusuz bütün bunlar, iç politik etkenlerle de birleşerek ülkemiz insanında çok ciddi siyasal tutum gerilemesine yol açmış, emperyalist düzen dışında bir arayışın çekim gücünde zaafiyet yürütmüştür.

BİR ÖZET / YA DA YARDIMCI BİRKAÇ TESBİT
İnsana inmeyen akademik çalışmaların çok yararlı olmadığına öteden beri inandık. Durumları, veriler olayları sıralayıp, bütün bunların belirli bir anda belli sınıfların A ya da B yönündeki davranışı üzerindeki etkilerini kurcalamayan yöntemin gerçekten çok yararı olmuyor. Çünkü bunlardan, kendi başına, aşılması-yapılması gerekenler üzerine sonuçlar üretilmiyor.
Ama öte yandan, süreci daha derinlemesine kavrama çabası da karmaşık-çok cepheli sorunları ortaya çıkarıyor. Dönemin bütün yönlerini ve çelişkilerini içeren her bakımdan yeterli bir özet yapmak oldukça zor oluyor. Esasen BARİKAT okuruna böyle bütün uçları kapatılmış, çok köşeli reçeteler vermeyi de doğru bulmuyoruz. Üzerinden yürünerek tartışılabilecek bir alan açmaya çalışıyoruz. Yoksa özellikle son on yıl iç ve dış çelişkileri bakımından hala araştırılmaya muhtaç görünüyor. Zaten görevimiz de bu; kavramak, öngörülerde bulunmak, öngörülerden somut yönelimler üretmek…
Çok yeterli bir özet için henüz erken. Ama yardımcı birkaç tespit yapılabilir ve böylece Türkiye'nin bu gününü anlama, yarının kestirme uğraşısına katkıda bulunulabilir. Yinelemeye düşmek pahasına da olsa…
Örneğin birinci olarak; kapitalist sistemin mevcut durumunun, genelde ve ülkemizdeki halkası bakımından, mantıken yaşaması gereken çöküntü noktasından-şimdilik-daha yukarıda bir seyir izlediği söylenebilir. Son yıllarda yaşanan süreçlerin (pazar ve yatırım alanı genişlemesi bir yana bırakılırsa bile) getirdiği politik üstünlük imajı, veri tablolarının mantığını zorlamış, kısmen ve şimdilik kaydıyla genel eğriyi yukarıya çekmiştir. Normalde çürüyen-dökülen (gerçekte şu anda da çürüme ve dökülmesini sürdüren) sistem, kendini yeniden üretebildiği imajına çok yapay bir şekilde de olsa sahip olmuştur.
*İkincisi; aynı süreç, kapitalist sistem dışında (ya da moda deyimleri kullanırsak "Batı Demokrasisi" ve "pazar ekonomisi" dışında) bir yol olmadığı, olsa da sonuçta çıkmaza saplandığı görünümünü yaratmış, geniş yığınlar üzerinde küçümsenmeyecek bir geriletici etki doğurmuştur. Dolayısıyla, basın-yayın pompalaması yoluyla da yoğunlaştırılan "sosyalizmin alternatif bir toplum biçimi olmadığı" düşüncesi, karşılığında "nice kötülükleri de olsa…" mevcut sistemin mümkün olan tek yol olduğu yanılsamasına güç katmıştır.
*Ve nihayet üçüncüsü, böylece oluşan mevcut sistem dışında bir yol olmadığı, olsa da bir işe yaramadığı yanılsaması, insanlarda, en azından -hiç olmazsa- bu mevcut sistemin kendilerine en az zarar verebilecek bir durumda kalması isteğine yol açmaktadır. Ki, sonuçta bu bir "istikrar" arzusuna denk düşüyor. Hoşnutsuz ve rahatsız insan, (özellikle de herhangi bir şekilde yitirebileceği şeylere sahip olan ara sınıfların üyeleri), politik-ekonomik bir istikrarsızlığın bugün yaşadığı berbat durumdan daha da berbat bir durumu yaratabileceğini düşünüyor. İstikrarsızlıktan bir çözün doğabileceğini görmüyor, böyle bir çözümü kendisine sunabilecek iradeyi de bulamıyor, ve öyleyse mevcuttan da geriye gitmek ya da az geriye gitmek için istikrar istiyor, sistemin kaderi ile kendi kaderini en azından kısa vadede birbirinden koparma eğilimi göstermiyor. Bu bağın koparılması için kendisine yardımcı olacak, aynı süreçte onu dönüştürebilecek iradi güçten zaten yoksun. Dahası, konumunu "sağlam" tutuyor, kendini düzen dışına, uçlara çekmek isteyen propagandadan (salt propaganda olarak kalan söz yığınlarından) çok fazla etkilenmiyor.
Hatta halkın düzen-içi tercihleri bile böylesi ipuçları veriyor. İnsanlar, on yıldır içinde yaşadıkları yönetim tarzından hoşnutsuzluk duyuyorlar ama öte yandan "geçmişi aratacak" bir yoğun istikrarsızlıktan duyulan kaygıyla az çok aynı çizgiye yakın bir yerde tercihlerini yoğunlaştırıyorlar. Üstelik bunu yaparken eski çeteyi de epey yüksek bir oy oranında tutuyorlar.
Kuşkusuz bütün bunlar, çok orijinist, çok benzersiz tespitler değil. Ama söylenmeleri ve sürecin bütün diğer unsurlarıyla birlikte düşünülmeleri gerekiyor. Çünkü bu yeni faktörler, belli bir tarihselliği olan diğer dengeleyici mekanizmalara ekleniyor, onların çoktandır zayıflama eğilimi gösteren etkilerini yeniden yapay olarak üretiyor. Onlar için avantajlar, bizim için sorunlar yaratıyor.
BARİKAT okuru, halkın politik davranışlarını doğrudan etkileyen bu somut durumu, tepkileri düzen içine çeken diğer bütün faktörlerle birlikte ele alıp irdelemelidir. Her halükarda bu bir dizi unsurun toplamı, önümüzdeki yeni politik süreçte kitlelerin devrimci alternatife çekilmesi uğraşında yaşanacak güçlüklerin bir özeti gibidir. Güçlüklerin doğru ve derinlemesine kavramak ise, aşılmaları için yüklenilecek görevler konusunda bir açıklık yaratacaktır. Gerçek sorunumuz bu açıklıktır.
Buraya dek söylenenlerden, kabaca çıkarılabilecek sonuç, son derece tehlikeli bir dalganın belki avantajlarıyla ama daha çok dezavantajlarıyla üzerimize geldiğidir. Ve bugünün en temel sorusu ise, politik iradenin buna ne kadar hazır ve yetkin olduğudur.
İradenin korkunç derecede önem kazandığı günlerde yaşıyoruz.
"Yeni-sömürge bir ülkede bunlar tutmaz" basitliğiyle yaklaşamayız olguya. İrade kıpırdamazsa eğer, üzerimize gelen dalganın kısa vadede başarı şansı vardır. "Gelecek mutlak sosyalizm" bir marş dizesidir ve doğrudur da. Ama sosyalizm "nasıl olsa olacak" bir şey değildir. Çürüyen sistem, eğer bırakırsanız bin yıl daha çürür ama ayakta kalır ve kendini çarpık-çurpuk da olsa yeniden üretir. Tarihsel momentlerde boşluk yoktur, senin kullanmadığın fırsat, senden bin kat tecrübeli olan burjuvazi tarafından kullanılır ve senin dönüştüremediğin süreç, onun hanesine kazanç yazarak evrilir.
Aslında "umut koalisyonu"nun yaratacağı büyük hayal kırıklığı fazla uzakta değildir. Bugün yaratılan iyimser hava pek yakında yerini hoşnutsuzluğun artışına bırakabilecektir.
Her şey onların iktisaden ve siyasal olarak verebileceklerinin sınırlarına, yedekleme performanslarına ve devrimci iradenin bu sürece ne ölçüde müdahale edebileceğine bağlıdır. Sistem uzun vadede derin çöküntüleri bağrında büyütmektedir. Kapitalizm zaten bir istikrar düzeni değildir; Türkiye'nin temelden sağlıksız düzeni istikrarsızlığı yapısal olarak barındırmaktadır.
Ama krizin derinleşmesi yalnızca kendi başına anlamlı değildir. Gerçekte iki bileşen vardır, olmalıdır. Krizin derinleşmesi ve derinleştirilmesi…
Derinleştirme, hiç de mevcut düzenin hedefsizce kaosa itilmesi, böyle bir kaos ortaya çıksın diye kör eylemliliğin öne çıkarılması değildir. Sorun, derinleşen kaosa bir çözüm unsuru, bir çözüm iradesi olarak girmek, müdahale etmek, çözüm projeleri ile kaosun bunalttığı kitleleri düzen-dışı alternatife çekmek ve krizin her derinleşme noktasında çözücü iradenin etrafına yeni güçler kazanmaktır.
Bu anlamda bileşenler bütündür ve ayrıdır.

Bütündür; birbirlerini etkileyerek etki düzeylerini yükseltirler. Çözümsüzlük büyürken çözüm iradesinin müdahale imkanlarını fazlalaştırır, ona avantajlı konumlar sağlar; öte yandan çözüm iradesi kendini alternatif olarak koyduğu her alanda mevcut istikrarsızlığı zıvanadan çıkarır, sistemi kendi yaralarını sarmaktan aciz kılar, esneyebileceği sınırları daraltır. Düzen dışı radikalizmin çekim noktası olan irade, müdahalesiyle düzenin stabilizasyonunu zorlar, toplumsal taleplerin düzeyini yükseltir, iğreti çiviler yerinden oynar artık ve her gün daha çok zor'la kapatılmaya çalışan bu çatlaklardan yeni radikal dalgalar boşalır.
Bileşenler bütündür ve ayrıdır.
Ayrıdır; çözümsüzlük nice derinleşirse derinleşsin, bu durum, devrimci alternatifin ortaya çıkışının koşullarını hazırlarsa da, onu kendiliğinden yaratıp güçlendirmez. Orada, insanın iradenin rolü ve koyarsa, doğru biçimde, doğru momentlerde müdahale ederse kendini üretebilir, süreci zorlayabilir. Aksi halde sistem çürütür, ama bütün krizlere karşın eninde sonunda yeni koltuk değnekleriyle ayakta kalır.
Burada önemli nokta şu. İrade, radikal dalganın gelmesini bekleyip kendini "hazır" tutan bir nesne değildir, onun işi bizzat sürecin öznesi olmaktır. Esasen POLİTİKLEŞMİŞ ASKERİ SAVAŞ STRATEJİSİ mantığının özü de dört başı mamur devrimci durum haliyle beklemek, zaten varolan ve gelişmesinin belli bir noktasında olan milli krizi, yukarıda sözü edilen döngüde, hem derinleştirmek, hem de bu derinleşmeden politik-askeri güç kazanımları elde etmektir. Dünya ve ülke ölçüsünde sistemin son dönemde gösterdiği kısmi istikranın yarattığı umutsuzlukla üretilen "her şey değişiyor, mücadele biçimleri de değişmelidir" biçimindeki sağ şeride geçme önerilerine olduğu kadar, dönemi kavramayan düz mantıklara da karşı çıkılmalıdır. Temel mücadele biçimi, konjonktürel-güncel değişimlerin ötesinde, esas olarak iktidarı ele alma projesi ile ilgilidir. Düzenin kendi seyri içinde gireceği muhtemel bir krizi bekleyen ve o güne dek kendini "hazırlayan" bir mantaliteyi değil de, sürecin istikrarsızlaşması, kitlelerin devrimcileştirilmesi sürecinin canlı bir öznesi olmayı seçiyorsanız -ki bizim seçimimiz budur- temel savaşım biçiminiz bellidir.
Politik güç ile maddi (askeri) gücü koşutluk içinde büyütme sorunu, devrim projesi sorunudur, uzun vadeli bir zorunlulukla ilgilidir. Ve bu anlamda silahlı mücadele, değişik hükümet politikalarının ötesinde bu projeye ve zorunluluğa bağlıdır, ilk sokak gösterisinden, son ve büyük güne dek an be an büyütülmesi gereken organizasyonla ilgilidir. Güncel değişiklikler ise kuşkusuz bunun üzerine, politik kampanyalarda, taktik hedeflerde ve kitleyle ilişki-örgütleme biçimlerinde radikal yaratıcılığı, döneme uygun açılım-eylem-örgüt biçimlerini, bunların yoğunluk düzeylerini ekler ve zaten yukarıda da vurguladığımız gibi, bütün bunları dikkate almayan, iradi müdahaleyi salt silahlı eylemler olarak anlayan mantık bizden uzaktır, uzak olmalıdır.
Burada bir zincir vardır. Eğer böyle bir yoldan giderseniz krizin derinleşmesi ve derinleştirilmesi süreçleri her gün daha fazla ZOR'u getirir. Kimse daha fazla ZOR'u istediğinden ya da böyle bir ortamın kitleleri düzen dışı arayışa daha çok iteceği umulduğundan değil (ki bu kesin değildir), düzenin başka bir seçeneği olmadığı için böyledir bu…
Ama bu arada, çok önemli bir şey olur: ZOR yükselir, açılan her gediği tıkamak için gaddarlığını artırır; lakin, öte yandan aynı süreçte içi her gün daha çok boşalır, dozu artarken etkisi azalır, denge sağlayıcı bir unsur olmaktan çıkar.
Zor yükselir ve yükseldikçe "sıradan vatandaşın huzurunu koruma" yalanı daha fazla sırıtır. Zor yükselir ve tünelin ucunda bir başka ışığı gören insanın zordan ürküntüsü azalır; mevcut düzen içinde yaşamanın artık mümkün olmaması umutsuzluğu, bir başka iradenin varlığı ise umudu doğrudur. Her şeyin sınırları gün be gün aşılır.
Zor yükselir ve etkisizleşir. Çünkü aynı süreç egemen blokun artan homojenleşmesine denk düşer. Kendi iktidarını orta ve alt sınıflarla kurduğu binlerce ilmek ve yedekleyici bağlarla sürdüren elit, giderek daha çok elitleşir ve düzenin kendi entegrasyonu içinde tutamadığı kesimler politik olayların yönüne ve kendi sınıfsal durumlarına uygun pozisyonlar alır. Devrimci alternatifin başarısı ise kendi yapısını muhafaza ederek bu güçlerden ne kadarını programına çekebildiğine bağlıdır.

OYUN BOZULMALI, ÇEMBERDEN ÇIKILMALIDIR!...
Yinelemek gerekiyor; iradenin korkunç derecede önem kazandığı günlerde yaşıyoruz.
Devrimci hareket, sürece müdahale etmek, sürecin öznesi olmak zorundadır.
Her seçimde solun göbeği çatlıyor! Nasıl tavır alalım diye bir kara düşüncedir alıyor herkesi… Boş oy mu, boykot mu, bağımsız aday mı, SHP mi, "seçimlik legal parti" mi, hepsi birden mi? Ve dizginsiz polemikler başlıyor. Şu ya da bu tercihte bulunmak çok önemli sayılıyor. Şu ya da bu tercihin aksine davrananlar "burjuvaziye hizmet"le suçlanıyor, yerli yersiz "Duma" örneklemeleri yapılıyor vb. özünde burjuvaziye hizmet eden filan yok ortada, herkes kendi mezhebince bir tavır almaya çalışıyor. Sorun zaten ne tavır alındığı da değil aslında, bu tavrın maddi anlamda ne ifade edebildiğidir.
Artık yeter! Solun kaderi bu değildir. Artık devrimci hareket başkalarını "destekleyip-desteklememe", seçimlerden yararlanıp yararlanmama tartışmalarında kendini helak etmekten öte, bizzat kendisini desteklenebilir bir özne, bir ağırlık haline getirme noktasına doğru yürümeli, bu yürüyüşün yolunu bulmalıdır. Ve böylece birilerini desteklemenin ya da desteklenmemenin çok farkedilir bir anlamı olmalı, durumda geçek bir değişiklik yaratmalıdır. Dolayısıyla devrimci hareket kendi katkısıyla değişen durumdan yararlanabilir bir konumda olmalıdır.
Onlar düşünmelidir "bu seçimde sol ne yapacak? diye. Sol, böyle bir etkinliğe ulaşmalıdır. Zordur, ama yolu bulunmalıdır bunun ve bunun için atılacak ilk adım, böbürlenmeleri bir yana bırakmak, çıplak gerçeği kabullenebilmektir.
Bu ülkede bir "fraksiyon" olmak kolaydır ve mümkündür. Ülkenin renkli sınıfsal yapısı ve yaşanan teorik karmaşa buna her zaman izin verir.
Bu ülkede bir "silahlı çete" olmak da kolaydır ve mümkündür. Ülkenin devrimci şiddete meşruiyet tanıyan yapısı buna her zaman izin verir.
Bir siyasi parti olmak zordur, siyasal özne olmak zordur. Siyasi özne olmak, hem bütünsel planda, hem de güncel durumlar için politika üretimini ve bu önermelerin pratikte sınanmasını sağlayacak çabayı gerektirir. Öngörüler, bu öngörülere dayanan pratik hareket fomülasyonları üretmek gereklidir. Siyasal taktikler, verilen üzerinden faaliyetin özü bu kurgulamaları yapmak ve hayatın içinde örgütsel pratikte uygulayarak yeni fomülasyonlara ulaşmaktır.
Devrimci hareket, kitleselliğin yollarını bulmalıdır. Bu, bir yaradır, kanıyor.
Bu ülkede 60'ları ve 70'leri gördü, yaşadı. İçinde nice Kemalist etkiler olursa olsun, on binlerce kişiyle yapılan anti-emperyalist mitingleri, o kitlesel kabarışı gördü. O kabarmanın kendi içinden devrimci hareketin önder kadrolarını ve partisini yarattığını gördü bu ülke.
Sonra 70'ler geldi. Yükselen savaşımın önüne dikilen sivil çeteler dönemi yaşandı. Anti-faşist / demokrat yanı yüksek, sosyalist dozu düşük de olsa, gevşek bağlarla bir arada da olsa büyük bir kitlesellik yaşandı yine de.
60'lı yılların TİP'i sosyalizm sözcüğünü (en azından sözcüğünü) ücra kasabaların terzi dükkanlarına dek götürmesiyle, THKP-C'si ise ilk kez düzen sınırları dışında ihtilalci bir mantaliteyi geliştirip formüle etmesiyle anılmalıdır. Sonradan gelen 70'lerde bu çizgi bir daha yakalanabilmiş değildir. Alanlardaki binlerce insana ve yapılan çok sayıda eyleme karşın THKP-C niteliğine ulaşılamamıştır. Ama, yine de bir dalga vardır ortada.
Devrimci hareket, yeni bir dalgayı yakalamalıdır. Devrimci hareket, bu dalganın kendiliğinden gelip kendisini de taşımasını bekleyemez, dalganın yaratılması ve yükseltilmesi sürecinin belirleyici parçası olmalıdır. Buna kafa yormalı, yukarıda açmaya çalıştığımız nedenlerden ötürü geri seviyeye düşen kitleselliği ayağa kaldırmalıdır. Siyaset sanatının doğru halkayı doğru zamanda kavramak olduğu yanı başımızdaki bir örnekle kanıtlamıştır. Bu yanıyla, örnek alınmalıdır.
Dünyadaki genel gerilemenin sadece Türkiye toprağı üzerindeki savaşımla durdurulabileceği hayalini taşımıyoruz. Ama karanlığın içinde yine de ışıklar yakılabilir, zaten yanmayı sürdüren tek tek ışıklara eklenebilir. Tek tek ve zayıf ışıklar hiç ışıksız karanlıktan iyidir.
Yeni bir dalga yakalanmalı, ışıklar yakılmalıdır.
Üstelik Devrimci Hareket, bugün zor bir denklemle karşı karşıyadır. Devrimci irade, bugün kendisini sosyal muhalefetin diğer güçlerinden, onların basit demokrasi vb. istemlerinden koparak, daha bağımsız, net varlık olarak ifade etmek, bu ifadelenişi hiçbir karıştırmaya izin vermeyecek açıklıkta yapmak, herkese duyurmak, ama öte yandan böylece kendisini genel toplumsal muhalefet içinden soyutlamamak gibi karmaşık bir görevle karşı karşıyadır.
Kendi ufkunu-sınıfsal konumları gereği-böyle bir hükümet programının getireceği ölçüde "demokrasi" ile sınırlanmış olanlarla, söylemini bütün bütüne burjuva çerçeveye sığdırmış olanlarla kuşkusuz yollar ayrıdır, ayrılacaktır. Kapitalist sistemi ve daha özel olarak Türkiye'nin yeni-sömürge düzenini hiç kavrayamamış olanların saflıkları da tarihe geçecektir, durumu gerçekten kavrayan devrimcilerin çabaları da… Ve sonra, zaman içerisinde, devrimci hareket krizin derinleşme evrelerinde düzenin elitleşerek bordadan attığı ara sınıf öğelerini yeniden toparlayacak, ama onların (saflığı giderek içselleştiren) ideolojik temsilcileri için geri dönüş sanıldığından da zor olacaktır.
Geçmiş anımsansın biraz. "Kahrolsun Oligarşi" ya da "Tek Yol Devrim" sloganları geçmişte pek mekanik bulundular ve çok söylene söylene gerçekten de pelesenk haline geldikleri doğrusu inkar edilemez. Ama her ne olursa olsun, bu sloganların ve onu doğuran mantığın, "yıkılsın MC" gibi sloganlardan ve onların arkasındaki mantıktan kat daha iktidar perspektifli oldukları teslim edilmelidir.
Bugün, benzer ama farklı boyutta yol ayrımları yaşanıyor yaşanacak.
Her halükarda sorun, yukarıdaki zor denklemi doğru kavramak (ideolojik söylemde, ajitasyonda, mücadele ve örgüt biçimlerinde hem bağımsız kimliği netleştirmek, hem de öncüyü salt "önde yürümek" yalnızlığına itmeyen yollar bulmaktır.
Devrimci hareket epeydir yaşadığı olumsuzluğu aşmak için, yeni dönemi karşılamak adına "öyleyse hadi birlik olalım" basitliğine düşmemeli, her durumda "birlik" tartışmaları üretip yürümeye fırsat bulamama gibi bir açmaz yaşamamalıdır.
Uzun boylu eleştirmek için değil, ama bir yanlışı örneklemek için şöyle bir alıntı yapılabilir: "Önceki dönemlerde, bu türden platform önerileri ("sosyalistlerarası birlik platformu" -Barikat) hiçbir yanıt bulamazdı, ya sesiz geçiştirilir ya da oportünizmin yeni bir manevrası olarak nitelendirilirdi. Hemen her örgütün önderlik mücadelesini bütün gücüyle sürdürdüğü bir sırada bundan başka bir yanıtın olması kuşkusuz olanaksızdı. Farklı görüşlere hiçbir şekilde toleransı olmayan bir örgütlenmenin diğer örgütlenmelerle sosyalist bir çerçevede bir araya gelebileceğini düşünmesi olanaklı değildi." (M. Sayın / YENİ ÖNCÜ / Birlik platformunun Doğrultusu Üzerine)
"Tolerans eksikliği" ya da "benmerkezcilik" konusundaki son derece haklı tespitleri bir yana, bu cümlelerin özünde kendini açığa varan "birlik" anlayışına katılmak mümkün değildir. Örgütlerin darbeler sonucu-güçten düşmüş olmalarını birlik için imkan yaratıcı bir zemin saymak ve adeta bundan bir hoşnutluk duymak hiç doğru değildir. Çaptan düşerek burnu sürtülmek suretiyle "akıllanmış" güçsüzlük odaklarının birliği mi, yoksa yine önderlik savaşı veren, bu yolda görevlerini yapan ama başkaları ile birlikte olmayı da mümkün ve zorunlu sayan güçlerin birliği mi? Gerçekten yanıtlanması gereken soru budur.
Biz "hadi birlik olalım"dan daha köklü bir şeyden, bir durum tespitinden ve görevlerden söz ediyoruz. Durumu kavrayıp görevlerini yapanlar kendilerini üretirler ve kendilerini üretenler belli bir noktada birlik ihtiyacını duyarlar. Birlik, tek başına yapılması artık mümkün olmayanın birlikte yapılması ihtiyacından doğar ve o nokta yalnız taşınabilecek yüklerin "istiab haddi" noktasıdır. Görevlerini kavrayıp yapanlar kendileri de dönüşerek olgunlaşırlar ve o noktayı duyumsayabilecek düzeyi kazanırlar ve yine görevlerini yapanlar kendi kimliklerini netleştirirler. Netleşen ve ayrım noktaları berraklaşan kimlikler ise (bir paradoks gibi görünürse de) ortak noktaların da netleşmesini ve düzeyli birliklerin zeminini hazırlar.
Devrimci Hareket, kendi zayıflığını başka güçlere tapınarak aşmayı da düşünmemelidir.
Kürt ulusal hareketi kuşkusuz son yıllarda büyük ivme ve güç kazanmıştır. Buna saygı duyulmalı ve bu deneyimden çok şey öğrenilmelidir. Türkiye Devrimci Hareketi kendi açmazlarını aşıp belli bir prestije ve maddi güce eriştiğinde bunu, elbette bir avantaj olarak görecek, doğudaki ateşle kendi tutuşturduğu yangını birleştirmeyi görev bilecektir.
Ama öte yandan, devrimci hareket, bugün kendi zayıflığının ezikliğiyle gözünü hayran hayran doğuya çevirmek durumunda değildir. Mevcut zayıflığın kendi yapamadıklarını yapan güçlere ilkesiz iltihaklarla ya da ölçüsüz methiyeler yoluyla değil, bizzat kendi devrimci çabası ile aşmak zorundadır. Zafiyetten doğan himaye ilişkilerine değil, gerçek güç ittifaklarına gereksinmemiz vardır ve bunun önkoşulu "önce kendi işimizi yapmak"tır; ittifak yalnızca görevlerini yapan insanların sorunudur çünkü.
Demek ki devrimci hareket mevcut zafiyeti aşmak, kitleselliği yaratıp yakalamak ve üstelik bunu kendisi yapmak zorundadır.
Devrimci hareket, yineliyoruz, kitleselliğin yollarını bulmalı, sağlıklı biçimlerini yaratmalıdır. Üzerimize gelen dalgayı fark etmeli, iradesi ve düşünsel-örgütsel zenginliği ile sürece müdahale ederek onu dönüştürmelidir. Örnektir; bir kapitalist işletme bile kriz dönemini yeni teknolojiler, yeni yöntemler kullanarak aşmaya çalışır. Devrimci hareket de önümüzdeki dönemde zenginliğini sergilemelidir. Klasik örgütlenme ve kitleleri kucaklama yöntemlerinin yanında, yaratıcılıkla yeni yöntemler, biçimler bulunmalı değişik legal, yarı-legal biçimle zenginleştirilerek hayatın içinde sınanmalıdır. Ve bütün bu biçimlerin iktidar mücadelesi eksenine bağlanmasının yolları bulunmalıdır. Vardır…
Tuzaklara düşmemek için yürümekten vazgeçilmez. Devrimci hareket, tuzakları fark etmek, ama yürümek zorundadır. Uzlaşma aracı olarak planlananların kavga araçlarına dönüştürülmesi, dezavantajların avantajlara çevrilmesi mümkündür. "Toplumsal uzlaşma" havası yaratmak için gerçekleştirilen açılımlar yine de kısa sürede savaş alanlarına dönüşecektir, dönüştürülebilir. Örneğin, yasal düzenlemelerle üye olmanın nispeten daha rizikosuzlaştırılması halinde öğrenci öğretmen-memur örgütlenmelerinde belirli bir nicel çoğalma gözlenebilir, işçi sendikalarından benzeri gelişmeler yaşanabilir. Bütün bu alanların değerlendirilmesi bir zorunluluktur. Örnektir artık zaten çürümüş olan YÖK düzeninde bir restorasyonla öğrenci kesiminde nispeten daha gevşek bir ortam yaratılabilir, ama aynı zamanda bu ortam süreci doğru kavrayan taktiklerle daha kavgacı bir kitleselliğin yolunu açabilir.
Devrimci hareket, kitlelere ulaşmakla kendisini iradesiz bir "kitle" haline getirmek arasına net bir çizgide koymalıdır. Geçmişte, 70'li yılların başında, proletarya partisini, THKP-C'yi reorganize etme göreviyle karşı karşıya olduğu halde iktidar hedefini yitirip Marksizm yerine anti-faşizmi iktidar yürüyüşü yerine şekilsizliği koyan anlayış, bugün nelerin yapılmaması gerektiği konusunda bizi aydınlatmalıdır. Devrimci hareket normlarını düşürüp kendini omurgasızlaştırarak kitleselleşme yolunu seçemez. Devrimci hareketin derdi, kendini bir irade olarak ortaya koyup niteliğini gitgide yükseltirken aynı süreçte kitleselliği yakalamaktır. Bunun yolunu bulmalıdır ve bunun yolu bir yerlere "inmek" değil, kitlelerle "buluşmak"tır.
Öyleyse devrimci hareket, halkın gündemini yakalamak, kendini gündemin bir öznesi yapmak zorundadır. Basitçe genel gündeme eklenmek değil, kendi gündemimizle onu kesiştirmek sorunu vardır ve giderek devrimci hareket bütün ülke safında gündemin belirleyicisi olmak durumuna ulaşmalıdır.
Bu ise, Türkiye toprağı ve insanını yakalayan yeni bir tarzın, üslubun, müdahale biçiminin yaratılmasıyla olanaklıdır. Temel mücadele biçiminin etrafını çok yaratıcı yöntemle ve örgütsel zenginliklerle sarması halinde, ancak bu koşulla devrimci hareket döneminin açmazlarını aşacak, kendini geliştirebilecektir. Aksi halde zafiyet sürecek ve derinleşecektir.
Sonuçta; iyimser olmak için hiçbir neden yok. Türkiye toprağı üzerine bütün bunları yapabilecek güçler, en azından bu güçlerin potansiyeli hali vardır. Bu toprağa ve bu potansiyele güveniyoruz.
Bu ülkede çok konuşuluyor ve çok erken fetvalar veriliyor. Dünün takunyalısı ÖZAL'dan en sıradan köşe yazarlarına dek herkes "sosyalizm uzmanı" kesildi bu ülkede. Koro halinde "bu işin bittiği", hala inat edenlerinde boşuna çabaladıkları tekrarlanıyor durmadan.
Ve insan hep Sezar'ı anımsıyor bu böbürlenmeleri duyunca. Kahin tarafından "martın on beşinden sakın!" diye uyarılan Sezar, tam da martın on beşinde arenanın merdivenlerindedir. Vakit öğle üzeri ve gururla kahini horlar Sezar, "işte, martın onbeşi uğursuz baykuş.. Ve yaşıyorum!"
Bir tek cümle, yalnızca bir tek cümle duyulur yaşlı kahinin ağzından, usulca mırıldanır: "Gün bitmedi daha.. gün bitmedi!"
Ve gün bittiğinde.. Ortada ne Sezar vardır, ne gururu..
Evet, GÜN BİTMEDİ DAHA!..
Ve mutlaka, tarih söz konusuysa eğer, günlerden değil, yıllardan, on yıllardan söz etmek gerek…



 

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19