Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 

Barikat, yeni bir dergi ve bu yönüyle de yeni bir adımdır. Ama dayandığı bir temel, bir çevre ve her şeyden önce de bir gelenek var; yaklaşık onyedi yıldır Türkiye Sol Hareketi içinde kendisine yer bulmuş, tanınmış ve geçen yıllar boyunca, çeşitli iniş çıkışlarına, o hala geçerli olan durgunluğuna ve sorunlarına rağmen bugünlere uzanabilmiş bir gelenek…
Devrimci savaş süreci ölçüleriyle, belli, çok uzun bir süre değil bu. Ama, kısa da sayılmaz. Geçmişimize ve hiç kuşkusuz yaşanılan onca deneye, göze alınan onca özveriye ve zorluğa rağmen, bugün bulunduğumuz yerin elbette farkındayız. Açıktır ki, söylememiz gerekenler, geçmişimize nasıl baktığımız sorusuna vermemiz gereken karşılıklar olmalıdır. Yaşadığımız açık gecikmenin sağlam karşılıklarını bulmadıkça, geleceğimiz, geçmişimizin kaba, başarısız tekrarı olmaktan öteye gidemeyecektir. Barikatın ilerleyen sayılarında, bu konulara, geçmiş değerlendirmelerine sık sık rastlanılacak. Yine de genel çizgileriyle bir değerlendirme yaparak başlamak istiyoruz.

GEÇMİŞE NASIL BAKILMALI
Geçmişi, bugün bulunulan yeri açıklamanın bir aracı olarak kullanmak yaygın bir anlayıştır. Geçmiş, bugünü aklamanın bir aracı olamaz. O, ancak kendi koşullarıyla, üzerinde yükseldiği toplumsal atmosferle birlikte ele alındığında anlam kazanır. Varılan sonuç ve geçen zamanın öğrettikleri, elbette, bu biçim değerlendirmelerin başlangıcını oluşturur. Ama, kendi koşullarından soyutlanmış geçmiş değerlendirmelerine de karşıyız. Bugünün pratiğini ve geleceğimizi belirleyecek perspektifin temellerinde, bir bütün olarak devrimci güçlerin dünya ve ülke genelinde bulundukları düzey, yaşadıkları sorunlar, tıkanıklar, bunlara vereceğimiz karşılıklar ve özelde de kendi deneylerimizden çıkaracağımız sonuçlar yatacak kısacası, geçmiş bizim için ne bir tabudur, ne de bir günah keçisi…
Varolmanın bir biçimi olarak geçmişe gizlenmek, o düzeyden bir pratiği örgütlemek, farklı bir zamanın ve ilişkilerin ifadesi olmak, böylelikle de ülkeye ve insanlarına bir şeyler verebilmekten uzaklaşan bir hareket durumuna düşmekten, bir tepkiler toplamı olmaktan kaçınmaya çalışacağız. Amacımız, pratiğimizi, nitelikli bir toplumsal direniş hareketinin oluşması yolunda bir katkıya dönüştürmek ve geçmişimizi de bu pratiği besleyecek damarlarından biri olarak almaktır.

1960'LI YILLAR VE DEVRİMCİ HAREKET
Türkiye, 1960'lı yılların ortalarından başlayan ve 70'li yıllar boyunca süren toplumsal bir kalkışmaya, devrimci bir dalgaya sahne olmuştu. Kapitalist ilişkilerin yerleşmesi ve gelişmesi süreci, yerleşik kültürü ve gelenekleri sarsıyor, ülke, eski ile yeninin, dönem boyunca, çeşitli yerlerde ve çeşitli biçimlerde çatışmalarını yaşıyordu.
Uzun zamanlar boyunca, yenilenmenin ve gelişme adına atılan adımların ülke insanlarına getirdiği, baskı, zor olmuştu. Tepeden inmeci uygulamalar, doğal ekonomik ilişkilere; küçük üreticiliğe çarpıyor, etkili olamıyordu. Zengin temellere sahip olan yerel kültür ve gelenekler kitlelere, yabancı olana ve tepeden inene karşı yeterli bir sığınak durumundaydı. Doğal ekonomik ilişkilerin hakimiyeti sürdükçe, kapitalist kültürün ve ona özgü değerlerin yerleşmesi şansı da sınırlı kalmaktaydı.
Ancak, 2. Dünya Savaşı'nı izleyen kapitalist gelişme ile gelen baskı çok daha büyük oldu. Doğal ekonomik süreçlerin parçalanmasına koşut, yerel kültürel doku ve gelenekler de çözülüyordu. İşsizleşen köylü kitlelerini kentlere doluşturan ve kentleri farklı kültürlerin ve değerlerin açık birer çatışma alanı olmaya sürükleyen bir süreçti bu. İleri kapitalist ülkelerin çok önceden en temelde yaşadıkları alt üst oluşa, daha farklı boyutlarda ve oldukça geç bir sahne oluş söz konusuydu. Bu ilişkilerin yerleşmesi ve sindirilmesi zor ve sancılı olacaktı. Toplumsal çatışma, bu atmosferde açığa çıktı.
Yani, 1960'lı yılların ortalarında başlayan toplumsal kalkışmanın ve sosyalist yükselişin nedenleri, geçmişte ve kısmen bugün varsayıldığı gibi, 61 Anayasanın yarattığı göreceli özgürlük ortamı değil, kapitalist gelişmenin neden olduğu sarsıntı ve karmaşaydı. Buna, burjuva devrimini tamamlayamamış, demokratik kazanımlarla ve geleneklerle ciddi biçimde konuşamamış bir ülkede ileri-geri çatışmasının aldığı biçim de diyebiliriz. 61 Anayasası bu sürecin yalnızca bir boyutuydu.
Dünyada sosyalizmin prestijinin yükseklerde olduğu, Küba ve Vietnam Devrimlerinin emperyalizme ve işbirlikçilerin karşı genel bir başkaldırı dalgasını başlattığı koşullarda, Türkiye'de de toplumsal muhalefetin radikalleşmesi, düzeni ve onun temsil ettiği kurumları karşısına alarak gelişmesi kaçınılmazdı. 1970'lere gelindiğinde, toplumsal muhalefet artık devrimci saflarda toparlanmaya başlamış ileri ile gerinin çatışması, devrimci güçlerle kurulu düzen güçlerinin çatışması haline gelmiştir.
1971 Hareketi, üzerinde yükseldiği bu atmosferlerden izler taşımaktaydı. Yeni olduğu için de deneyimsiz, güçsüz ve yalpalayan bir hareketti. Hareket, tek partili yıllarının TKP'sinin deneylerini, kendisini besleyen bir kanal olarak almamıştı. Eski sol, olumlu ya da olumsuz yanlarını içeren değerlendirmelerini, deneylerini yeni kuşağa aktaramamıştı. Genç devrimci kuşak, sınıflar kavgasını ve bunun içereceği zorlukları kendi kanallarını açarak hayat içinde öğrenmeye zorlanacaktır.
Ancak, bu olumsuzluklar, devrim, çalışma ve örgütlenme anlayışında temel doğruların yakalanmasını engelleyemedi. Hareketin, deneyimsizlik ve kadrolaşmanın yetersizliği yanında başlıca eksikliği ise, ideolojik seçeneklerin ve perspektifin oluşturulması sürecinde açığa çıktı. Bu, kemalizmin, devrimci hareket üzerindeki yadsınamayacak etkileriydi. 1960'lar boyunca, tek parti diktatörlüğü günlerini özleyen ve bunu kalkınmasının, gelişmesinin başlıca seçeneği olarak pazarlayan Kemalist çevreler TKP'den devşirdikleri kadrocular'ın da önemli etkisiyle sol bir söylem kullanarak, bu arada marksizme de sahip çıkarak, ideolojik bir bulanıklık yaratmış, gerçeği yeniden kurgulayarak ve bu biçimiyle empoze ederek sol çevreleri etkilemişlerdir.
Bu etkiler, THKP-C'de de görülür. Ama 12 Mart süreci ve bu sürecin dayattığı mücadele anlayışı, söz konusu etkileri de işlevsizleştirecek ve bu etkilerin toplumsal pratik içinde aşılmasının koşulları oluşacaktı. Kağıt üzerinde, özellikle ulusal sorun gibi, 1961 Hareketine yaklaşımı gibi, devrimde ittifaklar sorunu gibi konularda açığa çıkan etkiler, faşizmin baskısına karşı mücadele sürecinde aşılacaktı. Sorunun ideolojik boyutlarını çözmek ise, 1970-80 sürecini omuzlayan güçlere düşmekteydi.
1971 Hareketi, kadrolaşma, örgütlenme ve çalışma biçimi çerçevesinde ele alınabilecek yetersizliklerine bağlı olarak, örgütsel bir dağılmayla sonuçlandı. Ancak, potansiyel düzeyde bir yenilgi kesinlikle söz konusu değildi. Ülkede ilk kez insanlar, halk adına, eşitlik ve özgürlük adına, sosyalizm adına, örgütlü güç olarak harekete geçmiş, ölmeyi göze almışlardı. Silah, sokaktaki insana değil, kurulu düzenin simgelerine yönelmişti ve sokaktaki insanın gözünde baskıya ve eşitsizliği karşı bir araçtı. Bu yönüyle 1971 Hareketi, yıpranmamış ve iktidara potansiyel olarak yakın olmuş bir hareketti. Bu, THKP-C ve THKO'nun yürüttüğü 1970-72 Hareketi ile, 1975-80 sürecinde yürütülen etkinlikler arasındaki başlıca farktı. Geriye böyle bir potansiyel bırakmasının temel nedeni de bu oldu.

1975-80 SÜRECİ VE KENDİLİĞİNDENCİLİK
12 Mart süreci, örgütsel açıdan bir dağınıklık ve çözülme getirmişti, ama dönem boyunca potansiyel gelişme durmamıştı. Dünyada, sinen devrimci bir dalga vardı, ülkede ciddi bir devrimci girişim vardı. Sonraki sürece geniş bir hareket zemini ve yüksek bir prestij, bir deneyler bütünü devredilmiştir.
Sorun da bu noktada başlıyordu. Kadrolaşmanın ulaştığı düzey, yükselen potansiyeli örgütlemeye ve devrimci savaş sürecine seferber etmeye yeterli değildi. 71 Hareketi bu düzeyde bir birikimi ve örgüsel sürekliliği oluşturamadan dağılmıştı. Alınan darbenin değerlendirmesi ve bu temelde girişimlerin örgütlenmesi gibi bir sorun pek gündeme gelmedi; ya da yanlış temellerde gündeme geldi. Hareketi bekleyen büyük tehlike, kendiliğindencilik, yükselen potansiyelin altında ezilmek ve giderek boğulmaktı. Öyle de oldu. Kendiliğinden hareket, 1975-80 sürecinin başat özelliğiydi, teori çoğu kez hayatın gerisinde kaldı, olayların yönlendirmek ve yolları açmak değil, olayların gidişi ve bu temelde bir teorileşme, bir kavram kavgası ve giderek kavram fetişizmi baş gösterdi.
O yıllarda, toplumsal çatışmada stratejik öneme sahip konuların çoğu, bugün sonuçlarıyla açığa çıktığı üzere yanlış değerlendirildi ya da hiç değerlendirilmedi. Sürecin dayattığı başlıca sorunlar, Kürdistan sorunu'nun Türkiye Devrimi açısından anlamlı, CHP, MHP gibi toplumsal çatışmada önemli yerleri olan düzen örgütlerinin değerlendirilmesi, partileşme ve kadrolaşma olgularına yaklaşımlar, bu bağlamda, sonuçları ile açığa çıktığı üzere, genelde yanlış ya da yetersiz düzeylerde kaldı.
Bugün, eğer Türkiye'deki sınıflar savaşının dışında gelişen ve onu çok gerilerde bırakmış bir Kürt Ulasal Hareketi varsa, bu aynı zamanda sola çevrelerin geçmişte soruna ne düzeyde yaklaşabildiklerinin de karşılığı sayılmalıdır. Açık bir gerçek olarak, uzun yıllar istisnalar bir yana, sınıf hareketi olmak iddiasındaki örgüt ve çevrelerin olaya yaklaşımları, Misak-ı Milliyeci bir çerçeveye sıkışmış, olayın mücadele ve örgütlenme açısından içerdiği boyutlar görülmemiş, kemalizmin bu bağlamda öne çıkan etkileri aşılamamıştır. Bu durumda, Kürt Ulusal Hareketi'nin yükselişi, yalnızca karşı devrimci ideoloji ve kültüre değil, aynı zamanda sol çevrelere de kendi gerçeğini kavrama olanağı tanımıştır demek yanlış olmaz. Ancak bugün bazı sol çevrelerde örgütlenme mantığının bugün vardığı yer, genellikle, dünya çapında bir gerilemenin sürdüğü koşullarda yükselen başlıca hareket olan Kürt Hareketi'nin bu konumu karşısında ezilmek ve kompleksli hareket etmek oluyor. Bu, geçmiş Misak-ı Milliyecilikten daha az zararlı değil ve özellikle uzun vadede Kürt Hareketine katkı bir yana zarar verici özellikler taşıyor.
Geçmiş hareketin başlıca zaaflarından biri de CHP'ne yaklaşımdı. CHP, sürece hakim olan atmosferin bir sonucu olarak sol bir jargon benimsemişti ve kendini umut olarak lanse etmekteydi. Eğer, ülke sorunlarına yaklaşımındaki cehaleti ve gericiliği iyici açığa çıkmış olan Ecevit, yıllarca milyonların gözünde umut olarak kaldıysa, bunda ilerici-devrimci çevrelerin payları az değildir. CHP ve Ecevit, teşhir edilmek bir yana, ilerici-devrimci çevrelerin çoğu tarafından doğrudan ya da dolaylı biçimde desteklenmişti. Solun büyük bir bölümü için CHP, ilerici-reformist bir partiydi; birçok yerde devrimciler CHP içinde çalışıyor, gelişmesine yardımcı oluyorlardı. TKP, geleceğini açıkça bu partiye dayandırmış, programını buna göre oluşturmuştu, ancak diğer başlıca hareket ve çevreleri içeren tersi bir teşhir faaliyeti de söz konusu değildi. Varolanın benimsenmesinden başka anlam taşımayan bir bulanıklık ve kararsızlık, genelde hakimdi. Bu, düzenden yana hoşnutsuzluğu olan kitlelerin tepkisinin düzen içinde yaşatılmasına tavırsız kalmak anlamına geliyordu ve 1979 sonunda bazı çevrelerce gündeme getirilen boykotçu yaklaşım, durum değiştirmeyecek kadar geç, dolayısıyla da etkisizleşmiş bir girişim olarak kaldı.
Sivil faşist hareketle mücadele sorunu ise, 1975-80 sürecinin belki de en çarpıcı boyutunu oluşturmaktaydı. Büyük paralarla finanse edilen ve ülke çapında örgütlendirilen MHP, etnik sorunları, yerel kültürel özellikleri sömürerek kendisine azımsanmayacak bir taban yaratmıştı. MHP'nin sınıflar kavgasında, devrimci hareketi engellemeyi, yıpratmayı amaçlayan faşist bir örgüt olduğu herkes tarafından az çok saptanmıştı. Ama, bu faşist harekete karşı mücadele, teşhir ve her şeyden önce faşizmin Türkiye'deki anlamının tanımlanmasında, aynı berraklık yoktu. Devrimci hareketin dağınıklık ve kendiliğinden niteliğine eklenen bu özellik, sivil faşist hareketin kendisine biçilen rolü yerine getirmesinin başlıca nedenlerinden biriydi.
Faşistler eliyle yürütülen ve tek tek devrimcilerin öldürülmesiyle başlayıp kitlesel kurumlara kadar uzanan terör ve buna karşı savunma, silah unsurun sokağa inmesine, sokaktaki insanın zarar görmesine günlük hayatı tedirgin etmesine neden oldu. Silah, iktidar güçlerine ve kurumlarına değil, büyük ölçüde, onun sivil örgütüne yöneltiliyor, kendisini bu biçimde ifade etmeye zorlanıyordu. Dolayısıyla, düzenden hoşnutsuz kitlelerin gözünde iktidara yürüyen devrimci bir hareket olmaktan çok, sivil faşistlerle vuruşan güçler haline gelindi. Düzenin çok güçlü biçimde empoze ettiği sağ-sol çatışması söylemi yerleşti ve can güvenliği, huzur, asayişin temini talebi, bilinçaltına önemli oranda yerleşti. 1979-80 yıllarından sivil faşist hareketin geriletilmesi ve bir engel olmaktan çıkarılmaya başlanması da bu olumsuzluğu aşmaya yetmeyecek ve 12 Eylülcülerin kendilerine meşruiyet sağlama yolunda en büyük malzemeleri de, yine bu can güvenliği söylemi olacaktı.
Sivil faşist hareketin etkileri, kuşkusuz yalnızca bu düzeyde kalmadı. Dönem boyunca yürütülen pratiğin asıl hedefi olması, okullarda, mahalli birimlerde sınıflar çatışmasının devrimcilerle MHP'lilerin çatışmasına dönüşmesi, örgütlenme düzeyinin ve devrimci eylem perspektifinin de, genelde bu çerçevede MHP'ye karşı örgütlenme ve eylem düzeyinde kalmasını ya da büyük oranda bu atmosferden etkilenmesini getirdi. Bunun anlamı, hantal, siyasi polise karşı deneysiz ve hazırlıksız hareket ve örgüt mantığıydı. Dolayısıyla da, iktidar alternatifi çalışma ve yeraltı örgütü kavramlarının ayakları çoğu kez havada kaldı. Sürecin sonlarında göze çarpan olumlu gelişmeler ise yeterli olamadı.
Kısaca 1975-80 süreci, içerdiği geniş devrimci potansiyele rağmen, örgütlenme ve perspektif yanlışlıkları nedeniyle devrimci hareketi kendiliğindenliğe mahkum eden bir süreçti, dayandığı potansiyeli toparlayıp savaşa mevzilendirecek kadrolaşmadan yoksundu. Bu olgunluk düzeyine ulaşıp olanak sağlanamadan faşist terörle çatışmaların neden olduğu kargaşa ve bulanıklık, devrimci hareketi de en temelde etkiledi.
Hareket 12 Eylül'e bu dağınıklığı ve kendiliğindenliği aşamadan ve oldukça yıpranmış olarak geldi. Sol potansiyeli faşizme karşı seferber edecek bir dinamizm ve örgütlenme zaten yoktu. Daha önceki güç görüntüsü, bu kez, yenilgiyi daha da ağırlaştıran psikolojik bir boyut haline geldi.
12 Eylül süreci boyunca hakim olan durgunluk, faşizmin empoze ettiği kültürü tartışmasız biçimde etkili kıldı. Bireycilik adına, bireyi kendini var eden değerlerden uzaklaştıran içini boşaltan, alışkanlıklarını yaşamaya zorlayan, bir yaşam kültürüydü bu ve devrimci güçleri var eden zemini daralttı.
Çağdaş sosyalist deneyin dünya çapında yaşadığı sarsıntı, yeniden toparlama ve gelişme çabalarına inen ikinci darbe oldu. Bugün bulunduğumuz yer budur.
Süreci hala sıcak yapan politik ortamı canlı tutan Kürdistan gerçeği kuşkusuz önemlidir. Ve Kürt Ulusal Hareketinin, ülkede yıllardır başlıca muhalefet gücü olduğunu kabul etmek gerek.
Dahası bu soruna yaklaşım, artık, insanları mevzilendiren başlıca ölçülerden biri haline gelmiştir. Nedir ki, şu gerçeği saptamakta yarar var. Bugün bir kürdü ulusal hakları için harekete geçirebilirsiniz; ama sokaktaki işsiz insanı özellikle Romanya, Bulgaristan tarzı olumsuz örneklerin de etkileriyle, sosyalizmin gerekleri için, harekete geçiremezsiniz. Devrimci hareket, bu en zorlu dönemlerini yaşıyor.
İnsanları çekilecek onca acıya, özveriye rağmen örgüte ajite edecek bir hareket mantığı oluşturma ve bir söylem geliştirme sorununuz var. Öncellikle bunu saptayalım. Yani öncellikle, kendi gerçeğimizle yüz yüze gelecek cesaretimiz olmalı.

NEDEN GEÇ KALDIK
Gelelim, bu genel tablo içinde yerimizi değerlendirmeye, kendi özel sürecimizi gözden geçirmeye ve yapabileceğimiz çıkarımlara, bizi geciktiren, hayatın gerisinde bırakan nedenlere…
Evet, geç kaldık, bunu biliyoruz ve istediğimiz, hayata yetişmek, giderek önünde yer almak ve bunu birlikte, diğer devrimci demokrasi güçleriyle yan yana gerçekleştirebilmektir.
Biz, 1975 yılında bir irade olarak harekete geçerken, eksenimizde 1971 hareketinin sahip olduğu perspektif vardı. Kısaca özetleyecek olursak, geçmişi kadrosuzluk ve deneyim eksikliği nedeniyle baş gösteren bir geçici yenilgi olarak görüyorduk. Ancak, merkezi işlerliğin çözülmesine rağmen, ortada partiyi var eden ve devrimci savaşı sürdürmeye yeterli ideolojik alt yapı ve geniş bir potansiyel vardı. Sorun bu ideoloji önderliğinde savaşı başlatmak, merkezi işlerliği oluşturmak ve devrimci potansiyeli bu potada toparlamaktı.
Bu sorunun çözümüne ise, bir süreç sorunu olarak bakıyorduk. Parti bizim için, hiçbir zaman idealize edilmiş bir örgüt modeli olmadı ve partileşme süreci teorisine her zaman karşı çıktık. Partileşme süreci, bizim için partinin ideolojik iskeletinin, parti hiyerarşisinin ve kadrolaşmanın oluşturulmasını içeren bir anlam taşıyordu. Ortada toz kondurulmayan bir ideolojik iskelet varken, olaya bir süreç sorunu olarak yaklaşılması yanlıştı. Sorun çekirdek hareket ve onun inisiyatifinde bir kadrolaşma ile sürece, kendiliğindenliğe müdahale edebilme sorunuydu.
Partileşme süreci adına ikame edilen ve ölçüleri, sınırları, kapsamı, ilkeleri bulanık kalan, hiçbir zaman netleştirilmeyen, giderek idealize edilmiş bir parti arayışına dönüşen ya da bu biçimde yanlış bir bilinç oluşmasına neden olan anlayışla bu bağlamda uzlaşmadık. Bu hiçbir zaman tamamlanamayacak bir süreçti ve o hareketin yeraltına çekilmesinin, dinamizm kazanmasının önünde büyük engeldi.
Birim sorunun ise, oluşturduğumuz çekirdeğe rağmen, sürece, yeterli politik müdahale gerçekleştirmemek, müdahaleyi bu çapta, süreci dönüştürücü nitelikte bir kadrolaşmayı ve her şeyden önce de kendimizi ifade etmeyi başaramamak oldu.
Devrimci savaş, hayatın çeşitli alanlarında sağlıklı bir çalışmayı ve yeterliliği gerektirir. Kararlılık, tek başına bir şey ifade etmez. Önemli olan, bu kararlılığı tamamlayacak adımların atılması, çeşitli alanlarda başlangıçta yetersiz olursa da çalışmaların örgütlenmesi, her şeyden önce de bu perspektife uygun bir kadrolaşma çalışmasını kotarmaktı.
Bu da kitlelere gitmek, onlar içinde bir kadro çalışmasını temel almayı gerektirmekteydi.
Bizim yaptığımız ise, (hiçbir zaman teori düzeyinde savunmamamıza rağmen,) dönemin on binlere, yüz binlere ifade edilen potansiyeliyle yeterli biçimde buluşmak ve sahip olduğumuz perspektifi ifade edecek çabaları örgütleyememekti.
Daha 1975-80 sürecinde birçok alanda atıl kalmıştık. Örneğin kendimizi ideolojik düzeyde ifade etmek ve çeşitli yayınlarla tabanla buluşmak sorununa sağlıklı bir çözüm kazandıramadık. Bunlar, o dönemin koşulları içinde özel önem kazanan sorunlardı ve özellikle örgütlenme açısından yeri büyüktü. Yine, öğrenci gençlik içinde ve Anadolu'nun birçok bölgesinde, bu arada Kürdistan'da, devrimci potansiyelin yüksek olduğu birçok alanda, yalnızca bilinen, ama uzak bir ad olarak kaldık. Bu da kitleden kopuk ve sekter bir görüntü anlamına geliyordu.
Bu hareket, özellikle silahlı mücadele anlayışının yerleşmesi, şehir gerillacılığının gelişmesi ve dinamik bir savaşçı çekirdeğin oluşturulması açılarından, ülkeye ve sol harekete birçok şey kazandırdı ve önemli bir deney oldu. Militanlarımız, yıllarca bulundukları alanlarda faşizme karşı direnişin saflarında yer aldılar. İşkence ve terör yıllarında kayıplarımız oldu, ama tercihli insanlarımız sahip oldukları değerleri yükseklerde tutmayı bildi ve savaşçı niteliğin gereğinin ve dayanacağı varlık koşulunun sekterizm ve Ortodoks bir örgüt ve hareket mantığı olamayacağını kavrayarak hareket etti.
Ama aynı zamanda bu hareket, kendi gerçeğini bir özeleştiriden geçirmeyi de amaçladı. Devrimci savaş sürecinde ayakta kalabilmenin, birlikte hareketten geçeceğine inandı. Biliyoruz ki kararlılık ve militan ruh, ancak bir yere kadar yeterli olabilir. Önemli olan her zaman içimizde kalması gereken devrimci romantizmimize, kolektif bir dayanışma anlayışını eklemek ve bunların da ötesinde, mücadele alanlarında gerektiği biçimde yer alabilmektir. Eksiklikler, yetersizlikler, ancak alanlarda yer alacak, çalışarak aşılabilir ve olgun bir düzey ancak böyle yakalanabilir. Evet, geç kaldık, gerilerde kaldık. Çünkü geçmişimiz, hareketimize süreklilik kazandıracak bir kadrolaşmayı içerememiştir.
Geç kaldık çünkü, yeterli bir kadrolaşmanın oturacağı zemine, sağlam kitle bağlarına sahip olamadık. Geç kaldık çünkü, bizleri kitleyle, devrimci potansiyelle buluşturacak organlarımız, ekonomik-demokratik ve ideolojik alanlarda yeterli bir çalışmamız yoktu.
Eğer bu gecikmeyi aşmak, bu durgunluktan, bu gerilemeden kurtulmak istiyorsak, kendimizi organize etmek ve harekete geçmekten başka yapacak şey yoktur. Bu hareketten yana tercihli insanlara düşen toparlanma çalışmalarına omuz vermekten başka ne olabilir. Hayat tartışmasız biçimde safları oluşturmaktadır…

 

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19