Barikat, yeni bir dergi ve bu yönüyle de yeni bir
adımdır. Ama dayandığı bir temel, bir çevre ve her şeyden
önce de bir gelenek var; yaklaşık onyedi yıldır Türkiye
Sol Hareketi içinde kendisine yer bulmuş, tanınmış ve
geçen yıllar boyunca, çeşitli iniş çıkışlarına, o hala
geçerli olan durgunluğuna ve sorunlarına rağmen bugünlere
uzanabilmiş bir gelenek…
Devrimci savaş süreci ölçüleriyle, belli, çok uzun bir
süre değil bu. Ama, kısa da sayılmaz. Geçmişimize ve
hiç kuşkusuz yaşanılan onca deneye, göze alınan onca
özveriye ve zorluğa rağmen, bugün bulunduğumuz yerin
elbette farkındayız. Açıktır ki, söylememiz gerekenler,
geçmişimize nasıl baktığımız sorusuna vermemiz gereken
karşılıklar olmalıdır. Yaşadığımız açık gecikmenin sağlam
karşılıklarını bulmadıkça, geleceğimiz, geçmişimizin
kaba, başarısız tekrarı olmaktan öteye gidemeyecektir.
Barikatın ilerleyen sayılarında, bu konulara, geçmiş
değerlendirmelerine sık sık rastlanılacak. Yine de genel
çizgileriyle bir değerlendirme yaparak başlamak istiyoruz.
GEÇMİŞE NASIL BAKILMALI
Geçmişi, bugün bulunulan yeri açıklamanın bir aracı
olarak kullanmak yaygın bir anlayıştır. Geçmiş, bugünü
aklamanın bir aracı olamaz. O, ancak kendi koşullarıyla,
üzerinde yükseldiği toplumsal atmosferle birlikte ele
alındığında anlam kazanır. Varılan sonuç ve geçen zamanın
öğrettikleri, elbette, bu biçim değerlendirmelerin başlangıcını
oluşturur. Ama, kendi koşullarından soyutlanmış geçmiş
değerlendirmelerine de karşıyız. Bugünün pratiğini ve
geleceğimizi belirleyecek perspektifin temellerinde,
bir bütün olarak devrimci güçlerin dünya ve ülke genelinde
bulundukları düzey, yaşadıkları sorunlar, tıkanıklar,
bunlara vereceğimiz karşılıklar ve özelde de kendi deneylerimizden
çıkaracağımız sonuçlar yatacak kısacası, geçmiş bizim
için ne bir tabudur, ne de bir günah keçisi…
Varolmanın bir biçimi olarak geçmişe gizlenmek, o düzeyden
bir pratiği örgütlemek, farklı bir zamanın ve ilişkilerin
ifadesi olmak, böylelikle de ülkeye ve insanlarına bir
şeyler verebilmekten uzaklaşan bir hareket durumuna
düşmekten, bir tepkiler toplamı olmaktan kaçınmaya çalışacağız.
Amacımız, pratiğimizi, nitelikli bir toplumsal direniş
hareketinin oluşması yolunda bir katkıya dönüştürmek
ve geçmişimizi de bu pratiği besleyecek damarlarından
biri olarak almaktır.
1960'LI YILLAR VE DEVRİMCİ HAREKET
Türkiye, 1960'lı yılların ortalarından başlayan ve 70'li
yıllar boyunca süren toplumsal bir kalkışmaya, devrimci
bir dalgaya sahne olmuştu. Kapitalist ilişkilerin yerleşmesi
ve gelişmesi süreci, yerleşik kültürü ve gelenekleri
sarsıyor, ülke, eski ile yeninin, dönem boyunca, çeşitli
yerlerde ve çeşitli biçimlerde çatışmalarını yaşıyordu.
Uzun zamanlar boyunca, yenilenmenin ve gelişme adına
atılan adımların ülke insanlarına getirdiği, baskı,
zor olmuştu. Tepeden inmeci uygulamalar, doğal ekonomik
ilişkilere; küçük üreticiliğe çarpıyor, etkili olamıyordu.
Zengin temellere sahip olan yerel kültür ve gelenekler
kitlelere, yabancı olana ve tepeden inene karşı yeterli
bir sığınak durumundaydı. Doğal ekonomik ilişkilerin
hakimiyeti sürdükçe, kapitalist kültürün ve ona özgü
değerlerin yerleşmesi şansı da sınırlı kalmaktaydı.
Ancak, 2. Dünya Savaşı'nı izleyen kapitalist gelişme
ile gelen baskı çok daha büyük oldu. Doğal ekonomik
süreçlerin parçalanmasına koşut, yerel kültürel doku
ve gelenekler de çözülüyordu. İşsizleşen köylü kitlelerini
kentlere doluşturan ve kentleri farklı kültürlerin ve
değerlerin açık birer çatışma alanı olmaya sürükleyen
bir süreçti bu. İleri kapitalist ülkelerin çok önceden
en temelde yaşadıkları alt üst oluşa, daha farklı boyutlarda
ve oldukça geç bir sahne oluş söz konusuydu. Bu ilişkilerin
yerleşmesi ve sindirilmesi zor ve sancılı olacaktı.
Toplumsal çatışma, bu atmosferde açığa çıktı.
Yani, 1960'lı yılların ortalarında başlayan toplumsal
kalkışmanın ve sosyalist yükselişin nedenleri, geçmişte
ve kısmen bugün varsayıldığı gibi, 61 Anayasanın yarattığı
göreceli özgürlük ortamı değil, kapitalist gelişmenin
neden olduğu sarsıntı ve karmaşaydı. Buna, burjuva devrimini
tamamlayamamış, demokratik kazanımlarla ve geleneklerle
ciddi biçimde konuşamamış bir ülkede ileri-geri çatışmasının
aldığı biçim de diyebiliriz. 61 Anayasası bu sürecin
yalnızca bir boyutuydu.
Dünyada sosyalizmin prestijinin yükseklerde olduğu,
Küba ve Vietnam Devrimlerinin emperyalizme ve işbirlikçilerin
karşı genel bir başkaldırı dalgasını başlattığı koşullarda,
Türkiye'de de toplumsal muhalefetin radikalleşmesi,
düzeni ve onun temsil ettiği kurumları karşısına alarak
gelişmesi kaçınılmazdı. 1970'lere gelindiğinde, toplumsal
muhalefet artık devrimci saflarda toparlanmaya başlamış
ileri ile gerinin çatışması, devrimci güçlerle kurulu
düzen güçlerinin çatışması haline gelmiştir.
1971 Hareketi, üzerinde yükseldiği bu atmosferlerden
izler taşımaktaydı. Yeni olduğu için de deneyimsiz,
güçsüz ve yalpalayan bir hareketti. Hareket, tek partili
yıllarının TKP'sinin deneylerini, kendisini besleyen
bir kanal olarak almamıştı. Eski sol, olumlu ya da olumsuz
yanlarını içeren değerlendirmelerini, deneylerini yeni
kuşağa aktaramamıştı. Genç devrimci kuşak, sınıflar
kavgasını ve bunun içereceği zorlukları kendi kanallarını
açarak hayat içinde öğrenmeye zorlanacaktır.
Ancak, bu olumsuzluklar, devrim, çalışma ve örgütlenme
anlayışında temel doğruların yakalanmasını engelleyemedi.
Hareketin, deneyimsizlik ve kadrolaşmanın yetersizliği
yanında başlıca eksikliği ise, ideolojik seçeneklerin
ve perspektifin oluşturulması sürecinde açığa çıktı.
Bu, kemalizmin, devrimci hareket üzerindeki yadsınamayacak
etkileriydi. 1960'lar boyunca, tek parti diktatörlüğü
günlerini özleyen ve bunu kalkınmasının, gelişmesinin
başlıca seçeneği olarak pazarlayan Kemalist çevreler
TKP'den devşirdikleri kadrocular'ın da önemli etkisiyle
sol bir söylem kullanarak, bu arada marksizme de sahip
çıkarak, ideolojik bir bulanıklık yaratmış, gerçeği
yeniden kurgulayarak ve bu biçimiyle empoze ederek sol
çevreleri etkilemişlerdir.
Bu etkiler, THKP-C'de de görülür. Ama 12 Mart süreci
ve bu sürecin dayattığı mücadele anlayışı, söz konusu
etkileri de işlevsizleştirecek ve bu etkilerin toplumsal
pratik içinde aşılmasının koşulları oluşacaktı. Kağıt
üzerinde, özellikle ulusal sorun gibi, 1961 Hareketine
yaklaşımı gibi, devrimde ittifaklar sorunu gibi konularda
açığa çıkan etkiler, faşizmin baskısına karşı mücadele
sürecinde aşılacaktı. Sorunun ideolojik boyutlarını
çözmek ise, 1970-80 sürecini omuzlayan güçlere düşmekteydi.
1971 Hareketi, kadrolaşma, örgütlenme ve çalışma biçimi
çerçevesinde ele alınabilecek yetersizliklerine bağlı
olarak, örgütsel bir dağılmayla sonuçlandı. Ancak, potansiyel
düzeyde bir yenilgi kesinlikle söz konusu değildi. Ülkede
ilk kez insanlar, halk adına, eşitlik ve özgürlük adına,
sosyalizm adına, örgütlü güç olarak harekete geçmiş,
ölmeyi göze almışlardı. Silah, sokaktaki insana değil,
kurulu düzenin simgelerine yönelmişti ve sokaktaki insanın
gözünde baskıya ve eşitsizliği karşı bir araçtı. Bu
yönüyle 1971 Hareketi, yıpranmamış ve iktidara potansiyel
olarak yakın olmuş bir hareketti. Bu, THKP-C ve THKO'nun
yürüttüğü 1970-72 Hareketi ile, 1975-80 sürecinde yürütülen
etkinlikler arasındaki başlıca farktı. Geriye böyle
bir potansiyel bırakmasının temel nedeni de bu oldu.
1975-80 SÜRECİ VE KENDİLİĞİNDENCİLİK
12 Mart süreci, örgütsel açıdan bir dağınıklık ve çözülme
getirmişti, ama dönem boyunca potansiyel gelişme durmamıştı.
Dünyada, sinen devrimci bir dalga vardı, ülkede ciddi
bir devrimci girişim vardı. Sonraki sürece geniş bir
hareket zemini ve yüksek bir prestij, bir deneyler bütünü
devredilmiştir.
Sorun da bu noktada başlıyordu. Kadrolaşmanın ulaştığı
düzey, yükselen potansiyeli örgütlemeye ve devrimci
savaş sürecine seferber etmeye yeterli değildi. 71 Hareketi
bu düzeyde bir birikimi ve örgüsel sürekliliği oluşturamadan
dağılmıştı. Alınan darbenin değerlendirmesi ve bu temelde
girişimlerin örgütlenmesi gibi bir sorun pek gündeme
gelmedi; ya da yanlış temellerde gündeme geldi. Hareketi
bekleyen büyük tehlike, kendiliğindencilik, yükselen
potansiyelin altında ezilmek ve giderek boğulmaktı.
Öyle de oldu. Kendiliğinden hareket, 1975-80 sürecinin
başat özelliğiydi, teori çoğu kez hayatın gerisinde
kaldı, olayların yönlendirmek ve yolları açmak değil,
olayların gidişi ve bu temelde bir teorileşme, bir kavram
kavgası ve giderek kavram fetişizmi baş gösterdi.
O yıllarda, toplumsal çatışmada stratejik öneme sahip
konuların çoğu, bugün sonuçlarıyla açığa çıktığı üzere
yanlış değerlendirildi ya da hiç değerlendirilmedi.
Sürecin dayattığı başlıca sorunlar, Kürdistan sorunu'nun
Türkiye Devrimi açısından anlamlı, CHP, MHP gibi toplumsal
çatışmada önemli yerleri olan düzen örgütlerinin değerlendirilmesi,
partileşme ve kadrolaşma olgularına yaklaşımlar, bu
bağlamda, sonuçları ile açığa çıktığı üzere, genelde
yanlış ya da yetersiz düzeylerde kaldı.
Bugün, eğer Türkiye'deki sınıflar savaşının dışında
gelişen ve onu çok gerilerde bırakmış bir Kürt Ulasal
Hareketi varsa, bu aynı zamanda sola çevrelerin geçmişte
soruna ne düzeyde yaklaşabildiklerinin de karşılığı
sayılmalıdır. Açık bir gerçek olarak, uzun yıllar istisnalar
bir yana, sınıf hareketi olmak iddiasındaki örgüt ve
çevrelerin olaya yaklaşımları, Misak-ı Milliyeci bir
çerçeveye sıkışmış, olayın mücadele ve örgütlenme açısından
içerdiği boyutlar görülmemiş, kemalizmin bu bağlamda
öne çıkan etkileri aşılamamıştır. Bu durumda, Kürt Ulusal
Hareketi'nin yükselişi, yalnızca karşı devrimci ideoloji
ve kültüre değil, aynı zamanda sol çevrelere de kendi
gerçeğini kavrama olanağı tanımıştır demek yanlış olmaz.
Ancak bugün bazı sol çevrelerde örgütlenme mantığının
bugün vardığı yer, genellikle, dünya çapında bir gerilemenin
sürdüğü koşullarda yükselen başlıca hareket olan Kürt
Hareketi'nin bu konumu karşısında ezilmek ve kompleksli
hareket etmek oluyor. Bu, geçmiş Misak-ı Milliyecilikten
daha az zararlı değil ve özellikle uzun vadede Kürt
Hareketine katkı bir yana zarar verici özellikler taşıyor.
Geçmiş hareketin başlıca zaaflarından biri de CHP'ne
yaklaşımdı. CHP, sürece hakim olan atmosferin bir sonucu
olarak sol bir jargon benimsemişti ve kendini umut olarak
lanse etmekteydi. Eğer, ülke sorunlarına yaklaşımındaki
cehaleti ve gericiliği iyici açığa çıkmış olan Ecevit,
yıllarca milyonların gözünde umut olarak kaldıysa, bunda
ilerici-devrimci çevrelerin payları az değildir. CHP
ve Ecevit, teşhir edilmek bir yana, ilerici-devrimci
çevrelerin çoğu tarafından doğrudan ya da dolaylı biçimde
desteklenmişti. Solun büyük bir bölümü için CHP, ilerici-reformist
bir partiydi; birçok yerde devrimciler CHP içinde çalışıyor,
gelişmesine yardımcı oluyorlardı. TKP, geleceğini açıkça
bu partiye dayandırmış, programını buna göre oluşturmuştu,
ancak diğer başlıca hareket ve çevreleri içeren tersi
bir teşhir faaliyeti de söz konusu değildi. Varolanın
benimsenmesinden başka anlam taşımayan bir bulanıklık
ve kararsızlık, genelde hakimdi. Bu, düzenden yana hoşnutsuzluğu
olan kitlelerin tepkisinin düzen içinde yaşatılmasına
tavırsız kalmak anlamına geliyordu ve 1979 sonunda bazı
çevrelerce gündeme getirilen boykotçu yaklaşım, durum
değiştirmeyecek kadar geç, dolayısıyla da etkisizleşmiş
bir girişim olarak kaldı.
Sivil faşist hareketle mücadele sorunu ise, 1975-80
sürecinin belki de en çarpıcı boyutunu oluşturmaktaydı.
Büyük paralarla finanse edilen ve ülke çapında örgütlendirilen
MHP, etnik sorunları, yerel kültürel özellikleri sömürerek
kendisine azımsanmayacak bir taban yaratmıştı. MHP'nin
sınıflar kavgasında, devrimci hareketi engellemeyi,
yıpratmayı amaçlayan faşist bir örgüt olduğu herkes
tarafından az çok saptanmıştı. Ama, bu faşist harekete
karşı mücadele, teşhir ve her şeyden önce faşizmin Türkiye'deki
anlamının tanımlanmasında, aynı berraklık yoktu. Devrimci
hareketin dağınıklık ve kendiliğinden niteliğine eklenen
bu özellik, sivil faşist hareketin kendisine biçilen
rolü yerine getirmesinin başlıca nedenlerinden biriydi.
Faşistler eliyle yürütülen ve tek tek devrimcilerin
öldürülmesiyle başlayıp kitlesel kurumlara kadar uzanan
terör ve buna karşı savunma, silah unsurun sokağa inmesine,
sokaktaki insanın zarar görmesine günlük hayatı tedirgin
etmesine neden oldu. Silah, iktidar güçlerine ve kurumlarına
değil, büyük ölçüde, onun sivil örgütüne yöneltiliyor,
kendisini bu biçimde ifade etmeye zorlanıyordu. Dolayısıyla,
düzenden hoşnutsuz kitlelerin gözünde iktidara yürüyen
devrimci bir hareket olmaktan çok, sivil faşistlerle
vuruşan güçler haline gelindi. Düzenin çok güçlü biçimde
empoze ettiği sağ-sol çatışması söylemi yerleşti ve
can güvenliği, huzur, asayişin temini talebi, bilinçaltına
önemli oranda yerleşti. 1979-80 yıllarından sivil faşist
hareketin geriletilmesi ve bir engel olmaktan çıkarılmaya
başlanması da bu olumsuzluğu aşmaya yetmeyecek ve 12
Eylülcülerin kendilerine meşruiyet sağlama yolunda en
büyük malzemeleri de, yine bu can güvenliği söylemi
olacaktı.
Sivil faşist hareketin etkileri, kuşkusuz yalnızca bu
düzeyde kalmadı. Dönem boyunca yürütülen pratiğin asıl
hedefi olması, okullarda, mahalli birimlerde sınıflar
çatışmasının devrimcilerle MHP'lilerin çatışmasına dönüşmesi,
örgütlenme düzeyinin ve devrimci eylem perspektifinin
de, genelde bu çerçevede MHP'ye karşı örgütlenme ve
eylem düzeyinde kalmasını ya da büyük oranda bu atmosferden
etkilenmesini getirdi. Bunun anlamı, hantal, siyasi
polise karşı deneysiz ve hazırlıksız hareket ve örgüt
mantığıydı. Dolayısıyla da, iktidar alternatifi çalışma
ve yeraltı örgütü kavramlarının ayakları çoğu kez havada
kaldı. Sürecin sonlarında göze çarpan olumlu gelişmeler
ise yeterli olamadı.
Kısaca 1975-80 süreci, içerdiği geniş devrimci potansiyele
rağmen, örgütlenme ve perspektif yanlışlıkları nedeniyle
devrimci hareketi kendiliğindenliğe mahkum eden bir
süreçti, dayandığı potansiyeli toparlayıp savaşa mevzilendirecek
kadrolaşmadan yoksundu. Bu olgunluk düzeyine ulaşıp
olanak sağlanamadan faşist terörle çatışmaların neden
olduğu kargaşa ve bulanıklık, devrimci hareketi de en
temelde etkiledi.
Hareket 12 Eylül'e bu dağınıklığı ve kendiliğindenliği
aşamadan ve oldukça yıpranmış olarak geldi. Sol potansiyeli
faşizme karşı seferber edecek bir dinamizm ve örgütlenme
zaten yoktu. Daha önceki güç görüntüsü, bu kez, yenilgiyi
daha da ağırlaştıran psikolojik bir boyut haline geldi.
12 Eylül süreci boyunca hakim olan durgunluk, faşizmin
empoze ettiği kültürü tartışmasız biçimde etkili kıldı.
Bireycilik adına, bireyi kendini var eden değerlerden
uzaklaştıran içini boşaltan, alışkanlıklarını yaşamaya
zorlayan, bir yaşam kültürüydü bu ve devrimci güçleri
var eden zemini daralttı.
Çağdaş sosyalist deneyin dünya çapında yaşadığı sarsıntı,
yeniden toparlama ve gelişme çabalarına inen ikinci
darbe oldu. Bugün bulunduğumuz yer budur.
Süreci hala sıcak yapan politik ortamı canlı tutan Kürdistan
gerçeği kuşkusuz önemlidir. Ve Kürt Ulusal Hareketinin,
ülkede yıllardır başlıca muhalefet gücü olduğunu kabul
etmek gerek.
Dahası bu soruna yaklaşım, artık, insanları mevzilendiren
başlıca ölçülerden biri haline gelmiştir. Nedir ki,
şu gerçeği saptamakta yarar var. Bugün bir kürdü ulusal
hakları için harekete geçirebilirsiniz; ama sokaktaki
işsiz insanı özellikle Romanya, Bulgaristan tarzı olumsuz
örneklerin de etkileriyle, sosyalizmin gerekleri için,
harekete geçiremezsiniz. Devrimci hareket, bu en zorlu
dönemlerini yaşıyor.
İnsanları çekilecek onca acıya, özveriye rağmen örgüte
ajite edecek bir hareket mantığı oluşturma ve bir söylem
geliştirme sorununuz var. Öncellikle bunu saptayalım.
Yani öncellikle, kendi gerçeğimizle yüz yüze gelecek
cesaretimiz olmalı.
NEDEN GEÇ KALDIK
Gelelim, bu genel tablo içinde yerimizi değerlendirmeye,
kendi özel sürecimizi gözden geçirmeye ve yapabileceğimiz
çıkarımlara, bizi geciktiren, hayatın gerisinde bırakan
nedenlere…
Evet, geç kaldık, bunu biliyoruz ve istediğimiz, hayata
yetişmek, giderek önünde yer almak ve bunu birlikte,
diğer devrimci demokrasi güçleriyle yan yana gerçekleştirebilmektir.
Biz, 1975 yılında bir irade olarak harekete geçerken,
eksenimizde 1971 hareketinin sahip olduğu perspektif
vardı. Kısaca özetleyecek olursak, geçmişi kadrosuzluk
ve deneyim eksikliği nedeniyle baş gösteren bir geçici
yenilgi olarak görüyorduk. Ancak, merkezi işlerliğin
çözülmesine rağmen, ortada partiyi var eden ve devrimci
savaşı sürdürmeye yeterli ideolojik alt yapı ve geniş
bir potansiyel vardı. Sorun bu ideoloji önderliğinde
savaşı başlatmak, merkezi işlerliği oluşturmak ve devrimci
potansiyeli bu potada toparlamaktı.
Bu sorunun çözümüne ise, bir süreç sorunu olarak bakıyorduk.
Parti bizim için, hiçbir zaman idealize edilmiş bir
örgüt modeli olmadı ve partileşme süreci teorisine her
zaman karşı çıktık. Partileşme süreci, bizim için partinin
ideolojik iskeletinin, parti hiyerarşisinin ve kadrolaşmanın
oluşturulmasını içeren bir anlam taşıyordu. Ortada toz
kondurulmayan bir ideolojik iskelet varken, olaya bir
süreç sorunu olarak yaklaşılması yanlıştı. Sorun çekirdek
hareket ve onun inisiyatifinde bir kadrolaşma ile sürece,
kendiliğindenliğe müdahale edebilme sorunuydu.
Partileşme süreci adına ikame edilen ve ölçüleri, sınırları,
kapsamı, ilkeleri bulanık kalan, hiçbir zaman netleştirilmeyen,
giderek idealize edilmiş bir parti arayışına dönüşen
ya da bu biçimde yanlış bir bilinç oluşmasına neden
olan anlayışla bu bağlamda uzlaşmadık. Bu hiçbir zaman
tamamlanamayacak bir süreçti ve o hareketin yeraltına
çekilmesinin, dinamizm kazanmasının önünde büyük engeldi.
Birim sorunun ise, oluşturduğumuz çekirdeğe rağmen,
sürece, yeterli politik müdahale gerçekleştirmemek,
müdahaleyi bu çapta, süreci dönüştürücü nitelikte bir
kadrolaşmayı ve her şeyden önce de kendimizi ifade etmeyi
başaramamak oldu.
Devrimci savaş, hayatın çeşitli alanlarında sağlıklı
bir çalışmayı ve yeterliliği gerektirir. Kararlılık,
tek başına bir şey ifade etmez. Önemli olan, bu kararlılığı
tamamlayacak adımların atılması, çeşitli alanlarda başlangıçta
yetersiz olursa da çalışmaların örgütlenmesi, her şeyden
önce de bu perspektife uygun bir kadrolaşma çalışmasını
kotarmaktı.
Bu da kitlelere gitmek, onlar içinde bir kadro çalışmasını
temel almayı gerektirmekteydi.
Bizim yaptığımız ise, (hiçbir zaman teori düzeyinde
savunmamamıza rağmen,) dönemin on binlere, yüz binlere
ifade edilen potansiyeliyle yeterli biçimde buluşmak
ve sahip olduğumuz perspektifi ifade edecek çabaları
örgütleyememekti.
Daha 1975-80 sürecinde birçok alanda atıl kalmıştık.
Örneğin kendimizi ideolojik düzeyde ifade etmek ve çeşitli
yayınlarla tabanla buluşmak sorununa sağlıklı bir çözüm
kazandıramadık. Bunlar, o dönemin koşulları içinde özel
önem kazanan sorunlardı ve özellikle örgütlenme açısından
yeri büyüktü. Yine, öğrenci gençlik içinde ve Anadolu'nun
birçok bölgesinde, bu arada Kürdistan'da, devrimci potansiyelin
yüksek olduğu birçok alanda, yalnızca bilinen, ama uzak
bir ad olarak kaldık. Bu da kitleden kopuk ve sekter
bir görüntü anlamına geliyordu.
Bu hareket, özellikle silahlı mücadele anlayışının yerleşmesi,
şehir gerillacılığının gelişmesi ve dinamik bir savaşçı
çekirdeğin oluşturulması açılarından, ülkeye ve sol
harekete birçok şey kazandırdı ve önemli bir deney oldu.
Militanlarımız, yıllarca bulundukları alanlarda faşizme
karşı direnişin saflarında yer aldılar. İşkence ve terör
yıllarında kayıplarımız oldu, ama tercihli insanlarımız
sahip oldukları değerleri yükseklerde tutmayı bildi
ve savaşçı niteliğin gereğinin ve dayanacağı varlık
koşulunun sekterizm ve Ortodoks bir örgüt ve hareket
mantığı olamayacağını kavrayarak hareket etti.
Ama aynı zamanda bu hareket, kendi gerçeğini bir özeleştiriden
geçirmeyi de amaçladı. Devrimci savaş sürecinde ayakta
kalabilmenin, birlikte hareketten geçeceğine inandı.
Biliyoruz ki kararlılık ve militan ruh, ancak bir yere
kadar yeterli olabilir. Önemli olan her zaman içimizde
kalması gereken devrimci romantizmimize, kolektif bir
dayanışma anlayışını eklemek ve bunların da ötesinde,
mücadele alanlarında gerektiği biçimde yer alabilmektir.
Eksiklikler, yetersizlikler, ancak alanlarda yer alacak,
çalışarak aşılabilir ve olgun bir düzey ancak böyle
yakalanabilir. Evet, geç kaldık, gerilerde kaldık. Çünkü
geçmişimiz, hareketimize süreklilik kazandıracak bir
kadrolaşmayı içerememiştir.
Geç kaldık çünkü, yeterli bir kadrolaşmanın oturacağı
zemine, sağlam kitle bağlarına sahip olamadık. Geç kaldık
çünkü, bizleri kitleyle, devrimci potansiyelle buluşturacak
organlarımız, ekonomik-demokratik ve ideolojik alanlarda
yeterli bir çalışmamız yoktu.
Eğer bu gecikmeyi aşmak, bu durgunluktan, bu gerilemeden
kurtulmak istiyorsak, kendimizi organize etmek ve harekete
geçmekten başka yapacak şey yoktur. Bu hareketten yana
tercihli insanlara düşen toparlanma çalışmalarına omuz
vermekten başka ne olabilir. Hayat tartışmasız biçimde
safları oluşturmaktadır…
|