Bir süredir Türkiye'de bir şey oluyor. Henüz filizlenme
halinde olduğu ve büyük kentlerden çok taşra illerinde
yaşandığı için şimdilik ayrıntıları pek fark edilemiyor
ya da önemsenmiyor ama gerçekten çok ilginç şeyler oluyor
Türkiye'de.
Örneğin Kürdistan'daki 'özel savaş'ta ölen asker ve
subayların cenaze törenleri bir süredir pek garipleşti,
yeni adetler, alışkanlıklar belirmeye başladı. Aslında,
eskiden de törenler yapılır, devletin o ildeki, ilçedeki
temsilcileri "vatan uğruna şehit düşen hemşehrileri"
için heyecanlı konuşmalar yaparlar, "kanın yerde
kalmayacağını" gürültü ile ilan ederlerdi. Ve genelde,
az ya da çok topluluklar olurdu bu törenlerde. Ve az
ya da çok bir öfke dozu sezilirdi. Kuşkusuz, özellikle
eş dost ve aileler açısından düşünüldüğünde acıdan kaynaklanan
bu öfkeyi anlamak da çok zor değildi. Nihayetinde, ölüm
insanları çok etkileyen bir olaydır ve oğullarını, arkadaşlarını
böyle anlamsız bir savaşta, anlamsız bir şekilde yitirmiş
olanların, bu kıyıma yol açanlara değil de, o andaki
çok somut duruma tepki göstermeleri anlaşılabilir bir
şeydir. Gerçekte olay sıradan insanın yüzlerce yıldan
akıp gelen "asker ocağı" ve "şehitlik"
teamülüne de aykırıdır; "Yemen", "Galiçya"
gibi dışsal olgulardan farklı, daha zor kavranabilir
bir olgudur. Ve bunun, sokaktaki insanın ilk tepkisini
kısmen arttırması çok fazla garipsenmeyebilir. Çünkü
öte yandan, son dönemde askerliğin bizzat kendisini
de nitelik değiştirmiş, "asker ocağı", patates
soyulup çavuştan tokat yiyip yatılan bir yer olmaktan
çıkarak, "ölünebilen" bir yer olmuştur.
Ama son dönemde sanki bir şeyler değişiyor gibi. O öfkeli
homurdanma daha çok politik renkler kazanıyor, kalabalıklar
çoğalıp salt ölümün acısıyla izah edilemeyecek sesler
çıkarmaya başlıyor, tören yapılırken kışkırtıcı bildiriler
dağıtılıyor, MÇP ve diğer sağ partilerin temsilcileri
ortalıkta boy gösteriyor, bir Kürt düşmanlığı havası
estiriliyor. Özellikle Orta Anadolu'nun sağ seçmen ağırlıklı
kentlerinde iş bazen çığırından çıkıyor. Ulusal direnişçilere
karşı ciddi ciddi oluşturulan kitlesel and içmeler gözleniyor.
Tekbir sesleri arasında devlet ricalinin de hoşnutlukla
izlediği cihat çağrıları yapılıyor, klasik "Ermeni-Kürt"
formülü kışkırtmayı güçlendirici bir faktör olarak kullanıyor.
Daha sonra Meclis açılışında bir ZANA-DİCLE olayı yaşanıyor.
İki insan kürsüye çıkıp insanları özüne karşı sahtekarlığa
zorlayan bir yemin biçimini aşmayı deniyor. Ve gazeteler
ayağa kalkıyor ertesi gün, adeta bu "Milli facia"
konusunda en kışkırtıcı başlığı kim atacak yarışması
yapılıyor. Hepsi de halkın "infial"inden sözediyor,
hepsi de ZANA-DİCLE ikilisini "bir kaşık suda boğmaya"
hazır. Binlerce vatandaş "adına" konuşuyor.
İnsanca, şu ucuz kabadayıların "tutmayın beni…"
deyimini anımsatan yaygaracı tavır gözleniyor.
Aynı şey, daha sonra HEP kongresi vesilesiyle yeniden
yaşanıyor. Yeniden bir kışkırtıcı dalga geliyor. Mesut
Yılmaz gibileri, "korkarız ki böyle giderse karşılıklı
tepki oluşur" türünden laflarla kaygısını bildirir
görünürken gerçekte niyetini ortaya koyuyor. Hedef mümkün
olduğunca ulusal direnişçiler üzerinde daraltılmak istense
de, deşilen yaranın ne kadar irin akıtacağı, böyle bir
şovenist histerinin sonradan dizginlenip dizginlenmeyeceği
tabii bilinemiyor. Lambadan dışarı çıkarılan cinin daha
sonra yerine pek girmediği bir dizi olguda kanıtlandı
şimdiye dek.
Gerçi koalisyon liderleri tabana yaydıkları bu histeriden
biraz farklı olarak -Kürdistan sorununda bir teslimiyet
uzlaşmasını uzun vadede belki mümkün gördükleri için-
daha "ağırbaşlı" olmaya çalışıyorlar ama öte
yandan DGM çalışıyor, öte yandan fırtına koparılıyor.
Daha doğrusu fırtına, hizadan çıkanları "halkın
tepkisi" umacısıyla yola getirmek için koparılıyor
ve kullanılıyor.
Ama sonuçta, her ne olursa olsun bir Kürt düşmanlığı-Türk
şovenizmi kabarması alttan filizlendirilmiş oluyor ve
zaten böyle bir zemin de aslında var. Çünkü altta kendini
pek politik söylemle ifade etmeyen, daha çok günlük
olaylar vesilesiyle gün ışığına çıkan bir şovenist birikim
var. Belki arsa anlaşmazlıkları, belki mahalli çekişmeler
vb. düzeyinde uçlar veriyor bu birikim. Ekonomik sıkıntıları
içinde boğulmuş sıradan vatandaşlar arasında "kuracaklarsa
kursunlar devletlerini" diye başlayan ve böylece
büyük kentlerde bir alanı boşalması umudunu barındıran
konuşmalar sık sık duyuluyor.. vb. vb..
Şunu kavramak gerekli: Bunlar, çok sıradan, her zamanki
şeyler değil. Yeni olanı fark etmek gerekiyor. Dolayısıyla,
ezen ulus şovenizmine karşı mücadele her zamanki görevimizdir,
deyip geçmemek, farklı olanı anlamaya çalışmak, her
zamanki görevin bugün nasıl daha yakıcı hale geldiğini
düşünmek gerekiyor.
SARSINTI, UYANIŞ VE TEK AYAKLA YÜRÜMEK
Bu anlama çabasına artık herkesin kabullendiği bir olguyu,
gerillanın Kürt insanında yarattığı sarsıntıyı zikrederek
başlamak gerekli. Çünkü işin gerçek kaynağı orada yatıyor.
80'lerin ortasında başlayıp bugün intifadaları organize
edebilecek hale gelen gerilla, Kürt insanında büyük
altüst oluşlar yaratmış, onu kendi kimliğiyle, daha
doğrusu kimliksizliğiyle yüzleşmeye zorlamıştır. Kim
ne derse desin, tarihte ilk kez Kürt sorununu dünya
ölçüsünde gündeme sokulmuştur. Bir Kürt uyanışı süreci
yaşanmıştır. Çok uzunca bir süredir kendisinin ayrı
bir ulus olduğu gerçeğinden bile uzaklaşmış, benliğini
yitirip uyuşturulmuş olan Kürt insanı, bugün kendi ayaklarının
üzerine dikilme sürecindedir. Hatta -ulusal hareketin
doğasının bir sonucu olarak- bu uyanış, çok yoksul olmayan,
pratikte düzenle az çok uyumlu görünen Kürt sınıf ve
tabakalarına dek yayılmış, genel bir karakter kazanmıştır.
Ve tabii bu siyasal etki, sonuçta bir yayılma da göstermiş,
uzun süredir batıda yaşayan Kürt ailelerini de kendi
alanı içine almıştır. Ulusal hareketin önderliği hiçbir
özel örgütsel-propagandif çaba göstermese bile bu genel
havanın her yana yayılması kaçınılmazdı. Devlet tarafından
gerillayı desteksiz bırakmak için son dönemde zorla
bölgeden göç ettirilen unsurlar zaten böyle bir uyanışın
kaynağından geldikleri için çok canlı olmaları doğaldır.
Ama daha önemlisi, uzun süredir batıda belli bir asimilasyona,
kimlik erozyonuna uğramış, kendini artık yaşadığı kentlerin
insanı gibi hissetmeye başlamış unsurlarda da genç kuşaklar
itibarıyla bir uyanış gözlemlenmektedir. İradi-örgütsel
faaliyetle gerçekleştirilen, gerillaya katılımlara dek
uzanan etki işin yalnızca bir yönüdür. Daha da derinde,
kendini her zaman politik söylemle ifade etmeyen yaygın
bir sarsıntı ve isyancı ruh gelişmektedir. Kentlerin
kıyısına sıkıştırılmış, geçimlik işlere "takılan"
genç insanlar gerçekte sınıfsal olması gereken tepkilerini
ulusal kimlikleri bazında yoğunlaştırmakta; üstelik,
batıdaki devrimci alternatiflerin politikaları ve emme
kapasiteleri itibariyle yaşadıkları gerileyiş bir çok
şeyi boşlukta bırakmaktadır.
Sonuç olarak; çok yanlış anlaşılabilir bir söz söylemeyi
göze alıp, şunu saptamak gerekiyor: Kürtler bugün "hak
etmiş" oldukları bir şovenizm dalgası ile karşı
karşıyadırlar! Köleliği belli ölçüde içselleştirmiş
olan Kürt, şimdiye dek kendisine karşı saldırgan bir
şovenizmi böyle açık biçimde hak etmiyordu. Şovenizm
ve sömürgeci zihniyeti hep varolmuş olsada, çıplak bir
"Kürt düşmanlığı", faşist enformasyon odaklarında
geçmişte en azından çok rasyonel bulunmuyordu. Daha
doğrusu, faşist kışkırtma merkezleri, dışa yönelik şovenist
söylemlerini, Sovyet-Yunan-Yahudi-Ermeni imgelerine
yoğunlaştırıyor, zaten "Türk boyundan" olan
(!) Kürtlere saldırmayı (açıkça saldırmayı) Kürdistan'daki
politik faaliyetleri açısından da sakıncalı buluyordu.
Devletin içindeki kontr-enformasyon merkezleri ve faşist
hareket (daha doğrusu TC'nin bizzat kendisi) ezen ulus
şovenizmini her zaman iliklerine dek sindirmiş olsalar
da, geçmişte isyan eden Kürt mevcut olmadığı için, durduk
yerde dalga başlatmayı gerekli görmüyorlardı. Ama yaşanan
süreçte, işin çığırından çıkması ve bölgede, hatta batıdaki
Kürt mahallelerinde bile burjuva partilerinin kötürümleşmesi
artık her şeyi mubah kılan kapıları açıyor. Bölgeyi,
yasal TC politizasyonu içine çekme imkanları daraldıkça
-ki koalisyon henüz bunu umut ediyor ve gezilerde şirinlik
numaraları yapıyor. Demirel bile üç renkli mendillere
katlanabiliyor -ipin ucunun kaçması, şovenist kampanyanın
canlanması beklenmelidir. Tabii ki, hedefin PKK ile
daraltılması hep arzu edilecektir. Ama PKK'nın (malum
olduğu üzere) pek "dar" olmaması, kampanyayı
da dar kalmaktan alı koyuyor, Kürt ulusunun bütünü üzerine
yöneliyor.
"KÜRDEN RAUS!" YA DA EKMEĞİN KÜÇÜLMESİNİN
KÖTÜLÜKLERİ
Tabii her şey bundan ibaret değil. Başka çelişkiler
de var.
Yeni-sömürge ekonomisi çarpık bir ekonomi. Feodal ilişkileri
tedrici olarak çözüp pazar ilişkilerini her köşeye yayıyor.
Bunu yaparken de kırda büyük mülkiyet toplulaşmalarına,
verimsizliklere yol açıyor. Binlerce ve binlerce insan
sürekli olarak kır tarafından fırlatılıp atılıyor ya
da yara atılıyor. "Taşı toprağı altın" olduğu
rivayet edilen kentlere yığılıyor bu insanlar. Oysa
emperyalizmle bütünleşerek hızla tekelleşmiş olan kapitalist
yapı kendi premature yapısından ötürü bu yığılmayı emebilecek
kapasiteye sahip değil, hele bugün hiç sahip değil.
Kırların itme gücü ile kentlerin emme gücü arasında
bu korkunç bir orantısızlık sözkonusu. Ama yine de onca
insan geliyor ve kendine sofrada bir yer açmaya çabalıyor.
İşin sırrı aslında yine kapitalist yapının çarpıklığında
yatmaktadır. Emperyalizme bağımlı olarak, normal iç
dinamiğiyle bir seyir izlemeden kolaylıklar vs. yoluyla
tekelleşen yapı, zorunlu olarak geniş boş alanlar bırakıyor.
Yan ürünlerde olsun esas ürünler çevresinde olsun geniş
-ama giderek de daralan- boşluklar oluşuyor. Ve ortaya
"marjinal işler" denen garip bir sektör çıkıyor.
Buna kentlerin, çarpık kentleşmenin yarattığı akla hayale
gelmedik yüzlerce geçimlik iş türü ve çok önemli bir
unsur olan şişirilmiş hizmet sektörü ekleniyor ve milyonlarca
insan böylece ekonominin "kıyısında" bir yerde
yaşam sürdürüyor. Üstelik böylece geldiği ortama göre
-düzene yedeklenmeyi de güçlendiren- bir standart yükselmesi
yaşıyor insanlar. Zamanla, dün marjinal iş olan yerleşiyor,
dün gecekondunun en dış çemberi olan daha içerilerde
kalıyor, yerleşik bir nüfus ortaya çıkıyor. Kırla bağlar
tam kopmuyor ve öte yandan gelen insan belli akrabalık
hemşerilik vb. bağlarının içine geliyor.
Ama bir yandan da durum gitgide kötüleşiyor. Düzenin
imkanları zayıflıyor ve kötüleşme bir kez başlayınca
doğal olarak ilk önce bunu "ekonominin kıyısında"
duranlar hissediyor. Kırın ve genel olarak düzenin nefes
boruları tıkanıyor, durum yerleşikleşip ara sınıflara
katılanları bile boğabilecek hale getiriyor.
Doğaldır ki Kürt, batıdaki mahallesinde bir aktivite
gösteriyor. Her göçmen unsur gibi hırslı oluyor. Belki
%1'i işini tutturuyor ama büyük çoğunluğu ekmeğini kentlerin
mucize gerektiren sektörlerinden çıkarıyor. Batılı göçmenlere
ya da kent nüfusuna göre daha sağlam feodal aile bağları
olduğu için sektörlere eklemlenmesi mümkün oluyor.
İşler kötüleşiyor, kriz derinleşiyor ve Kürt uyanışı
da tam bu döneme denk düşüyor. Aynı döneme devrimci
hareketin uluslararası ve ülkesel boyuttaki zafiyeti,
dolayısıyla da şovenizme set çekecek sol fren mekanizmalarının
eksikliği tekabül edince, ekmeği küçülen insanların
ekmeği küçültenlerle değil, kendi aralarında kavga etmelerinin
zemini oluşmuş oluyor. Özellikle ara sınıfların, küçük
insanların (devrimci alternatifin yokluğu koşullarında)
sofralarından eksilen her dilim sonrası milliyetçiliğe
sarılmaları çok kanıtlanmış bir olgudur. Erime duygusu
ve kendi koruma ihtiyacı önce kişisel düzeyde rekabeti,
sonra da ekmeğin paylaşımında "fazladan ortak"
saydıkları gruplara karşı grup rekabetini sürükler getirir.
En azından bu mümkündür. Ve çok ilginç olan, karmaşık
olan şu; sıradan vatandaşı -zaten somut sınıfsal çıkarları
anlamında ona bir şey sağlamayan- Kürdistan'ın ne olduğu
ne olacağı çok fazla ilgilendirmiyor. Daha doğrusu kendi
önündeki somut ekmek onu en çok ilgilendiriyor. Ve belki
de MÇP'nin taşra kentlerindeki güçlenişinde bu "varolanı
muhafaza" duygusunun etkisini aramak gerekir.
Öte yandan yine aynı göçmen hırsıyla -ve işsizliğin
çaresizliğiyle- kentlerdeki ihale-mafya işlerine, her
türden yasadışı gelir işlerine Kürt nüfusun daha fazla
girmiş olması yukarıdaki çelişmeyi derinleştirmektir.
Aslında bu faktörün çelişmeyi maddi olarak derinleştirmekten
çok, Kürt nüfusa tepki duymaya yanılsamalı bir "zemin"
yaratması önemlidir.
Ve nihayet, kentlerdeki Kürtlerin kimlik sarsıntısı
da bir başka faktördür. Batıdaki genç Kürt kuşağında
politik söylemle kendini ifade etmeyen ama politik rotasını
bulamamış bir saldırganlık ve içe kapanıklık biçiminde
tezahür edebilen bir davranış tarzı da vardır. Bir yandan
uyanışın genel havasıyla, bir yandan itilmişliğin-ezilmişliğin
(-arabeskvari-) bilinçsiz tepkisiyle beslenen bu davranış
tarzı büyük kent yaşamını daha da karmaşıklaştırmakta
ve karşılıklı tepkilere yol açmaktadır.
VARSAYIMLAR, OLASILIKLAR
Böyle bir tehlikeli durumun ve o duruma uygun zeminlerin
(en azından potansiyel olarak) varlığı gerçekse de,
durumun nasıl gelişeceğini kestirebilmek pek kolay değil.
Çünkü olay, büyük ölçüde devrimci iradenin genel sürece
ne orada ve hangi zamanlamayla müdahale edebileceğine
bağlıdır. Devrimci iradenin, mevcut sürece müdahale
etmek, kendi yalıtılmışlığını yeni bir söylem ve tarz
yoluyla kırmak gibi bir sorunu var ve o, bunu başardığı
oranda her tür tepkiyi yönelmesi gereken yere, düzene
yöneltmeye başlayacak, sorunun önemli bölümünü çözümlemiş
olacaktır.
Ama, gereken müdahalenin yapılmaması sonuçlar doğurabilir.
Örneğin, bu türden olayların son dönemdeki genel "Türk
atılımı" ile denk düşmesi, eriyen Sovyet Birliği
sonucu "Türk Birliği" hayallerinin yeniden
belirmesi, doğal olarak ırkçı-faşist harekete uygun
bir bataklık zemini sağlamaktadır. 20 milletvekiline
karşın henüz bir saldırı gücü olarak tercih edilmediği
anlaşılan MÇP'nin böylece yeniden militarizayonu belki
bir olasılıktır, yaşanması da beklenmemeli. Ama örneğin
"profesyonel ordu içerisine işsiz kopuk takımı
ile birlikte faşist unsurları da doldurulmasıyla yeni
türden bir militarist gücün yaratılması ve giderek bu
gücün bölge dışında da "icraat"lara yönelmesi
ya da denetimden çıkıp özerkleşmesi mümkündür. Mevcut
kontr-gerilla yapısının böylece genişletilerek yarı-sivil
bir hal alması olasılıklardan biridir. Zaten hali hazırda
bölgede bulunan güçlerde klasik "asker ocağı"
eğitiminin yerini yoğun ideolojik eğitim almış durumdadır.
Bu durum genişletilebilir ve nihayet yarı-sivil yapısıyla
taşradaki sağcı seçmen kitlelerin de provoke edebilen
(örneğin Kürt semtlerine ve HEP'e saldırılar biçiminde)
yeni türden yapılanmalara varılabilir.
Öte yandan, bazı şeylerin mevcut koalisyonu yıpratmak
için muhalefet partileri tarafından provoke edilmesi
fakat sonradan ipin ucunun elden kaçması da mümkündür.
Önceleri, "halkın infiali" umacısıyla HEP'li
hükümeti geri bastırmayı amaçlasa da sonra giderek kemikleşen
şövenist militarizasyon yaşanabilir.
Ve nihayet, bizzat koalisyonun bölgede yaptığı ve yapacağı
gaddarlığa bir onay olarak şovenist dalgayı kışkırtması
mümkündür. "Milletin yoğun tepkisi" (!) bir
avantaj olarak kullanılmak istenebilir.
Her halükarda ortada müdahale edilmezse rizikolar yaratabilecek
bir durum vardır.
SOL'UN DURUMU NEDİR?
Müdahale denince akla devrimci alternatifler geliyor
tabii ve o acı gerçeği yeniden hissediyoruz.
Yukarı özetlediğimiz süreç '70'li yıllarda yaşanmış
olsaydı, o dönemin bütün sağlıksızlığına karşın, yine
de olumsuzluğa karşı bazı fren mekanizmalarının işlerliği
olurdu. Oysa bugün devrimci irade, burada uzun boylu
değinmeyeceğimiz bir dizi nedenden ötürü zaaf içerisindedir
ve sürece (şimdilik) müdahale edemiyor olması sorunu
ağırlaştırmaktadır. Ancak yüksek düzeyde bir politizasyon
ile frenlenebilecek şövenist gelişme bu politizasyonu
gerçekleştirecek iradeyi de göreve çağırmaktadır.
Solun diğer bölümlerinde ise durum tümüyle ümitsizdir.
Örneğin, bir talihsizlik eseri -boşluk ortamında- sol
genel toplamı içinde sayılan büyük bir küçük-burjuva
entelektüel kesim (hatta çok aklı başında sanılan adamlar
bile) kendi üsluplarınca şovenizmi ululamayı sürdürüyorlar
bugün. Tam bir "kıytırık İstanbul Efendisi"
tavrıyla, "yorganını yükleyip gelen" ve "güzelim
kentleri mahveden" "kıro"lara karşı nefretleriyle
bu adamlar çok ciddi bir kesimdir. "Ah Beyoğlu
vah Beyoğlu" sızlanmalarının arkasında olsun, son
dönemde yaygınlaşan "zonta", "maganda"
nitelemelerinin arkasında olsun (hatta çok ilginçtir.
Kürtçe de "arkadaş" anlamına gelen "keko"
sözcüğü bile bugün belli çevrelerde hakaret anlamında
kullanılmaktadır.) Çok derin bir kavram kullanmayı göze
alarak "kent şovenizmi" diyebileceğimiz garip
bir horgörü çıkmıştır ortaya. Kuşkusuz toplumsal yaşam
dışı olumsuz insan davranışlarını yılışık bir "halkımız
neylerse güzel eyler" edebiyatıyla olumlamak da
doğru değil. Ama insanımıza tiksinti duyan, onu dönüştürmek
yerine salt aşağılamayı seçen ukalalığı benimsemek de
hiç mümkün değil. Genel olarak bu böyle ve özellikle
de doğal olarak Kürt insanını hedef alan yönüyle konu
çok daha önemli.
Bir diğer yanda ise, "ulusların kaderlerini tayin
hakkı"nı cansiperane savunduğunu söyleyen, ama
savaşın "maalesef" sert gelişen seyrinden
rahatsız olan kesim var. Bu kesim Kürt halkını pek sevmiyor.
Ama sızlanmayı da seviyor. Poşu takmayı pek; poşu takanları
o kadar sevmiyor. Üç renkli bayrağı pek sevmiyor; ZANA'nın
onu saçına iliştirmesini aşırı buluyor…
Bu kesim, öncelikler sorununu bir türlü kavrayamıyor.
Önce halkın oyu ile gelmiş insana şovenist bir metnin
okutulmasına karşı çıkmak gerektiğini; sonra ZANA-DİCLE'nin
davranışları üzerine her ne eleştiri varsa yapılabileceğini
kavrayamıyor. Önce ayrılma hakkı için çok net tutum
almak gerektiğini, sonra bu amaç için savaşan güçleri
şu ya da bu açıdan eleştirmenin mümkün olduğunu; önce
Türkiye'deki hareketi ayağa kaldırmak gerektiğini, sonra
başkalarına trafik polisliği yapabileceğini kavrayamıyor.
Ve en önemlisi, "böyle uç davranışların" Türk
halkında şovenizmi uyandırdığını" söyleyip sızlanan
bu kesim, hiç oylara bakmıyor. Kendi görevlerini yapmamasından
doğan bir durumu kendisine dışsallaştırarak ele almayı
yeğliyor.
Ve böylece, sonuçta pratik güçsüzlükten ötürü bir sonuca
da yol açmayan bir mızmızlanmadır sürüp gidiyor.
AKINTIYA KARŞI YÜZÜLEBİLİR…
Bugünkü durumda devrimcilere düşen görevi, BARİKAT'ın
bu sayısındaki bir yazıda "iradenin korkunç derecede
önem kazandığı günlerde yaşıyoruz" diye genel planda
özetlemiştik.
Önümüzdeki özgül sorunda da aşağı yukarı aynı şey geçerli.
Devrimci hareket sürece bir çözücü irade olarak müdahale
etmek, kitleselliğin yollarını bulmak zorundadır. Ancak
böylece her türden provakasyonu etkisiz kılacak bir
maddi güç konumuna gelebilecektir.
Ama bu gerçeğin saplanması şunu gözden kaçırmamıza neden
olmamalıdır: Devrimciler, ister örgütlü olsunlar, ister
tek tek, her durumda ve her koşulda şovenizmin karşısında
net tutum alırlar. Devrimcilik, esasen akıntıya karşı
(haydi adını koyalım: Resmi ideolojiye karşı) yüzmektir.
Bu kimliği terk etmenin, çok zor da olsa bu cesareti
göstermenin haklı bir gerekçesi yoktur, olamaz. Bunu
yapmak bir yere tapınmak değildir, çevremizdeki her
olguya eleştirel yaklaşmaktan vazgeçmek değildir. Bu,
görevimiz ve kimliğimizdir, bizi biz yapan, insan yapan
şeydir.
Doğrudur; akıntıya karşı yüzmek zordur.
Ama, 1914'te savaş konusunda "red" oyu verirken
Liebknech'in işi de zordu. Hem de çok zordu.
NESİMİ'yi anımsamadan geçemiyor insan: "Ben melanet
hırkasını kendim giydim kime ne?"
"Ar-ı namus şişesini taşa çaldım kime ne?"
Doğru budur işte. Ve kim ki, bir doğru iş işlerken dönüp
geriye "başkaları ne yapıyor, yalnız mı kaldım"
diye bakar, onun doğru eylemi çok şey yitirir değerinden.
Yapılması gereken, zor da olsa her zaman akıntıya karşı
yüzmektir.
Akıntıya karşı yüzülebilir, yüzülmeli.
Ama sorulmalı da bir yandan: Hep biz mi yüzeceğiz akıntıya
karşı?
Akıntı nasıl değişecek?
İşte bu sorulmalı. Hep sorulmalı.
|