Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 

Bir süredir Türkiye'de bir şey oluyor. Henüz filizlenme halinde olduğu ve büyük kentlerden çok taşra illerinde yaşandığı için şimdilik ayrıntıları pek fark edilemiyor ya da önemsenmiyor ama gerçekten çok ilginç şeyler oluyor Türkiye'de.
Örneğin Kürdistan'daki 'özel savaş'ta ölen asker ve subayların cenaze törenleri bir süredir pek garipleşti, yeni adetler, alışkanlıklar belirmeye başladı. Aslında, eskiden de törenler yapılır, devletin o ildeki, ilçedeki temsilcileri "vatan uğruna şehit düşen hemşehrileri" için heyecanlı konuşmalar yaparlar, "kanın yerde kalmayacağını" gürültü ile ilan ederlerdi. Ve genelde, az ya da çok topluluklar olurdu bu törenlerde. Ve az ya da çok bir öfke dozu sezilirdi. Kuşkusuz, özellikle eş dost ve aileler açısından düşünüldüğünde acıdan kaynaklanan bu öfkeyi anlamak da çok zor değildi. Nihayetinde, ölüm insanları çok etkileyen bir olaydır ve oğullarını, arkadaşlarını böyle anlamsız bir savaşta, anlamsız bir şekilde yitirmiş olanların, bu kıyıma yol açanlara değil de, o andaki çok somut duruma tepki göstermeleri anlaşılabilir bir şeydir. Gerçekte olay sıradan insanın yüzlerce yıldan akıp gelen "asker ocağı" ve "şehitlik" teamülüne de aykırıdır; "Yemen", "Galiçya" gibi dışsal olgulardan farklı, daha zor kavranabilir bir olgudur. Ve bunun, sokaktaki insanın ilk tepkisini kısmen arttırması çok fazla garipsenmeyebilir. Çünkü öte yandan, son dönemde askerliğin bizzat kendisini de nitelik değiştirmiş, "asker ocağı", patates soyulup çavuştan tokat yiyip yatılan bir yer olmaktan çıkarak, "ölünebilen" bir yer olmuştur.
Ama son dönemde sanki bir şeyler değişiyor gibi. O öfkeli homurdanma daha çok politik renkler kazanıyor, kalabalıklar çoğalıp salt ölümün acısıyla izah edilemeyecek sesler çıkarmaya başlıyor, tören yapılırken kışkırtıcı bildiriler dağıtılıyor, MÇP ve diğer sağ partilerin temsilcileri ortalıkta boy gösteriyor, bir Kürt düşmanlığı havası estiriliyor. Özellikle Orta Anadolu'nun sağ seçmen ağırlıklı kentlerinde iş bazen çığırından çıkıyor. Ulusal direnişçilere karşı ciddi ciddi oluşturulan kitlesel and içmeler gözleniyor. Tekbir sesleri arasında devlet ricalinin de hoşnutlukla izlediği cihat çağrıları yapılıyor, klasik "Ermeni-Kürt" formülü kışkırtmayı güçlendirici bir faktör olarak kullanıyor.
Daha sonra Meclis açılışında bir ZANA-DİCLE olayı yaşanıyor. İki insan kürsüye çıkıp insanları özüne karşı sahtekarlığa zorlayan bir yemin biçimini aşmayı deniyor. Ve gazeteler ayağa kalkıyor ertesi gün, adeta bu "Milli facia" konusunda en kışkırtıcı başlığı kim atacak yarışması yapılıyor. Hepsi de halkın "infial"inden sözediyor, hepsi de ZANA-DİCLE ikilisini "bir kaşık suda boğmaya" hazır. Binlerce vatandaş "adına" konuşuyor. İnsanca, şu ucuz kabadayıların "tutmayın beni…" deyimini anımsatan yaygaracı tavır gözleniyor.
Aynı şey, daha sonra HEP kongresi vesilesiyle yeniden yaşanıyor. Yeniden bir kışkırtıcı dalga geliyor. Mesut Yılmaz gibileri, "korkarız ki böyle giderse karşılıklı tepki oluşur" türünden laflarla kaygısını bildirir görünürken gerçekte niyetini ortaya koyuyor. Hedef mümkün olduğunca ulusal direnişçiler üzerinde daraltılmak istense de, deşilen yaranın ne kadar irin akıtacağı, böyle bir şovenist histerinin sonradan dizginlenip dizginlenmeyeceği tabii bilinemiyor. Lambadan dışarı çıkarılan cinin daha sonra yerine pek girmediği bir dizi olguda kanıtlandı şimdiye dek.
Gerçi koalisyon liderleri tabana yaydıkları bu histeriden biraz farklı olarak -Kürdistan sorununda bir teslimiyet uzlaşmasını uzun vadede belki mümkün gördükleri için- daha "ağırbaşlı" olmaya çalışıyorlar ama öte yandan DGM çalışıyor, öte yandan fırtına koparılıyor. Daha doğrusu fırtına, hizadan çıkanları "halkın tepkisi" umacısıyla yola getirmek için koparılıyor ve kullanılıyor.
Ama sonuçta, her ne olursa olsun bir Kürt düşmanlığı-Türk şovenizmi kabarması alttan filizlendirilmiş oluyor ve zaten böyle bir zemin de aslında var. Çünkü altta kendini pek politik söylemle ifade etmeyen, daha çok günlük olaylar vesilesiyle gün ışığına çıkan bir şovenist birikim var. Belki arsa anlaşmazlıkları, belki mahalli çekişmeler vb. düzeyinde uçlar veriyor bu birikim. Ekonomik sıkıntıları içinde boğulmuş sıradan vatandaşlar arasında "kuracaklarsa kursunlar devletlerini" diye başlayan ve böylece büyük kentlerde bir alanı boşalması umudunu barındıran konuşmalar sık sık duyuluyor.. vb. vb..
Şunu kavramak gerekli: Bunlar, çok sıradan, her zamanki şeyler değil. Yeni olanı fark etmek gerekiyor. Dolayısıyla, ezen ulus şovenizmine karşı mücadele her zamanki görevimizdir, deyip geçmemek, farklı olanı anlamaya çalışmak, her zamanki görevin bugün nasıl daha yakıcı hale geldiğini düşünmek gerekiyor.

SARSINTI, UYANIŞ VE TEK AYAKLA YÜRÜMEK
Bu anlama çabasına artık herkesin kabullendiği bir olguyu, gerillanın Kürt insanında yarattığı sarsıntıyı zikrederek başlamak gerekli. Çünkü işin gerçek kaynağı orada yatıyor. 80'lerin ortasında başlayıp bugün intifadaları organize edebilecek hale gelen gerilla, Kürt insanında büyük altüst oluşlar yaratmış, onu kendi kimliğiyle, daha doğrusu kimliksizliğiyle yüzleşmeye zorlamıştır. Kim ne derse desin, tarihte ilk kez Kürt sorununu dünya ölçüsünde gündeme sokulmuştur. Bir Kürt uyanışı süreci yaşanmıştır. Çok uzunca bir süredir kendisinin ayrı bir ulus olduğu gerçeğinden bile uzaklaşmış, benliğini yitirip uyuşturulmuş olan Kürt insanı, bugün kendi ayaklarının üzerine dikilme sürecindedir. Hatta -ulusal hareketin doğasının bir sonucu olarak- bu uyanış, çok yoksul olmayan, pratikte düzenle az çok uyumlu görünen Kürt sınıf ve tabakalarına dek yayılmış, genel bir karakter kazanmıştır.
Ve tabii bu siyasal etki, sonuçta bir yayılma da göstermiş, uzun süredir batıda yaşayan Kürt ailelerini de kendi alanı içine almıştır. Ulusal hareketin önderliği hiçbir özel örgütsel-propagandif çaba göstermese bile bu genel havanın her yana yayılması kaçınılmazdı. Devlet tarafından gerillayı desteksiz bırakmak için son dönemde zorla bölgeden göç ettirilen unsurlar zaten böyle bir uyanışın kaynağından geldikleri için çok canlı olmaları doğaldır. Ama daha önemlisi, uzun süredir batıda belli bir asimilasyona, kimlik erozyonuna uğramış, kendini artık yaşadığı kentlerin insanı gibi hissetmeye başlamış unsurlarda da genç kuşaklar itibarıyla bir uyanış gözlemlenmektedir. İradi-örgütsel faaliyetle gerçekleştirilen, gerillaya katılımlara dek uzanan etki işin yalnızca bir yönüdür. Daha da derinde, kendini her zaman politik söylemle ifade etmeyen yaygın bir sarsıntı ve isyancı ruh gelişmektedir. Kentlerin kıyısına sıkıştırılmış, geçimlik işlere "takılan" genç insanlar gerçekte sınıfsal olması gereken tepkilerini ulusal kimlikleri bazında yoğunlaştırmakta; üstelik, batıdaki devrimci alternatiflerin politikaları ve emme kapasiteleri itibariyle yaşadıkları gerileyiş bir çok şeyi boşlukta bırakmaktadır.
Sonuç olarak; çok yanlış anlaşılabilir bir söz söylemeyi göze alıp, şunu saptamak gerekiyor: Kürtler bugün "hak etmiş" oldukları bir şovenizm dalgası ile karşı karşıyadırlar! Köleliği belli ölçüde içselleştirmiş olan Kürt, şimdiye dek kendisine karşı saldırgan bir şovenizmi böyle açık biçimde hak etmiyordu. Şovenizm ve sömürgeci zihniyeti hep varolmuş olsada, çıplak bir "Kürt düşmanlığı", faşist enformasyon odaklarında geçmişte en azından çok rasyonel bulunmuyordu. Daha doğrusu, faşist kışkırtma merkezleri, dışa yönelik şovenist söylemlerini, Sovyet-Yunan-Yahudi-Ermeni imgelerine yoğunlaştırıyor, zaten "Türk boyundan" olan (!) Kürtlere saldırmayı (açıkça saldırmayı) Kürdistan'daki politik faaliyetleri açısından da sakıncalı buluyordu. Devletin içindeki kontr-enformasyon merkezleri ve faşist hareket (daha doğrusu TC'nin bizzat kendisi) ezen ulus şovenizmini her zaman iliklerine dek sindirmiş olsalar da, geçmişte isyan eden Kürt mevcut olmadığı için, durduk yerde dalga başlatmayı gerekli görmüyorlardı. Ama yaşanan süreçte, işin çığırından çıkması ve bölgede, hatta batıdaki Kürt mahallelerinde bile burjuva partilerinin kötürümleşmesi artık her şeyi mubah kılan kapıları açıyor. Bölgeyi, yasal TC politizasyonu içine çekme imkanları daraldıkça -ki koalisyon henüz bunu umut ediyor ve gezilerde şirinlik numaraları yapıyor. Demirel bile üç renkli mendillere katlanabiliyor -ipin ucunun kaçması, şovenist kampanyanın canlanması beklenmelidir. Tabii ki, hedefin PKK ile daraltılması hep arzu edilecektir. Ama PKK'nın (malum olduğu üzere) pek "dar" olmaması, kampanyayı da dar kalmaktan alı koyuyor, Kürt ulusunun bütünü üzerine yöneliyor.

"KÜRDEN RAUS!" YA DA EKMEĞİN KÜÇÜLMESİNİN KÖTÜLÜKLERİ

Tabii her şey bundan ibaret değil. Başka çelişkiler de var.
Yeni-sömürge ekonomisi çarpık bir ekonomi. Feodal ilişkileri tedrici olarak çözüp pazar ilişkilerini her köşeye yayıyor. Bunu yaparken de kırda büyük mülkiyet toplulaşmalarına, verimsizliklere yol açıyor. Binlerce ve binlerce insan sürekli olarak kır tarafından fırlatılıp atılıyor ya da yara atılıyor. "Taşı toprağı altın" olduğu rivayet edilen kentlere yığılıyor bu insanlar. Oysa emperyalizmle bütünleşerek hızla tekelleşmiş olan kapitalist yapı kendi premature yapısından ötürü bu yığılmayı emebilecek kapasiteye sahip değil, hele bugün hiç sahip değil. Kırların itme gücü ile kentlerin emme gücü arasında bu korkunç bir orantısızlık sözkonusu. Ama yine de onca insan geliyor ve kendine sofrada bir yer açmaya çabalıyor. İşin sırrı aslında yine kapitalist yapının çarpıklığında yatmaktadır. Emperyalizme bağımlı olarak, normal iç dinamiğiyle bir seyir izlemeden kolaylıklar vs. yoluyla tekelleşen yapı, zorunlu olarak geniş boş alanlar bırakıyor. Yan ürünlerde olsun esas ürünler çevresinde olsun geniş -ama giderek de daralan- boşluklar oluşuyor. Ve ortaya "marjinal işler" denen garip bir sektör çıkıyor. Buna kentlerin, çarpık kentleşmenin yarattığı akla hayale gelmedik yüzlerce geçimlik iş türü ve çok önemli bir unsur olan şişirilmiş hizmet sektörü ekleniyor ve milyonlarca insan böylece ekonominin "kıyısında" bir yerde yaşam sürdürüyor. Üstelik böylece geldiği ortama göre -düzene yedeklenmeyi de güçlendiren- bir standart yükselmesi yaşıyor insanlar. Zamanla, dün marjinal iş olan yerleşiyor, dün gecekondunun en dış çemberi olan daha içerilerde kalıyor, yerleşik bir nüfus ortaya çıkıyor. Kırla bağlar tam kopmuyor ve öte yandan gelen insan belli akrabalık hemşerilik vb. bağlarının içine geliyor.
Ama bir yandan da durum gitgide kötüleşiyor. Düzenin imkanları zayıflıyor ve kötüleşme bir kez başlayınca doğal olarak ilk önce bunu "ekonominin kıyısında" duranlar hissediyor. Kırın ve genel olarak düzenin nefes boruları tıkanıyor, durum yerleşikleşip ara sınıflara katılanları bile boğabilecek hale getiriyor.
Doğaldır ki Kürt, batıdaki mahallesinde bir aktivite gösteriyor. Her göçmen unsur gibi hırslı oluyor. Belki %1'i işini tutturuyor ama büyük çoğunluğu ekmeğini kentlerin mucize gerektiren sektörlerinden çıkarıyor. Batılı göçmenlere ya da kent nüfusuna göre daha sağlam feodal aile bağları olduğu için sektörlere eklemlenmesi mümkün oluyor.
İşler kötüleşiyor, kriz derinleşiyor ve Kürt uyanışı da tam bu döneme denk düşüyor. Aynı döneme devrimci hareketin uluslararası ve ülkesel boyuttaki zafiyeti, dolayısıyla da şovenizme set çekecek sol fren mekanizmalarının eksikliği tekabül edince, ekmeği küçülen insanların ekmeği küçültenlerle değil, kendi aralarında kavga etmelerinin zemini oluşmuş oluyor. Özellikle ara sınıfların, küçük insanların (devrimci alternatifin yokluğu koşullarında) sofralarından eksilen her dilim sonrası milliyetçiliğe sarılmaları çok kanıtlanmış bir olgudur. Erime duygusu ve kendi koruma ihtiyacı önce kişisel düzeyde rekabeti, sonra da ekmeğin paylaşımında "fazladan ortak" saydıkları gruplara karşı grup rekabetini sürükler getirir. En azından bu mümkündür. Ve çok ilginç olan, karmaşık olan şu; sıradan vatandaşı -zaten somut sınıfsal çıkarları anlamında ona bir şey sağlamayan- Kürdistan'ın ne olduğu ne olacağı çok fazla ilgilendirmiyor. Daha doğrusu kendi önündeki somut ekmek onu en çok ilgilendiriyor. Ve belki de MÇP'nin taşra kentlerindeki güçlenişinde bu "varolanı muhafaza" duygusunun etkisini aramak gerekir.
Öte yandan yine aynı göçmen hırsıyla -ve işsizliğin çaresizliğiyle- kentlerdeki ihale-mafya işlerine, her türden yasadışı gelir işlerine Kürt nüfusun daha fazla girmiş olması yukarıdaki çelişmeyi derinleştirmektir. Aslında bu faktörün çelişmeyi maddi olarak derinleştirmekten çok, Kürt nüfusa tepki duymaya yanılsamalı bir "zemin" yaratması önemlidir.
Ve nihayet, kentlerdeki Kürtlerin kimlik sarsıntısı da bir başka faktördür. Batıdaki genç Kürt kuşağında politik söylemle kendini ifade etmeyen ama politik rotasını bulamamış bir saldırganlık ve içe kapanıklık biçiminde tezahür edebilen bir davranış tarzı da vardır. Bir yandan uyanışın genel havasıyla, bir yandan itilmişliğin-ezilmişliğin (-arabeskvari-) bilinçsiz tepkisiyle beslenen bu davranış tarzı büyük kent yaşamını daha da karmaşıklaştırmakta ve karşılıklı tepkilere yol açmaktadır.

VARSAYIMLAR, OLASILIKLAR
Böyle bir tehlikeli durumun ve o duruma uygun zeminlerin (en azından potansiyel olarak) varlığı gerçekse de, durumun nasıl gelişeceğini kestirebilmek pek kolay değil. Çünkü olay, büyük ölçüde devrimci iradenin genel sürece ne orada ve hangi zamanlamayla müdahale edebileceğine bağlıdır. Devrimci iradenin, mevcut sürece müdahale etmek, kendi yalıtılmışlığını yeni bir söylem ve tarz yoluyla kırmak gibi bir sorunu var ve o, bunu başardığı oranda her tür tepkiyi yönelmesi gereken yere, düzene yöneltmeye başlayacak, sorunun önemli bölümünü çözümlemiş olacaktır.
Ama, gereken müdahalenin yapılmaması sonuçlar doğurabilir.
Örneğin, bu türden olayların son dönemdeki genel "Türk atılımı" ile denk düşmesi, eriyen Sovyet Birliği sonucu "Türk Birliği" hayallerinin yeniden belirmesi, doğal olarak ırkçı-faşist harekete uygun bir bataklık zemini sağlamaktadır. 20 milletvekiline karşın henüz bir saldırı gücü olarak tercih edilmediği anlaşılan MÇP'nin böylece yeniden militarizayonu belki bir olasılıktır, yaşanması da beklenmemeli. Ama örneğin "profesyonel ordu içerisine işsiz kopuk takımı ile birlikte faşist unsurları da doldurulmasıyla yeni türden bir militarist gücün yaratılması ve giderek bu gücün bölge dışında da "icraat"lara yönelmesi ya da denetimden çıkıp özerkleşmesi mümkündür. Mevcut kontr-gerilla yapısının böylece genişletilerek yarı-sivil bir hal alması olasılıklardan biridir. Zaten hali hazırda bölgede bulunan güçlerde klasik "asker ocağı" eğitiminin yerini yoğun ideolojik eğitim almış durumdadır. Bu durum genişletilebilir ve nihayet yarı-sivil yapısıyla taşradaki sağcı seçmen kitlelerin de provoke edebilen (örneğin Kürt semtlerine ve HEP'e saldırılar biçiminde) yeni türden yapılanmalara varılabilir.
Öte yandan, bazı şeylerin mevcut koalisyonu yıpratmak için muhalefet partileri tarafından provoke edilmesi fakat sonradan ipin ucunun elden kaçması da mümkündür. Önceleri, "halkın infiali" umacısıyla HEP'li hükümeti geri bastırmayı amaçlasa da sonra giderek kemikleşen şövenist militarizasyon yaşanabilir.
Ve nihayet, bizzat koalisyonun bölgede yaptığı ve yapacağı gaddarlığa bir onay olarak şovenist dalgayı kışkırtması mümkündür. "Milletin yoğun tepkisi" (!) bir avantaj olarak kullanılmak istenebilir.
Her halükarda ortada müdahale edilmezse rizikolar yaratabilecek bir durum vardır.

SOL'UN DURUMU NEDİR?
Müdahale denince akla devrimci alternatifler geliyor tabii ve o acı gerçeği yeniden hissediyoruz.
Yukarı özetlediğimiz süreç '70'li yıllarda yaşanmış olsaydı, o dönemin bütün sağlıksızlığına karşın, yine de olumsuzluğa karşı bazı fren mekanizmalarının işlerliği olurdu. Oysa bugün devrimci irade, burada uzun boylu değinmeyeceğimiz bir dizi nedenden ötürü zaaf içerisindedir ve sürece (şimdilik) müdahale edemiyor olması sorunu ağırlaştırmaktadır. Ancak yüksek düzeyde bir politizasyon ile frenlenebilecek şövenist gelişme bu politizasyonu gerçekleştirecek iradeyi de göreve çağırmaktadır.
Solun diğer bölümlerinde ise durum tümüyle ümitsizdir.
Örneğin, bir talihsizlik eseri -boşluk ortamında- sol genel toplamı içinde sayılan büyük bir küçük-burjuva entelektüel kesim (hatta çok aklı başında sanılan adamlar bile) kendi üsluplarınca şovenizmi ululamayı sürdürüyorlar bugün. Tam bir "kıytırık İstanbul Efendisi" tavrıyla, "yorganını yükleyip gelen" ve "güzelim kentleri mahveden" "kıro"lara karşı nefretleriyle bu adamlar çok ciddi bir kesimdir. "Ah Beyoğlu vah Beyoğlu" sızlanmalarının arkasında olsun, son dönemde yaygınlaşan "zonta", "maganda" nitelemelerinin arkasında olsun (hatta çok ilginçtir. Kürtçe de "arkadaş" anlamına gelen "keko" sözcüğü bile bugün belli çevrelerde hakaret anlamında kullanılmaktadır.) Çok derin bir kavram kullanmayı göze alarak "kent şovenizmi" diyebileceğimiz garip bir horgörü çıkmıştır ortaya. Kuşkusuz toplumsal yaşam dışı olumsuz insan davranışlarını yılışık bir "halkımız neylerse güzel eyler" edebiyatıyla olumlamak da doğru değil. Ama insanımıza tiksinti duyan, onu dönüştürmek yerine salt aşağılamayı seçen ukalalığı benimsemek de hiç mümkün değil. Genel olarak bu böyle ve özellikle de doğal olarak Kürt insanını hedef alan yönüyle konu çok daha önemli.
Bir diğer yanda ise, "ulusların kaderlerini tayin hakkı"nı cansiperane savunduğunu söyleyen, ama savaşın "maalesef" sert gelişen seyrinden rahatsız olan kesim var. Bu kesim Kürt halkını pek sevmiyor. Ama sızlanmayı da seviyor. Poşu takmayı pek; poşu takanları o kadar sevmiyor. Üç renkli bayrağı pek sevmiyor; ZANA'nın onu saçına iliştirmesini aşırı buluyor…
Bu kesim, öncelikler sorununu bir türlü kavrayamıyor. Önce halkın oyu ile gelmiş insana şovenist bir metnin okutulmasına karşı çıkmak gerektiğini; sonra ZANA-DİCLE'nin davranışları üzerine her ne eleştiri varsa yapılabileceğini kavrayamıyor. Önce ayrılma hakkı için çok net tutum almak gerektiğini, sonra bu amaç için savaşan güçleri şu ya da bu açıdan eleştirmenin mümkün olduğunu; önce Türkiye'deki hareketi ayağa kaldırmak gerektiğini, sonra başkalarına trafik polisliği yapabileceğini kavrayamıyor. Ve en önemlisi, "böyle uç davranışların" Türk halkında şovenizmi uyandırdığını" söyleyip sızlanan bu kesim, hiç oylara bakmıyor. Kendi görevlerini yapmamasından doğan bir durumu kendisine dışsallaştırarak ele almayı yeğliyor.
Ve böylece, sonuçta pratik güçsüzlükten ötürü bir sonuca da yol açmayan bir mızmızlanmadır sürüp gidiyor.

AKINTIYA KARŞI YÜZÜLEBİLİR…
Bugünkü durumda devrimcilere düşen görevi, BARİKAT'ın bu sayısındaki bir yazıda "iradenin korkunç derecede önem kazandığı günlerde yaşıyoruz" diye genel planda özetlemiştik.
Önümüzdeki özgül sorunda da aşağı yukarı aynı şey geçerli.
Devrimci hareket sürece bir çözücü irade olarak müdahale etmek, kitleselliğin yollarını bulmak zorundadır. Ancak böylece her türden provakasyonu etkisiz kılacak bir maddi güç konumuna gelebilecektir.
Ama bu gerçeğin saplanması şunu gözden kaçırmamıza neden olmamalıdır: Devrimciler, ister örgütlü olsunlar, ister tek tek, her durumda ve her koşulda şovenizmin karşısında net tutum alırlar. Devrimcilik, esasen akıntıya karşı (haydi adını koyalım: Resmi ideolojiye karşı) yüzmektir. Bu kimliği terk etmenin, çok zor da olsa bu cesareti göstermenin haklı bir gerekçesi yoktur, olamaz. Bunu yapmak bir yere tapınmak değildir, çevremizdeki her olguya eleştirel yaklaşmaktan vazgeçmek değildir. Bu, görevimiz ve kimliğimizdir, bizi biz yapan, insan yapan şeydir.
Doğrudur; akıntıya karşı yüzmek zordur.
Ama, 1914'te savaş konusunda "red" oyu verirken Liebknech'in işi de zordu. Hem de çok zordu.
NESİMİ'yi anımsamadan geçemiyor insan: "Ben melanet hırkasını kendim giydim kime ne?"
"Ar-ı namus şişesini taşa çaldım kime ne?"
Doğru budur işte. Ve kim ki, bir doğru iş işlerken dönüp geriye "başkaları ne yapıyor, yalnız mı kaldım" diye bakar, onun doğru eylemi çok şey yitirir değerinden.
Yapılması gereken, zor da olsa her zaman akıntıya karşı yüzmektir.
Akıntıya karşı yüzülebilir, yüzülmeli.
Ama sorulmalı da bir yandan: Hep biz mi yüzeceğiz akıntıya karşı?
Akıntı nasıl değişecek?
İşte bu sorulmalı. Hep sorulmalı.



 

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19