18. yüzyılın ortalarına kadar siyasal toplum kavramıyla
özdeş kullanılan sivil toplum kavramı, sözleşmeci teorisyenler
(T. Hobbes, J. Locke, ve J.J.Rousseau) elinde devletin
meşruluğunun temelini açıklamak için yeni bir anlam
kazandı. Özel alan karşıtlığı ile kullanılan "sivil
toplum" kavramı, bireyler arasındaki sözleşmenin
alanını oluşturmaktadır.
"Sivil toplum", esasen, Cicero'nun "Sacietas
civilis" fikrinden başlayarak Aristo'nun "polis"
kavramına kadar geri giden Avrupa geleneğinde devlet
ile aynı anlamda kullanılmıştır. O kadar ki, bir sivil
toplumun üyesi olmak demek bir devletin üyesi olmak,
yani o devletin yasalarında uygun ve diğer yurttaşlara
zarar vermeyecek şekilde davranma yükümlülüğü altında
olmak demekti. John Keane, bu geleneksel anlayışın 18.
yüzyılın ortalarında içten içe çökmeye başladığını,
sivil toplum ve devletin farklı varlıklar olarak algılandığını
belirtiyor. Hegel'e göre sivil toplum, aile ile devlet
arasındaki aşamayı oluşturan bir alandı. Bu alanda yeralan
pazar ekonomisi, sosyal sınıflar, şirketler, bireyler
ve devlete bağlı olmayan her tür kurum ve kuruluşlar
sivil toplumu oluştururlar. Hegel'in sivil toplumu burjuva
toplumla özdeşti ve o, tarihsel olarak özgül bir toplumsal
biçimdi. Bu "Sivil toplum" yalnızca saf ekonomik
kurumlara gönderme yapmasa da onun esas koşulu modern
ekonomi idi. Hegel'e göre, önceki toplumların yaptığı
gibi birini ötekine tabi kılma yerine hem bireysel özgürlüğü
hem de devletin evrenselliğini koruma olanağı, yeni
bir sınıfın ve tüm bir yeni de devletin evrenselliğini
koruma olanağı, yeni bir sınıfın ve tüm bir yeni toplumsal
varılk alanının ortaya çıkmasına dayanıyordu: Ayrı ve
özerk bir ekonomi... Bu yeni alandadır ki, özel ve kamusal,
bireysel ve evrensel olan özel çıkarların etkileşimi
yoluyla, ne aile ne de devlet olmayan fakat bu ikisinin
arasında bir yerde birleşebildi.
Marx elbette Hegel'in devlet ve sivil toplum arasındaki
ayrımını, devletin evrenselliğini yadsıyarak ve devletin
"sivil toplum"un ve onun sınıf ilişkilerinin
özelliklerini ifade ettiğinde ısrar ederek dönüştürdü,
bu buluş onun hayatının eserini, siyasal iktisadın bir
eleştirisi biçiminde "sivil toplum"un anatomisini
keşfetmeye adamaya zorladı.
Sivil toplum kavramının sosyalist teorinin merkezi örgütleyici
bir ilkesi olarak tekrar canlanması için Gramsci'nin
yeniden formülasyon gerekti. Bu yeni formülasyonun amacı
hem daha açıkça zora dayanan otokrasilere karşıt olarak
Batı'nın parlamenter ya da anayasal devletlerin de siyasal
iktidarın karmaşıklığını hem de sınıfsal iktidarın devlette
hiçbir açıkça görülür bir yoğunlaşma noktasının olmadığı
fakat toplum ve onun kültürel pratiklerine dağılmış
olan bir sınıf egemenliği sisteminin devrilmesinin zorluğunu
kabul etmekti. Gramsci böylece sivil toplum kavramını,
kapitalizme karşı mücadeleyi yalnızca onun ekonomik
temellerine değil fakat onun günlük yaşamdaki kültürel
ve ideolojik köklerine yöneltecek yeni türde bir mücadele
alanını tanımlamak için kullandı.
Gramsci'de sivil toplum yapısal değil, üstyapısal bir
momente aittir. "Hapishane Defterleri" adlı
eserinde Gramsci şöyle demektedir: Üstyapısal iki büyük
düzeyi ayırmak gerekmektedir. Bunlardan birisi; "sivil
toplum" yani genellikle "özel" diye anılan
organizmalar bütünü; diğeri de, "siyasal toplum"
yada "devlet" diye adlandırılabilir. Bu iki
düzey bir yanda yönetici grubun toplumsal yapının tümü
üzerinde uyguladığı "hegemonya" işlevine,
diğer yanda da, devlet ve hukuksal iktidar yokuyla uygunanan
"doğrudan egemenlik" ya da "komuta"
işlevine tekabül eder." Buna ek olarak önemli bir
tarihi örnek veren Gramsci için, orta çağlarda sivil
toplum yönetici grubun egemenlik (hegemonya) aygıtı
olarak algılanan kilisedir ki, bu grup kendi öz aygıtına
yani kendi öz kültürel ve düşünsel örgütlenmesine sahip
değildir. Ancak yönetici olma niteliğinden dolayı evrensel
ve dinsel bir örgütlenme olarak görülmektedir. Bir başka
deyişle, Gramsci için sivil toplum, "karşılıklı
maddi ilişkilerin tümünü değil; ideolojik, kültürel
ilişkilerin tümünü, ticari ve sınai yaşamın tümünü değil;
tinsel ve düşünsel yaşamının tümünü içermektedir.
Sivil toplum, devletten farklı fakat ne konumsal ne
özel, ya da belki de ikisi birden olan yalnızca ailenin
özel alanından ve devletin kamu alanından ayrı bir dizi
toplumsal etkileşimi kapsamakla kalmayan, fakat daha
özgül olarak ayırdedici bir ekonomik ilişkiler ağını,
pazar alanını; üretim, dağıtım ve değişim alanını da
içeren ayrı bir insan ilişkileri ve etkinlik alanının
temsil eder. Sivil toplumun bu kavranışı için gerekli
fakat yeterli olmayan bir önkoşul, Avrupa'da mutlakiyetçiliğin
yükselişiyle birlikte evrimleşen, kendi topluluk kimliği
olan soyut bir varlık olarak modern devlet fikri idi.
Fakat sivil toplumun tam kavramsal ayrımı, halâ mutlakiyetçi
devleti karakterize eden "siyasal" ve "ekonomik"in
birliğinden ayrılmış özerk bir "ekonomi"nin
ortaya çıkmasını gerektirdi.
"Sivil toplum" genellikle devletin dışında
(en azından potansiyel olarak) bir özgürlük alanı, Batı'da
gelişen türden "formel demokrasi" tarafından
garanti edilen, özerklik, gönüllü birlik ve çoğulculuk
hatta çatışma için bir alan tanımlamak için kullanılır.
Kavram aynı zamanda kapitalist sistemi (ya da "kapitalist
ekonomi"yi) modern toplumunçoğulcu ve heterojen
karmaşıklığındaki birçok alandan birisine indirgeme
amacıyla da kullanılmaktadır. Günümüzdeki başlıca kullanımlar,
sivil toplum ve devlet arasındaki ayrımdan hareket ediyor.
"Sivil toplum", bu ayrımın savunucuları tarafından
birkaç basit karşıtlık temelinde tanımlanır. Örneğin,
devlet (ve onun askeri, polisiye, hukuksal, idari, üretimsel
ve kültürel organları) ve sivil toplumun devlet dışı
(pazarın düzenlediği, özel kontrollü ya da gönüllü olarak
örgütlenmiş) dünyası ya da "siyasal"a karşılık
"toplumsal" iktidar, "kamu"ya karşılık
"özel" hukuk, "devletten onaylı enformasyon
ve propagandaya karşılık serbestçe yayılan fikirler."
Önemli antitezler devlet ve devlet-olmayandır yada belki
de siyasal ve toplumsal.
Batı Avrupa'da siyasal sağda ve solda sivil toplum terimine
farklı anlamlar yüklenmektedir. Batı Avrupa'daki siyasal
sağ, sivil toplum terimine bir tür doğal masumiyet atfederken;
sol, sivil toplum-devlet ayrımını, toplumsal ve siyasal
kurumlar ve güçler arasındaki geçmiş, bugünkü ve oluşum
halinde olan ilişkilerin ampirik özelliklerini kavramsal
olarak çözümlemenin yolu şeklinde görür. Sağ, sivil
toplumu, devlet iktidarına muhalefet etmeleri nedeniyle
iyi oldukları varsayılan piyasa ve diğer "özel"
yaşam biçimleriyle eş anlamlı kullanır. Sol ise, toplumsal
ve siyasal stratejiyi veya eylem programını formüle
etmenin bir aracı olarak anlar.
Sivil toplum düşünürlerince temel sorun, esasında, kim
yönetirse toplum iyi veya kötü olur sorusunun yanıtını
aramak olmuştur. Zaten devlet-sivil toplum ilişkisi
bağlamında demokrasinin etiği de tam da bu noktada belirmektedir:
Demokrasiyi hemen herkesin kabul edebileceği bir "iyi
yapabilmek için; devlet-sivil toplum ilişkisini nasıl
tesis etmeliyiz ve bunu kim yapmalı? Modern anlayış
sivil topluma devlet karşısında öncelik tanıyan bir
anlayış ise, soruya şöyle de sorabiliriz: Sivil toplum,
devlet karşısında nasıl örgütlenmeli ki;
a) Devletin kolayca tahrip edemeyeceği bir kamu alanının
varlığı sürsün?
b) Toplumun hiçbir kesimi diğeri üzerinde demokrasi
aracılğıyla tahakküm tesis edemesin?
Yukarıdaki sorulara verilecek yanıtlar için başlangıç
olarak sivil toplumun felsefi gelenek içinde hangi karşıtlıkları
içerdiğine, daha sonra sivil toplum öğelerinin neler
olduğuna, en nehayet demokrasinin ideolojik mahiyetine
bakmak gerekir. Sivil toplum kavramının içerdiği karşıtlıklar,
toplumsal karşısında birey, kamu karşısında özel, özgecilik
karşısında bencillik, duygu karşısında akıl etrafında
oluşmuştur. Buradan hareketle, sivil toplumun içerdiği
öğeler de; çoğulluk, kamusallık, özellik, yasallık olarak
belirmiş ve sivil toplumun modern içeriğini oluşturmuştur.
Yukarıda belirtilen karşıtlıklar ve öğeler beraber düşünüldüğünde;
devlet ve sivil toplum arasındaki demokratik ilişki,
mantıksal olara, ancak hiçbir tophlumsal kesimin hakim
iktidar olmamasıyla; dolayısıyla hiçbir hakim ideolojinin
rehberliğine ihtiyaç duyulmamasıyla mümkün olabilir.
Bu anlamda, toplum "kim yönetirse iyi veya kötü
olur?" sorusunda vücut bulan mesele de ancak "hakim
ideolojisiz" bir toplumsallık tesisi ile çözülebilir.
Bu bağlamda, sivil toplum içindeki topluluklar için;
çoğulluk, onların birbirlerine karış özerkliklerini;
kamusallık birbirlerine karşı sorumluluklarını; özellik
birbirlerine karşı bireyselliklerini; yasallık ise tabi
olacakları ortak çerçevelerini sağlar.
Bu devlet-sivil toplum ayrımının savunucuları genellikle
ona iki temel yarar atfederler: Birincisi, dikkatimizi
devlet baskısının tehlikelerine ve devlet eylemleri
üzerinde, toplumda ona karşı olan baskıları örgütlemek
ve güçlendirmek yoluyla uygun sınırlar belirleme ihtiyacına
çeker. Başka bir deyişle, siyasal iktidarın sınırlandırılması
ve meşrulaştırılması, bu iktidarın toplumda biraraya
gelme özgürlüğü ve özerk örgütlenme yoluyla kontrol
edilmesine ilişkin liberal kaygıları yeniden canlandırır.
İkincisi, sivil toplum kavramı farklılık ve çeşitliliği
tanır ve kutlar. Savunucuları "çoğulculuğu"
başlıca nokta yaparlar.
Ailelerden ve gönüllü birliklerden kapitalizmin ekonomik
sistemine dek herşeyi ayrım gözetmeksizin biraraya yığan
sivil toplum kavramı, bazı şeyleri açığa çıkardığı kadar
gizliyor ve katıp karıştırıyor; kapitalizmin pisliklerine
bir örtü olarak hizmet edebiliyor. Burada sorun, kapitalizmin
tüm toplumsal sistemin, aileler ya da gönüllü birliklerle
kavramsal olarak eşit bir düzlemde ve başka birçokları
arasında bir dizi kurum ve ilişkiye indirgendiği zaman,
kapitalizmin bütünleyici mantığı ve zorlayıcı gücünün
görünmez hale gelmesi olgusunda yatar. Bunun sonucu,
hiçbir kapsayıcı iktidar yapısı, hiçbir bütünleyici
birlik, hiçbir sistemik zorlama (başka bir deyişle,
yayılmacı itkisi ve toplumsal yaşamın her alanına nüfuz
etme kapasitesiyle kapitalist sistem) olmaksızın, toplumu
parçalamak yoluyla kapitalizmin sorununun yok olacak
biçimde kavramlaştırılmasıdır.
Sivil toplum fikrinin dayandığı temellerden birisi de
"çoğulculuk"tur. Bu konuyla ilgili argümanlar
aşağı yukarı şöyledir: Çağdaş toplum artan bir fragmentasyon,
toplumsal ilişkiler ve deneyimlerin bir çeşitlileşmesi,
yaşam tarzlarının çoğulluğu ve kişisel kimliklerin fazlalaşması
ile karakterize olur. Başka bir deyişle, "POST-MODERN"
bir dünyada, çeşitlilik ve farklılığın bütün eski kesinlikleri
ve bütün eski evrensellikleri çözdüğü bir dünyada yaşıyoruz.
Eski dayanışmalar (bu, elbette, özellikle sınıf dayanışmaları
anlamına geliyor) bozulmuştur ve başka kimliklere dayanan,
başka baskılara karşı olan toplumsal hareketler (cinsiyet,
ırk, etniklik, cinsellik vb. ile ilgili) çoğalmıştır.
Aynı zamanda, bu gelişmeler, tüketim paternleri ve yaşam
tarzlarında bireysel seçim alanını çok büyük ölçüde
genişletmiştir. Bu bazılarının, "sivil toplum"un
muazzam bir genişlemesi dedikleri şeydir. Çeşitliği
ve farklılığı uyumlaştırmak isteyen kompleks ya da çoğulcu
bir bir eşitlik kavramını ele alalım: Eşitlik kavramını
çeşitli farklı egemenlik biçimlerine uygulamaya çalıştığımız
zaman ne olur? Açıktır ki, sınıfsal eşitlik farklı bir
şey demektir ve cinsel ya da ırksal eşitlikten farklı
koşullar gerektirir. Özelde, sınıfsal eşitsizliğin kaldırılması,
tanımı gereği, kapitalizmin sonucu anlamına gelirdi.
Fakat aynı şey, cinsel ya da ırksal eşitsizliğin kaldırılması
konusunda da zorunlu olarak geçerli mi? Cinsel ve ırksal
eşitlik, ilkesel olarak kapitalizmle uyuşmaz değildir.
Öte yandan sınıfsal eşitsizliklerin ortadan kaybolması
ise tanımı gereği kapitalizmle uyuşmazdır. Aynı zamanda,
cinsel ya da ırksal eşitsizliğin tersine sınıfsal sömürü
kapitalizmin oluşturucu öğesi iken, kapitalizm bütün
toplumsal ilişkileri gereksinimlerine tabi kılar. Kendi
yaratmadığı eşitsizlikleri ve baskıları onaylayabilir
ve pekiştirebilir ve onları sınıfsal sömürünün çıkarları
için kullanabilir.
Batıda devlet ve sivil toplumun ayrımı elbette yeni
özgürlük ve eşitlik biçimlerine yol açmıştır. Fakat
aynı zamanda yeni egemenlik ve zorlama tarzları da yaratmıştır.
"Sivil toplum"un modern dünyaya özgü belli
bir toplumsal biçim olarak özgüllüğünü (devlet ve sivil
toplum arasındaki modern ayrımı mümkün kılan özel tarihsel
koşulları) karakterize etmenin bir yolu, daha önce devlete
ait olan birçok zorlama işlevinin, "özel"
alana, özel mülkiyete, sınıfsal sömürüye ve pazarın
gereklerine devredildiği yeni bir toplumsal iktidar
biçimi oluşturduğunu söylemektir. Tarihsel olarak yeni
olan "Sivil toplum" alemini yaratmış olan,
bir anlamda, kamu iktidarının bu özelleşmesidir. "Sivil
toplum" yalnızca "kamu" ve "özel"
arasında tamamen yeni bir ilişkiyi oluşturmakla kalmaz,
fakat daha doğru olarak belirgin bir "kamu"nun
varlığı ve kendi baskıları, benzersiz bir iktidar ve
egemenlik yapısı ve acımasız bir sistemsel mantığı ile
birlikte tamamen yeni bir "özel" alem oluşturur.
Basitçe, devletin zorlayıcı, "polislik" ve
"idari" işlevlerine muhalefet etmeyen fakat
bu işlevlerin yeniden bir yerleştirilmesini, devletin
"kamu" olanı ve mülk edinme, sömürü ve egemenliğin
kamu otoritesi ve toplumsal sorumluluktan ayrılığı,
kapitalist mülkiyet ve pazarın gereklerinin "özel"
alanı arasındaki yeni bir işbölümünü temsil eden özel
bir toplumsal ilişkiler ağını temsil eder.
"Sivil toplum" özel mülkiyet ve sahiplerine,
insanlar ve günlük yaşamları üzerinde bir egemenlik,
hiçkimseye hesap vermeyen bir iktidar vermiştir. Kapitalist
işletmenin doğrudan konuta yapısının dışına ya da sermayenin
siyasal iktidarının dışına düşen etkinlikler ve deneyimler
pazarın gerekleri; rekâbet ve kârlılık zorunlulukları
tarafından düzenlenir. Gelişmiş kapitalist toplumlarda
genellikle olduğu gibi, pazarın yalnızca dev holdingler
ve çokuluslu şirketler için bir iktidar aracı olmadığı
durumlarda bile o hâlâ, tüm insan etkinliklerini, değerlerini
ve ilişkilerini kendi gereklerine tâbi kılabilecek,
zorlayıcı bir güçtür. Hiçbir eski despot, tebasının
kişisel yaşamlarına (seçimlerine, tercihlerine ve ilişkilerine)
bu kadar kapsamlı ve ayrıntılı bir biçimde, yalnızca
işyerlerinde değil yaşamlarının her köşesinde nüfuz
edebilmeyi umamazdı. Zorlama, "Sivil toplum"un
sadece bir bozukluğu değil onun oluşturucu ilkelerden
biridir. Sivil toplum, örneğin ailedeki, cinsel ilişkilerdeki,
işyerlerindeki baskıdan, ırkçı tavırlardan dolayı yaralıdır.
Fakat bu baskılar, sivil toplumdaki yanlış işlevler
olarak görülür. İlkesel olarak zorlama devlete aitken
sivil toplum özgürlüğün kök saldığı yerdir ve insanın
özgürleşmesi bu argümanlara göre sivil toplumun özerkliği,
genişlemesi ve zenginleşmesi, devletten kurtulması ve
formel demokrasi tarafından korunmasından ibarettir.
Burada gözden kaçan yine, yabancı ve düzeltilebilir
bir bozukluk olarak değil, onun kötü özü olarak sivil
toplumu oluşturan sömürü ve egemenlik ilişkileri, sistemli
bir bütünlük olarak kapitalizme özgü, özel egemenlik
ve zorlama yapısıdır.
Kapitalizm sınıf sömürüsünden oluşur, fakat kapitalizm
bir sınıfsal baskı sisteminden fazla birşeydir. Yaşamlarımızı
düşünülebilecek her yönden ve heryerde biçimlendiren
acımasız bütünleyici bir süreçtir. Başka şeylerle birlikte,
hatta sermayenin açık gücünü bile bir yana bırakalım,
kapitalizm, yaşamın her yönden metalaştırılması yoluyla
tüm toplumsal yaşamı pazarın soyut gereksinimlerine
tabi kılar. Bu, özerklik, seçme özgürlüğü ve demokratik
özyönetime ilişkin tüm özlemlerimizle alay eder. İnsanlar
için, bu sistemi görünmez yapan ya da tam da sistemin
daha yayılmacı, her zamankinden daha global olduğu bir
sırada onu birçok parçalı gerçeklikten birine indirgeyen
bir kavramsal çerçeveyi öne sürmek ahlâksal ve siyasal
olarak kabul edilemez birşeydir.
Sosyalizmin yerini belirsiz bir demokrasi kavramının
olması ya da çeşitli ve farklı toplumsal ilişkilerin,
"kimlik" ya da "farklılık" gibi
herşeyi kapsayan kategoriler ya da gevşek "sivil
toplum" anlayışları içinde sulandırılması kapitalizme
karşı bir teslimiyeti temsil eder. İstediğimiz kadar
çeşitlilik, farklılık ve çoğulculuğa sahip olalım, fakat
bu türden ayrımsız ve yapısız çoğulculuğa değil ihtiyacımız
olan şey gerçekten çeşitlilik ve farklılığı tanıyan
bir çoğulculuktur.
(sürecek)
|