Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 

Ruanda batı medyasında her açıdan canavarlık, terör ve insanın vahşiliğin sembolü haline geldi. Buradaki kanlı iç savaş ve mülteci sorunu, uygarlığın antitezi -barbarlık çağına geri dönüş- gibi sunuldu. Bir dehşet hikayesi; Avrupalı ve Amerikalı için hiç mi hiç anlam taşımadığından aklın almayacağı bir dehşet... Sansansyonal bir çok açıklamaya göre en yalın biçimiyle uğursuzluk yalnız Ruanda da değil bütün Afrika kıtasında kol geziyor.
Birçok batılı yorumcu Ruanda'dan çok Ruanda'ya bakarak kendi toplumları hakkında öğrendiklerini sandıkları şeyler konusunda rahatsızlık duyuyor. Oradaki olayları gözlemleyerek insanın içinde bulunduğu durumun dehşeti hakkında esaslı şeyler keşfettiklerine inanan bu yorumcular, Joseph Conrad'ın "Heart of Darkness"daki (Karanlığın Yüreği) kahramanının kötü birer taklitleridiler. Batılı toplumlara sızan bir kötümserlik, uygarlığın çöküşü paniğinin yeni bir versiyonuna yol açan Afrika'daki çatışma görüntüleri ile birleşti. En kötü korkularımız yeniden üretildi, şişirildi ve Afrika topraklarına oturtuldu.
"Hepimizin içinde bir Ruanda var", diyor Sunday Times'dan Barbara Amiel (31 Haziran 1994). Ruanda'da ya da Britanya'da hepimizin içindeki bu canavar Nick Gordon'un "Burada Olabilir mi?" adlı makesininde temasıydı. (Sunday Times, 31 Haziran 1994). Ünlü radikal Alman entellektüeli Hans Magnus Enzenberger'e göre, Ruanda'lı katillerin ahlaki bozukluğuna ancak en sıradan insanlarda rastlanabilirdi. Enzenberger, Paris'in yerleşim bölgelerinden, Fransa'nın, Mogadişu'nun ve Somali'nin kulübelerine dek haydutlar tarafından gerçekleştirilen anlamsız şiddetten sözediyor ve kendisini destekler şekilde, Paris'ten isimsiz bir görevliden alıntı yapıyor:
"Posta kutularını, kapıları, merdivenleri... Her şeyi mahvettiler. Kardeşlerinin ücretsiz tedavi gördükleri sağlık merkezi yıkıldı ve yağma edildi. Hiçbir kural tanımıyorlar. Doktorların ve dişhekimlerinin muayenehanelerini ve okulları yakıp yıktılar (Ouardin, 9 Temmuz 1994)"
Öyle görünüyor ki, batılı toplumların alt sınıfları Ruanda'daki benzerleri gibi rasyonel kavrayışın dışındaki içgüdülerle harekete geçiyorlar. Bu özellik her nasılsa, uygarlığı canavarların ve kıyımın dünyasından ayıran sınırdan geçiyor.
Açık ki kıyamet bildirileri sadece Ruanda'dan bahsetmiyor. Tersine Ruanda onlara dışarda olduğu kadar kendi içlerinde de insanlığın karanlık yönünü keşfetme fırsatı verdi. Birçok elit gazetecinin kendi alt sınıfları için hissettikleri derin nefret, sonunda Ruanda metaforu sayesinde açıkça ifade edilebiliyor. Bu barbarlığa dönüş tartışması çift amaçlıdır: Afrika'daki vahşileri seçip ayırmak için olduğu kadar kendi alt sınıflarını sınırlamaya da yöneliktir.

KÖTÜLÜĞE KARŞI HAÇLI SEFERİ
Medyanın Ruanda hezeyanı gerçekten ahlâki bir dram, öyle ki uzak Afrika' yi kasıp kavurduğu kadar kendi kentlerinde de kol gezen kötülüğe karşı, Batı uygarlığını haçlı seferi yoluyla kendini yenilemeye davet ediyor. Tabii Afrika kamplarına asker ve yardım görevlileri göndermek Hackney'e* göndermekten daha kolay olduğundan Batılı yorumcuların tercihi dış ülkelere müdahale üzerinedir.
Afrika kültürünün temsilcileri geçmişte Batılı izleyicilerinin çıkarına olacak şiddet ve dehşet görüntüleri oluşmasına yardımcı oldular. Birçok metin uzun uzadıya dinsel cinayetlerden, sapık gizli topluluklardan ve yamyamlık gibi uygulamalardan sözederdi. Afrika tarihi, büyük bir çoğunluğun tahmin edilebilecek en korkunç güçlerin terörü altında yaşadığı karanlık çağ olarak anlatılırdı.
Emperyalist açıklamalara göre sömürgecilik Afrika'yı kendisinden korudu. Altüst olmuş bir kıtaya düzen getirdi ve ilk kez insanlara atalarının yaşamını mahveden karanlık günlerin korkusu ve endişesi olmaksızın yaşama olanağı sundu. Bütün bir İngiliz nesli ve Batı kamuoyu 1950’lerin basında Mau Mau asilerinin Kenya'da neler yaptıklarına dair dehşet hikayeleri ile beslendi. Afrikalının gerçekte ne olduğunun -ve tabii ki İngiliz hükümetince yürütülen sömürgeci baskının eylemlerinin meşruiyetinin- anlamlı bir örneği olarak Mau Mau'nun vahşi uygulamaları bayrak edinildi.
Afrika geçmişinin ahlâki bir çöl olarak resmedildiği Batılı kampanya altmışlarda geçici olarak durduruldu. Dinsel cinayetler ve akıl almaz vahşet hikayeleri kısa bir süre için verilmiş bir ödün olarak kaldı. Bunun yerine kendi bağımsızlıkları ve şerefleri için savaşan Afrikalı toplumlar emperyalist güçlerin barbarlığını sergilediler. Sömürgecilik karşıtı ruh, Afrika deneyinin daha objektif açıklamalarına ilham oldu. Ancak bu tepkinin kısa bir süre için geçerli olduğu ortaya çıktı. Seksenlerden itibaren bağımsız Afrika uluslarının düşleri suya düşmüş ve emperyalizme karşı uluslararası mücadele dağılmıştı. Bu ikisinin ortak etkisi sömürgeci çağın abartılı dilinin dönüşüne neden oldu. İşte bu nedenle Ruanda bir başka Mau Mau olarak görülebilir.
Barbara Amiel, Ruanda ile ligili yazısında "çatışma sömürge öncesi Afrika'da yerleşmişti" şeklinde yazıyor. Bu açıdan bakıldığında 'sömürgecilik, Hindistan ve Afrika için büyük bir barışı koruma hareketi olarak' görülebilirdi. Bu işte insanın aklını durduracak kadar basit bir mantık uygulanıyor. Sömürgeciliğin sona ermesi, ister istemez barışı koruyacak tek gücün geri çekilmesi anlamına geliyor. Ruanda'daki kanlı çatışmalar ise Afrikalıların, Avrupalıları kendi kıtalarından atmak için ödedikleri bir ceza oluyor. Amiel'e göre dünyada sömürgeciliğin Afrika'ya getirdiği, kıtlıklar, katliamlar; bölünmeler; rezaletler; tarih kitaplarından siliniyor ve emperyalistlerin insanlık için tek umut olduğu ortaya çıkıyor.
Diğer yazarlar da Ruanda dramının geçmişin intikamının ürünü olduğu kanısındalar. Dehşet simgeleri Ruanda toplumunun devrik rejimle sıkı ilişkiler ağı içinde olan ve katliam yapmakla suçlanan kesimi olan Hutulara yüklendi.
Hutuların yaptığı eylemlerin tanımları bir zamanlar Mau Mau'ya karşı yürütülen propagandayla benzeşiyor. Örneğin bir Daily Telegraph muhabiri, sağ Tutsi kurbanlarının parçalarken kahkahalar atan bir grup Hutuludan bahsediyordu (22 Temmuz 1994). Guardian için yazan bir başkası Ruanda'da korku hikayeleri bolluğundan dem vuruyordu: İki koluna sarılı bir çocukla Victoria gölünden çıkanlan bir annenin bedeni; penisleri ağzına sokulrak şekilde bulunan Belçikalı paraşütçüler... (30 Temmuz 1994)
Diğer haberlerdede masum insanlara karşı işlenen soykırımla ilgili herhangi bir pişmanlığın olma ele alındı. Açıkça Hutular uğursuz bir ırktı...
En hain açıklamalar işi, Hutuların ahlâki tetiklerden de yoksun olduklarını söyleyecek ileri götürüyor. Hutuların bazı ilkel dinlerce öldürmeye mecbur edilmiş, beyni yıkanmış hayaletlere döndürüldükleri imâ edildi. Doğru yanlışı ayırd edememekle itham edildiler. Nick Gordan'a göre Hutular doğuştan yalancıydı.
"Ruanda'da yalan ve nefret Afrika'da ok çok daha yerleşik ve ilerlemiş durumda, başlayan bir 'insanlıktan çıkarma' var"(31 Temmuz 1994)
Yalan, Afrika'da, bütün hükümetlerin rüşvet skandallarına karıştığı bir kıtada: Avrupa’da olduğundan daha yerleşikmiş! Batılı bir gazetecinin ciddi ciddi düzenbazlık (aldatma) alışkanlığının Ruanda'da, dünyanın medya denilen yalan makinelerinin icat edildiği bir parçasında daha ilerlemiş olduğunu iddia edebilmesi tam zamanımıza özgü bir şeydir. Böyle doğuştan insanlığından edilmiş bir ulusun ahlaken mahkum edilmesinin bir başlangıcı yalnızca. Hutular Avrupa standartlarına göre hemen hemen hiç insan sayılmıyor.
Nick Gordon yalan ve namussuzluğun en çok itibar gören değerler olduğu bir toplum sergiliyor. Ruandalıların " yalan söylemeyi doğruyu söylemekten daha doğal bulduklarını" yazıyor: "Gerçekte Kinyarwanda** sözlüğü bizim doğru kavramına denk düşen bir sözcük içermiyor ve Ruanda'lı bir erkek çocuğun ancak ninesine inandırıcı bir şekilde yalan Söyleyebildiği zaman yetişkin olduğu anlatılıyor".
Ondokuzuncu yüzyıl Afrika dinsel cinayetler iddiaları biraraya getiriyor.
Batıya göre, bu insanlar kusurlarını affettirecek meziyetlere sahip değiller. Yıkabilecekleri tek şeye;kendi dünyalarına terkedilmişler. Bir kez daha onlarıkendilerinden koruyabilecek bir dış güce ihtiyaç duyuyorlar...
Tahmin edilebileceği gibi Ruanda'dan dehşet hikâyeleri dış müdahaleye davetiye çıkarıyor. Kurbanlara insanlık yardımı için yapılan çağrılar, dünyayı Afrika'da işlenen kötülüklerden kurtarma isteğinin yalnızca görünen yüzü. Yardım kuruluşları bu yüzden görevlerini yapmak için askeri gücün gerekli olduğunda ısrar ediyorlar ve David Boresford gibi liberal gazeteciler Birleşmiş Milletleri Hutu kasaplarını insanlığa karşı işledikleri suçlar için yargılamak üzere yeni bir Nüremberg mahkemesi sahneye koymaya çağırıyor. (Guardian, 30 Temmuz 1994)
Eski emperyalist çözümlerin yeni versiyonlarına talebi yükseltebilmek için eski Afrika barbarlığı karikatürleri yeniden gündeme getirildi. Amerikan dergisi Newsweek, dünyanın "yeni sömürgecilik olarak adlandırılabilecek kabul edilebilir bir form aradığı" üzerine konuşan nüfuzlu seslerden yalnızca biriydi.
:(1 Ağustos 1994)

AHLÂKİ YENİLENME
"Bu meydan okuyuşa cevaben, Batının kriz sıkıntıları çeken hükümetleri oldukça gelişmiş bir görev bilinciyle kendilerini ahlâki bir otorite kaynağı olarak yeniden keşfedebilirler." Bu, anlaşılabilir bir tepki. Goma mülteci kamplarına bir-iki asker, doktor ve yardım ekibi göndererek ahlâki bir yenilenme yaşamak Avrupanın harabe şehirlerinin çözülmesi güç problemleriyle raşmaktan çok daha kolay tabii ki. Vahşilerin kurtarıcısı olarak büyük güçlerin imajlarını tazelemek Batılı ulusları yönetenlerin nüfuzunu yeniden inşa etmelerinin en ucuz yolu. Sömürgeciliğe dönüş talepleri, Afrika'ya müdahaleyle kazanılacak jeo-politik avantaj hesapları yanında en azından Batı'nın ahlaki yenilenme ihtiyacınca da belirleniyor.
Ruanda halkının doğruyu yanlıştan ayıramamakla suçlanması çok acıdır. Afrikalıların ahlâki değerlerinin Batılı yorumcularca aşağılanması iki açıdan ciddi bir kötü niyete işaret ediyor.
İIk olarak, Ruanda toplumunun karakteri ve problemleri bütünüyle yanlış anlatılıyor. Televizyon ekranlarında izlenen korkunç şiddet, ahlaki yetersizliğin değil, temel yaşamsal gereksinmelerin kıtlığının belirtisidir. Dünya ekonomisinin liderleri tarafından aşırı bir yoksulluğa terkedilmiş bir toplumda yaşam mücadelesi her zaman çetindir ve şiddet asla gizli kapaklı olmamıştır. Zaire'deki bir mülteci kampından bir görgü tanığı açıklamasında Hutu milislerini "Tutsilere karşı kör bir nefret duydukları'nı söylüyordu. Ancak alıntı yapılan 23 yaşındaki bir Hutu milisi eski üyesi çatışma için daha gerçekçi bir neden olduğunu düşündürüyordu. Gazeteci Chris Mc Greall'a "RPF'nin (çoğunlukla Tutsilerden oluşan Ruanda Yurtsever Cephesi) bütün iyi işleri istediğini biliyorduk. Tutsiler geniş topraklara sahipler, fakat ellerindeki yabancı paralarla kalan toprakları da RPF götürecekti. Eğer kendimizi korursak, bizim için daha fazla toprak ve daha çok iş imkanları olabilirdi. İşsizim ve iş istiyorum" diyordu. (Guardian 4 Ağustos 1994) Doğrusu bu, Ruanda koşullarını aşırı yoksulluğa dönüştüren piyasanın it dalaşından daha az canavarca gibi görünüyor.
İkinci olarak, tam da emperyalist toplumların seçkinlerinin bile Batı uygarlığı hakkında şüphelerinin olduğu bir zamanda Ruanda'nın aşağılanması aslında ahlâki bir temele dayanmaktadır. Batının ahlâki nüfuz elde etmek için Ruanda'ya müdahale ihtiyacı, bizim aslında kendi kendini aklayamayan bir toplumda yaşadığımızın göstergesidir.
Batılı medya tarafından ortaya atılan bir başka yanlış daha var. Emperyalist güçlerin Ruanda'daki katliamdaki sorumlulukları görmezlikten geliniyor. Şiddeti aşiret çatışması sonucu gibi göstererek üstünü örtmek, Ruanda'nın dış güçlerce tahrip edilmesini görmezlikten gelmeyi tercih edenlerin işine yarar. Dünyanın bu parçasında, Belçikalılar, Fransızlar ve İngilizler arasındaki, bölge insanları arasına derin ayrılıklar sokan asırlık güçler rekabetini önemsememek ve süren çatışmanın eski rejimi destekleyen Fransızlar ile RPF'nin isyanına arka çıkan Amerikalılar ve İngilizler arasındaki rekabetle tutuşturulduğu gerçeğinden kaçmak anlamına gelir.
Batı medyası en azından bir konuda haklı görünüyor. Ruanda'daki çatışma ve Avrupa şehirlerindeki bozulmanın bir ortak noktası bulunuyor: Her ikisinin de sorumluluğunu ayrı sistem taşıyor.
Frank Füredi

*) Hackney -Londra'nın en eski ve sorularla yüklü bir semti.
**) Kinyarwandan- Ruanda'da konuşulan dil.

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19