Din Üzerine-I
S. Ellener/F.Rosen
|
GİRİŞ:
Tarih, düz bir çizgi izlemiyor. Daha doğrusu, tarih,
kendini olması gerekenlerin, mantıki olarak birbirini
izlemesi gerekenlerin resmi geçidi olarak ortaya koymuyor.
Teorik saptamalar yoluyla vardığımız öngörüler de zaman
içerisinde çok değişik unsurların etkileriyle eğilip
bükülerek tünellerden geçiyorlar ve bazen doğrulanmaları
gecikebiliyor.
Din olgusu tam böyledir... Doğuş nedenleri ve kaynakları
bilindiğinde -ki bunlar çok sır değildir- ve o noktadan
düz bir çizgi çekilip uzatıldığında, normal şartlar
altında bu çizginin her gün daha çok aşağıya doğru inmesi
mantıklıdır, akla uygundur. Din, erimelidir. Çünkü,
o insan düşüncesinin buzul çağından doğmuştur ve insan
düşüncesinin ısındığı her noktada erimesi mantıkidir.
Dinin, tanrısal düşüncenin kaynağı biliniyor, çok net:
Bilgisizlik ve korku... İkisi birbirinden bağımsız değil,
birbirlerini tamamlıyorlar. Bilgisizlik, korkuyu ve
çaresizliği doğuruyor ve korku da bilgisizliğe teslim
oluşu ya da onu bir biçimde aşmanın imkânını içinde
barındırıyor.
Bilgisizlik ve korku... Ve böyle olunca, işin kökeni
doğal olarak tarihin en başına, ilkel insana dek gidiyor.
İlkel insan, yalnızdır. Sürüdür ama yine de yalnızdır.
Topluluk halinde yaşadığı halde aslında doğanın korkunç
güçleri karşısında yalnız ve zayıftır, çaresizdir. Doğa,
kendi sürecinde bir olgu olarak onun dışındadır; iyi
ya da kötü şeyleri sunar ona, felaketleri sunar örneğin
ama yaşamı besleyen güçleri de içinde barındırır. Böylece,
henüz kendisinin ve çevresinin farkında olmayan, gelişmemişliğinden
ötürü iradesi de sınırlanmış bulunan insan, karanlıklar
içinde kendine sorduğu sorulara deyim yerindeyse felsefi
karşılıklar arar. Felsefe, çok kaba olarak insanın kendisi
ve çevresi üzerine, daha doğrusu kendi varlığının anlamı
üzerine düşünmesiyse eğer, insanoğlunun tarihi kadar
eski bir iştir yapılan. Ve bu tarihin, henüz zifiri
karanlıktan ibaret olan başlangıcında, bilginin acımasız
kıtlığı ve hayatın müthiş zenginliği arasındaki derin
uçurum, insanoğlunun beyninde bütün bu tanımlanamaz
karmaşanın birileri tarafından yaratılmış ve yönetiliyor
olması fikrini doğurmuştur. Doğrusu bu hiç de öyle metafizik
bir karmaşıklık taşımaz içinde. Son derece doğal güdüler
sözkonusudur ve her şey ama tanrıların kendileri de
çok doğal varlıklardır. Doğal olguların doğrudan kendisine
yönelik olan hayranlık ve korkunun, tapınmaya dönüşmesi
kuşkusuz bugün bildiğimiz dinsel düşünceden daha saf
ve aynı zamanda daha mantıkidir. İnsanoğlunun açıklamakta
aciz kaldığı fırtına, ateş, vb... gibi olguların bizzat
kendisini tanrılaştırması, korku ve hayranlığını bir
biçimde açığa vurması ve daha sonra bu doğal objeleri
daha taşınabilir, sabitleşmiş olgularda simgeleştirmesi
de çok anlaşılabilir durumlardır. Hatta, işin bu noktası,
insanoğlunun belirli bir soyutlama eşiğine erişmiş olmasını
gösterir.
Tanrısal varlığın daha da soyutlanıp görünmez hale sokulması
ise artık tümüyle yeni bir aşamadır. Bu kez artık sözkonusu
olan, bütün doğal güçlerin ve bütün bilinmezliklerin
toplulaştırılması ve salt nesne isimlerinden artık kesinlikle
kavramlara geçiştir. İnsanoğlu artık daha soyutlayıcı
ve kavramsal düşünebilmekte, korkularını aşamamış oluşunun
yarattığı boşluğu bu kez daha yoğunluklu bir "yaratıcı"
kavramıyla doldurmaktadır. Sayıları hayli fazla olan
ve her biri ayrı doğal olguları temsil eden kontrol
eden eski tanrıların yerini, bunların bütününü yaratıp
yöneten bir yeni tanrı biçimi aldığında, bu kez artık
daha gelişkin ve daha zor yıkılabilir bir dinsel inanışın
eşiğine geliriz. Bu kez daha gelişkin bir insanla da
karşı karşıyayızdır; çevresini ve doğayı daha çok kavrayan,
onun basit işleyişinden daha çok haberli olan ama bu
kez de bütün bu işleyişler arasındaki bağı kavramakta
zorlanan insan, bu bağı yine de "genel bir yönetici"
ile doldurmaya çalışır. Bütün bu oluşların, kendisinden
çok üstün, "yetenekleri tanımlanamaz" ölçüde
soyut bir güç tarafından gerçekleştiriliyor ve denetleniyor
olması onun için artık sabit bir veridir.
Yani, hiç de basit değil... İnsanoğlunun kendisi ve
çevresi üzerine bilgisi çoğaldıkça ufku genişlemekte
ama şeylerin basit bilgisi ile onların yasalarının bağıntılarının
bilgisi arasında bir açı hep varolmaktadır.
Doğaldır, insanoğlu bütün bu olguların, kendi dışında,
"kendinde olgu" olarak varoluşunu ve bunun
sonsuza dek uzanışını anlamakta zorlanıyor. Her seferinde
yaşama ilişkin bilgisini bir önceki kuşaktan alan insanoğlu,
o devraldığının temel unsurlarından vazgeçmiyor. İnsan
düşüncesi boşluk kabul etmiyor çünkü, yerine konulabilecek
mantıki bir şey bulunmadıkça eskisinden vazgeçmek anlamlı
görünmüyor insanoğluna. Çünkü, eskisinden vazgeçmek,
boşluğa düşmek oluyor.
Boşluğa katlanamıyor insanoğlu... Sonsuzluğu ve sonsuzluk
içinde kendiliğinden oluşu kavrayamıyor... En radikal
düşünebilen insanın kafasında bile dünyanın, galaksilerin,
evrenin başsız ve sonsuz patlayıp soğumalar, genişleyip
daralmalarla gelip böyle gideceği fikri çok karşılık
bulmuyor. Daha güvenli ve kolay olan açıklama tarzını
seçiyor insanoğlu, bütün bu karmaşanın ürkütücü boşluğu
karşısında duyduğu dehşet onu yeniden ilkel mağarasına
döndürüyor, bu karışıklığın biri tarafından yaratılıp
yönetilmesi ona daha rasyonel bile görünüyor.
Daha da doğrusunu söylemek gerekirse, her konjonktürde
varolan uç filozoflar dışında, insanoğlu olayı bu kadar
derinlemesine de düşünmüyor, düşünmemeyi seçiyor. Onun
temel sorunu tabii ki öncelikle kendi güvenliği ve yaşamıdır.
Ve bu duruş noktasından baktığında insanoğlunun asli
sorunlarından biri kendi güvenliği için garantiler sağlamaktır.
Başlangıçtaki "ilkellik" döneminde bu garantilerin
sağlanışı çok daha basit bir "rüşvet" sistemine
bağlıdır. İnsanoğlu kendisini ihya eden ya da mahveden
güçler karşısındadır ve onların iyiliğinin sürmesi ya
da kötülüklerinin azalması için gerekli "rüşvet"leri
ödemeyi uygun bulmaktadır. Kurbanlar, adaklar, uzun
süren çileli dualar hepsi aynı amaca, başedilemeyen
büyük güçlerin bir biçimde hoşnut edilmesi amacına yöneliktir.
Süreç geliştikçe temelde bu rüşvet eğilimi değişmez
ancak bu kez olguların basit mekanizmalarını çözüp onların
bağıntılarını kavramaktan uzaklaşan, sonsuzluk ve boşluk
duygusuyla dehşete kapılan insan, artık basit daire
müdürlerine "rüşvet" vermekten vazgeçen ama
buna karşın daha soyut bir "rüşveti" daha
görkemli bir "yönetici"ye veren bir konumdadır.
Bu kez insanoğlunun dağarcığında yaşamı iyileştiren
ya da felaketlere boğan güçler konusunda daha çok bilgi
vardır, sürecin içinde daha fazla iradesi ve özgücü
vardır, sözgelimi depremleri ve hastalıkları daha çok
çözebilir durumdadır ama yine de kaderini yenebilmiş
değildir ve her başarısızlıkta ilkel mağarası onun için
bir sığınak olarak hazır durmaktadır. Aslında, olguların
değişmesi için verilen eski "rüşvet" de yerini
olguların değişmeyişi karşısında mutlak gerekli olan
bir tür huzur bulma, avunma ihtiyacının karşılanmasına
yöneltmiştir. Artık, sunak taşlarına konulan somut nesnelerin
yerini, insanın kendi ruhuna yönelik "iç rüşveti"
almıştır.
Ve tabii ki ölüm korkusu... Evriminin her aşamasında
insanoğlunun en büyük problematiği, doğanın ve yaşamın
diğer unsurlarının süregiden sonsuzluğu karşısında kendi
yaşamının acınacak derecede sonlu ve kısa oluşudur.
Üstelik bu yaşam da çoğu kez kötülüklerin ve mutsuzlukların
içine gömülüdür.
Çözümsüzlük, avunma gereksinmesini ve yanılsamaya kapılma
eğilimini getirmiştir her zaman. Ve tanrı fikrinde,
onun devamı olarak beliren yeniden doğma fikrinde bu
unsurların her ikisi de vardır. Gerçekten de istisnasız
bütün dinlerde insanoğluna yeniden yaşam ve üstelik
bu kez daha sorunsuz bir yaşam vaadediliyor olması hiç
rastlantı değildir. İnsanoğlu her zaman bu en zayıf
tarafına, yokolmanın yarattığı dehşet duygusuna çözüm
aramış, artık bir daha hiç yaşayamayacak olmayı bütün
tarihi boyunca kabullenememiştir. Sonlu bir yaşamı veri
alıp, "öyleyse mümkün olanı anlamlı yaşamak"
gibi bir düşünce tarzına adım atmakta zorlanmış ve avuntu
veren soyutlamaları seçmiştir. Çaresizlik, yanılsamalı
"çare"ler üretmekte ama sonuç olarak insanoğluna
bir tür "huzur" da vermektedir.
Böylece, gerçekliğin verdiği acılardan kaçmanın doğal
sayılabilecek bir biçimi olarak ortaya çıkan tanrısal
fikir, zaman içersinde bu kökenden kopmamakla birlikte
giderek soyutlaşmış ve yerleşik doğmalar halinde sağlamlaşmıştır.
DÜŞÜŞ YERİNE YÜKSELİŞ: TARİHİN ARIZASI...
Bütün bunlardan ne çıkıyor ya da çıkmalı? Bilim
sınırları içinde kalmayı seçen her düşünce tarzının
dinsel fikrin kaynağı konusunda doğallıkla varacağı
sonuç aynıysa; yani, bütün yollar eninde sonunda bilgisizlik
ve korku gibi temel bir noktaya çıkıyorsa, tarihin evrimi
neyi getirmelidir ya da getirmeliydi?
Bütün bu vargılardan ulaşılacak düz bir sonuç, insanlığın
bilimsel evriminin doğal ve kaçınılmaz bir şekilde dinsel
düşünceyi eritmesi gerektiği, hatta bunun şimdiye dek
büyük oranda gerçekleşmiş olması gerektiğidir. Çok mekanik
bir bakış açısından, aynı yüzey üzerinde bir objenin
genişlemesi, diğerinin daralması anlamına gelmelidir.
Bilimsel sosyalist düşüncenin mantığının çok kaba biçimde
kurulması halinde de, tam böylesi bir sonuç kaçınılmaz
gibidir.
Ama işte sorun zaten buradadır. Görünen durum, bu mantıki
çözümlemenin sonuçlarına çok fazla uymamakta, hatta
bütün bilimsel gelişme boyutlarına karşın dinsel eğilimde
ciddi yükseliş dönemleri yaşanabilmektedir. Bugün de
böyle bir dönemden geçtiğimiz söylenebilir. Gerçekten
de günümüzde dinsel eğilim hiç küçümsenemeyecek bir
yeniden doğuş yaşamaktadır. Uzayın kısmi keşfinin başarılması
ve doğa yasalarının önemlice bir bölümünün kavranılmasından
sonra, artık böyle bir bilgilenme ile ilkelliğini aşmış
olması gereken insanoğlunun dünyasında dinin yıldızının
yeniden parlaması gerçekten ciddi çözümlemeleri gerekli
kılmaktadır.
İlk elden birçok faktör hemen sayılabilir... Ama öncelikle,
üstyapı kurumları konusundaki "yanılsamalı özerkleşme"
sorununu tesbit etmek gerekiyor. Üstyapı ile altyapı
arasındaki ilişkinin marksist teoride yorumu sanıldığından
daha karmaşıktır; çünkü bu ilişkinin kendisi basit ve
düz değildir. Çoğu kez, üstyapı kurumları zaman içersinde
onu yaratan kökenden bağımsız göründükleri bir yanılsama
noktasına ulaşırlar. Sözgelimi hukuk kuralları da böyledir.
Hukuk kuralları da artık, doğmuş oldukları sınıfsal
güç ilişkileri ve ekonomik egemenlikler alanından bağımsız
kurallar olarak görünür hale gelir ve bir yargıç ya
da sıradan bir yurttaş için kökenle ilgili bağlar çok
bulanık bir örtünün altında kalır. Şüphesiz burada kuşaklar
boyu aktarılıp zihinsel yer kazanan kavramsal eğitimin
de büyük payı vardır.
Dinsel düşünce alanında da, başlangıçtaki kökenler ne
olursa olsun, kuşaklar boyunca eğitim ve akıp geçen
gelenekler, kültürel biçimlenişler yoluyla insanların
artık onu kendilerinden önce varolmuş ve varolacak,
öyleyse kabulü de zorunlu bir obje olarak görmeleri
durumu ortaya çıkar. Yani, zaman içerisinde, dinsel
düşünce ve iman etme durumu öğrenilmiş bir tavır olarak
işlevini yürütür ve her tek insanın tanrının varlığını
tartışıp tartışmamasından bağımsızlaşır, çünkü her tek
insan bu kültürel genlerle birlikte büyüyüp erişkin
hale gelir. Artık, varlığı sorgulanmayan, sorgulanması
da zaten dinsel düşüncenin kuralları tarafından yasaklanmış
bir önkabul vardır. Zaten, bütün dinsel düşünce biçimlerinin
en temel ögesi, kendisini tartışma dışına çıkaran tavrıdır.
Küçük ayrıntılar üzerinde tartışmaya kısmen izin veren
dinsel ideolojiler, sorunun asıl temeli olan "ilahi
bir yaratıcının varlığı-yokluğu" sorununu hiç bir
biçimde tartışmaya yanaşmazlar ve kendilerini de bu
tabunun kuşaklar boyu aktarılmasıyla görevli sayarlar.
Bu açıdan, tarihin ve bilimlerin gelişmesi çok doğru
bir çizgi izlese bile, bu gelişmenin birebir şekilde,
kendiliğinden ateizmin hakimiyetine yol açması çok mümkün
değildir. Bu çok düz bir varsayım olur. Oysa sorun çok
daha karmaşıktır; dinin, onu doğuran kökenlerin tümüyle
yitip gitmesi halinde bile daha uzun bir süre varlığını
devam ettirmesi beklenmelidir ve zaten evrenin tam bir
kavranışı hep uzak bir olgu olarak kalacağı için, içine
tanrısal inancın sığabileceği bir boşluk en azından
uzun bir sürede hep mevcut olacaktır. Tarihsel ömrü
sınırlı bir üretim biçiminin, ortadan kalktıktan çok
sonraları bile üstyapısal varlığını, ideolojik kalıntılarını
uzun süre sürdürebildiği düşünülürse, neredeyse insanlığın
tarihiyle yaşıt olan dinsel düşüncenin insan beynindeki
mevzilerini öyle pek kolay terketmeyeceğini tahmin etmek
çok zor değildir.
Kaldı ki, kapitalist çerçevenin içinde olağanüstü sıçramalar
gerçekleştirmiş olan bilim, hiç de beklenildiği gibi
boş inancı törpüleyen bir süreç yaratmamaktadır. Aksine,
kendine güveni veiyimserliği üretmesi gereken teknolojik
gelişme, çoğu açıdan büyük bir düşkırıklığını ve yabancılaşmayı
beraberinde getirmekte, insanı bütünüyle dışlayan, onu
ezip tüketen bir gelişme bu kez şu bildiğimiz "ilkel
mağaraya geri dönüş" eğiliminin bir başka biçimini
ortaya çıkarmaktadır. Burada, yalnızca gelişen üretim
teknolojisi içindeki o büyük emek yabancılaşmasından
sözetmiyoruz, o zaten işin temeli ve biliniyor. Ama
daha önemlisi, kapitalist teknolojik gelişmenin en uç
biçimlerinin, insanlığın sorunlarını gerçekten çözmek
bir yana, korkunç sosyal uçurumları daha da derinleştirici
bir faktör olmasıdır.Tıpta, uzay teknolojisinde ya da
silah sanayisindeki başdöndürücü gelişmeler, ne açlıktan
toplu ölümlerin bir parça olsun önüne geçebilmekte,
ne de korkunç bir yoksullaşmayı durdurabilmektedir.
Ve doğaldır, dünyanın uçurumlara bölünmüş bu manzarası,
bilim konusunda da büyük bir karamsarlığı beraberinde
getirmektedir. Hatta teknolojinin en uç boyutlarını
yakaladığı varsayılan ABD gibi başlıca kapitalist ülkelerde
de yüzbinlerce insanın "evsizler sınıfı" denebilecek
ölçüde büyük bir topluluk oluşturması ve öte yandan
tüketim toplumunun anaforundan savrulmuş tortu tabakaların
uyuşturucu, vb. gettolarını yaratmış olmaları en canalıcı
çelişmeleri belirlemektedir. Sözgelimi, Uzakdoğu'daki
13 yaşın altındaki çocuk fahişe sayısının 1 milyon olduğu
bugün sistemin kurumlarınca saptanabilmektedir ve işte
1990'ların insanı böyle bir dünyanın içinde kendine
çıkış yolları aramaktadır. Yaşamı kolaylaştırmayı ve
insan soyunu yüceltmeyi değil, kârların maksimize edilmesini
ve öyleyse salt üretimin mekanizasyonunu gözeten kapitalist
teknoloji, insanoğlunun ruhunu öylesine teslim alıp
çürütmüştür ki, adeta onu şu bildiğimiz ilk insanın
yalnızlığına sürüklemiştir. Kocaman kentlerin ve sanayi
komplekslerinin içinde sürüler halinde yaşayan ama öte
yandan olağanüstü düzeyde tecride ve atomizasyona uğratılmış
insanoğlu, korkunç bir yalnızlığın bütün travmalarını
birarada yaşamaktadır. Sistem, insanoğlunun geleceğini
ve bugününü çalmıştır, onu çevresinden ve ait olabileceği
toplumsal formlardan da giderek soyutlamıştır. Kaba
maddi çıkarı bütün insani değerlerin önüne kesinlikle
geçiren sistem, insani özü öyle büyük çöp yığınlarıyla
derinlere gömmüştür ki, gelecek toplumsal düzenin kaygısını
duyan sosyalistler açısından bile bu özün yeniden ortaya
çıkarılıp canlandırılması çok ciddi bir problem olacağı
şimdiden kesin gibidir.
Üstelik, bilimlerdeki ve teknolojinin seviyesindeki
olağanüstü gelişmeler, kapitalist sistemin temel niteliğinden
ötürü, insanoğlunun doğal çevresininin de tükenmesini
beraberinde getirmiştir. Teknolojideki dev gelişmeler,
doğal ortamın büyük ölçüde tahrip edilmesi pahasına
gerçekleştirilmiş, dolayısıyla özellikle son çeyrek
yüzyılda artık çıplak gözle de görülebilir bir biçimde
dünyanın geleceği tehlike altına sokulmuştur. Bu da,
bilimlerle dinsel boş inanç hesaplaşmada bir kayıp puan
olmuştur.
Kaldı ki, kapitalist sistem koşullarındaki teknolojik
gelişim, insanların bilimle kurdukları ilişki açısından
da başındanberi derin bir çelişkiyi içermiştir. İnsanoğlunu
teknolojinin piyasaya dönük sonuçları olan malları yalnızca
satın alıp kullanan bir düzeyde tutan, ama aslında onu
bilimin kendisinden uzakta bırakan bir başka yabancılaşma
türü de kapitalizmin ayrılmaz parçasıdır. Öyle ki, sonuçta
varılan insan tipi, bilimlerin gelişmeleriyle salt tüketici
düzeyinde ilişki kuran ama hiç bir zaman bilimi yaşamayan,
onu kendi hayatının bir parçası olarak algılamayan insan
tipidir.
Böylece, büyük burjuva devrimleri sonrasında gelişen
ve ateizmi sık sık zirve noktalarına taşıyan akılcı-iradeci
düşünme tarzı yıpranmış ve bilime-akla duyulan katıksız
güven bir çok cephesinden zedelenmiştir. Bilimin kapitalist
sistemin emrinde yaşadığı -insanlığın vicdanını kanatan-dejenerasyon,
sonuç olarak onu dinle girdiği hesaplaşmada zayıf düşürmüş,
özellikle aynı süreçlere dünya çapında devrimci dalganın
düşüşleri de rastgeldiğinde, metafiziğe yeniden dönüş
eğilimi geniş manevra alanları kazanmıştır. Gerçekten
de, biraz dikkatle bakıldığında, tarihte dinsel eğilimin
zayıflama dönemlerinin özellikle büyük toplumsal kaynaşma
süreçlerine denk düştüğü görülür. Doğaldır da bu; çünkü
bu dönemler insanoğlunun hayata kendi iradesini en çok
koyduğu dönemlerdir. Büyük burjuva devrimleri dönemi
böyledir örneğin, kiliselerin bu ölçüde etkinlik yitirdiğine
tarihte daha sonraki süreçlerde pek seyrek rastlanmıştır.
1917 ile açılan süreç de yine bütün dünyada metafizik
cepheye büyük darbeler vurmuştur. Ya da yakın tarihe
dönüp baktığımızda 1968'leri görürüz. Kabaran devrimci
dalga, bütün dünyada insanların büyük topluluklar halinde
kendi kaderlerini değiştirmek için harekete geçmesine
yol açmış, bu durum ise bir yandan dinsel eğilimde ciddi
gerilemeler yaratırken, öte yandan da bu büyük altüst
oluşların içinde tümden eriyip gitmek istemeyen dinsel
düşünce kendini reforme etmek zorunda kalmıştır. Özellikle
anti-emperyalist mücadelelerin daha çok öne çıktığı
geri-bıraktırılmış ülkelerin çoğunda dinsel akımlar
tanrısal emirler arasında "zalimlere boyun eğmemek"le
ilgili olanlarını daha çok "keşfetmişler"
ve toplumsal süreçten tümüyle kopmama kaygısına düşmüşlerdir.
Bu dönemler, dinsel düşüncenin hem çok zayıfladığı hem
de devrimci güçlerin etki alanına girdiği dönemlerdir.
Çünkü, bu dönemler aynı zamanda insanın kendine en çok
güven duyduğu, tarihin canlı bir parçası olarak büyük
oranda özgürleştiği dönemlerdir. Kuşaklar arasındaki
en derin uçurumlar bu süreçlerde açılmış ve yerleşik
gelenekler en çok bu süreçlerde sarsıntıya uğramıştır.
Son yıllarda sosyalist cephenin yaşadığı kan kaybı ise
doğal olarak tam tersi sonuçlar yaratmıştır.
Zaten, Reel Sosyalist pratiğin de bütün bu yukarıda
sayılan konularda sabıka kaydı oldukça kabarıktır. Marksist-Leninist
teorinin canlı özünü dondurarak "sosyalist"
toplumları gittikçe küflenip çürüyen bürokratik mekanizmaların
cenderesine sokan revizyonist anlayış, bilimlerle insanın
ilişkisi konusunda da ağır hatalar yapmış ve kitleleri
gerçekten bilimsel düşüncenin cephesine çekmekte sınıfta
kalmıştır. Kapitalist yabancılaşmanın yerine bu kez
daha değişik yabancılaşma türlerini geçiren reel "sosyalist"
pratik, derinlikli insan tipine ulaşamamış ve zaten
bunun sonucudur ki daha sonra idari mekanizmalar çözüldüğünde
toprağın altından bütün dinsel eğilimler yeniden hortlayabilmiştir.
Uzun süredir için için çürüyen bu cephe çözüldüğünde
ve buna bağlı olarak da genel olarak devrimci dalgada
bir düşüş konjonktürüne geçildiğinde, dinsel eğilimin
de önü yeniden açılmıştır. Kapitalist sistem karşısında
herşeye karşın yine de bir alternatif olarak duran devrimci
kampın zaafiyeti yeni bir buzul çağını başlatmış, tutunacak
dalsızlık duygusu içindeki insanlar kendilerini korumanın
bir biçimi olarak yeniden dinsel yanılsamanın tuzaklarına
takılmışlardır. Ya da en azından insanları böyle bir
tuzağa doğru iten faktörler serbest kalmıştır. Geçmişte,
devrimci dalga günlerinde, süreci belirleyen unsur olarak
dinsel akımları da ekileyerek çeşitli biçimlerde kendi
cephelerine çekebilen, bir biçimde denetleyebilen devrimci
hareketler bu yetenekleri açısından da zaafa uğramışlar,
böylece doğan boşluk noktalarını ise artan biçimde dinsel
akımlar doldurmuştur.
Ayrıca soruna bir başka açıdan da bakılmalıdır; kabarma
zamanlarında kitleler açısından bir sorun teşkil etmeyen
devrimcilerin ateist eğilimi, durgunluk ortamında daha
fazla tartışılır olmuştur. Genel bir devrimci ivme döneminde
işçi sınıfı ve diğer tabakaların büyük kesimleri, sürece
önderlik edenlerin ateist düşüncelerini pekala bildikleri
ve üstelik kendileri henüz büyük ölçüde dinsel düşüncenin
etkisi altında oldukları halde, bu durumu bir sorun
olarak algılamamaktadırlar. Oysa, tersi bir durumda,
insanlarda yeniden geleneklere sığınma eğilimi gelişmekte
ve tanrıyla ilişkilerinde "maceralara kalkışmama",
"risklere girmeme" tavrı hakim olabilmektedir.
Bu bölümü bitirip Türkiye'ye doğru adımlar atmadan önce,
bir parantez içerisinde islami akımın dinin bugünkü
yükselişindeki özel yerine değinmek gerekiyor. Gerçekten
de böyle özel bir yer vardır, çünkü bugünkü dinsel yükseliş,
dünya planında da incelendiğinde daha çok bir islam
yükselişi olarak kendisini göstermektedir. Bu, doğal
sayılmalıdır. Çünkü, özellikle manzaraya dünyanın yoksulları
cephesinden baktığımızda, bu cephenin kalbinin en geri
ülkelerde, emperyalizm tarafından iliğine kadar sömürülmüş
ve sömürülmekte olan bölgelerde attığını görürüz. Bu
bölgelerde ise hıristiyanlık, daha çok sömürgecilerin
dini olarak zihinlerde yer tutmuştur ve çoğu kez batılı
dünyayı simgeleyen bir niteliğe sahip olabilmiştir.
Batılı ülkelerde, örneğin ABD'de, muhalif kimliklerin
çoğu kez müslümanlık inanışıyla örtüşmesi de pek boşuna
olmasa gerektir. Müslümanlığın emperyalist haydutluk
düzenine karşı bir alternatif olduğu ya da böyle bir
potansiyelinin bulunduğu düşüncelerinin tamamen boş
yanılsamalar olduğuna inanıyoruz. Ama öte yandan, bugünkü
konjonktürde islamiyetin böyle kullanılmaya çok daha
uygun olduğu da objektif bir gerçektir. Tarih boşluğa
tahammül etmemektedir. Ve insanoğlu, kendi varlığını
ezip tüketen sistemden sakınmak için bir arayış içine
girdiğinde, mevcut sistemden daha ileri bir alternatifi
hazır bulamadığı her noktada, daha geriye, geçmişine
dönüp sığınaklar keşfetmektedir.
(gelecek sayımızda devam edecek)
|