Nüfus Azalınca Açlık Biter mi?
Sırrı Y. Yaşatan
|
***
1990'lardayız... Herşeyin karmakarışık edildiği, bütün
kavramların tersyüz edildiği saçmalıklar çağını yaşıyoruz.
Aydınlıklar çağına yürürken yalnızca bir kesinti, bir
tökezleme bu... Ama yine de bugünümüzü etkiliyor, kafamızı
karıştırıyor, bütün medya güçleriyle üzerimize abanan
efendilerin dünyası bizi kendileri gibi düşünmeye zorluyor.
Önümüze, çıkış yolları yalnızca kendileri tarafından
saptanmış labirentler koyuyorlar, sorunları öyle bir
ortaya sunuyorlar ki, daha baştan üretilebilecek çözüm
yollarını da tıkıyorlar, teke indiriyorlar... Yanıp
sönen ışıklar, yön levhaları, mecburi istikametler ve
yasak mıntıkalar...
Yeni Dünya Düzeni'ndeyiz... İnsanlık, tarihinin o en
büyük zihin karmaşasını yaşıyor... Bu karmaşanın çok
uzun sürmeyeceği artık şimdiden bellidir. Cilalar dökülüyor
yavaş yavaş ve yaldızların arkasındaki kör karanlık
kendini açığa vuruyor... Ama yine de fırtına henüz geçmiş
değil.
***
Kahire'deki Nüfus Konferansı böyle bir dönemde toplandı
işte... Kavram kargaşası sürerken..
Hem ne kargaşa...
Örneğin savaşların suçlusu olarak ölenleri ilan edebilir
dünyanın efendileri... Açlığın sorumlusu olarak da açlık
çekenleri...
"Açsınız!.." diyorlar onlara, "çünkü
çoksunuz ve durmadan çoğalıyorsunuz!" Yüzlerini
buruşturuyorlar, "bıktık artık sizden!.."
Bunun için konferans düzenliyorlar. Daha az nüfusla
dünyanın düzeninin daha rasyonel işleyeceğine herkesi
ikna etmeye çalışıyorlar... Üstelik bu öyle bir kargaşa
ki, bu bakış açısına ve propaganda tarzına nasıl bir
noktadan hareketle karşı çıkarsanız çıkın, kendinizi
hemen "gericilik" safında, modern dünyaya
karşı duran bir "muhafazakârlık" konumunda
buluyorsunuz. Karşınıza dikilip soruyorlar hemen: "ne
yani, çocuklar açlıktan ölsün mü?.."
Tabii ki tartışma tam istendiği gibi alternatifleri
sınırlı tutan bir çerçevede sürüyor. Batı'nın ideolojik
konumlanışı ile dinsel kökenli itiraz noktaları karşı
karşıya duruyorlar ve başka bakış açıları ise medyada
kendisine bir yer bile bulamıyor. İşin doğrusu, değişik
bir bakış açısı sunabilecek olan sosyalistlerin şu anda
böyle çaplı bir soruna müdahale edebilecek solukları
da yok. Böylece nüfus sorununu tepe taklak koyan bu
iki görüş (Emperyalist merkezlerin görüşü ile dinsel
görüş) kısmen hesaplaşırken kısmen de tavizlerle birbirini
dengelemeye çalışıyor. Kürtaj ve evlilik dışı ilişki
gibi kritik noktalar dışında aslında batının ideolojik
hegamonyası pek de zorlanır gibi görünmüyor.
Oysa bütün tartışmanın özünü anlamak zor değildir...
Olan bitenin özeti, Batı'nın tuzu kuru merkezlerinin
uçurumun dibinde duran "yoksul ve aç akrabalarını"
silkelemek istemesinden ibarettir. "Artık çoğalıp
başımıza daha fazla bela olmayın!" diyorlar,
"işlerin kötü gitmesinin nedeni sizin bu denetimsiz
çoğalışınızdır!" Bunu kuşkusuz Güney'in yoksullarına
söylüyorlar, çünkü kendi ülkelerinde böylesi bir sorunu
pek yaşamıyorlar. Güney'in yoksullarının ise yiyecek
ekmekleri yok ama "allahları var!" Dolayısıyla
1990'ların garip konjonktüründe onların savunuculuğunu
Allah'ın kendisi olmasa da yeryüzündeki vekilleri olan
dinsel merkezler üstleniyor!....
Durum böyle...
***
Sosyalistlerin ve genel olarak solcuların ise böylesi
bir noktada bazen radikal dinciliğe karşı duydukları
tepkiyle emperyalist bakış açısına yedeklendikleri gözlenebiliyor.
Sosyalistlerin açık görüşlü ve modernist kişiler oldukları
yolundaki (şüphesiz doğru olan) genel kanıya uygun davranma
kaygısı, onların işin temelini gözden kaçırmalarına
neden olabiliyor.
Oysa, sosyalistlerin olguya kendi özgün bakış açılarından
yaklaşmaları pekâlâ mümkündür ve bu yapılabilir. Sosyalistler,
yüzyıllık bir zaman diliminde henüz Malthus'un bir adım
ötesine bile geçememiş olan kapitalist "çoğalan
nüfus-azalan refah" denklemine kendilerini kaptırmak
zorunda değildirler. Ve tabii ki aynı zamanda onlar
insanın ilkel kalmasını isteyen radikal dinciliğe de
kendilerini kaptıramazlar. Sosyalistler, sözgelimi kürtaj
ve nüfus kontrolü gibi konularda bir karşı çıkış noktasında
değillerdir. Dinin ideolojik baskılanmasından uzakta
olmaları da onlara bu konuda daha geniş bir hareket
alanı sağlar.
Ama sosyalistlerin buradaki kalkış noktası, dünyanın
insanları doyuramıyor olması değildir. Çünkü insanların
"doyamıyor" oluşunun asli nedeni nüfusun çokluğu
değil, mülkiyet ilişkilerinin ta kendisidir.
Hem tekil işçi örneğinde, hem de emperyalist dünya düzeninin
genel boyutunda sorunun özü, insanların bir bölümünün
"haddinden fazla" doyuyor olmasıdır; daha
da doğrusu insanların bütününü doyurabilecek hacimde
olan kaynakların insani olmayan, insana yabancı kullanımı
ve mülk edinimidir. Dünyanın bütün yeraltı-yerüstü kaynaklarının
tepesine çöreklenmiş olan tekeller bu durumun başlıca
sorumlusudur. Ayrıca yine bu güçler, yüzyıllara yayılan
sömürgeci politikalarıyla bugünkü yoksulluğun da asli
sorumlusudurlar. Yüzyıllardır geri ülkelerin kaynaklarını
yağmalayan ve bu arada korkunç ekolojik tahribata yol
açarak bastıkları yeri ot bitmez hale getirenler de
onlardır. Bugünkü haliyle bile akışını-kullanımını denetledikleri
kaynakların yalnızca mülkiyet biçiminin ve kullanım
yönünün değiştirilmesi bir çok sorunun gerçek bir çözümüdür.
Ortaklaşa mülkiyet halinde dünyanın yine de salt kendi
doğal kaynaklarıyla kendine yetip yetemeyeceği, nüfus
konusunda önlemler alınmasının gerekip gerekmeyeceği
ayrı bir sorundur ve bu tartışmanın dışındadır. Sorun
bugünkü ikiyüzlülük ve sahtekârlığın boyutları sorunudur.
Kendi politikalarıyla berbat bir hale soktukları dünyanın
haline bakıp, bütün bunların sorumlusu olarak yoksulları
ilan etmeleri ve onlara dönüp "dünya sizi besleyemiyor,
çünkü çok kalabalıksınız" demeleri tam da tipik
bir emperyalist mantığın eseridir.
Sosyalistlerin böylesi bir düşünce tarzını ve çıkış
noktasını baştan reddetmeleri, onların varlık nedenleri
ve hayata bakışlarının temelidir. Bir sosyalistin bugünkü
dünya nüfusuna "doyurulamaz" olarak bakması,
onun bütünüyle kendini inkârıdır. Bir sosyalistin, "kapitalizmin
az nüfusla daha rasyonel işleyebileceği" yolundaki
ideolojik propagandaya şöyle ya da böyle eklemlenmesi
düşünülemez. Sosyalistler, sınıflı toplumların ve en
çok da tekelci kapitalizmin onca yıllık tahribatının
ardından kendi işlerinin de çok zor olduğunu bilirler,
bilmelidirler. Gerçekten de berbat hale getirilmiş bugünkü
dünyayı yeniden biçimlendirmek, kaynakların en iyi kullanımı
halinde bile zor olacaktır. Ama bütün herşeyin önüne
insanı koyan bir dünya kavrayışı yine de sorunların
çözümü için tek mümkün kavrayıştır. Dolayısıyla, sosyalistlerin
bugünkü "az nüfus-çok refah" demagojisine
prim vermeleri doğru değildir.
Ama öte yandan sosyalistler, aynı zamanda cinselliği
bir "ürün verme eylemi" olarak gören dinsel
kökenli düşünceye de karşıdırlar. İnsanın kendi varlığının
devamını sağlaması doğal olmakla birlikte, kendi düşünsel
kapasitesini de yüzyıllar içinde ilk mağara adamı'na
göre kat be kat artırmış olan aynı insanın cinsel sevgi
ilişkisini ilkel algılaması düşünülemez. Kendi eşini
artık mağara adamınınkinden daha karmaşık bir yoldan
giderek seçen insan, bu seçişte kuşkusuz doğal "üreme"
içgüdüsünü yadsıyamaz ama öte yandan o artık içgüdüleriyle
davranmadığı ölçüde insandır, bilinçli bir canlıdır.
Ne kadar çarpılmış-çarpıtılmış olursa olsun binlerce
yıllık bir insanlık kültürü onun arka planında mevcuttur.
Ve artık bilinçli bir canlı olarak insan, sevgi ilişkisini
kurarken basit üreme içgüdüsünün ötesinde bir yerdedir.
Bu açıdan o, kendi üreme gücünü ya da cinsel eyleminin
sonuçlarını kendi iradesiyle sınırlayabilir, bunun için
uygun, doğaya ve kendisine zarar vermeyen yöntemleri
bulur, kullanır. Bunu, mevcut hayatını ve sevgi ilişkisini
daha anlamlı kılmak için yapar. Kendi yaşamsal
belirtisi olan cinselliği yaşarken, bu cinselliğin mutlaka
üremeye dönüşmesi gerektiğini vurgulayan (özünde "içgüdü"yü
ululayan ve öyleyse düpedüz ilkel-hayvani olanı yücelten)
gerici düşünme tarzlarını reddeder, cinselliğinin üreme
sonucu yaratıp yaratmayacağını belirleme iradesini kendisine
ait sayar. En önemli sorun da budur zaten, insanın kendi
varlığı üzerinde kendi iradesini hakim kılıp kılamayacağı...
İlk bakışta "doğaya" pek uygunmuş gibi görünen
dinsel düşüncenin arkasında aslında insan iradesinin
açıkça reddedilmesi vardır, dünyayı ve insanların bütün
varlığını ilahi bir gücün yönlendirdiği doğmasından
hareket eden din, böylece insanın bağımsız irade ve
eylemini daha baştan bir küfür-inkâr olarak algılar
ve sonuçta bu düşünce insanı ilkelliğinden kurtulmamış
halinde bırakır. Bu düşünceye göre "çoğalmak"
bir tanrı buyruğudur ve tabii ki tartışılamaz. İnsanlar,
(daha doğru bir deyim kullanırsak, erkekler...)
cinsel ilişki kurarlar ve bunun ürünlerini alırlar...
Ki, zaten cinsel ilişkinin bizzat kendisi kutsal kitapta
"tarlanın ekilmesi" olarak tanımlanır, dolayısıyla
da burada herhangi bir biçimde insan iradesinin devreye
girip durumu değiştirmesi yasaktır, tanrısal düzenin
inkârıdır...
Ama öte yandan Modernizm ambalajına sarılan kapitalist
düşünme tarzı da insanın kendi iradesini daha gizli
bir biçimde çiğner. Kapitalist düzenin az nüfusla daha
"rasyonel" işleyeceği temeline dayanan bu
mantık, bu kez tanrı iradesi yerine ekonomik sistem'in
emirlerini, zorunluluklarını koyar. Her iki durumda
da insanı kendi haline bırakmak, kendi yaşamını düzenlemekte
özgür davranmasına izin vermek sözkonusu değildir. Elbette
'modern dünyamız" bunu çok fazla yasaklarla yapmaz!
Ama, belirli bir düşünme tarzını ekonomik koşulları
da zorlayarak öyle bir işler ve öyle bir medya bombardımanı
düzenler ki, sıradan insan düpedüz bu doğrultuda zorlanmış
olur. "Peki, der sıradan insan, gerçekten
de doğru... Gerçekten de bakamayacağım çocuğu yapmasam
iyi olur..." İlk bakışta mantıklıdır da bu
düşünce. Ama, aynı sıradan insan böylece "kaynakların
neden sınırlı olduğu, kendisinin neden kötü yaşadığı,
vb..." gibi daha ciddi sorulardan uzaklaşmış
olur. Çocukların niye bakılamadığı gibi çok temel bir
soru arada kaynamış olur.
Görüldüğü gibi, burada sözkonusu olan, insanın kendi
iradesiyle kendi cinsel sevgisinin sonuçlarını denetlemesi,
böylece yaşamını daha anlamlı-mutlu kılması filan değildir.
Sözkonusu olan, onun bir biçimde Malthus hazretlerinin
buyruklarına boyun eğdirilmesidir. Ve özünde bu zorlama,
1980 sonrasında bütün dünyada zirvesine ulaşan Friedman'cı
rüzgara da çok uygundur. Kapitalist sistemin artık bütün
o "sosyal devlet" saçmalıklarından kurtulması
gerektiğini açıkça savunan Milton Friedman okulunun
dünya düzeyinde kazandığı etkinlik ve paralelinde gelişen
neo-liberal dalga aslında bir anlamda Kahire Konferansı'nın
da ideolojik arka-planıdır. Neo-liberalizmin "altta
kalanın canı çıksın" söylemi Kahire'de "altta
kalanlar çoğalıp durmasın!" biçiminde bir emre
dönüşmüştür.
***
Sonuç olarak ki bu bir tartışma yazısı biçiminde düşünülebilir
sosyalistlerin, önlerine dayatılan ikilemlere sığmak
zorunda olmadıkları söylenebilir. Medya'nın şişirmesine
gelip bir modernizm hevesine kapılmak gerekmiyor. Sömürgeci
ordularıyla yüzyıllardır talan ettikleri ülkelerin bugünkü
yoksulluğundan yine o insanları sorumlu tutan emperyalist
sistemin ikiyüzlülüğü gerçekten iğrençtir. Ama tepkici
bir tavırla bir başka uca savrulmak da bize pek doğru
gibi gelmiyor.
Bütün sorun hem tek tek ülkelerde, hem de bütün dünyada
insanoğlunun, ezilen yığınların, kendi kaderlerini kendi
ellerine almaları ve o zaman gerçekten "yeni"
sıfatına layık olacak bir "dünya düzeni" çerçevesinde
doğayı yönlendirebilir olmalarıdır. İnsanoğlu, tanrının
kuzuları olmaktan vazgeçtiğinde, ancak o zaman "cennet"in
yeryüzüne inmesi mümkün olacaktır. Bu "cennet"in
hiç sorunsuz olacağını elbette söyleyemeyiz ama bugünkü
"cehennem"den kötü ne olabilir ki zaten?
|