Sosyal
Demokrasinin Yeni Bir "Karaoğlan" Şansı
Var mı?
|
Karayalçın: Doğru Zamanda Doğru yerde Bulunmak…
Bu, bir Amerikan deyimi: "doğru zamanda doğru yerde
bulunmak…"
Deyimin politikada bazen doğrulandığı oluyor, bazen
de doğrulanmadığı. Ama en azından Karayalçın için (ve
şimdilik kaydıyla!) sonucun pozitif olduğu söylenebilir.
Gerçekten 12 Eylül 1993 akşamında durduğu yer Karayalçın
açısından durulması gereken yerdi ve sonucu da zaten
ortada…
Murat Karayalçın SHP genel başkanlığına seçildi.
Seçildi ve "seçildi"…
Burjuva politikasında "seçilmek" fiilinin
sözlükteki anlamları her zaman birbirine karışır.
"Belirli bir miktarda oy alarak seçilmek"
ile "bir amaç için birileri tarafından uygun görülmek"
anlamları burjuvazinin siyasi arenasında tümüyle iç
içedir. Ama genellikle bu ikinci anlam pek görülmez,
görülmemesi için elden gelen her şey yapılır. "Hür
seçim" kavramı kutsaldır, insanlar buna inanırlar,
inanmaları istenir. Ama, "daha önceki seçim"
ve bu "seçilmiş"in finanse edilişi, medya
bombardımanlarıyla beyinlere empoze edilmesi, sisler
altında kalır.
Tabii, her şey mekanik değildir. Burjuvazi, parlementer
politikayı öyle doğrudan emir-komuta ile yönetmiyor
ya da emir-komutasını değişik biçimlerde ortaya koyuyor.
Bir benzetme yaparsak, bilardo oyunundaki gibi topun
hangi bantın hangi noktasına vuracağı üzerine tercihlerin,
"düzenleme"lerin belirlendiği oyunda durumu
sezen politik kadrolar da kendilerini topların buluşma
noktasına koymayı becerebiliyorlar. Burjuva politikası
böylece kendi yolunda yürüyor.
Bu tür bir oyunda kuşkusuz sekizinci sınıf bir politikacının
çok şansı yoktur. Oligarşinin politikalarını yürütmek
de kendince çap isteyen bir iştir ve oyunda "tercih
edilebilir" noktalarda durabilenler böylesi politik
çapı olanlardır. Bu açıdan mevcut politikacı takımını
(fıkra konusu olan bazıları dışında) küçümsememek gerekiyor.
SHP kongresi de aynı oyunun sahnelerinden biriydi ve
önemliydi. Aktörler, figüranlar çıkıp kendilerini ışıkların
altına koydular ve önce "seçilme"yi, sonra
da seçilmeyi umdular.
Egemen güçler açısından başlıca iki gereksinim vardı:
Öncelikle, egemen blok, dün olduğu gibi, bugün de parlamenter
politika alanının canlı olmasını ve canlı kalmasını
istiyordu. Bu alanın cazip ve "sahici" görünmesi,
toplumsal muhalefetin tüm biçimlerinin düzen içi bir
"kapalı devre" sisteminde erimesi açısından
hep önemli olmuştur. Bu bakımdan, son süreçte tümden
çaptan düşen SHP'nin canlandırılması, bir partinin canlandırılmasının
ötesinde sistemin de restorasyonu anlamına geliyordu.
Sistemin sürekli krizinin bir ürünü olarak gelişen,
iflah olmaz siyasi istikrarsızlık belki yeni-yıpranmamış
yüzlerle biraz durulabilirdi. Daha fazla destekli, daha
uzun ömürlü iktidarlara duyulan ihtiyaç, taktikleri
de belirliyordu.
Ama öte yandan, böyle bir tipin soldan, radikal fikirlere
yakın durmaktan mümkün olduğunca kaçınan bir teknokrat
olması da gerekliydi. Görünümüyle insanları canlandıran,
ama bırakın somut icraatı, söyleminde bile bu canlılığın
sınırlarını her yandan çizen "kokmaz-bulaşmaz"
bir lider tipi gerekliydi.
Gerçi Gürkan'ın imajı da yaratılmak istenen canlanma
açısından çok kötü değildi. Ama daha çok ikinci sorun
açısından (belki de!) riskler taşıdığı egemen çevreler
tarafından düşünülüyor ve bazen bu düşüncelerin medya
araçlarına yansıtıldığı da oluyordu.
Sonuç ortadaydı. Mağlupların zoraki gülümsemeleri… Ve
"dağ başını duman almış" marşları arasında
Karayalçın'ın kürsü show'ları…
Böylece "siyasette yeni yüzler" diye lanse
edilen operasyon da tamamlanmış oldu. Yılmaz, Çiller
ve Karayalçın… Ambalajları yeni, cicili bicili üç yeni
mamul… Malların satış şansı ise artık reklamcıların
becerisine kalıyor. Parlamenter demokrasi denilen rezalet
bu boyutta ulaşınca insan gerçekten Seguela'nın şu reklamcılıkla
genelev piyanistliğini karşılaştıran esprisini bayağı
ciddiye almaya başlıyor!...
Köprülerin Altından Ne Kadar Su Aktı?
Bugün, meydanları yeniden dolduracak bir "Karaoğlan"
(ya da "Karamurat") fırtınası esebilir mi?
"Hint Horozu"(!) şişirmesinden umduğunu bulamayan"
sosyal demokrasi yüzdesi oldukça düşen ve skandallarla
bir kadavraya dönen gövdesini böylece diriltebilir mi?
Evdeki hesap nedir? Çarşının vaziyeti ne alemdedir?
Kuşkusuz bugün böyle bir şansın varolup olmadığını anlamak
için geriye dönüp dün yakalanmış olan şansı ve onun
koşullarını ciddi olarak incelemek gerekiyor.
Belki böyle bir inceleme bugün Ecevit konusunda yaşanan
şu malum yanılsamayı da bir ölçüde giderebilir. Gerçekten
de bugün, konjonktürel durumları dikkate almadan "Ecevit'in
değişip gericileştiği" çok sık söylenmekte ve bu
bazen en sol çevrelerde bile dolaylı şekillerde ifadesini
bulmaktadır.
Oysa, işin doğrusu, "Ecevit'in değiştiği"
düşüncesi şeyler vardır ve Ecevit de bir politikacı
olarak bu "değişen"lerin içindedir. Zaman
zaman Türkeş ile tam bir eşgüdüm noktasına varan şovenist-dinsel
hezeyanlara artık Ecevit'te daha sık rastlanmaktadır
ama işin temeli yine de onun kendisinin değişmesi değildir.
Esas değişken unsur sosyo-ekonomik-politik ortamdır.
Ölçüler, değerler değişmiştir, tutumların, tavırların,
söylenenlerin dün gözden kaçabilen anlamları bugünün
somutunda ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Yoksa Ecevit'in
1974'de bugünkünden daha az şovenist, daha az tutucu
olduğu söylenemez. Kıbrıs gibi büyük bir şovenizm dalgasını
ülkenin başına saran aynı Ecevit'tir. Polis teşkilatına
ilk polis panzerlerini armağan edip bu panzerleri ilk
kez Ülker fabrikası işçileri üzerinde "deneyen"de,
ikide birde Kürt hareketine karşı seferler öneren de
odur. Bütün bunlar çok net, bilinen şeylerdir.
Bugün 90'larda ise Ecevit'in portresindeki yüz çizgilerinde
de değişiklikler vardır ama esas olarak portrenin yer
aldığı genel manzaradaki renklerin farklılaşması onun
yüzünün bütün çizgilerini açığa çıkarmıştır. Bütün diğer
unsurlar bir yana TC sınırları içindeki topraklar bugün
10 bin'e yaklaşan gerillasıyla, milyonlara ulaşan desteğiyle
bir ulusal kurtuluş mücadelesi gerçeğini yaşamaktadır.
Yalnızca bu gerçek bile her şeyin rengini değiştirmiş,
bakış açılarında, değer ölçülerinde derin değişiklikler
yaratmıştır.
Dahası, bu politik-kültürel ölçü değişiklikleri yalnızca
Ecevit için değil, bir çok bilinen şahsiyet için turnusol
kağıdı olmuştur. Türkiye'de sıradan aydın tavrı da her
yönden yıpranmış, her şey eski zemininden kaymıştır.
1973-74'de Olan Nedir?
Gözlerini 90'ların politik ortamına açmış kuşaklar için
anlamak zor olabilir, gerçekten de zordur. Hele bugünkü
tüyü dökülmüş, çaptan düşmüş Ecevit'e bakınca anlamak
iyice zorlaşıyor. Ama o günler gerçek anlamda bir fırtınanın
yaşandığı günlerdir. 1973, oligarşinin Menderes'ten
sonra yakaladığı en önemli yedekleme seviyesidir. Binlerce
insanın seçim meydanlarında "Halkçı Ecevit"
diye haykırdığı, dağlara taşlara "Karaoğlan"
sloganlarının yazıldığı günlerdir. Öyle ki bugün Türkiye'de
ismi Ecevit olan 18-20 yaşlarında yığınla insan vardır.
Bu nasıl mümkün olabilmiştir?
Doğru zamanda doğru koordinatlarda bulunmak… İşte Ecevit
73'te gerçek anlamıyla o noktadadır. Parti içi mücadelede
artık politik reflekslerini yitirmiş olan İsmet Paşa'yı
tasfiye etmiş ve duruma uygun yeni çizgiyi çekmiştir.
Aynı süreçte 12 Mart sonrasının ısmarlama hükümetler
döneminin sonuna gelinmiştir. Erim-Melen-Talu gibi gölgeli
hükümetler birbirini izlemiş ve sonunda işler tıkanmıştır.
Oysa ne dünya durduğu yerde durmaktadır ne de Türkiye...
Balyozla ezilmiş toplumsal muhalefet canlanmakta, büyük
kentlerde ve taşrada binlerce genç insan devrimci arayışlarla
kıpırdanmaktadır.
Askeri Cunta sonrası dönemlerde (sosyalist hareketin
ağır hasar gördüğü şartlarda) "Sosyal Demokrasi"nin
çoğu kez bir "umut" haline geldiği biliniyor.
Türkiye tek örnek değil; bu, başka ülkelerde de görülebilen
bir durum. Cunta sonrası süreçlerde uçsuz bucaksız bir
popülizmle az dozda bir "hesap sorma" vaadinin
birbirine karıştırılmasının genelde "iyi sonuç"
verdiği gözlenebilir bir olgudur. Bir süre sonra durum
fos çıksa da hiç olmazsa bir zaman için dalga yaratmak
mümkün olabilmektedir.
73'te yaşanan da budur. Kitlelerin zorla bastırılmış
arayışı bir dalga gibi yükselmiş ve yükseliş, karşılığını
düzen içi bir kanalda bulmuştur.
Elbette kitlelerin beklentileri ile Ecevit'in programı
arasında hiç de uyum yoktur. Ama zaten, parlamenter
dalavereler sisteminde "program" denen şeyin
çok fazla önemi de yoktur. Sloganlar ve heyecanlı Showları
öne çıkaran, medya dolduruşuyla "malı götüren"
bir oyunda, Ecevit'in "ne ezen ne ezilen/insanca
hakça bir düzen" türünden demogojik-popülist sloganları
yeterli olabilmiştir.
Kuşkusuz Ecevit burjuvazi tarafından icat edilmemiştir.
Köken olarak da holdinglerden filan değil, CHP bürokrasisinin
içinden gelir. Hatta tekelci burjuvazinin örgütlerinin
zaman zaman Ecevit hükümetlerinin bazı uygulamalarından
rahatsız oldukları, düpedüz bildirilerle tepkiler ürettikleri
gözlenmiştir. Ama gerçekte, rahatsızlıkları hiçbir zaman
CHP'nin politik hattının kendisinden değil onun yedeklemekte
yetersiz kaldığı toplumsal muhalefettendir. Gerçekten
de açılan süreç içinde vaadlerle kendi umutlarını çakıştıramayan
kitleler canlanmış, ülke grevler, gösterilerle çalkalanmaya
başlamış, öte yandan devrimci hareketle de bütün bu
gelişmelere şu ya da bu ölçüde müdahale edebilme şansını
yakalamışlardır. Ya da en azından böyle bir eğilim vardır
ve tabi bütün bunlar tekeller için "güvensiz"
bir ortam yaratmıştır.
Geçerken, bu sürecin devrimci harekete bir dizi politik
zarar verdiğini de belirtmemiz gerekiyor. Esasen öteden
beri sosyalist hareketin bünyesinde varolan ve 71 sürecinde
beli kırılan "sağ güçlere yaslanma" eğilimi
73 sonrasında (üstelik bu kez kendini radikal kalıplar
altına da gizleyerek) yeniden hortlamıştır. Ancak kendi
bağımsız hattını özenle koruduğunda uzun vadede güçlenme
şansını yakalayabilecek olan sosyalist hareket, bir
kesimiyle, kısa vadeli güçsüzlüğünü gidermenin yolunu
şöyle ya da böyle "sosyal demokrasi"yle işbirliğine
girmekte bulmuştur. "Şöyle ya da böyle" diye
özellikle vurgulama ihtiyacını duyuyoruz, çünkü politik
hareketlerin bir bölümü için (TKP gibi...) bu yaslanma
durumu fiilen merkezi düzeyde gerçekleşirken, bir bölümünde
ise merkezi düzeyde üretilen politikalara karşın alt
düzeyde taşrada CHP ile iç içelikler vs. yaşanmıştır.
Yeniden aynı soruya, "bu nasıl mümkün olabilmiştir"
sorusuna dönersek burada "yeni sömürge kalkınması"nın
son atımlık barutuna da bir göz atmamız gereklidir.
Bilindiği gibi, 1945'ten sonra başlatılıp siyasi düzeyde
Menderes türü yeteneksiz bir politikacıyı da sırtında
taşıyan yeni sömürge süreci başlangıcında belirli bir
yükseliş evresi yaşamış, 58'lerde ise bu gelişim tıkanmıştır.
1960'daki "açış"tan sonra ikinci bir hamle
izleriz ve yine bu dönemde de bir çarpık sanayileşme
hamlesi ve izdüşüm olarak da geçici siyasal istikrar
gözlenir.
Ama 60'ların sonuna gelindiğinde, artık söz konusu olan
ciddi bir daralmadır. Bir zaman için nisbi refah unsurları
ile politik yedeklemeyi ağır aksak götürebilen yeni
sömürge düzeni, 60'ların sonunda yeteneklerinin sonuna
gelip dayanmış, buna paralel olarak da politik muhalefet
giderek düzen-dışı arayışa kaymıştır. Düzen tıkanmıştır
ve tıkanma noktasını yeni bir düzen isteğiyle zorlayan
güçler mevzilenmektedir.
İşin tam bu noktasında 12 Mart bir balyoz, bir dağıtma
harekatı olarak gelir. Devrimci iradeye ve çalışan sınıflara
azgınca bir saldırı olarak başlar ve daha sonra varlığını
çeşitli cunta gölgeli hükümetler ile sürdürür.
Ama bu kör-topal sürdürmedir ve düzen artık yeni bir
soluk almaya gerek duymaktadır.
Ecevit, bu aşamada yeni-sömürgeci sürecinin son atımlık
barutunun bir ürünüdür. Ve son atımın kullanımıyla var
olmuştur. Yani, 1973'te yeni sömürge ekonomisi belirli
son imkanlara sahiptir ve bu imkanları popülist bir
gösteriyle kullanıp tüketmek Ecevit'e nasip olmuştur.
Zaten o imkanlar da tükendikten sonradır ki, kısa sürede
prestij tükenmiş, hızlı bir yıpranma Ecevit imajını
tüketmiştir.
80 Sonrası...
Böylece, aslında 80 sonrasında "sosyal-demokrasi"nin
niye 1973 gibi bir şans yakalayamadığı sorusunun yanıtı
da beliriyor. Çoğu kez bu durum "sosyal-demokrat"
kamptaki egoist bölünmelerle açıklanabiliyor ya da İnönü
gibi liderlerin yeteneksizlikleri de öne çıkarılabiliyor.
Doğrusu bütün bunlar da yok sayılamaz. 80 sonrasında
"sosyal demokrat" cephenin bütün tarihindeki
en yeteneksiz-çapsız kadrolarıyla buluştuğu söylenebilir.
"Calp"ın HP'si zaten "muvazaa" şaibesi
altında eriyip gitmiştir ama işin bu yanı çok öne çıkarılırken,
kurulan bütün partilerin aslında "muvazaa partisi"
olduğu gerçeği gözden kaçırılmıştır. Hiçbirinin o dönemde
ve şimdi 73'ün söylemini bile tutturma kaygısı olmamıştır.
Dahası, cunta devamcısı söylemleriyle bir ölçüde mümkün
olabilecek sempatiyi de kaçırmışlardır.
80'lerin sonunda 90'ların başında ise artık söyleyebilecek
ve yapabilecek kendine özgü şeylere sahip değillerdir.
"Sosyal Demokrasi" cephesi hiç de İnönü'nün
beceriksizliğinden ya da Baykal'ın, Ecevit'in "bölücülüğünden"
ötürü değil, ekonomik ve politik alanda değişik alternatifler
üretmenin yapısal olarak mümkün olmayışından ötürü gerilemiştir
ve gerilemektedir. Tıkanmış olan ekonomi ve politika
alanları burjuva siyasetinde sahneye atılan hiçbir ekibe
çok değişik seçenekler üretme imkanı vermemekte ve sonuçta
söylemleri-icraatları birbirine çok benzeyen partiler
ortalıkta bir imaj savaşı sürdürmektedirler.
Bu tabloya yeni bir "Kara.." sıfatının ekleyip
çıkaracağı çok şey yoktur.
Bu günün koşullarında egemen blok düzeni ve parlamenter
işleyişi restore edecek yeni bir coşku dalgası arıyor.
Oyların berbat şekilde paylaşıldığı ve ortaya istikrar
çıkarmayan bir tabloyu sevmiyorlar ve istemiyorlar.
Sağ kesimden ya da "sosyal demokrat" kamptan
olsun, çok fark etmiyor, oligarşi, tabanı coşkulu, yedeklemek
kapasitesi yüksek birini, birilerini arıyor. Parlamenter
oyunun yeniden prestij kazanıp uzun süreli iktidarlar
üretmesi, yeni-yıpranmamış yüzlerle mümkün görülüyor
ve bunun için bilardo masasının bantları ayarlanıyor.
Ama boşunadır!
93 Türkiye'sinde yaşıyoruz ve 93 Türkiye'sinin manzarası
bellidir.
"Sosyal Demokrasi" niye tırnak içinde?
Kaldı ki, işin ta başından beri klasik Avrupa sosyal
demokrasisi ile bizdeki gelenek arasında ne gibi bir
ilgi olduğu çok ciddi bir tartışmadır.
İlkin; köken olarak.. SDP de içinde olmak üzere bir
çoğu deformasyonuyla türemiş olan Avrupa sosyal demokrat
partileri bir yandadır; bizzat "düzen kurucu"
kadronun içinden türemiş olan Türkiye'deki CHP geleneği
bir diğer yanda.. Biri, zaman içerisinde sağa, iyice
sağa savrularak bugünkü noktasına gelmişken diğeri zaten
sağın tam göbeğinden gelmiş ve üstelik bu geldiği yeri,
Kemalizmi ciddi ciddi solculuk saymıştır.
İkincisi; yeşerdikleri ortam açısından ..Birinciler,
Batı Avrupa'nın burjuva demokratik ortamında, krizlerin
nisbeten esnekliklerle atlatılabildiği, çanların henüz
son kez çalmadığı, devrimci durumun yaşanmadığı ortamda
vardırlar.
Düzenin onarıcıları olarak konumlandırılmışlardır.
Bizde yaşanan ise sistemin sürekli bir milli krizin
içinde sarsılması ve öte yandan yine sürekli bir tarzda
faşizmin kurumlaşmasıdır. Kriz ve faşizm düzenin yapısal
unsurlarıdır ve çoğu kez birincinin derinleşmesiyle
ikincinin daha net-açık biçimler kazandığı gözlenir.
Yani parlamenter oyun sürerken de faşizm devletin bütün
ilmeklerinde yapısal bir olgu biçiminde varlığını sürdürür.
Sürekli çöküntü ve devrimci durum anlamında kriz bütün
esneme paylarını sınırlar. Sistemin onarılacak bir yanı
kalmamıştır, oligarşi biçiminde kastlaşmış olan egemen
bloğun kendi altındaki ara sınıflar ve çalışan sınıflar
ile bağlarını ayakta tutacak mekanizmalar yoktur. Ve
denge sürecindeki her çatlak artık daha fazla zor yoluyla
doldurulmakta, ülke her geçen gün daha fazla şiddetin,
kaosun içine sürüklenmektedir. Kim olursanız olun, düzen
sınırları içinde yaptığınız her şey diğerlerinden farklı
olmayacaktır, oynanan kartların sayısı çok sınırlıdır.
Ve öte yandan Avrupa'da bir ölçüde temel teşkil eden
işçi aristokrasisi olgusu Türkiye'de çok zayıf yaşanmaktadır.
Bütün bu nedenlerin sonucu olarak Türkiye'deki "sosyal
demokrat" partileri de (bilinen, İskandinav vb.
anlamında) Avrupa sosyal demokrasisiyle aynı kefeye
koyabilmek mümkün olmamaktadır. Arada çok köklü norm
farklılıkları, tutum farklılıkları ortaya çıkmaktadır.
Daha doğrusu bir bütün olarak düzenin burjuva anlamda
bir demokrasiyi yaşamıyor olması, böyle politik düzene
ilişkin normların da hiç oluşmamasını getirmiştir. Bizdeki
"sosyal demokrat" parti yöneticilerinin çoğu
kez Avrupa'daki muhafazakar parti yöneticilerinden bile
geri normlarla davranması hiç alışılmadık bir şey değildir.
Bir Avrupalı sosyal demokratın bizimkilere "kızıl
komünist" gibi göründüğü de çok olmuştur.
Kısacası, her çeşit katliamcı politikanın içine -sadece
suç ortaklığı biçiminde değil- doğrudan gömülmüş olan,
dahası kendi tarihsel kökeni itibariyle bu katliamcı-baskıcı
geleneğin parçası olan TC marka "sosyal demokrasi"
zaten kendisine toplumsal sempati sağlayacak tek bir
adım bile atamayacak durumdadır.
Bu Kartlarla Ne Oynanır?
Açıkçası, bu kartlarla hiçbir şey oynanamaz. Düzen ne
kadar berbat bir durumdaysa, onun "sosyal-demokrat"
parçası da o kadar berbat bir durumdadır.
Türkiye ne 1950'leri ne de 73'ü yaşamaktadır. Türkiye'nin
bütün eğrileri dibe inen eğrilerdir. Dibe inerken zigzaglar
yaparlar ama genel olarak eğrinin yönü bellidir: Çukur!
Dolayısıyla düzen için de, onun parçaları için de şanslar
yitirilmiştir. Demirel'in 1965'i ve onun %7'lik büyüme
hızı nasıl bir propagandif yanı ise 73'ün canlı kitleleri
de "sosyal demokrasi" için bir anıdır.
Bugün kimsenin diğerlerinden çok farklı söyleyebileceği
sözler yoktur. Çerçeve bellidir. Dünya Bankası'ndan
iç tekellere dek bütün egemenler ok işaretlerini ve
ışıkların renklerini "tek yön"lü yollara ayarlamışlardır.
Bu yollardan "sosyal demokrat" ya da klasik
sağ rozetle yürürsünüz, ama yol bellidir. Zaten sosyal
demokrat kampın kendini diğer güçlerden ayırmakta güçlük
çekmesi ve özelleştirmeden, ücret politikalarına ve
Kürt sorununa dek hiçbir konuda sıradan sağ partilerden
bir adımcık ileriye gidememesi bunun bir sonucudur.
Kendilerini sağ partilerin ötedenberi söylediği fikirlere
angaje etmeleri açıkça öykünmeleri hiç de lanse edildiği
gibi "ideolojik değişiklik" filan değil, düpedüz
çaresizlik ve çıkmaz sokak debelenmesidir.
Kendilerini başka partilerden ayıracak söylemleri bile
kalmamıştır. "Sosyal yönü ağırlıklı piyasa ekonomisi"
gibi tumturaklı sözler ise bomboştur. Sosyal yönü ağırlıklı
politika da sonuçta düzenin imkanlarıyla ilgilidir.
Oysa bugün Türkiye'nin ne hastanelere, ne okullara ayıracak
fazladan tek kuruşu yoktur, çalışanların durumunun iyileştirilmesi
için de böyle bir şans yoktur. Türkiye'nin bütün kaynakları
iç ve dış tekeller tarafından vantuzlanmakta ve öte
yandan TC içine düştüğü sömürge savaşı bataklığına da
hergün daha fazla kaynak akıtmaktadır.
Burada farklı olarak yapılabilecek tek bir şey (düzen
içinde!) yoktur. "Yatırıma, girişken bir sosyal
demokrasi" masalı da eskimiştir. Dayandıkları ideolojik
temel erimiştir, "dağ başını duman almış"
gibi çocukluklarla show yapılsa da, bu gerçek bilinmekte
ve boşluğu doldurmak için klasik sağ Menderes ekolünden
aşırmalar yapılmaktadır.
Öte yandan, politik alanda da manzara çıkmaz sokaklardan
oluşmaktadır.
her şeyden önce, "sosyal-demokrat" ya da başka
herhangi bir şey ol, kim seni gerçekten iktidar yapıyor
ki? Şu parlamento ahırını kim takıyor? Değil Karamurat,
Sultan Murat olsan devlet politikasının taşlarını nereden
nereye kadar oynatabilirsin?
Yani Türkiye, parlamentonun şeklen varolduğu, esas yönteminin
ise MGK gibi kurumlarda biçimlendiği bir ülkedir. Parlamentonun
imajının yükselmesi elbette istenir ama bu onun gücünün
yükselmesi anlamına gelmez. Hele de günümüz M.Çayan
yoldaş'ın "sürekli faşizm" tesbitinin ayan
beyan doğrulandığı bir süreçtir ve faşizm bütün kurumsal
yapısıyla gerçek iktidardır. Sözgelimi Kürt sorununda
çok çok basit bir reformu bile yapamaz, geri yutmak
zorunda kalırsın. Devlet içinde devletler vardır ve
parlamenter hükümeti de dış kapının mandallarından biridir.
Tablo budur.
Bu tablo üzerine ne kadar karayağız delikanlılar ya
da güleç yüzlü hanımlar koyarsanız koyun ciddi bir fark
yaratmaz.
Çıkışlar kapalıdır!
Belki birazcık canlanış... SHP için yalnızca bu kadarı
söz konusu olabilir.
Çıkışlar kapalıdır ve düzen ağır ağır bir bataklığa
gömülmektedir.
|