Skandallar Ülkesi:
Türkiye
|
Skandallar Ülkesi: Türkiye
Türkiye'nin bir marifeti var: Bu ülke toprağı üzerinde
en büyük rezaletler en büyük hızla kayıplara karışabiliyor.
Dünyanın en uçucu mürekkebi bizde kullanılıyor ve böyle
bir yetenek yedi düvelde yok! Yalnızca bizim TC düzenimize
özgü.... Bizim TC düzenimizin kocaman rezaletlerden
etkilenmeyen kalın bir derisi var; her şey kanıksanmış,
insanımıza da kanıksaması öğretilmiş. Böyle gidiyor.
Örneğin, Hayri Kozakçıoğlu.... İyi aile babası.... Kararlı
vali... On parmakta on marifet... Ciddiyetse ciddiyet,
kasaplıksa kasaplık.... Oligarşinin sevgili kulu ve
Eylül sonrası yıldızı...
Seviliyor... Doğrusu böyle vatan evlatları da zor bulunuyor...
Ama sonra, bakıyorsunuz Hayri Kozakçıoğlu bir lağım
çukurunun içinde! Suçlamanın bini bir para! Zimmete
para geçirmek, usulsüzlük, vb... Gazeteler (ya da bazıları)
birden bire "batı türü(!) habercilik örnekleri
veriyorlar. Herkes basının "cesaretine" (!)
hayran kalıyor...
Eh, gidiyor insanlar şaşkınlık içerisinde, artık bu
iş biter! Bunca suçtan sonra Kozakçıoğlu gider! Koca
vali bu, milyarları keyfine kaydırıyor, düpedüz suç
sözkonusu....
Ama.... Hayır! Böyle olmuyor. Birden kıran kırana medya
savaşları başlıyor, işin içine her düzeyden devlet adamları
giriyor. Ve sonunda bizzat Cumhurbaşkanı desteğini arkasına
alan Kozakçıoğlu, çukurdan çıkıyor, üstünü başını biraz
silkeliyor, sonra birşeycikler olmamış gibi görevine
devam ediyor.
Görevi de önemli! Koca bir kenti teröre boğmak kolay
iş değil... Peki Kozakçıoğlu'nun sorgusu mu alınıyor?
Mahkemeye mi çıkıyor?
Elbette hayır! TC görevlileri mahkemeye filan çıkmazlar.
Ancak bir dizi idari işlemden sonra özellikle politik
çıkarlar kurban gerektiriyorsa mahkeme sözkonusu olabilir.
Mahkemeler ise yalnızca sivil vatandaşlar içindir. Sen,
ben, biz ve özellikle de "zararlı vatandaşlar"
için...
Peki, soruşturma sonucunda Kozakçıoğlu suçsuz mu bulunuyor?
Hayır! Hatta suç kabul ediliyor, yalnızca "n'olmuşsa
eskiden olmuş" denip "zaman aşımı" dümenine
yatılıyor. Yoksa "parayı İstanbul'a getirmekle
hata etmiş" derken Demirel bile ortada bir gariplik
olduğunu tespit ediyor.
Yalnızca zaman aşımı... Hepsi o kadar!
Kimin Parası Kimin Cebinde:
Olay neydi? Hatırlayalım:
Binlerce Kürdün, Irak'taki kimyasal silah saldırısından
kaçarak göç yollarına düştüğü günlerdeydi...Açlık, soğuk,
kimyasal silah yaraları.... TC. yığılma karşısında mecburen
sınırlar açmış, bu insanları berbat koşullarla kabul
etmiş, daha sonra da bu davranışı büyük bir "insancıllık"
gösterisi olarak sunmuştu. Mülteci kampları, soğuktan
ölen çocuklar ve arasıra patlayan protestolar biliniyor.
İşte o günlerde pek çok uluslararası kuruluş gibi (BM)
de lütfedip bu insanlara belli miktarlarda "yardım"
gönderiyor. Tabii yardımın harcanışı da Olağanüstü Hal
Valiliği'nin denetimindedir. Devlet bu! Hiç başkasına
iş bırakır mı? Aslında bıraksa,,, yoksul Kürt halkı
kendi dayanışmasıyla sorunu çok daha iyi çözecek. Ama
devlet öyle başıbozukluğa ve kötü "dayanışma"lara
izin vermez. Duruma el koyuyor hemen ve ortalığı daha
da berbat hale getirmeyi beceriyor.
Paranın öyküsü bu. BM'den geliyor ve yoksul-aç insanlara
harcanması için geliyor. Orada nasıl harcandığı ayrı
bir hikaye... Harcanış tarzı insanların perişanlığından
belli oluyor.
Ama sorun bu değil. Sorun şu: Kozakçıoğlu Olağanüstü
Hal Valiliği görevi sona erince kalan parayı yüklenip
yeni icraat alanına, İstanbul'a getiriyor. Sanırsınız
ki, BM'nin parası babasının parasıdır! Sanırsınız ki,
BM, parayı gönderirken "bu para Hayri'nin keyfine
göre harcanır" diye bir not düşmüş!
İşte bu para İstanbul'a geliyor.
Kozakçıoğlu'nun gayet basit bir açıklaması var: "Diyarbakır'da
harcanacak yer yoktu" diyor.
Doğrusu çok mantıklı bir açıklama (!) Yani gelen para
harcanmış, Kürt Mülteciler her gün bal-börek yemekten
bıkmışlar, çocuklar fazla proteinden şımarmışlar, konutlar
sıcacık olmuş ve bu para da fazla gelmiş, artmış!....
Fazla gelince de Hayri ne yapsın? Atacak değil ya, tutmuş
"vatanın başka köşelerine" harcamaya karar
vermiş...
"Vatanın başka köşesi"de İstanbul oluyor.
Ve tabi Kozakçıoğlu parayı çarçur etmek yerine "herkese
lüzumlu" işlere harcamayı daha uygun bulmuş. Polise
araç-gereç alımı, devlet konuklarını ağırlamak, muhtarlık
yaptırmak, polis operasyonlarında kırılan camları taktırmak
gibi "insani" işlere harcamış birazını, birazı
da kalmış... Durum bundan ibaret!
Burada basının ve devlet yöneticilerinin çok net iki
saptırmasıyla karşılaştık,
Birinci olarak, olaydan hemen sonra sorun ustalıkla
"Kozakçıoğlu'nun şahsi çıkar sağlayıp sağlamadığı"
tartışmasına dönüştürüldü. Oysa bu hiç önemli değildi.
Kozakçıoğlu'nun parayı şahsen "iç etmesi ya da
etmemesi" tamamen ayrı bir suç konusuydu. Tartışma
"zimmet" tartışması da değildi. Kozakçıoğlu'nun
şahsen cebine attığı ya da atmadığı miktar ne olursa
olsun, sorun BM tarafından gönderilmiş bir paranın gönderiliş
amacının tamamen dışında kullanımıydı. Kozakçıoğlu ne
yutmuş sa yutmuş, elbette o da merhum Cumhurbaşkanı'nın
"benim memurum işini bilir" özdeyişine birazcık
uymuş olabilir ama sorun bu değil, düpedüz uluslararası
bir suç işlenmesiydi.
İkinci saptırma ise, "örtülü ödenek" konusundaydı.
Valiliğin "örtülü ödenek" hesapları üzerinde
bir fırtına koparıldı. Oysa "örtülü ödenek"
uygulaması, ta 1963'te devletin kirli işlerinin gizlenmesi
için tesis edilmiş bir uygulamadır. Bizzat başbakanlık
her yıl, denetlenen bütçe kalemleri dışında bir parayı
"örtülü ödenek" adı altında dilediği gibi
dağıtır ve kullanır. Bu para tamamen denetimsizdir ve
her yıl büyür. Ama, Kozakçıoğlu'nun bu parayı (kuşkusuz
devlet terörünü organize etmek için) kullanması Düzen
yasaları açısından suç değildir. Halka karşı suçlar
işlemek elbette devrimci adalet açısından suçtur ve
hesabının sorulacağı şüphesizdir. Ama, düzenin kendi
yasaları açısından, TC mantığı açısından Kozakçıoğlu'nun
bu parayı harcaması suç oluşturmuyor. Dolayısıyla diğer
konu ile "örtülü ödenek"in birbirine karıştırılması
bir saptırma olmaktadır.
Sorun, BM'nin Kürt mülteciler için gönderdiği paranın
getirilip bir başka yerde devlet terörü için kullanılmasıdır.
"Örtülü ödenek" parası ise zaten otuz yıldır
kullanılıyor.
Polis, Vatandaşın Camını Taktırıyor... Yalandan
Kim Ömüş!
Peki, Kozakçıoğlu bu parayı yemiyorda ne yapıyor?
İşte bu konuda özür kabahatten büyük! Kozakçıoğlu'na
göre para devlet konuklarını ağırlamak, muhtarlık yaptırmak,
operasyon hasarlarını gidermek için kullanılıyormuş...
"Mesela -diyor- Haydar Aliev geldi, silah istedi,
alıp verdik..." Sanırsınız ki, İstanbul'da Browning
fabrikası var, Aliev ille de buradan silah almak istiyor!
Aliev bu, dansöz de istemiş olabilirdi, ya da belki
istemiştir. Zaten devlet başkanlığının tadı nasıl çıkar
ki, malum "netekim" paşamız niye geziyordu
o kadar?...
Ve polis operasyonlarındaki cam kırıkları... Çocuklar
bile inanmaz buna!
Ama diyelim ki bütün bunlar doğru... Yine de durum değişmiyor.
Yapılan şey, Kürt mültecilere gönderilen yardımın, alakasız
bir yerde kullanımıdır.
Sonuç olarak, ortada uluslar arası mahkemelerde yargılamayı
gerektiren ciddi bir suç vardır.
Örtülü Ödenek: Kontr-gerillanın Kaynağı.....
"Adam istihbarat toplayacak, ajan tutacak, ona
para verecek. Bu işler divanı muhasebattan geçen para
ile olur mu? Bir bakın bakalım bu hesaplara para nereden
gelmiş? Ankara'da bir bankadan. O gönderen adam kim?
Başbakan...." (Demirel/11 Eylül 1993 Hürriyet)
Aynen böyle diyordu Demirel, Kozakçıoğlu'nu savunurken:
"Bu işler divanı muhasebattan geçen parayla olur
mu?
"Divanı muhasebat'tan kastedilen, bildiğimiz denetlenebilir
bütçe hesaplarıdır. Ve aslında böylece Demirel TC'nin
bir gerçeğinin de altını çizmiş oluyordu. Kozakçıoğlu
curcunasının belki de en iyi yanı bu "örtülü ödenek"
rezaletini bir kez daha açığa çıkarmış olmasıydı.
Aslında "örtülü ödenek" çok bilinmeyen bir
durum değildi. Daha 1963'lerde yasayla oluşturulmuş
bir fon böyle adlandırılmıştı. Sistem, belli bir miktar
parayı tamamen başbakanın bilgisine bırakıyor. Daha
doğrusu aslında paranın bilgisinin başbakan'a bırakıldığı
da kuşkuludur. Para, devlet terörü şebekesi için gereklidir
ve harcamanın esas bilgisi de bu şebekeye aittir.
"Örtülü ödenek" olayının esas önemli yanı,
bizim uyduruk yeni sömürge demokrasisi (!) açısından
tam bir turnusol kağıdı olmasıdır. Şeffaflık, Milli
irade vs. gibi bir yığın edebiyatlı laf salatası bu
yalın gerçeğin karşısında erir gider. Düzenin ekseni
zor üzerine, terör üzerine kuruludur ve bu zor örgütü
bütün maddi kaynakları vantuzlarıyla çekip alır.
Resmi bütçe ödenekleri bu asalaklığın yalnızca bir yanını
yansıtmaktadır. Savunma Bakanlığı Bütçeleri, MİT ve
İçişleri Bakanlığı bütçeleri zaten dev boyutlardadır
ve her yıl daha da büyümektedir. Aslında bu paranın
da pek "denetim"den geçtiği söylenemez. Bütün
bu bütçeler içeriği belirsiz kapalı kalemlerden oluşur
ve zaten çok da fazla tartışmadan komisyonlarda onaylanır.
Ama "örtülü ödenek" bütün bu uyduruk denetimlerin
de dışındadır. Ve gerçekten, seçilmiş-seçilmemiş hiçbir
unsurun denetleyemediği fonlar olarak şu "kurumsal
faşizm" dediğimiz olgunun somut bir kanıtıdır.
Paranın nereye harcandığı da meçhuldur. Daha doğrusu,
resmen bilinmez, sorulamaz.
Kontr-gerilla, bu kaynaktan beslenir, çeşitli faşist-gerici
akımlara da bu kaynaktan para aktarılır. Hele Kürdistan
boyutunda her türden provakasyon ve ajan faaliyeti için
korkunç miktarda paraların harcandığı artık çocuklar
tarafından bile bilinmektedir.
Bir basit örnek olarak DEP Milletvekili Sincar'ın katledilmesi
ile ilgili basında yazılanları almak mümkündür. Cinayet
öncesinde Batman'a bazı tiplerin geldiği ve Özel Tim
yatakhanelerinde bir süre kaldıkları yazılanlar arasındadır.
"İntikamcı" diye anılan bu ekip en üst rütbeli
subaylar da dahil kimseyi takmıyor ve pervasız davranıyor.
Ve cinayet sonrasında kaybolup gidiyorlar.
Doğal olarak bu türden her olay, bütün bu "ekip"lerin
nereden, hangi kaynaklardan beslendiği sorusunu yeniden
gündeme getiriyor.
Sorusu da aslında yanıtsız kalmıyor; Demirel bu konuda
gayet net ipuçlarını veriyor.
Bu Bir "Gazetecilik" Türü müdür?
Peki, bütün bu rezaletler olup biterken basın nerede
konumlanıyor?
İlk bakışta, basının bu curcuna içerisinde çok onurlu
bir yer tuttuğu sanılabilir. Gerçekten de ilk anda görünen,
müthiş bir habercilik atağı ve yolsuzluklara karşı bayrak
açmış "temiz toplum" savaşçılarıdır!
Sıradan vatandaşa verilen imaj budur. Özellikle yoksulluk
haberlerinde bilgilerin parça parça, gün gün manşetlendirilmesi,
birçok insanda sözkonusu gazetecilerin "insanüstü
bir çabayla" iğneyle kuyu kazarak her gün yeni
haberler yakaladığı düşüncesini uyandırmaktadır. "Temiz
toplum (!) yaygarası her yanı kaplarken günden güne
büyüyen bir başka kirlilik gözlerden saklanmaktadır.
Gerçekte sözkonusu olan, tam anlamıyla bir "hazır
dosya gazeteciliği"dir ve utanç vericidir. Bütün
burjuva gazeteleri doğrudan doğruya TC içindeki çetelerin
oyuncağı haline getiren bir labirent oyunu kurulmuş
ve işlemektedir. Bu çete düzeninde temel yöntem "sızdırma"
yöntemidir. Çoğu kez bir çete ya da MİT içindeki bir
kanat, bir konu üzerine istihbarat dosyası hazırlamakta
ve bunu kendisine angaje ettiği basın grubuna bir şekilde
aktarmaktadır. Bu işlem çok zor da değildir, çünkü zaten
sözkonusu basın tekelleri devletin bütün karanlık örgütleri
ile iç içedir. Böylece dosyalar el değiştirmekte ve
pakedini alan gazete de bütün bunları sanki kendi habercilik
çalışmasının bir sonucuymuş gibi manşetlere yaymaktadır.
Tabii bir başka çete de bu arada boş durmaz! Kozakçıoğlu
olayında görüldüğü gibi örneğin Sabah-Milliyet tayfası
kendi dosyalarını kullanır ve vali'ye saldırırken, Hürriyet
ise yeni dosyalarla aslanlar gibi bir savunma çabasındadır.
Nereden bakılırsa bakılsın, olay bir habercilik-gazetecilik
olayı değil, bizzat basın tekelleri içinde de konumlanmış
olan TC'nin çeşitli unsurlarının gazete sayfalarını
kullanmasıdır.
Zaten aslında, devletin çivisinin çıkmış olması, artık
çürümenin her yana yayılmış olmasıdır. Düzen bütün cepheleriyle
giderek ağırlaşan bir krizi yaşarken politik alanda
da devlet içinde karanlık dehlizler oluşmuş, gerçek
devlet işleri artık tümüyle bu dehlizlerde yürütülür
hale gelmiştir. Devlet bugün, otuzyıl öncesiyle kıyaslanmayacak
ölçüde karanlıklaşmış, labirentleşmiştir. Başbakanları
bile figüranlaştıran bir MGK düzeninde meclis vb. gibi
kurumlar öncesiyle kıyaslanmayacak ölçüde etkisiz unsurlar
haline gelmiş bütün denetim sistemlerinden uzak bir
terör şebekesi ortalığı ağ gibi sarmıştır.
Ve böyle bir karanlıkta kimin kimle savaştığı ya da
uzlaştığı sıradan insan için belirsiz hale gelmiştir.
Dün yıldız olanın bugün lağım çukuruna atılması ve yarın
aynı kişinin "saygın devlet adamı" olarak
ortalıkta dolanması çok mümkündür.
Burjuva basın, TV'ler… hepsi böyle bir çürümüşlüğün
iğrenç araçları haline gelmişlerdir.Dolayısıyla devrimciler
de bugün burjuva basına karşı daha uyanık olmak zorundadırlar.
Kendilerinin gündemi net şekilde belirleyemedikleri
bir ortamda yapılan "gündem oyalamaları"nın
ardından sürüklenmeleri ancak derinlikli bir bakış açısıyla
mümkündür.
"Temiz toplum" yaygarasına da tam böyle bir
yaklaşım gerekiyor.
Çünkü gerçekten sözcüğün kendi anlamıyla bir "yaygara"
ile karşı karşıyayız. Düzenin temel çarpıklığını gözden
gizleyen ve aslında bir anlamada düzeni aklayan bir
ortamda, pisliğin gerçek kaynağını tesbit etmek ve açığa
çıkarmak devrimcilerin görevidir. Bunu, mevcut çete
savaşlarının niteliğini kavrayarak, kendimizi curcunaya
kaptırmadan yapmak çok önemlidir.
Gerçekten "temiz" olan güçler bellidir ve
devrimcilerle birlikte çalışan sınıflar temiz bir toplum
savaşının gerçek sahipleridir.
|