Bir toplumun sınıfsal yapısına bakarak eğitim sistemi
hakkında rahatça bilgi edinebiliriz. Eğitim, toplumda
hakim olan egemen sınıf tarafından belirlendiğine göre
eğitimin sınıfsal bir nitelik taşıması da doğaldır.
Genel anlamda kapitalist toplumda eğitim, egemen sınıf
olan burjuvazinin gereksinme ve istekleri doğrultusunda
düzenlenir. Eğitim sisteminin bu sınıfsal karakterinden
dolayı öncelikle bir eşitsizliğin olması da kaçınılmazdır.
Sonuçta, kapitalistlerin işçisi konumuna gelecek olan
çalışan sınıfların çocuklarının almış oldukları eğitim
ile yönetici egemen sınıfın çocuklarınınki birbirinden
farklıdır. Ki bu farklılık kendini eğitimin ilk dönemi
olan ilkokul yıllarından, üniversite'ye kadar sürdürür.
İlk andan itibaren elit kesimlerin eğitimi ile sıradan
insanların eğitimi derin çizgilerle birbirinden ayrılmıştır.
Böyle bir çarpıklık zaten işin ta başından beri varken,
Çiller Hükümetinin son "Herkese Üniversite"
operasyonunu nasıl yorumlamalıyız? Eğitimdeki sınıfsal
eşitsizliğin en belirgin gözlendiği alan olan üniversite
eğitimi açısından bu operasyon nasıl bir anlam taşımaktadır?
440 bin insana birden üniversite kapılarının açılıvermesi
nasıl bir sınıfsal-siyasal anlam taşıyor?
Bütün sorulara en güzel yanıtı büyük bir açık sözlülükle
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Gazi Üniversitesinin
açılışında veriyordu. Açılışta Rektörün "440 bin
yeni öğrencinin zaten zorunlu olan eğitim sisteminde
iyice problem olacağı, sonuçta bunun binlerce işsiz
üniversiteliye yenilerini eklemek anlamına geleceği"
yolundaki eleştirisini yanıtlayan Demirel gayet rahatlıkla
"bunlar zaten işsiz, hele bir üniversiteye girsinler,
hiç değilse kahve köşelerinden kurtarılmış olurlar"
diyebiliyordu.
Ve ekliyordu Demirel: "Her üniversite bitirene
iş bulunur diye bişey yok ki!"
440 bin hiç de azımsanmayacak bir rakam değildir. Ve
440 bin kişinin gerçekten de kahve köşelerinden kurtarılması
düzen açısından bir zorunluluk haline gelmiştir.
Yaşamını üniversite eğitimi üzerine kurmuş olan ve kurtuluşunu
orada gören bu kadar kişinin umutlarının söndürülmesi,
işsizler ordusuna eklenmesi patlamaya hazır bir potansiyeli
oluşturur. Üstelik bu potansiyel her yıl daha da büyümektedir.
Bu kadar kişiyi hayata (!) bağlamanın yolu ise sönen
umutlarını canlandırmaktır. Böylece sistemden kopan
yürekler yeniden alevlenir, beklentiler ve yeni umutlarla
sisteme yeniden bağlanmış olunur. Gerisi önemli değildir.
Sistem, mümkün olan en büyük güçleri düzen dışı arayışlardan
korumayı ve çitlerin içinde tutmayı hedeflemekte, bunun
içinde en akıl almaz uygulamalara bile yönelebilmektedir.
Bütün sorun budur.
Ayrıca, Tansu Çiller'in gelecek Mart seçimleri için
toplumun geniş bir kesimi olan gençlik üzerinde etki
yaratma amacı da gözardı edilmemelidir. Çünkü sonuçta
isim olarak da binlerce insan "üniversiteli"
yapılmaktadır.
Öte yandan yerel politik boyutlar da unutulmamalıdır.
Öğrenci sayısının artması üniversite sayısını da zorunlu
artırmaktadır. Sakın üniversite sayısının artması kimseye
yaramaz diye düşünmeyin. Neredeyse köylerde bile üniversiteler
açılacak! Bu tam anlamıyla, üniversitelerin suni bir
kalkınma ve gelişme aracı olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır.
Kentler ve kent egemenleri bu işten kendi payına düşeni
alırken, büyük sermaye sahipleri de özel üniversite
kurulabilir yasasından hareketle özel koruma altına
alınmış bir çok yeşil alana şimdiden göz dikmiş durumdadırlar.
Ve tabii bütün bunlar öğrenciler için yapılmaktadır
(!)
İşin bir başka yönü de Avrupa ilişkilerine denk düşmektedir.
Anımsanacağı gibi 1987 yılında sırf AET'ye girebilme
çabalarından ötürü başvuran hemen hemen herkese ehliyet
verilmişti. (Ehliyet aynı zamanda bir ülkenin okuma
yazma bilenlerinin bir göstergesi olarak kabul edilir.)
Bugün de, 440 bin kişi üniversiteye alınarak Avrupa'ya
karşı suni bir eğitim düzeyi sahtekarlığı yapılmaktadır.
Bizim açımızdan gerçekten bir zorunluluktur(!) bu. Avrupa'da
üniversite eğitimi görenlerin yüzdesi 40'lara ulaşırken
bizde bu oranın %15 olması olumsuz puandır. Böylesi
operasyonlarla da, sorun gerçekte olmasa da matematiksel
olarak çözülmektedir(!)
Tabii işin "avanta" bölümünü de unutmamak
gerekiyor…
Çünkü bu, kısa günün karı gibi küçük bir hesapla bir
yılda kasaya 200 milyarın girmesi demektir. (Ki bu rakam,
en düşük har(a)ç miktarı olan Açıköğretim Fakültesinin
400.000 TL'sı baz alınarak hesaplanmıştır, ve oldukça
iyimser bir rakamdır.)
Bütün açıklamaların düpedüz sahtekarlık olduğu ise kesindir.
Öncelikle, büyük müjde verildikten sonra hemen bir açıklama
yapma ihtiyacı duyuluyor. Çiller Hanıma göre, mezun
olacaklar Açıköğretim Üniversitesinden diploma almayacaklar,
bağlı oldukları fakültelerin üniversitelerinden diploma
alacaklardır. Bu, insanları kandırmak için göz boyamadan
başka bir şey değildir. Bir yandan yeni üniversiteler
açıldı diye eskiden çoğalan öğrenci sayısını yerleştirebilmenin
bir yolu olarak açılan Açıköğretim Fakültelerinden diploma
verilmeyecektir açıklamasıyla bu fakülteler karalanırken,
öte yandan ise açılan bu yeni üniversitelerin Açıköğretimden
sanki bir farkı varmış gibi gösterilmeye çalışılınıyor.
12 Eylül askeri darbesinin ardından, Kasım 1981'de YÖK'ün
kurulmasıyla birlikte, üniversitelerin az da olsa sahip
olduğu olumlu, nitelikli yanları kaldırılarak bugünkü
durumuna kadar getirilmiştir. YÖK'le birlikte bütün
üniversiteler merkezi bir kurula bağlanarak "kendi
kendini yönetme" ilkesi ortadan kaldırılmış, sonuçta
da ortaya meslek edindirmek anlamında kitle eğitimi
yapan kurumlar çıkarılmıştır. Yine 12 Eylül ve YÖK'le
beraber üniversiteler "anarşi" (!) kaynağı
gibi gösterilip kışlalar haline getirilmiş ve tek tip
öğrenci, tek tip bilim adamı ve düşünce yaratılmaya
çalışılmıştır. Üniversiteler artık öğrencilerin sadece
ilkokuldaki gibi sıralarda oturulduğu yerler haline
getirilmiştir. İnsanların düşünmesini, sosyalleşmesini
önlemek için gereksiz dersler okutulmuş, sabahtan akşama
kadar süren düzensiz ders programları hazırlanmış ve
derse devam etme bir zorunluluk haline getirilmiştir.
Böylelikle üniversiteler araştırma yapılan yerler, bilginin
üretildiği yerler olmaktan çıkmış bilginin aktarıldığı
yerler konumuna getirilerek kuru ezbercilik anlayışıyla
düşünmeyen, üretmeyen insan tipleri yaratılmaya çalışılmıştır.
Üniversiteler bu şekliyle artık mesai saatleri içinde
eğitim görülen (!) ve çalışılan kamu kuruluşları haline
getirilmişlerdir. Bugün, TBMM'deki toplantılarda, milletvekillerinin
"üniversite hocaları haftada 10 saat kadar ders
verdiklerine göre geriye bolca zamanları kalıyordur."
Gibi laflar edebilmeleri tam da üniversitelerin mesai
saatlerine bağlı olarak çalışan kamu kuruluşları şeklinde
görülmesinin küçük bir göstergesidir.
Oysa, bilimsel çalışma zamanla sınırlandırılamaz ve
bir bilim adamından sadece mesai saatlerinde de çalışması
beklenemez.
Yine YÖK'le beraber egemen sınıfın politikalarının her
şeyi özelleştirdiği bir dönemle birlikte özel üniversiteler
açılmış ve ikili öğretim denen bir sisteme geçilmiştir.
İkili öğretim, her ne kadar çok sayıdaki üniversitelinin
bir kısmının akşam eğitim görerek üniversitelinin bir
kısmının akşam eğitim görerek üniversitelerin biraz
daha rahatlamasını ve üniversite kapılarındaki yığılmaların
bir önlemi olarak getirilmişse de aslında paralı eğitime
geçişin bir ifade biçimi olmuştur.
Gelinen bu aşamada üniversitelerin niteliksizliğinin
giderek artması ve 440 bin kişiye üniversite kapılarının
açılması burjuvaziyi tasalandırmadığı gibi okullara
alınmayacaklardır. Bu insanlar için, örneğin K.Maraş
Sütçü İmam Üniversitesi daha uygundur!
Burjuvazi, zaten kendisi için gerekli olan teknolojik
eleman ihtiyacını ve yönetici kadrolarını bu üniversitelerden
karşılamaz. Onun, elit bir tabaka yetiştiren kendisine
ait üniversiteleri zaten vardır. Ayrıca bugün, Türkiye'deki
kaç bürokrat ve sermaye sahiplerinin işlerini yapan
kaç kişi yüksek lisansını kendi ülkesinde yapmıştır?
Bu noktada aslında 440 bin kişiye üniversite kapılarının
açılmasından burjuvazinin şikayeti olmayacağı gibi,
tam tersi alınan bu karar burjuvazinin isteğinede tam
olarak uygundur. Çünkü bu eğitim düzeyi kalifiye işçi
ihtiyacını gidermektedir.
Alınan bu kararın nedenleri zaten ortada olduğu gibi
hedefide bellidir.
Daha iyi bir iş sahibi olabilmek ve hayatını kurtarabilmenin
yolu olarak okumak, özellikle de üniversite de okumak
insanların kafasına işlenmiştir. Bu noktada ilkokuldan
başlayarak çocuğunu okutabilmek için aileler büyük sıkıntılar
çektiği gibi, çocuklar da o yaşlardan itibaren stres
altına girmektedirler. Eğitimin kalitesizliğinden dolayı
gün be gün mantar gibi çoğalan dersaneler bir noktada
lüks olmaktan çıkmış artık bir ihtiyaç haline dönüşmüşlerdir.
Üniversiteye girebilmenin başka yolu yoktur. Her yıl
yüzbinlerce kişinin üniversite sınavına girmesiyle yaşanan
stresler bazen ölümlerle bile sonuçlanmaktadır. Sonuçta,alınan
bu karar üniversite gibi bir hedefe kilitlenmiş olanların
ruh haline denk düşmektedir.
Kalitesiz eğitime bu 440 bin kişinin eklenmesi bu niteliksizliği
iyice ayyuka çıkarmış, sınıfsal ayrımın çok net bir
şekilde belirginleşmesini sağlamıştır.
Artık 60'lardaki cahil insan-üniversiteli ayrımı, seviyenin
bu denli düştüğü ortamda, değişmiştir.
Artık, ortaokul bozması üniversiteler ile elit üniversiteler
arasındaki bir ayrımdan sözedilmelidir.
Kısacası, herkes haddini ve yerini bilsin!
Sınıfına göre üniversite!
|