Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Bir toplumun sınıfsal yapısına bakarak eğitim sistemi hakkında rahatça bilgi edinebiliriz. Eğitim, toplumda hakim olan egemen sınıf tarafından belirlendiğine göre eğitimin sınıfsal bir nitelik taşıması da doğaldır.
Genel anlamda kapitalist toplumda eğitim, egemen sınıf olan burjuvazinin gereksinme ve istekleri doğrultusunda düzenlenir. Eğitim sisteminin bu sınıfsal karakterinden dolayı öncelikle bir eşitsizliğin olması da kaçınılmazdır. Sonuçta, kapitalistlerin işçisi konumuna gelecek olan çalışan sınıfların çocuklarının almış oldukları eğitim ile yönetici egemen sınıfın çocuklarınınki birbirinden farklıdır. Ki bu farklılık kendini eğitimin ilk dönemi olan ilkokul yıllarından, üniversite'ye kadar sürdürür. İlk andan itibaren elit kesimlerin eğitimi ile sıradan insanların eğitimi derin çizgilerle birbirinden ayrılmıştır.
Böyle bir çarpıklık zaten işin ta başından beri varken, Çiller Hükümetinin son "Herkese Üniversite" operasyonunu nasıl yorumlamalıyız? Eğitimdeki sınıfsal eşitsizliğin en belirgin gözlendiği alan olan üniversite eğitimi açısından bu operasyon nasıl bir anlam taşımaktadır?
440 bin insana birden üniversite kapılarının açılıvermesi nasıl bir sınıfsal-siyasal anlam taşıyor?
Bütün sorulara en güzel yanıtı büyük bir açık sözlülükle Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Gazi Üniversitesinin açılışında veriyordu. Açılışta Rektörün "440 bin yeni öğrencinin zaten zorunlu olan eğitim sisteminde iyice problem olacağı, sonuçta bunun binlerce işsiz üniversiteliye yenilerini eklemek anlamına geleceği" yolundaki eleştirisini yanıtlayan Demirel gayet rahatlıkla "bunlar zaten işsiz, hele bir üniversiteye girsinler, hiç değilse kahve köşelerinden kurtarılmış olurlar" diyebiliyordu.
Ve ekliyordu Demirel: "Her üniversite bitirene iş bulunur diye bişey yok ki!"
440 bin hiç de azımsanmayacak bir rakam değildir. Ve 440 bin kişinin gerçekten de kahve köşelerinden kurtarılması düzen açısından bir zorunluluk haline gelmiştir.
Yaşamını üniversite eğitimi üzerine kurmuş olan ve kurtuluşunu orada gören bu kadar kişinin umutlarının söndürülmesi, işsizler ordusuna eklenmesi patlamaya hazır bir potansiyeli oluşturur. Üstelik bu potansiyel her yıl daha da büyümektedir. Bu kadar kişiyi hayata (!) bağlamanın yolu ise sönen umutlarını canlandırmaktır. Böylece sistemden kopan yürekler yeniden alevlenir, beklentiler ve yeni umutlarla sisteme yeniden bağlanmış olunur. Gerisi önemli değildir. Sistem, mümkün olan en büyük güçleri düzen dışı arayışlardan korumayı ve çitlerin içinde tutmayı hedeflemekte, bunun içinde en akıl almaz uygulamalara bile yönelebilmektedir. Bütün sorun budur.
Ayrıca, Tansu Çiller'in gelecek Mart seçimleri için toplumun geniş bir kesimi olan gençlik üzerinde etki yaratma amacı da gözardı edilmemelidir. Çünkü sonuçta isim olarak da binlerce insan "üniversiteli" yapılmaktadır.
Öte yandan yerel politik boyutlar da unutulmamalıdır. Öğrenci sayısının artması üniversite sayısını da zorunlu artırmaktadır. Sakın üniversite sayısının artması kimseye yaramaz diye düşünmeyin. Neredeyse köylerde bile üniversiteler açılacak! Bu tam anlamıyla, üniversitelerin suni bir kalkınma ve gelişme aracı olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Kentler ve kent egemenleri bu işten kendi payına düşeni alırken, büyük sermaye sahipleri de özel üniversite kurulabilir yasasından hareketle özel koruma altına alınmış bir çok yeşil alana şimdiden göz dikmiş durumdadırlar. Ve tabii bütün bunlar öğrenciler için yapılmaktadır (!)
İşin bir başka yönü de Avrupa ilişkilerine denk düşmektedir. Anımsanacağı gibi 1987 yılında sırf AET'ye girebilme çabalarından ötürü başvuran hemen hemen herkese ehliyet verilmişti. (Ehliyet aynı zamanda bir ülkenin okuma yazma bilenlerinin bir göstergesi olarak kabul edilir.)
Bugün de, 440 bin kişi üniversiteye alınarak Avrupa'ya karşı suni bir eğitim düzeyi sahtekarlığı yapılmaktadır. Bizim açımızdan gerçekten bir zorunluluktur(!) bu. Avrupa'da üniversite eğitimi görenlerin yüzdesi 40'lara ulaşırken bizde bu oranın %15 olması olumsuz puandır. Böylesi operasyonlarla da, sorun gerçekte olmasa da matematiksel olarak çözülmektedir(!)
Tabii işin "avanta" bölümünü de unutmamak gerekiyor…
Çünkü bu, kısa günün karı gibi küçük bir hesapla bir yılda kasaya 200 milyarın girmesi demektir. (Ki bu rakam, en düşük har(a)ç miktarı olan Açıköğretim Fakültesinin 400.000 TL'sı baz alınarak hesaplanmıştır, ve oldukça iyimser bir rakamdır.)
Bütün açıklamaların düpedüz sahtekarlık olduğu ise kesindir.
Öncelikle, büyük müjde verildikten sonra hemen bir açıklama yapma ihtiyacı duyuluyor. Çiller Hanıma göre, mezun olacaklar Açıköğretim Üniversitesinden diploma almayacaklar, bağlı oldukları fakültelerin üniversitelerinden diploma alacaklardır. Bu, insanları kandırmak için göz boyamadan başka bir şey değildir. Bir yandan yeni üniversiteler açıldı diye eskiden çoğalan öğrenci sayısını yerleştirebilmenin bir yolu olarak açılan Açıköğretim Fakültelerinden diploma verilmeyecektir açıklamasıyla bu fakülteler karalanırken, öte yandan ise açılan bu yeni üniversitelerin Açıköğretimden sanki bir farkı varmış gibi gösterilmeye çalışılınıyor.
12 Eylül askeri darbesinin ardından, Kasım 1981'de YÖK'ün kurulmasıyla birlikte, üniversitelerin az da olsa sahip olduğu olumlu, nitelikli yanları kaldırılarak bugünkü durumuna kadar getirilmiştir. YÖK'le birlikte bütün üniversiteler merkezi bir kurula bağlanarak "kendi kendini yönetme" ilkesi ortadan kaldırılmış, sonuçta da ortaya meslek edindirmek anlamında kitle eğitimi yapan kurumlar çıkarılmıştır. Yine 12 Eylül ve YÖK'le beraber üniversiteler "anarşi" (!) kaynağı gibi gösterilip kışlalar haline getirilmiş ve tek tip öğrenci, tek tip bilim adamı ve düşünce yaratılmaya çalışılmıştır. Üniversiteler artık öğrencilerin sadece ilkokuldaki gibi sıralarda oturulduğu yerler haline getirilmiştir. İnsanların düşünmesini, sosyalleşmesini önlemek için gereksiz dersler okutulmuş, sabahtan akşama kadar süren düzensiz ders programları hazırlanmış ve derse devam etme bir zorunluluk haline getirilmiştir. Böylelikle üniversiteler araştırma yapılan yerler, bilginin üretildiği yerler olmaktan çıkmış bilginin aktarıldığı yerler konumuna getirilerek kuru ezbercilik anlayışıyla düşünmeyen, üretmeyen insan tipleri yaratılmaya çalışılmıştır.
Üniversiteler bu şekliyle artık mesai saatleri içinde eğitim görülen (!) ve çalışılan kamu kuruluşları haline getirilmişlerdir. Bugün, TBMM'deki toplantılarda, milletvekillerinin "üniversite hocaları haftada 10 saat kadar ders verdiklerine göre geriye bolca zamanları kalıyordur." Gibi laflar edebilmeleri tam da üniversitelerin mesai saatlerine bağlı olarak çalışan kamu kuruluşları şeklinde görülmesinin küçük bir göstergesidir.
Oysa, bilimsel çalışma zamanla sınırlandırılamaz ve bir bilim adamından sadece mesai saatlerinde de çalışması beklenemez.
Yine YÖK'le beraber egemen sınıfın politikalarının her şeyi özelleştirdiği bir dönemle birlikte özel üniversiteler açılmış ve ikili öğretim denen bir sisteme geçilmiştir. İkili öğretim, her ne kadar çok sayıdaki üniversitelinin bir kısmının akşam eğitim görerek üniversitelinin bir kısmının akşam eğitim görerek üniversitelerin biraz daha rahatlamasını ve üniversite kapılarındaki yığılmaların bir önlemi olarak getirilmişse de aslında paralı eğitime geçişin bir ifade biçimi olmuştur.
Gelinen bu aşamada üniversitelerin niteliksizliğinin giderek artması ve 440 bin kişiye üniversite kapılarının açılması burjuvaziyi tasalandırmadığı gibi okullara alınmayacaklardır. Bu insanlar için, örneğin K.Maraş Sütçü İmam Üniversitesi daha uygundur!
Burjuvazi, zaten kendisi için gerekli olan teknolojik eleman ihtiyacını ve yönetici kadrolarını bu üniversitelerden karşılamaz. Onun, elit bir tabaka yetiştiren kendisine ait üniversiteleri zaten vardır. Ayrıca bugün, Türkiye'deki kaç bürokrat ve sermaye sahiplerinin işlerini yapan kaç kişi yüksek lisansını kendi ülkesinde yapmıştır?
Bu noktada aslında 440 bin kişiye üniversite kapılarının açılmasından burjuvazinin şikayeti olmayacağı gibi, tam tersi alınan bu karar burjuvazinin isteğinede tam olarak uygundur. Çünkü bu eğitim düzeyi kalifiye işçi ihtiyacını gidermektedir.
Alınan bu kararın nedenleri zaten ortada olduğu gibi hedefide bellidir.
Daha iyi bir iş sahibi olabilmek ve hayatını kurtarabilmenin yolu olarak okumak, özellikle de üniversite de okumak insanların kafasına işlenmiştir. Bu noktada ilkokuldan başlayarak çocuğunu okutabilmek için aileler büyük sıkıntılar çektiği gibi, çocuklar da o yaşlardan itibaren stres altına girmektedirler. Eğitimin kalitesizliğinden dolayı gün be gün mantar gibi çoğalan dersaneler bir noktada lüks olmaktan çıkmış artık bir ihtiyaç haline dönüşmüşlerdir. Üniversiteye girebilmenin başka yolu yoktur. Her yıl yüzbinlerce kişinin üniversite sınavına girmesiyle yaşanan stresler bazen ölümlerle bile sonuçlanmaktadır. Sonuçta,alınan bu karar üniversite gibi bir hedefe kilitlenmiş olanların ruh haline denk düşmektedir.
Kalitesiz eğitime bu 440 bin kişinin eklenmesi bu niteliksizliği iyice ayyuka çıkarmış, sınıfsal ayrımın çok net bir şekilde belirginleşmesini sağlamıştır.
Artık 60'lardaki cahil insan-üniversiteli ayrımı, seviyenin bu denli düştüğü ortamda, değişmiştir.
Artık, ortaokul bozması üniversiteler ile elit üniversiteler arasındaki bir ayrımdan sözedilmelidir.
Kısacası, herkes haddini ve yerini bilsin!
Sınıfına göre üniversite!

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92