Düzen
Çürüdükçe Saldırganlaşıyor
|
Hem tanığı, hem de sanıklardan hesap soracak öznesiyiz
tarihin. Hekimbaşı çöplüğünde hayatlarını yitirenlerin,
Sivas'ta katledilenlerin tanığıyız. Kürdistan'da yakılan
köylerin, katledilerek yok edilmeye çalışılan Kürt ulusunun,
yargısız infazların, gözaltında kayıpların tanığıyız.
Ama yalın ve sade ve kenardan bakan bir tanıklık değil
bu . Hesap soran, hesap soracak olan bir tanıklık. Unutmamalıyız,
unutturmamalıyız!....
Tükeniş, son noktaya doğru yaklaşmadır. Bu son noktaya
doğru atılan her adım çözülüşü ve genel anlamda da faciaları
yaratıyor. Kimi zaman "doğal afetler" kar
hırsının etkisiyle öldürücü sonuçlar doğuruyor, kimi
zaman da facialar, "sistemin nefes almasını sağlayacak
bir oksijen deposu" olarak görülüyor ve kasten,
bilinçli bir irade sonucu planlanarak yaratılıyor. Faili
ve adresi belli olan bu tür facialar çoğu kez cinayet,
katliam, işkencede yok etme gibi alçakça gelişiyor.
Bizler de bir siyasal yayın organı olarak her sayımızda
gündemi belirleyecek denli çaplı bir faciayla karşı
karşıya kalıp, facianın siyasal neden ve sonuçlarını
irdelemeye ve yaşamın içindeki yerini tespit etmeye
çalışıyoruz. Cinayetlerin, katliamların, toplu ölümlerin,
yani faciaların her geçen gün artması ve bir süreklilik
kazanması, genel anlamda toplumu facialara karşı alışkın,
bağışık ve politik atmosferin geriliğiyle birleşince
politikadan yalıtık kılarken, hem de bu alışkanlık ölçülerini
tahrip edecek yeni ve daha üst boyutlu facialar yaratıyor
ve artık o nokta sıradanlığın tepkiye, suskunluğun öfkeye
dönüştüğü nokta oluyor. Tepkinin ve öfkenin hem niteliği
hem de sürekliliği, devrimci politikalarla kitlelerin
buluşma derecesinde şekil alıyor ve iktidar mücadelesinin
bir kanalı haline dönüşüyor.
Şöyle bir geriye, çok yakın yaşanmışa bir baktığımızda;
9. sayımızda, Mumcu suikastı, gündemi belirleyen bir
facia olarak belirginlik kazanıyor. Mumcu suikastıyla
birlikte, devlet-islamcı kesim ilişkileri, siyasal iktidarın
ekonomik anlamda İran'la pazar kavgasına giriştiği,
Türki cumhuriyetlerindeki yeni oluşan pazarlarda umduğunu
bulamamasından kaynaklanan İran'a karşı saldırı ve propaganda
malzemesi yaratmak, yıpranan, tükenen siyasi iktidarın
kendini ideolojik olarak yenileyebilmenin reçetesi eskiye
sarılmak olduğu için merhum "Kemalizmi" canlandırıp,
özellikle gelişen Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesine
karşı topyekün savaşı örgütleyebilmenin zemini haline
getirmek amacıyla/ amaçlarıyla kendi "uşağını"
katletmesine tarihsel anlamda tanıklık ettik ve bu faciayı
siyasal neden ve sonuçları içerisinde incelemeye çalıştık.
10. sayımız çıkma arifesindeyken, şimdiye kadar dünyanın
hiçbir yerinde hatta ülkemizde bile yaşanmamış büyük
bir facianın tanığı olduk. Ümraniye Hekimbaşı'nda yaşama
savaşı sürdüren gecekondu halkı hemen yanı başlarında
dikilen ve gün geçtikçe yükselen bir çöp dağı patlamasıyla
37 insanını kaybetti. 37 insanın katili yüzyılımızda
insanlığın katiliyle aynı ismi taşıyordu. Kapitalizm….
37 insan, siyasi iktidarın, proletaryanın-emekçi halkların-Kürt
ulusunun, kısacası kendisinin dışındaki herkesin yaşamına
karşı sorumsuzluğu, ya da diğer bir ifadeyle temsilcisi
olduğu para babalarının sağlığına, siyasal-ekonomik
haklarını koruma özgürlüğüne karşı olan sorumluluğu
nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Hafızamızı biraz
yokladığımızda, emekçi halkın bir parçası olan belediye
işçilerinin çok haklı nedenlerle başlayan grev dolayısıyla
gerçekleştirdikleri "çöp toplamama" eylemi,
bu katliamların gerçek sahipleri tarafından çok önemsedikleri
(!) "halk sağlığı"nı tehdit ettiği gerekçesiyle
"halk düşmanı" olarak gösterilmeye çalışıldı
ve halkla-haklarını alma mücadelesi veren direnişçi
işçiler karşı karşıya getirilerek işçi düşmanı politikalarına
bir zemin yakalamayı umdular. Bu doğrultuda kampanyanın
içine sivil faşistlerde katılmış, grevi kırmak için
çöpler bu besleme faşistlere toplatılmaya ve bu esnada
çatışma sahneleri yaratıp "halk düşmanı grevci
işçiler" kampanyası "grev", "sendikal
örgütlenme", "direniş", "eylem"e
karşı saldırıya dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bu çöp
faciası ise, milli takım basını ve siyasi iktidarın
her zamanki gibi kolkola gerçekleştirdiği bu "işçi
düşmanı" kampanyaya inen bir tokattır. "Halk
düşmanı"nın kim olduğunun pratikte açığa çıkışıdır.
37 gecekonducunun kapitalizmin artığı çöple ölmesinin
ardından her zamanki gibi klasik jargonlarla söylevler
verildi: "Afet bölgesi ilan edeceğiz, ölenler öldü,
başınız sağolsun, geriye kalanlara yardım edeceğiz"
vs. Facia medya dışı kaldığında ise söylenen sözler,
verilen vaadler de yaşamın dışına doğru kayıyor ve faciadan
kılpayı -evleri başlarına yıkılmış ve yakınların yetirmiş
bir şekilde- kurtulan şanslı (!) insanlar kendi kaderlerine,
çöplüğün yanı başına kurulan çadırları bile ellerinden
geri alınmış bir halde bırakıyorlar. Sanki facia hiç
yaşanmamış, sanki çöp dağı hiç patlamamış, 37 insan
ölmemiş ve patlamaya hazır pek çok çöplüğün varlığı
söz konusu değilmiş gibi….
Facialar faciaları izliyor. Tükenmişlik hiç durmadan
facia üretiyor. Sistem kimi zaman facia üretiyor, kimi
zaman ise bilerek, isteyerek, iradi olarak yaratıyor.
Suni çelişkileri kullanıyor, "sansasyon solcuları"nın
suni gündem yaratmadaki ustalığı işine yarıyor, kullanıyor.
Suni gündemlerin sertleşip gelişmesi, suni saflaşmanın,
sömüren-sömürülen, ezen-ezilen saflarının yerine allaha
inananlar-inanmayanlar (kafirler) boyutunda inşa edilmesin
sağlamak, "kan gölüne boğulmuş" bir ülkede
"kurtarıcı" görevini yerine getirmek için
hazır ve nazır bir kenarda bekleyen "devlet"
imajı için malzeme yaratarak geleceğini sigortalamak
ve gündemi bulanıklaştırarak kendi katliamlarını meşrulaştırmak
için çok sayıda aydın, yazar, sanatçı, ilerici insan
herkesin gözü önünde yakılarak katledildi. Ve 11. sayımızın
kapsadığı süre içerisinde, dünyada çok ender rastlanılan,
ama bizlerin Maraş, Çorum, ve Sivas'tan tanıdık olduğumuz
bir senaryonun yeni bir Sivas versiyonuyla karşı karşıya
kaldık. Evet, sistem kendini yeniden üretmek zorunda
ve bu yeniden üretimin hammaddesi, emeği, eti, kemiği,
canı ile insan. Yani sistem insana ve insanlığa dair
ne varsa yok ederek, katlederek ayakta kalabiliyor.
Ve Sivas, bu tükenmişliğin, bu kokuşmuşluğun alevleriyle
kavruluyor. 37 ilerici insanın yavaş yavaş ölümü seyrediliyor,
kameralar bir film setinde yangın sahnesi çekercesine
rahat görüntü alıyorlar. Devlet büyüklerinin katliam
izleme hobilerinin olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Yargısız
infazları, Amerikan polisiye dizilerini seyreder gibi
izleyen gözler, Sivas katliamını da aynı keyifle izliyorlar.
Ve katliamın ardından yapılan ilk açıklamalar ise olayın
iç yüzünü yeterince ele veriyor: "Halkımız tahrik
edilmiştir, durum kontrol altındadır."…. Katliama
hedef olan suçlanıyor, katliamcılar ise olanca çabayla
şirin gösterilmeye çalışılıyor. Sivas faciası karşısında
yükselen tepki, devletin dümen suyu olan sadece "anti
İslamcı" ve "Türkiye laiktir, laik kalacak"
gibi devletçi bir çizgiyi aşıp, "katil devlet"
sloganlarıyla katliamın gerçek suçlusunu hedefleyerek
düzen sınırlarını zorlayan bir nitelik kazanınca da
tepkiyi yumuşatmanın zemini olarak, devlete yönelen
tepkiyi bireylerin üstüne atabilmek için katliama -özellikle
kitle düzeyinde- katılan pek çok kişi tutuklanıyor,
katliamın tezgahlayıcılarından olan Sivas belediye başkanı
görevden uzaklaştırılıyor. Aynı süreçte katliama yönelik
tepkilere yasaklama getiriliyor. Yasaklama da yetmeyince
klasik yöntemler kullanılarak (jop, silah, dipçik vs.)
tepki engellenmeye çalışılıyor. Bir süre sonra gündem
farklılaşıp Sivas katliamının toplumsal etkisi zayıfladığında
ise belediye başkanı sessizce işine dönüyor, katliamcı
bir belediye başkanı olarak "halkına" ve "devletine"
yeni katliamlarla hizmet edebilmek için çalışmalarına
başlıyor…
Evet, her sayımızda gündemi belirleyen çaplı bir faciayla
karşı karşıya kaldık. Tanığı olduk bu faciaların. Nem
tanığı, hem de sanıklardan hesap soracak öznesiyiz tarihin.
Hekimbaşı çöplüğünde hayatlarını yitirenlerin, Sivas'ta
katledilenlerin tanığıyız. Kürdistan'da yakılan köylerin,
katledilerek, yok edilmeye çalışılan Kürt ulusunun,
yargısız infazların, gözaltında kayıpların tanığıyız.
Ama yalın ve sade ve kenardan bakan bir tanıklık değil
bu. Hesap soran, hesap soracak olan bir tanıklık. Unutmamalıyız,
unutturmamalıyız!....
Sivas katliamı sonrası durulan atmosferde, oligarşi
içi tartışmalar, ittifak arayışları, Mart yerel seçimlerini
sürecin öznesi haline getirmeye başladı. Mart seçimleri
oligarşi için bir karabasan, korkulu bir rüya haline
dönüşüyordu. Ulusal Kurtuluş Mücadelesi'nin yarattığı
kitlesel dönüşümün ifade biçimi olabilecek legal bir
parti olan DEP seçime ittifaksız girebilme şansına (!)
sahip olmuştu. Kürdistan'da rakipsiz ve artık siyasal
çizgi olarak kontrol dışına çıkmış, oligarşi için bir
alternatif olmaktan tamamiyle uzaklaşmış DEP ve bunun
yarattığı sancı, oligarşi içi tartışmaları bir kenara
atmış, "Nasıl yapmalı, ne etmeli, bu DEP'i seçime
sokmamalı" tartışmaları ön plana çıkmıştı. İki
seçenek vardı oligarşinin gündeminde. İlki Kürdistan'da
seçimleri iptal edip fason belediye başkanları atamak
böylece KUKM'nin kitlesel gücünün kendini somut ifade
edebilecek kanalları tıkamak, ikincisi her türlü saray
entrikalarına hız verip DEP'i zayıflatmak ve seçim hileleri
ile ulusal kurtuluş mücadelesine verilen desteğin varolanın
çok altında gözükmesini sağlayarak bu seçim karabasanını
kendi lehine çevirmek. Oligarşi bu kampanyaya tercih
yapmadan, iki seçeneği birden oynayarak başladı. Seçimlerin
iptalini sürekli gündemde tutarak, eğer ikinci şık (yani
ulusal kurtuluş mücadelesinin fiili gücünü olduğunun
altında göstererek yıpratmalar) gerçekleşmezse, ilkini
seçim iptali ve fason atama belediye başkanı projesini
uygulamayı hedefliyordu. Bu doğrultuda önce senaryolar
yazıldı, çizildi. DEP milletvekillerini hedef alan entrikalar
planlandı. Bu planları gerçekleştirmek için bir itirafçıya
ihtiyaç vardı. O da bulundu ve bomba patlatıldı. DEP
milletvekilleri PKK'na yataklık yapıyordu. İtirafçı
zat, polisin ve MİT'in eline tutuşturduğu senaryoyu
anlatmaya başladı. Yaralı PKK'liler Ankara'ya geliyorlar,
Meclis konutlarında konaklıyorlar ve DEP milletvekilleri
aracılığıyla sahte isim ve kimlikle tedavileri gerçekleştiriliyordu.
PKK ve DEP arasında organik bir bağ kurup PKK ile mücadele
yöntemlerini DEP milletvekillerine karşı uygulayabilme
zemini yaratılmak isteniyordu. Cumhurbaşkanı Demirel'de
bu zemini yaratma sürecine DEP milletvekillerini "katil"
ilan eden demeçleriyle eklemleniyor, milli takım basını
ve TV'lerde bu provokatif entrikanın yaygarasını yapıp,
hep bir ağızdan DEP milletvekillerini hedef tahtası
haline getiriyorlardı. Oysa, kısa bir süre sonra, itiraflarıyla
senaryonun baş aktörü olan itirafçı zat, itiraflarından
vazgeçtiğini, bunların düzmece olduğunu ve kendisine
işkenceyle, zorla kabul ettirildiğini duyurmaya çalışıyor,
bu ise yaygarayı koparan senaristlerin hiç mi hiç hoşuna
gitmediği için bu konuya gerek basın ve TV'lerde, gerekse
demeçlerde hiç yer vermemeyi daha uygun buluyorlar ve
durumu geçiştirmek için senaryodaki rolünü iyi oynayamayan,
mızıkçılık yapan itirafçı apar topar bir taşra cezaevinin
sessizliğine atılıyor. Çamur at izi kalsın.
Ve senaryonun düğüm noktası kontrgerillanın cinayetleriyle
ünlendirilen Batman'da çözülüyor. Faili malum cinayetleri
araştırmak, Batman halkıyla devlet içindeki devlet olan
cinayet örgütlerini açığa çıkaracak iletişimi güçlendirmek
için heyet olarak Batman'a giden DEP milletvekillerine
ilk karşılama havaalanında gerçekleşiyor ve heyette
bulunan bir DEP yetkilisi, kontra-itirafçı olarak bilinen,
adı pek çok cinayete karışmış olan Alaattin Kanat'ın
da aralarında bulunduğu polislerce gözaltına alınıyor.
Ve her zamanki rahatsız etmek için takip (daha çok halkı
etkileyip, "bunlarla konuşmayın, hesabını sorarız"
dercesine bir takip) süreci başlıyor ve aralıksız olarak
devam ediyor. Kürdistan'a giden heyet için hiç de rahatsız
edici bir durum yaşanıyor. Heyet Batman'da dolaşmaya,
esnafla/halkla konuşmalara başlıyor ve etrafta hiç polis
yok, takip yok. Ve kontr-gerilla kenti Batman yeni ve
nitelik olarak daha farklı bir cinayetle, planlı bir
faciayla karşılaşıyor. DEP heyeti TC'nin bilinçli politikaları
çerçevesinde örgütleyicisi olduğu bir saldırıyla karşı
karşıya kalıyor, heyete ateş açılıyor ve DEP Mardin
milletvekili Mehmet Sincar'la birlikte DEP Batman Yönetim
Kurulu üyesi Metin Özdemir saldırıda hayatlarını kaybederken
geride pek çok yaralıda kalıyor. Tükenen, tükendikçe
çaresizleşen ve giderek daha yoğun bir cinayet şebekesi
olarak çalışan oligarşi, tek kurtuluş olarak gördüğü
katliam ile bu kez parlamentodaki Kürt halkının temsilcilerine
yöneliyordu. Bir kurtuluş, bir çıkar, bir medet umuyorlardı
bu cinayetten. Çok bildik bir şiiri yinelemek gerekiyor
bu noktada:
"Cellad uyandı yatağında bir gece
Tanrım dedi: "Bu ne zor bilmece
Öldükçe çoğalıyor bunlar
Bense tükenmekteyim öldürdükçe…."….
Alçaklığın bir sınırı yok. Resmi cinayet şebekeleri
tarafından gerçekleştirilen katliamların ardından bu
kez cenazelere yönelik, -korkunun ürünü- alçakça saldırılar
gelişiyordu. M.Sincar'ın cenazesi uçakla Ankara'ya götürülüyor
ve cenaze töreni gerçekleştirilmek için hazırlıklara
girişiliyordu. İlk tartışma, kürsüsünden tartaklanarak,
küfredilerek indirildiği "mecliste tören"
konusunda gelişti. "Katil Devlet" bu kez de
"Hem öldürürüm, hem gömerim" dercesine cenazeyi
"devlet töreni" ile gömme ısrarında bulunuyor,
DEP'in tavrı üzerine bu tartışma yerini yaptırımlara
bırakıyordu. Sessiz sedasız gömülmesi isteniyordu M.Sincar'ın.
Sanki sıradan bir trafik kazasında, ya da 80'inin üzerindeyken
bir hastane odasında eceliyle hayatını kaybetmiş biri
muamelesi yapılması isteniyordu.
Pek çok il ve ilçeden Ankara'ya doğru binlerce insanın
geleceğini ve bu öfkeli, kararlı, kalabalık kitleyi
Ankara'da kontrol edemeyeceğini çok iyi bilen TC, öncelikle
hemen hemen bütün DEP binalarını abluka altına alıp,
cenaze töreni için Ankara'ya gidişi imkansız hale getirmeye
çalıştı. Bu engeller aşılıp otobüsler ve arabalarla
Ankara hedeflenince, binlerce insan İstanbul, İzmir
ve diğer kentlerin çıkış noktalarında gözaltına alındı.
Ve "cenaze krizi" bitinceye dek küfürlü, dayaklı,
işkenceli gözaltı devam etti.
Facia içinde facia üretiliyordu. Üretilen, iradi olarak
geliştirilen bir facia, yeni bir facianın zemini haline
getirilmeye çalışılıyordu. Eskişehir'den Sincar'ın cenazesine
gitmeye çalışan bir devrimci gözaltına alınıyor ve evinin
bulunduğu binaya çıkartılıp, klasikleşen ama iğrençliğinden
hiçbir şey kaybetmeyen bir yöntemle, 7. kattan aşağıya
atılarak öldürülmeye çalışılıyor, bir mucize eseri sağ
kalıyordu. Ve ardından bildik nakarat "intihar
etmeye çalıştı, engelleyemedik"…
Bu sıralarda ise Ankara'da gösteriye karşı kesin saldırılacağı
açık açık ifade edilir olmuştu ve bu doğrultuda DEP,
cenazeyi hastaneden almama protestosuyla tavır aldı.
Bunun ardından, yetkililerce Sincar'ın ailesine cenazeleri
almaları doğrultusunda baskı yapıldı. Bu da geri tepti
ve oligarşi bu kez iğrenç facialarına bir yenisini daha
ekledi. Apar topar cenazeyi kaçırdı ve Kızıltepe'ye
"kanlı elleriyle" gömdü. Sincar'ın ailesi
ve Kızıltepe halkı devlet törenine, katillerin düzenlediği
bir defin işlemine fon olarak katılmayı reddettiler
ve devletin düzenlediği defin işlemine hiç kimse katılmadı.
Ertesi gün cenazenin gerçek sahipleri ortaya çıktı.
Binlerce insan Sincar'lara taziye ziyaretlerine gidiyor,
oradan da mezarlığa akıyor kalabalık…
Cinayetin ve faciaların kimisi tabancayla işlenirken
bir kısmı da "hukuk" adı verilen mekanizmayla
gerçekleştiriliyor. Sincar'ın katledilmesinden kısa
bir süre sonra "hukuk" silahı DEP Genel Başkanı
Yaşar Kaya'ya nişanlanıyor ve tetiğe basılıyor.
Sonuç: Bir siyasi parti başkanı tutuklanıyor.
Neden: Kürdistan'daki kirli savaşa karşı çıkıyor ve
Kürt halkının varlığı ve özgür olması gerekliliği temelinde,
barış sever tarzda konuşmalar yapıyor olmasıdır. Böylelikle,
bir facia daha, bir hukuk faciası yaratılıyor ve tutukluluk
hali devam ettirilerek facia sürekli kılınıyor…
Ve Madalyonun Öteki Yüzü
Bir yüzü cinayet, katliam, işkence ve kan, diğer yüzü
ise entrika, rüşvet, yolsuzluk…
Gırtlağına kadar pisliğe batmış bir madalyon yaşadığımız
dünya, yaşadığımız ülke ve kapitalizm. Tükenmiş bir
"ahlak", "kişiliksizleşmiş" bir
ilişkiler ağı.
Herkesin bildiği, yaşamın içinde kabul ettiği ve trafik
polisinden, belediyeye vs. günlük küçük bir işte bile
yaşadığı ve kabullenmek zorunda kaldığı "rüşvet",
kişiliksiz bir toplum yaratmanın, hakkını aramak ve
bu uğurda mücadele vermektense her şeye boyun eğen,
ama küçükte olsa elinde bir yetki varsa bunu satarak
yetkiyi metaya dönüştüren bir mantık oluşturuldu. Memura
maaş zammını lüks gören ve "Benim memurum işini
bilir"(!) diyerek rüşveti, yolsuzluğu, her yolun
mübah olduğu kısa yoldan sınıf atlama hayallerinin kapısını
aralayan, hatta aralamaktan da, öte iten bir yaklaşımın
kapitalizmin çağdaşlaşmış (!) biçimi olarak sunulan,
dayatılan bir sistemden başka bir şey beklenemezdi zaten.
Günlük yaşam içerisinde karşılaşılan ve genelde kabul
edilen bu pislik ve facialar, yetki ve makam büyüyünce
pisliğin de büyüyeceği, toplumun bildiği ya da tahmin
ettiği ve de zaten saklamak içinde çok çaba sarfedilmeyen
bir gerçekti. Ancak toplum bir taraftan dayatılan pisliğin
içine doğru çekilirken ve yaşamın içerisinde pisliğe,
yolsuzluğa, rüşvete alışkın kılınırken, bir taraftan
da öyle üst boyutlu pislikler açığa çıkıyor ya da -çeşitli
iç çelişkilerden kaynaklı olarak- açığa çıkarılıyor
ki alışkanlık tepkiye, suskunluk da öfkeye dönüşüyor.
"İSKİ GATE" diye Amerikanvari bir tarzda adlandırılan,
Türkçe meali ise "İSKİ Skandalı" olan pislik
ve yolsuzluklar sadece varolan kokuşmuşluğun açığa çıkan,
gözüken çok küçük bir parçası olmaktan öte başka bir
anlam taşımıyor. Sadece gözüken bu küçük parçanın ise
ulaşmadığı nokta yok. Belediye başkanlarından, burjuva
partilerine, ahlaklı(!) basından, milletvekillerine,
bakanlara, küçük şirketlerden, büyük tekellere… herkesin
adı var. Kimi -aslında kendisi de pisliğin içine battığı
için- ses çıkarmayıp göz yumarak, kimi trilyonlara varan
rantı paylaşmak dolayısıyla karışıyor pisliğe. Pislik,
sistem tükendikçe yayılıyor, sarıyor etrafı. Hatta bir
süre sonra meşru kabul ediliyor. Rüşvet vermeden ihale
kazanmanın hayal olduğu, en küçük işin bile çıkar sözkonusu
olmadığında aylarca bekletilebildiği ve hepsinden de
öte rüşvetin, yolsuzluğun doğal olduğuna inanan ahlaksal
tükenmişlik, çürüme sarıyor her tarafı. Emekçi sınıfların
sömürüsünün üstüne çöreklenmiş, "Lale Devri"ni
bile utandıracak görkemli, lüks yaşamın arka perdesi
aralanmış oluyordu böylece. Pislik, düzenbazlık, yolsuzluk….
Trilyonlar dönüyor ortada. Hiç emek sarfetmeden, alınteri
dökmeden, sadece bir imza atma, bir "olur"
deme yetkisi olduğu için trilyonlar elde edilebiliniyor.
Nereden geliyor bu değirmenin suyu? Kim, Kimin parasını,
kime peşkeş çekiyor? Ortada dönen, bir işçi için hayali
bile mümkün olmayan meblağlar, rüşvet veren tekellerin
"hamallıkla biriktirdikleri" mütevazi bir
sermaye mi, İSKİ başkanı Ergun Göknel'in kişisel serveti
mi, Hayri Beyin emniyette, konuk ağırlamaya peşkeş çekebileceği
babasının parası mı? Hiç biri değil! Ortada dönen paralar
ne rüşveti verenin, ne de rüşveti alanındır. Bu trilyonlar,
milyonlarca emekçinin sırtından gasp edilmiş "hırsızlık"
paralarıdır. Emekçilerin alınteriyle ürettikleri değerlerdir
hepsi. Milyonlarca emekçinin sırtında taşıdığı "asalakların
saltanatının" yarattıkları bu pislik, bu kokuşmuşluk,
ancak emekçi sınıfların silkelenip, taşıdığı kamburu,
hırsızlar sultanlığını sırtlarından atıp yıkmaları ile
temizlenebilir.
Bu sistemin içerisinden, bu pisliğin ortasından, "Şurada
pislik var, şu şöyle düzenbaz" demenin ve ardından
da "temiz toplum" edebiyatını yükseltmenin
hiçbir anlamı yoktur. Ortada bir pislik ve pislikler
topluluğu varsa, buna karşı ses yükseltmek ve hesap
sormak ancak ve ancak bu pisliklere karışmamış/arınmış
sınıfların, emekçilerin hakkıdır. Pislikse kişisel bir
ahlak olayının ötesinde, paranın saltanatının yarattığı
bir değerdir. Bu noktada pislik bataklıklarında yüzen
kişilerden hesap sorulmalı, ama bununla yetinilmemeli.
Paranın en kutsal değer ilan edildiği bir sistemde,
para kazanmak için her yol mübahtır. Temizlenmek, arınmak
için, bataklığın içinden yükselen "temiz toplum"u
da yaratmak için, bataklık yok edilmek, kurutulmak zorundadır.
Bu kaçınılmazdır. Arınmak ancak böyle mümkündür…
|