Devrimci
Görev Alanlarından Biri:
Cezaevleri ve Tutsaklık
|
Bir Devrimci, olası bütün koşullara karşı kendini hazırlamalı,
eğitmelidir. Bir yandan bugün bulunduğu mücadele alanını
genişletmeye, daha birikimli, daha etkin, daha üretken
bir devrimci olabilmeye çalışırken, öte yandan da ansızın
değişebilecek yaşamında karşılaşabileceği her durum
için hazırlıklarını yapar. Bilgisini, inancını ve bağlılığını
derinleştirir.
Bir devrimcinin, sosyalist bir savaşçının, yaşamının
her hangi bir anında, çok değişik nedenlerle düşman
tarafından tutsak alınabilir. Devrimci, tutsak düşmemek,
mücadelesini daha uzun zaman dilimlerinde sürdürebilmek
için gereken önlemlerini alır, davranışlarını ve ilişkilerini
ayarlar. Ama yine de tutsaklığın onun için her an sözkonusu
olabileceğini bilir.
Kaldıki bugünün koşullarında "sağ ele geçmek",
"kaybolmamalı", sağ ele geçtikten sonraki
"sorgu" süreçlerini de sağ atlattıktan sonra
sağ salim tutsak olmak dahi bir şans(!) durumuna getirilmiştir.
Düşman, hergeçen gün biraz daha azgınlaşıyor, pervasızlaşıyor.
Sürekli insan yutan, yuttukça daha fazla isteyen, daha
fazla yuttukça daha çok azan bir canavar haline geliyor.
Bu canavara rağmen bir devrimci olarak yaşamanın ve
varolmanın anlamı, onurdur. Nerede olursa olsun, ister
dışarda, ister gözaltında, isterse cezaevlerinde onurlu
bir tutum sözkonusu ise, canavara teslim edildiği bir
yaşam tarzı, YAŞAMAK anlanına gelmemektedir. Çünkü o,
bir ölü insanlar ülkesi istemektedir. Duymayan, görmeyen,
konuşmayan, tavır almayan, düşünmeyen bir ölü insanlar
ülkesi...
Bugün, ülkede 'yaşayan' milyonlarca, onmilyonlarca ölüye
rağmen, hâlâ ne kadar canlı, ne kadar dinamik, ne kadar
bağnaz, tavır alan, konuşan 'ölülerimiz' var bir düşünürüz...
İşte bu noktada, bu ülmede kim ölür, kim yaşar epeyce
karışık.
12 Eylül'den sonra birkaç yıl, bir ölüm sessizliğinin
egemen olduğu ülkede, kimsenin kafasını kaldırmadığı,
kimsenin hiçbirşeye hayır diyemediği, bırakın devrimci
mücadeleyi, insanım diyemediği koşullarda; birkaç istisnai
adada, birkaç cezaevinde bin-binbeşyüz yiğit insan ,
bin binbeşyüz tutsak , hergünü sloganla karşılıyor,
her geceyi sloganla yanıtlıyordu: "İNSANLIK ONURU
İŞKENCEYİ YENECEK", "KAHROLSUN FAŞİZM, YAŞASIN
MÜCADELEMİZ", "DEVRİM ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR",
İŞKENCECİLERDEN HESAP SORACAĞIZ" ...
O insanlar, tutsaklığı bir devrim mevzisi, cezaevlerini
bir mücadele alanı haline getirdiler. Yaşanan sıcak
çatışma yıllarındansondaki karınlık ara süreçte, yeni
bir devrim dalgasına geçişin köprüsü oldular. Direnmenin
bir savaş tarzı olduğunu, devrimci onuru herşeye, herkese
rağmen korumanın ; devrimi, sosyalizmi ve geleceği savunmak
olduğunu gösterdiler.
Özünde; bir devrimcinin değerleri ve ilkeleri her koşulda
aynıdır. Özgürken,tutsakken, işkencedeyken, savaşırken...
Bulunduğu koşullara ve zamana göre onun mücadelesinin
sadece tarzı değişir, kuralları değişir.
Bir devrimci, olası bütün koşullara karşı kendini hazırlamalı,
eğitmelidir. Bir yandan bugün bulunduğu mücadele alanının
genişletmeye, daha birikimli, daha etkin, daha üretken
bir devrsci olabilmaya çalışırken, öte yandan da ansızın
değişebilecek yaşamında karşılaşabileceği her durum
için hazırlıklarını yapır. Bilgisini, inancını ve bağlılığını
derinlaştirir. Bir erdem insanı, bir yaşam bilgesi olma
hedefini koyar önüne...Bu güç değildir. Ürettikçe büyüyen,
öğrendikçe çoğalan, sevgi ve saygıyla derinleşin insan,
her koşulra alnı ak yaşar. Sosyalizme ve devrime daima
inanmış, örgütüne ve yoldaşlarına bağlı kalmış, bildiğini
yüreğine de öğretmiş devrimcinin zaaf göstermesi mümkün
değildir. Ne işkencede, ne de tutsaklık koşullarında...
C ezaevindeki devrimcinin temel çelişkisi devrimci direniştir.
Düşmana, devrimci kişiliğini zaafa uğratacak, onun nezdinde
devrime ve devrimci değirlere karşı mevzi kazandıracak
ödün vermemektir. Bu temel görevinin yanısıra, onu kısıtlayan,
üretimini ve işlev sınırlarını daraltan koşullarla da
mücadele eder.
Kısıtlama çemberini genişletmeye, yeni işlev mevzileri
kazanmaya, dışarının bir parçası olmaya, yoldaşlarına
destek olmaya çalışır.
Yaşadığımız topraklar, zindan kültürü değil ama zindancılık
kültürü derin topraklardır. Zindancılık kültürü olarak
tanımladığımız olayın tarihsel, sosyal,psikolojik, etimolojik
yönlerini incelememiz, günümüze ilişkin bağlarını yakalamamız
gerekiyor. Zindancı kültürü, Osmanlı'dan bu yana sadece
devletin değil, Anadolu insanının her kesiminin davranış
ve düşüncelerinde izleri olan bir birimdir.Buna karşın
doğal olarak bir de zindan kültürü oluşmalıydı ama oluşmamıştır
dedik. Öyle ya, zindancı varsa zendandaki de vardır,
zindan varsa içindeki de vardır ve her yaşam tarzı zaman
içinde kendi kültürünü oluşturur.
Öyle değil! Birincisi, 'zindandaki ' olmak, hangi nedenle
olursa olsun, 'ayıp' ve 'günah' gibi kavramlarla yadsınmış
ve bilincin de yaşamın da dışına itilmiş, toplumsallaşamamıştır.
Ülkemizde 'toplumsal suç' kavramı oluşmamıştır. Toplumsal
nedenlerle, insani ve sosyal etkenlerle oluşan 'suç'
durumu (düşünsel ya da fiili) her türlü bağından koparılmıştır.
Tarihsel bir bağ, düşünsel bir bağ, sınıfsal ya da sosyal
bir bağ içinde olamayan eylemlilikler, (düşünmek anlamındada
olsa) bireysel kalmıştır.Bireysel kalan , başka bireylere
devredilen olgular yaratamamıştır. Sonuçta,zindancılığın
bilinçüstünde, zindanın bilinçaltında yaşandığı bir
ülke ortaya çıkmıştır. (Zindancılık kültürü dediğimiz
şey, başka sosyal ve psikolojik boyutlar içinde bambaşka
incelemelerin konusudur.)
Anadolu insanı, siyasal zindanı 1900'lerin ilk yıllarından
beri tanır. Daha sonraki yıllarda da Nazım Hikmet gibi
yaşamının uzun bölümünü zindanda geçiren özel "siyasi"
leri olmuştur bu ülkenin... M.Kemal ve istiklal Mahkemeri
, "toplu tevkifat" yerine toplu kıyımı tercih
ediyorlardı.1940'lardan sonra o zamanki "komünist"
lere yönelik "toplu tevkifat"lar başladı.
Daha sondaki "on yılda bir cunta"geleneğinin
kökleri, belki bu dönemlerdeki "on yılda bir toplu
tevkiyatlar" içinde yatar, kimbilir...
Son açık faşizm evrelerine kadar cezaevleri ve cezaev
direnişi, bu denli ciddi bir olgu değildi. Cezaevleri
, özellikle 12 Eylül'le, mücadelede bir boyut haline
ğelmiştir.
60'lı yılların sonlarına doğru ihtilalci ideolojilerde
olgunlaşan ve pratik nesnellik kazanan devrimci mücadelenin
çeşitli konulardaki anlayışları da, onun genel gelişimine
denk düşen birikimleriyle birlikte gelişmeye başlamıştır.
12 Mart açık faşizmine karşı mücadele sürecirde, devrimcilerin
bir çoğunun düşmanın eline geçtiği, siyasi polis, MİT
ve kontrgerilla işkencelerini yaşadıkları , fakat bu
konuda henüz yeterlii anlayışların oluşmamış olduğu
bilinmektedir. "Düşmana boyun eğmemek " genel
bir kavrayış olsa da, işkencehanelerde düşmana karşı
sarsılmaz barikatlar gibi durulması, cezaevlerinin bir
mücadele alanı haline sokulması, baskı ve işkenceye
karşı bireysel yiğitlik örnekleriyle değil ögüt ruhu
ve anlayışlarla direnilmesi, o dönemlerde henüz gerçeklik
kazanmamıştı. Bunların olgunlaşması, elbette biraz da
devrimin seyir defterinin birikimlerine bağlıydı.
Cezaevlerinde de devrimci durumun genel seviysine, tarihsel
momentlerine uygun pratikler yaşanır. Bu durum, karşı
devrim için de devrimciler için de geçerlidir. Düşmanın
genel siyasal taktik ve politikaları cezaevlerine direk
olarak ve anında yansır. Bütün bunlara rağmen, cezaevleri
her iki kesim açasından da hem özel bir öneme sahiptir,
hem de özgün taktik politikaları gerektirir.
Devrimciler cephesinden bakıldığında; direniş, sınıflar
mücadelesinin büyük ölçüde açık kimlikle sürüdrülen
bir alanı olması dolayısıyla sembolik değerler ve prestij
ögeleri de taşır. Düşmanla, ona boyun eğmemek ve direnmek
dışında fazlaca bir silahın olmadığı bir ortamda açık
bir hesaplaşma söz konusudur.
Sınıflalr mücadelesinde, tutsak devrimcilerin her tavırlarının,
direnişlerinin, gösterdikleri zaafların, düşmanla hesaplaşma
biçimlerinin; onların kişiliklerinde sembolleşen devrimcilik
olgusuna doğrudan doğruya mal edilmesi, hem kitleler
hem de düşman açısından sürekli gündemdedir. Bu durumun
yol açtığı özel yükümlülükler, tutsak devrimcilerin
omuzlarındadır. Devrimciler bu yükümlülükleri,işkencehanelerden
başlamak üzere, gerek cezaevi direniş çizgilerini saptar
ve uygularken, gerekse de mahkemelerde ki tutum ve davranışlarında,
çok ciddi bir sorumlulukla taşımak zorundadırlar.
Özellikle bilinen - tanınan siyasal kimlikleriyle bir
ideolojiyi temsil eden önder ve kadroların tutsaklık
yaşantılarındaki işlevleri, olumlu ve olumsuz yanları,
siyasi nitelemelere konu olacaktır. Bu insanların en
ufak hataları, düşman tarafından, bütün devrimcileri
ve devrimciliği karalamaya yönelik materyallar haline
getirilecektir, öte yandan, olullu tavır ve direniş
sergileyenler, bütün devrimclerin örneği olacaktır.
Bir model, bir itici güç, bir moral kaynağı haline geleceklardir.
Böyle direniş sembolü olan insanların bütün bir cezaevini
sürükledikleri, onların varlığının düşmanı her zaman
endişelendirdiği, dostlarına güven verdiği güel örnekler
yaşanmıştır. Öte yandan, dışarıda ileri konumda olmaları
nadaniyle, işkencehanelerde ve cezaevlerinde gerektiği
gibi davranmadıkları halde tavırlarıyla ve hatta varlıklarıyla
direnişin önünü tıkayan, direnişin önünü tıkayan, direnişi
yolundan saptıran insanlar da olmuştur.
Cezaevleri, devrimci mücadeledeki her türlü çatışmanın,
saldırı ve geri çakilişlerin, kazanılan ve yitirilen
mevzilerin devrimci moral potansiyelin yükselme ve zayıflamalarının
ayna gibi yansıdığı yerlerdir. Bu gerçeklik, açık faşist
terör dönemlerinde daha önemli ve özel boyutlar kazanır.
Düşmanın elindeki rehineler durumundaki devrimci tutsaklar,
düşmanın politik gereksinimlerine uygun biçimlerde ezilir,
ihanete zorlanır, teşhir edilir, ipe çekilir. Onun programlarını
bozmanın tek yolu direniştir. Kesintisiz direniş, ödünsüz
direniş... Buradaki taktik manevraların ortamı fazlaca
yoktur. İkirciklenmek, birazcık geri adım atmak düşmanın
daha etki n ve yoğun salrıları anlanını gelir.
Açık faşizm, ülke genelinde kitlelere uygulamaya çalıştığı
terörizmini, cezaevlerinde fizik ve ideoloji disiplini
olarak somutlaştırmak ister. Devrimcilerin geçici yenilgi
süreçlerinde kitlelerin yıldırma ve pasifikasyon politikalarıyla
esir alınışı; cezaevlerindeki devremcilerin siyasi kimlikleri,
manevi prestijleri, ideolojik değerleri de teslim alınarak
bütünlenmek istenir.
Fiziki yıpratma, hatta fiziki yoketmeyi de içeren saldırılarla
hedeflenen; güç potansiyelini emip zayıflatmaktır. Çelişkilerin
devrimci inanç zaafları olarak balirginleşip karşı-
devrime hizmet eder hale getirilmesi ve ideolojik teslimiyet
amaçlanır. Sonuç olarak; dolaysız bir şekilde; direnen
boyun eğmeyen, teslim olmayan, onursal ve ilkesel değerleri
sahiplenen devrimcilerin korudukları; insanlık ve devrimcilik
onurunun da ötesinde, devrimci düşüncenin ta kendisidir.
Bütün bu gerçeklerin derinliğine yaşandığı 80'li yıllara
gelirken işkenceye karşı tavır ve direniş temaları olgunlaşmaya
başlamıştır. Fakat detaylı perspektiflerin oluşması
anlamında ve bunların egemen olgu haline getirilmesi,
içselleştirlimesi anlamında yeterli sonuçlar alındığı
söylenemez.
Bir devrimcinin düşmanla başbaşa meydan savaşı olarak
datanımlayabileceğimiz işkence sürecindeki tavırları
ondan sonraki yaşamını birinci dereceden etkiler. Oradaki
hataların örgüte ve yoldaşlara verdiği zararların yanı
sıra birlikteyarattğı tahribat, psikolojide yarattığı
altüst oluş, kolay aşılacak özellikte değildir. Daha
sonraki pişmanlık ve yaşam tarzı seçimini ne olursa
olsun buradaki hataların bağışlanabilir olması imkansız.
Bağışlanabilir nitelikte olanlarda ancak çok ciddi eğitim
ve yeniden sınama süreçlerinde kişinin kendini yenilemesi,
kişilik tahribatlarınınüstesinden gelmesi ile dönüşür.
Bazı kesimlerin bu konudaki muğlaklıkları ve tutarsızlıkları,
yeni ve daha vahim hataların, zaaflı insanların bizzat
yarattığı zaaflı süreçlerin önemli etkenlerinden biri
olmuştur.
Birbirinden bağımsız olarak ele alınamayacak olan işkence,
cezaevleri ve mahkeme tutumlarının önemini, görünürdeki
anlamını, genelde ortaya konulan ajitatif çerçevelerinin
dışındaki boyutlarıyla ele almak gerekiyor. Bunu yaparken
amaçladıklarımızın iyi anlaşılması için, sözkonusu tavırların
yarattığı etkilerle davranışların siyasal kökenleriyle
ve ortaya koyduğu sonuçlarla da ilgilenmek zorunludur.
Düşmana teslim edilen değerlerin fazla olduğu bazı cezaevlerinin
kamuoyunda yarattığı olumsuz etkiler bu cezaevlerinden
çıkan insanlarınyaşamlarındaki tutarsızlıklar ihanetlerin,
pişmanlıkların oluşturduğu derin nefret ve olumsuz etkilenme
ile, açık faşizmin en zorlu günlerinde dahi direnişin
ödünsüz sürdürüldüğü, koyu bir karanlığın ortasında
devrimin bayrağının kıpkızıl yükseltildiği cezaevlerinin
yarattığı sempati, devrimçi potansiyelde yankısını bulan
manevi güç, ideolojilerin ve genelde sosyalist düşüncenin
geleceği güç, ideolojilerin ve genelde sosyalist düşüncenin
geleceği açısından kazınan mevziler; sonuçların öneminin
somut kanıtlarıdır.
12 Eylül sürecininişkencehanelerinde ve cezaevlerinde,
özellikle daha önce mücadeleyi ön saflarda omuzlamış,
bizzat örgütleyip yürütmüş kadroların korudukları veya
yadsıdıkları değerler, mücadelenin tekrar yapılandırılması
süreçlerini büyük ölçüde etkilemiş ve hatta kısa vadede
kısmen belirleyici olduğu dahi görülmüştür.
Bu noktada, "cezaevleri ve dışarısı" na dair
bir-iki yaklaşıma daha değinmek gerekir. Birinçisi,
dışarıda yapılanmanın örgütsel zaafa uğraması, çeşitli
nedenlerle geçici bir duraksamanın yaşanması, mücadelenin
kesitiye uğraması; devrimcilerin cezaevlerinde siyasal
varlık göstermelerini etkilememelidir. Uzun ve orta
vadede, kuşkusuz bağlantılı dönüşümler yaşanacaktır.
Fakat kısa vadede, mevcut değerler ve potansiyel mücadele
verileri temelinde, cezaevlerindeki devrimciler kendi
bulundukları alanın örgütlülüğünü sağlıyordu kendi koşullarında
mücadele görevlerini ve üratimlerini sürdürmelidirler.
Aksi halde, kendileriyle birlikte o gün savundukları
devrimci değer ve görüşlerinin de yıpranmasının ve giderek
çözülmesinin önüne geçilemez.
İkincisi, dışarıdaki mücadele dalgasının inişe geçtiği
dönemlerde, içerdeki devrimçilere daha fazla görev düşmektedir.
Genel bir doğru olarak mücadelenin belirleyicisi, esas
mücadele alanı ve o alandaki elemanlardır. Bu bağlamda
içeriden direkt örgütsel müdahale ve yönlendirme çeşitli
pıratik sakıncalar taşır. İletişimin güvenliğine ve
sürekliliğine göre belirlenen içeri-dışarı ilişkisi,
son tahlilde koşullara bağımlı kalmalı zorundadır ki
bu da iletişimin en sakıncalı yönünü oluşturur. Ne varki,
sözkonusu iletişimin bu doğrulardan, yola çıkardı her
dönem ve her koşulda içerdeki devrimci güç ve tecrübeli
kadroların dışarıya karşı edilgen, pasif bir tutum içine
girerek görevlerini yerine getirmeyip beklenmesi kaba
bir yorumdur.
Tam tersine, koşulların kavranmaya çalışılması, iletişimin
sağlıklı ve sürekli kılınmaya çalışılması tecrübe aktarımı,
siyasi perspektiflerin açıklıkla ortaya konulup savunulması
gerekmektedir. Bunları, yaşama ve mücadele yenileriyle
sentezlemek, pratik değer kazanmasını sağlamada ise
esas mücadele alanındaki elemenların işidir. ideolojinin
genel kırıterleri olarak, benimsenmiş olan temel konularda
gösteri olarak benimsenmiş olan temel konularda gösterilen
zaaf ve sapmalarda ise, her koşuldaki devrimcinin olduğu
gibi cezaevlerindeki devrimcilerin de örgütsel konum
ve pratiklerine göre, söz hakkının da ötesinde, gerektiğinde
müdahale hakları vardır.
Tutsaklığın üçüncü durağı olan mahkemeler, bir yandan
baskı ve tehditelerin açıkça gündemde tutulduğu, bir
yandan da cazip yemlerle devrimcilerin satın alınmaya
çalışıldığı bir alandır 12. Eylül'den sonra dünyanın
çok az ülkesinde bu tarzda kullanılan ihanet yasası
ile, itirafçılık ve ihanet bir kurum haline getirilmiştir.
İnsanlar bayağılaşma derecelerine göre "affedilmiş"
gerçekte, kendilerini teslim ettikleri devlet onların
kişiliklerine bir vantuz gibi yapışarak insanca hiçbir
yönlerini bırakmamıştır. İhanet bir balçık kuyusudur.
Tekrar çıkıp temizlenme şansı kesinlikle yoktur. Ne
düşmana taslim edilen yoldaşların, olanakların tekrar
düşmanın elinden alınması mümkündür, ne de katline sebep
olunan soylu devrimcileri tekrar cen verilmesi... Tutsak
alınan ya da yargılanan binlerce insandan çok az kişi
kendisini bu balçık kuyusuna atma şerefsizliğini göstermiştir.
Öte yandan yüzlerce devrimci, sempatizan ve taraflar,
göstermeli kuralarla "savaş hali hükmlerine göre",
"yargılanmış" ve topluca "mahkum"
edilmişlerdir.
Devrimciler, cezaevlerindeki mücadelenin yanısıra, faşizmin
hukukuyla ve mahkemeleriyle de hesaplaşmayı gerçekleştirmek
zorundadırlar. Ayrıca, her türlü tecrit kuşatılmışlığı
içindeki cezaevlerinden seslerini duyuramadıkları kamuoyuna
buradan seslenmek, kişiler olarak değil, örgüt olarak
yergılandıkları bu mahkemelerin senaryolarını tersyüz
ederek buraları, devrimin ve devrimci mücadelerin savunulduğu,
faşizmin yargılandığı platforumlar haline sokmak durumundadırlar.
Bu tavırı planlı ve koordine bir şekilde uygulamak amacıyla
örgütsel bütünlük içinde gereken yapılmalıdır. uzun
vadeli çıkarlar ve gereksinimler açısından, mümkün olduğu
kadar fazla elemanın esas mücadele alanına ivedilikle
kazandırılması için de gereken çaba gösterilmeli, bu
yönde tek tek kişiler bazında değerlendirmelere gidilmelidir.
Ülkemiz devrimci kampının bu konulardaki genel gerçeklikleri,
ondan kopuk olmayan, onun iç evrimleşmesinden soyut
olmayan hareketimiz özelinde de yaşanmıştır. İşkencehane,
cezaevi ve mahkeme tavrımızda, özgün faktörlerimiz temelinde
eksiklikler olsa da, direniş ruh ve tavrının egemen
olduğu görülür. Bazı olumsuz örneklere rağmen, örgütlsel
kararlar, örgütsel tavır ve genel sonuç açısından onurlu
bir miras oluşturmuştur.
Arkadaşlarımızın sıcak savaş içinde kazandıkları özel
deneyimler, direnişin canlı bir örgütsel söylem konusu
olması, bu konulardaki hatalara karşı gereken tavrın
alınması, silahlı mücadeleyi aktif olanak yürüten ve
ona bilinçli bir şekilde sahip çıkabilen militanların
devrimine bağlılık, inanç, coşku değerlerinin ciddi
ingellerden otlayarak güçlenmesi, açıklık, dürüstlük,
devrimci onur, devimci ahlak gibi değerlere verilen
önem; arkadaşlarımızın işkencede, cezaevlerinde ve mahkemelerde
genel olarak doğru davranışlar içine girmesini doğuran
etmenler olmuştur.
Bu konudaki önemli bir faktör de, yönetici ve kadroların
çoğunluğunun olumlu örnekler oluşturmaları ve hatalar
konusunda, hatayı yapan kim olursa olsun, baştan beri
açık ve samimi bir yargılamaya gidilmesidir. Böylelikle,
diğer bazı yapılanmalarda olduğu gibi merkezi kadroların
zaaflarını örtbas edecek tarzda çarpık kitleler oluşmamış,
genel doğrular mevcut gerçeklere uydurulmak için zorlanmamış,
daha sonrası için de çok ağır örgütsel yükler oluşturacak
tehlikeli yollara sapılmamıştır.
Hareketimiz genelinde bu konda yaratılan olumlu ve örnek
tavırların yanısıra, yüzlerce kişinin içinden çıkan
birkaç istisna soysuz çözülmüş, teslim olmuş ve hatta
düşmanla işbirliği içine girimiştir. Anında yargılanan,
kamuoyuna ilan edilen ve mahkum edilen bu hainler ve
onların durumu, özel olarak ayrıca ele alınıp irdelenmek
zorundadır. Her açıdan geleceğe tecrübe aktarımı olacak
tarzda açılmalı, örneklerin özgün ve tipik yanları yakalanmalıdır.
(Not: 14. sayıda devam edecek)
|