Marksist-Leninist
Örgütlerde Yapı İçi Demokrasi Sorunu ve Devrimci
Hukuk Üzerine
|
Bir süredir Dev-Sol içinde yaşanan ve kanlı boyutlara
varan hesaplaşma bütün devrimci kamuoyu tarafından izleniyor.
Artık izlenmekte de bir güçlük çekilmiyor, çünkü olaylar
yeterince açıkta cereyan ediyor. O kadar açık ki, tarafların
"devrimci açıklık" gibi kavramları kullanması
anlamsız oluyor. Hatta böyle bir "açıklık",
politik-ideolojik içeriğinden yoksunluğu ve tek tek
olaylara dek inen salt-pratik söylemiyle polisin bilgi
birikimini artırıyor, böylece bir anlamda zararlı da
oluyor.
Şimdiye dek üç devrimcinin ölümüne yol açan şiddet fırtınası
sürerken, ölümle cezalandırılacaklar listelerinden sözediliyor,
insanlar "halkın adaletine" sığınmaya davet
ediliyor, karşılıklı işbirlikçi-hain suçlamaları savruluyor,
belki üç-beş yıl sonra sahiplerinin yüzünü kızartabilecek
bir dizi hakaret sağda solda yazılıp-söyleniyor. Yalnızca
karşıt güç değil, bu noktada taraf belirlemeyenler de
payını alıyor, hatta diğer sol örgütler için de bir
"konuşma yasağı" getiriliyor. Özellikle yurtdışında
yayınlanan bildirilerde konu üzerine düşünce belirten
insanlar ve yapılar da "cezalandırma" tehdidiyle
karşı karşıya kalıyorlar.
Bütün devrimci örgütlerin kaygıyla izlediği bu süreç,
giderek bütün mantık ve sağduyu ölçülerinden uzaklaşmaktadır
ve ucunun nereye dek varacağını kestirmek zorlaşmaktadır.
Bu durumdan gerçekte kimin yararlandığı ve karmaşa içinde
bilgi üretip operasyonlarını genişlettiği ise tartışılmayacak
ölçüde açıktır.
BARİKAT, sürecin başından beri durumu daha da zorlaştıracak
yararsız bir söylemden kaçınmaya çalıştı. Dev-Sol konusunda
zaten varolan bir dizi eleştirisinin böyle bir zamanlamaya
denk düşmesini, sonuçta salt tepkisellikten başka bir
etki yaratmamaya mahkum olmasını istemedi.
Ayrıca, BARİKAT, "Solun sosyete haberciliği"
diyebileceğimiz bir eğilime de ötedenberi ilgi duymadı.
Başka siyasal yapılara olan ilgisini "kim kimden
ayrılmış, kime geçmiş" düzeyinde bir mantıkla sığlaştırmamaya
gayret etti. Başka devrimci yapılar içindeki bölünme
ve birleşmeler bizi, siyasal sonuçları itibarıyla, içinde
devindiğimiz siyasal sürece etkileri açısından ilgilendirdi.
Şu ya da bu somut olayda kimin haklı kimin haksız olduğunun
tespiti de bize hiç anlamlı gelmedi, bu konularda verilen
"bilgi"lerin çok gerekli olduğuna inanmadık.
Tek tek olayların ötesinde, konuya genel bir politik
bütünlük içinde bakmaya, ayrıntıda boğulmamaya çalıştık.
Soyut bir "şiddet aleyhtarlığı" söylemiyle
vaizlik etmeyi de düşünmedik. Şiddet, sosyalist örgütler
içinde hiç arzu edilmeyen ama çok özgün koşullarda da
görülebilen bir şeydir. Sonuçta politika, devrimci politika
sert bir oyundur. Sorun, nihai sonuç olan şiddetin saf
anlamında soyutlanıp tartışılması değil, ilişkileri
şiddete iten, itebilme potansiyeli taşıyan politik-örgütsel
zemini yakalayabilmektir.
Öte yandan "devrimci hukuk" ya da "içişleri"
denilen olguya da kendi çerçevesi içinde bakmaya çalıştık.
Nihayet her devrimci yapının bir iç hukuku olduğuna,
bunun da bir örgütsel anlayış biçimine denk düştüğüne
inandık. Devrimci örgütlerin tüzük maddeleri birbirine
çok benziyor olsa da, Marksizm-Leninizm ve onun örgütsel
anlayışını kavrayış biçimlerinden doğan böyle bir fark
hep vardır ve bu fark pratik sonuçlarından çok salt-politik
yönüyle ele alınabilecek birşeydir. Zaten pratik anlamda
içişlerine müdahale, doğru ve anlamlı olup olmamasının
ötesinde mümkün de değildir.
Ama "içişleri" denilen şey tabu da değildir.
Tam burada çok ince bir sınır çizgisi vardır ve sağlıklı
şekilde ayırdetmek oldukça güçtür. Bu çizginin ötesi
"benim yaptığım beni ilgilendirir" denemeyecek
bir noktadır. Kuşkusuz yine kimsenin pratik müdahale
imkânı yoktur ama bu kez herkesin, kendisini, içinde
devindiği tarihi etkileyen bir durum üzerine düşünce
üretme ve bu yolla "politik müdahale" de bulunma
hakkı vardır, hakkın ötesinde süreç herkese böyle bir
görev yükler. Bu nokta, yaşanan olguların sosyalist
hareketin genel imajını sakatladığı ve sosyalist vicdanın
zedelendiği noktadır. Kuşkusuz kimsenin devrimci harekete
akabilecek kanalları bir kaos imajı yaratarak tıkama
hakkı yoktur ve bu noktada politik düşüncelerini açıklayan
örgütlere öfkelenmek de çok anlamsızdır.
İşte bugün sorun budur; bu sınır çizgisi aşılmıştır.
Devrimci hareketin bütününü etkileyen, vardığı boyutuyla
moral erozyon yaratan bir durum meydana çıkmıştır.
Bu noktada, barış çağrıları ya da tecrit kampanyaları
bazen zorunludur ama pratikte yine de kanı durdurmayabilir.
Ama ne olursa olsun devrimci hareketler tavırlarını
koymak zorundadırlar ve bunun ötesinde sorunun temeline
ilişkin
düşünceler de açılmalıdır ve uzun vadede de asıl önemli,
aynı zamanda da anlamlı olan tavır budur.
Karmaşık Yanıtlar İçin Basit Sorular
Bazen, karmaşık bir konuyu açmak, en azından başlangıç
ilmeklerini atmak için haddinden fazla basit görünen
bir soruyla işe başlamak gerekir. Bu, işe ABC'den başlamak
ya da kitabi tanımlara boğulmak değildir. Yalnızca işin
en başında bir zihinsel açıklıkla hareket etmenin imkanlarını
sağlar.
Böyle bir konuda; "Örgüt nedir?" sorusu ile
başlanabilir.
Bir şeyleri, birlikte ve belli bir düzen içinde yapma
gereksinmesi bu sorunun en kaba genel yanıtının zeminini
oluşturur.
Marksist bir partiden sözediyorsak, bu temel zemin yine
işin belki de çocuksu ölçüde-basit ölçütü olarak kalır.
Ancak bu kez, dünyayı nihai olarak değiştirmek için
oluşturulan bir yapıdan sözediyoruz demektir ve değişik
unsurlar tanıma katılır.
Marksist parti, bu nihai değiştirme savaşının da bir
aracı olarak iktidar perspektifine sahiptir ve kendini
burjuva devlet mekanizmasını parçalayacak, yeni bir
araç olarak proletaryanın iktidarını yaratacak şekilde
biçimlendirir, yaşanan sürecin çözümlemesinden bu konuda
yöntemler, biçimler ve araçlar üretir.
Burada bir ölçüde sınıfın bilincinin eşitsiz gelişimine
dayanan bir irade ve öncü inisiyatif ihtiyacı kendini
duyurur ve öyleyse parti böyle bir değiştirme iradesinin
yoğunlaşmış inisiyatifidir. Ve aynı zamanda bu yoğunlaşmış
irade, dünyayı değiştirme eylemi içinde kendini ve kendisini
oluşturan insanın yapısını da durmadan değiştirip geliştirmek
zorundadır. Ancak, böylece basit bir "aygıt"
olmaktan kurtulabilir ve ancak böylece başka herhangi
bir örgütle arasına kesin sınır çizgileri çekebilir.
O zaman, yukarıdaki çok genel ve kaba çerçeveye son
derece önemli başka faktörler katılıyor demektir. Yalnızca
"bir şeyleri belli bir düzen içinde ve birlikte
yapmak" ihtiyacından değil, dünyayı değiştirme
eksenindeki iradelerin bileşiminden ve bu bileşimin
yarattığı merkezi eylemlilikten sözediyoruz demektir.
"Birlikte üretilenin merkezi olarak uygulanması..."
Çok kaba olarak durum budur.
Çok kabadır, çünkü sözgelimi "birlikte üretmek"
deyimi kendini bir dizi mekanizmayla ifade eder. Yoksa
çıplak olarak söylenişi bizi çok doğru çizgide tutmaz.
Yine de ihtiyacın temelini vurgulamak anlamında bu kaba
söylemle işe başlanabilir. Çünkü bu çok kaba zemin,
demokrasi ve merkeziyet gibi kavramların yine çok kaba
anlamda maddi nedenselliğini oluşturur.
Yani bir taraftan sorun, eldeki verilerin çözümlenmesinden
hareketle yaşama ilişkin uzun ve kısa vadeli formülasyonlar,
programlar, araçlar ve pratik kararlar üretmektir, diğer
taraftan ise böylece pratik yönelimler haline gelen
politikaların merkezi bir tarzda söz konusu alanın (ülkenin
yada lokal bir alanın) bütününe aynı çizgi üzerinden
uygulanmasıdır. Devrimci bir örgüt, sürecin birinci
bölümüne, kendini oluşturan bütün unsurların iradesini
ve düşünsel zenginliğini deneyim yükünü katmak zorundadır
ve aynı zamanda bu şekilde oluşan pratik kararları da
en katı disiplinle uygulamak zorundadır. Pratikte çoğu
kez içice geçen bu iki sürecin mekanizmalarının kurulması
devrimci bir örgütün en hayati gereksinmesidir ve aynı
zamanda canlı varlığının garantisidir.
Dolayısıyla, "demokrasi" ve "merkeziyet"
olguları salt belli kavramlar değil, devrimci örgüt
dediğimiz şeyin tam kendisidir. Devrimci örgüt, daha
doğrusu yaşayan bir özne olarak devrimci örgüt varlığını
bu iki unsurla ifade eder.
Riskli Kavramlar, İnce Çizgiler...
Çok yaygın kullanımı olan kavramlar genellikle tehlikelidir.
Yaygın kullanım, herkesin kendince doldurduğu arka planları
yaratır ve siz de kendi arka planınızı ifade etmeden
kavramı kullanamaz olursunuz.
Bu, "demokrasi-merkeziyet" kavramları için
özellikle böyledir. İkisi de dile pelesenk olmuş kavramlardır
ve öyleyse onları salt kavram olmaktan kurtarıp yeniden
bir zemin üzerine oturtmak gereklidir.
Esasen, devrimci örgütün bütün düşünsel ve pratik zenginliğinin
açığa çıkarılıp yoğunlaştırılması ile en katı merkezi
disiplinin uygulanmasının nasıl bir arada yapılabileceği,
bunların birbirini çelip çelmeleyeceği, aralarında bir
paradoks ilişkisi olup olmadığı sosyalist hareketin
köklü bir tartışmasıdır. Ve devrimcilerin kolaycı eğilimlere
olan uzaklığı bu tartışmayı her zaman karmaşıklaştırır.
Kuşkusuz daha kolay yollar vardır. Murat Belge'nin aşağıya
aktardığımız sözleri buna çok uygun bir örnek teşkil
eder. Daha çok ideolojik birlik kavramını irdeliyor
Belge:
"Şöyle ki, hayatın akışı içinden bir kesit aldığımızda,
bize o anda belirleyici önemde görünen, sözgelişi on
konuda tamamen görüş birliği içinde olduğumuz on kişi
bulunabilir. Bu iyidir, güzeldir, gelecekte de görüşbirliği
içerisinde bulunacağımız konusunda umut verir, ama garanti
vermez.
Çünkü hayat önümüze sürekli yeni sorunlar çıkarır. Hayat
da değişir, biz de değişiriz. Bir belirli anda görüşbirliği
içinde olan on kişi hayatın normal akışı içinde normal
insanlar olarak yaşıyorsa, bir sonraki soruna bakışta
aynı görüşbirliğini tutturmamaları ihtimali yüksektir.
Ya da içlerinden, diyelim ki birini, dalıa yetenekli
bir karar verici olarak seçmişlerdir. O zaman fazla
sorun kalmaz. O söyler, ötekiler katılır; görüş ayrılığı
çıkmaz.
Başka bir söyleyişle, düşünen beyin çoksa düşünce de
çoktur. Beyinler düşünmekten feragat ederse, ideolojik
birlik kolaylaşır.
işte bu nedenle ben, dar anlamda "ideolojik birlik"
denen şeyin çok özenilesi olmadığını savunuyorum. Bunun
yerine, genel amaçlar çok iyi tanımlanmalı ve ilkeler
çok iyi saptanmalıdır..." (BİRİKİM / 10. SAYI)
İnsanın, bütün ömrü boyunca, örgüt diye bir problemi
olmamışsa gerçekten herşey çok kolaylaşıyor! Örgütsüzlüğü
doğal bir yaşam tarzı haline getirmişseniz artık daha
kolay şemalar çizebiliyorsunuz.. .
Belge'nin de böyle bir rahatlığı var. Düşünen beyinler
ile birlik olgusunu rahatça karşı karşıya koyuyor ve
sonunda ya şef seçimi ya da gevşek bir yapı alternatiflerini
üretip kendi ikileminin iskeletini kuruyor. Bunun için
de yola kasıtlı olarak "tamamen görüş birliği"
gibi çok mükemmelliyetçi ve dolayısıyla saçma bir noktadan
çıkıyor. Elbette önemli sayılabilecek her yeni sorunda
insanların farklı düşünmeleri olasılığı vardır vb.vb...
Öyleyse, yapılacak olan şey bellidir: Mümkün olduğunca
geniş bir "genel amaçlar" çerçevesi çizmek...
Ama, "genel amaçlar" deyince de belli riskler
vardır. Girilen her ayrıntıda bugün ya da yarın "tamamen
görüş birliği" sağlanamayabilir.
O zaman, durum iyice nettir. En sağlam, en "garanti"li
yolu seçeriz ve programımız "sosyalizm iyi şeydir,
kurulmalıdır" gibi hiç bir görüş ayrılığı riski
taşımayan bir "sağlam"lığa kavuşur. Daha sonra
çıkabilecek sorunlar ise zaten Belge türü "kanatlı
parti" anlayışlarıyla çözebiliriz!
Oysa, gerçekten örgüt gibi, dahası savaş örgütü gibi
bir soruna sahipseniz durum farklıdır ve işler daha
zorlaşır. Öncelikle şu kadar konuda "tamamen görüş
birliği" gibi şematik söylemlerle işe başlamazsınız.
Kuşkusuz, örgüt belli temel saptamaların etrafında birleşen
insanlarca atılan iradi bir adımdır. Ama aynı zamanda
"birlik iradesi"nin de somutlaşmış bir ifadesidir.
Ve bu somutlaşmış ifade, ikilemlerin kolaylığına mahkum
değildir.
Parti, bir birlik iradesidir ve biz her yeni sorunda,
hayatın ürettiği her dönemeç noktasında kendi yürüyüşümüzü
sürdürürken tartışır ve bu birlik iradesini ortaya koyarız.
Her yeni sorunda birliğe varma ve birliği sürdürme iradesiyle
davranırız ve zaten birlikte yürümek için her yeni sorunda
tamamen anlaşmamız gerekmez. Belli sorunlarda ayrı düşünülse
bile yürümeyi mümkün kılan örgütsel mekanizmalar vardır.
Hakim düşünceyi ortaya çıkarıp ona uygulanma olanağı
veren, farklı düşünceleri de yok etmeyen ama her gün
yeni bir amip bölünmesine de yol açmayan disiplin mekanizmaları
vardır.
Yani temelde sorun, örgütü, örgütlü mücadeleyi isteyip
istemediğinizdir. Eğer böyle bir iradeniz varsa her
gün her yeni sorunda birliği üretmek ya da bir şekilde
felç olmadan yürüyüşü sürdürmek sorunuyla karşı karşıyasınızdır
ve üstelik bunu, düşünen insan tipinden vazgeçmeden
yapmak gibi zor bir işi başarmaya mahkumsunuzdur.
Ama zaten, bir savaş örgütü olarak ML partiden sözediyorsak,
tam tamına bu zor işten sözediyoruz demektir.
Zorluğu açarken kavramların arka planlarına dönmek gerekiyor.
Örneğin merkeziyetçilikle başlanabilir..
Merkeziyet Ve Demokrasi
Leninist partide "merkeziyetçilik" kavramını
partinin eyleminin ve bütün birikiminin merkeziliği
olarak tanımlamak mümkündür. Yani, parti düşünceleri,
saptamaları somut yönelimlere dönüştüren ve bunları
tek bir vücut gibi merkezi iradeyle uygulayan bir yapıdır.
Ve işte tam bunun için de kendisine ait bütün bilgi
ve deneyim yükünün de merkezileşmesini sağlar. Partiyi
"işçi sınıfının belleği" olarak ortaya koyan
tanım bu anlamda çok doğrudur. Kendisini oluşturan insanlar,
bu insanların ilişkileri, çalışmanın sonuçları, varolan-varolabilecek
imkânlar ve akla gelebilecek en küçük ayrıntılar ve
bilgi kırıntıları bile kendi mekanizmaları yoluyla merkezi
yapılara doğru akar. Böylece bütün deneyimin, imkânların
ve düşünsel zenginliğin ortaya çıkarılabilmesi, yoğunlaşarak
birikmesi mümkündür. (Geçerken, bir not olarak kaydedelim:
"önderliğin korunması" dediğimiz şey de esasında
bir "müessese" olarak bu belleğin korunması
olarak algılanmalıdır.)
Demek ki, merkeziyetçilikten sözettiğimizde yalnızca
basit anlamda kararların merkezi uygulanışından değil,
bu kararların oluşumuna zemin teşkil eden bir başka
şeyden, bilginin merkezileşmesinden de sözediyoruz demektir.
Ve bu sözünü ettiğimiz şey, bir biçimde "katılım"
kavramıyla da örtüşür. Bilginin akışı, bu akış yoluyla
örgütün her parçasının genele katılımı anlamına gelir
ve bu noktada da merkeziyet ile demokrasi arasındaki
içsel bağlardan birini yakalamış oluruz.
Böyle bir mantıkla ve daha derinlemesine düşünüldüğünde,
"çok merkeziyet"in "az demokrasi"
anlamına geldiği yolundaki yaygın yanılsama bir başka
yönden de yara alır: Bilginin, deneyim yükünün merkezileşmesi,
yarattığı kurumsallık oranında, salt kişilere bağımlı
bilgilenme tarzından bizi kurtarır. Örgüt bilgisinin
akışı ve kuram anlamında merkezde toparlanışı, hem insani
kayıplara karşı güvence sağlar, hem de sözgelimi tek
bir insanın beyninin sınırlılığı gibi ciddi bir sakıncayı
ortadan kaldırır.
Ve nihayet, merkeziyetçilik, Lenin'in deyimiyle "grup
ruhu"nun yıkılışıdır. Lenin'in Ne Yapmalı'da merkeziyetçiliği
ısrarla özerkçiliğin, yöreselliğin karşısına koyması
çok anlamlıdır. Ve zaten örgüt sorunundaki "kendiliğindencilik"
tartışmasının ruhu da budur. Yöresel-özerk olana karşı
Lenin ısrarla merkezi olanı savunur. Çünkü yöresel -özerk
olanın çürüyen- politika dışı ilişkiler olduğunu derinden
farketmektedir. Bu anlamıyla Leninist merkeziyetçilik,
her türden politika-dışı ilişkinin, yoldaşlık bağı dışındaki
bağların sona erdirilmesi, insanların kendilerini tek
bir merkezi örgütün bireyi olarak algılamalarının algılanmasıdır.
Geçmişte ülkemizde de sık görülen "bölgesiyle gelip
bölgesiyle ayrılan" tipolojinin sona erdirilmesi,
partinin her bireyinin yalnızca sosyalizme bağlı olmasının
yolunun açılmasıdır.
Belki paradoks gibi görünür, ama işte tam bu anlamda
Leninist merkeziyetçilik bireyin gerçekten geliştirilmesi
ve öne çıkarılmasıdır. Çünkü bireyin gelişmesi, parti
insanının kendi özgün kişiliğiyle savaş sahnesinde yerini
alması, onun politika dışı bütün feodal-yöresel prangalardan
kurtarılmış olmasıyla yakından bağlıdır.
Ve yine paradoks gibi görünür, demokrasi dediğimiz olgu
da "en sıkı merkeziyetçilik"le çok yakından
ilgilidir. Demokrasinin gerçek zemini, insanların kendi
özgün düşüncelerini ve kararlarını üretmesini önleyen,
bu düşünce ve kararların oluşumunu bir şekilde etkileyen
ilişkilerin yokedilmesidir. Başkalarına borçlu, başkalarıyla
birlikte davranma zorunluluğunu hisseden insan tipinin
değiştirilmesidir, ki bu anlamda politik bir saydamlığa
da denk düşer. Politikayı arkadaş gruplarının kapalı
sohbetleri düzeyinden kurtarır, açıkta yapılan birşey
haline getirir. Merkezi bilgilenme ve böylece örgütün
bütün parçalarının merkezi denetime tam açılışı yapı
içinde karanlık odalar bırakmaz, düşmana karşı karanlık
olan yapı kendi içinde politik anlamda en ücra köşesine
kadar ışıklandırılmış olur. (*)
Böylece "demokrasi" kavramına geldiğimizde
işimiz daha kolaylaşıyor ve en azından merkeziyetçilik
ile demokrasi ilişkisi konusundaki önyargılardan kurtulmuş
oluyoruz. Merkeziyetçilik ile demokrasinin sanki karşıt
şeylermiş gibi birbirlerini zaman zaman ittikleri, belli
koşullarda birinin azalıp diğerinin, çoğaldığı gibi
mekanik yaklaşımlar gerçekten de terkedilmelidir. Gerçekte
özerkçiliğin karşısında konumlanan merkeziyetçiliği
demokrasinin karşısına koymak çok anlamlı değildir.
Daha doğrusu bu, her iki kavramın da nasıl anlaşıldığıyla
ilgilidir. Sözgelimi, demokrasiyi salt seçimlerin nasıl
yapıldığı ile ilgili bir olgu olarak kavrıyorsanız bu
çok farklıdır ve içinde kaçınılmaz olarak burjuva bir
iz taşır. İçinde savaşılan koşulların durumuna göre
bu konuda olabilecek değişiklikleri demokrasinin enlemi-boylamıyla
bağlantılı düşünürsünüz ve bu da kısıtlı bir düşünce
tarzıdır.
Oysa Leninist örgütte demokrasi, seçimlerin yapılış
tarzından daha derinlemesine bir anlam taşır ve gerçek
tanımlanışıyla politikanın açıklığı ve bilginin (ilişkilerin
bilgisinin değil, politik bilginin) toplumsallığına
denk düşer. Güvenlik açısından gizlenmesi gereken bilgiler
dışında devrimci örgüt tam bir iç politik açıklığa sahiptir.
Örgütün temel ve taktik konulardaki bütün politik yönelimleri,
her düzeydeki insanının bilgisine açıktır. Bu, tam da
sosyalist örgütün, sosyalist örgüt insanının ayrıcı
özelliğidir.
Bunun, "belli koşullarda" demokrasinin azalıp-çoğalmasıyla
bir ilgisi yoktur. Sözgelimi birçok görevin "atama"
yoluyla verildiği dönemlerde de, en sıkı illegalite
koşullarında da böyle bir demokrasi geçerlidir. Geçerlidir,
çünkü bu sözü edilen olgu, bir devrimci örgütün canlı
varlığının özüdür. Bu varlığın devamının gerçek garantisidir.
Dünyayı değiştirmek için "bilinçli insan eylemi"ne
başvuran örgüt, bilinçli insan yapısından vazgeçemez.
Bundan vazgeçtiğinde kendini üreteceği zenginliğin bütününden
vazgeçmiş olur.
Burada sözkonusu olan şey, tüzük maddeleri değildir,
hangi koşullarda neyin nasıl işleyeceği değildir. Sözkonusu
olan, bir kültürdür, bir örgüt insanı tipidir ve bir
genel anlayış tarzıdır. Koşulların en zorlaştığı günlerde
de RSDİP harıl harıl herşeyi tartışan işçi gruplarından
oluşmuştur. Ya da tersine olarak 1905 gibi Lenin'in
"polis ajanı olmayan herkesin savaş komitelerine
alınması"nı istediği günlerde, açık toplantılar
dönemlerinde merkeziyetçilik ilkesi kendi anlamını yitirmemiştir.
Bu, bir "tartışma kulübü"ne dönüşmek de değildir.
Bu, yürüyen, savaşan ama savaşırken politik-örgütsel
sorunlar üzerine kafa yoran, bütün bu sorunlara vakıf
olabilen insanın kültürüdür.
Merkeziyetçilik ve demokrasiyi böyle anladığımızda,
belki Murat Belge'nin basit ikilemine oranla daha zor
bir yolu seçmiş oluruz ama en azından bazı netliklere
de ulaşırız. Zorluk, demokratik-merkeziyetçilik olgusunun
baştan kurulup sonra da kendiliğinden devam eden bir
olgu olmayışındadır. Karşı karşıya olunan, böyle bir
anlayışı örgüt yaşamının her saniyesinde durmaksızın
üretmek gibi zor bir iştir.
Azınlık Çoğunluk
Ve elbette, -Belge'nin keşfi hiç de orijinal değildir-
devrimci örgütte her zaman fikir birliği sağlanamayabilir.
Sürecin şu ya da bu noktasında, şu yada bu sorun üzerinde
farklı tespitler yapılabilir. Bu durum, yaşamın karmaşıklığının
ve bizzat sosyalist düşüncenin kendi yapısının bir sonucudur.
Aynı yaşam dilimine farklı cephelerden bakarak, verileri
farklı yorumlayarak değişik sonuçlara varmak mümkündür.
Ama öte yandan, parti, insanların birbirlerine gevşek
bağlarla eklemlendikleri bir federatif yapı değildir.
İnsanların yalnızca tam aynı düşündükleri noktalarda
biraraya gelip ayrıldıkları bir durak değildir.
Parti, eylemiyle homojen bir yapıdır. Yalnızca hemfikir
olunan karar ve yönelimlerin değil, hemfikirliğin sağlanmadığı
kararların da aynı disiplinle uygulandığı bir yapıdır.
Bu noktada kural basittir. Yüzlerce kez yazılıp söylenmiştir,
yine de tekrarlanabilir: Azınlık, çoğunluğa uyar...
Kural basittir, ama çok da basit değildir.
Azınlığın çoğunluğa uyması, basit anlamda bir aritmetik
zorunluluk değildir. Gerçekte sözkonusu olan şey şudur:
Sürecin belli bir noktasında, belli bir sorun üzerine
farklı düşünürsünüz; verileri farklı yorumlar, farklı
saptamalar yaparak farklı sonuçlara ulaşırsınız. Bunu
da söylersiniz, tartışırsınız. Ama sonuçta, saptamaların
pratik kararlara dönüştüğü noktada çoğunluk sizin düşüncenizin
dışında bir düşünceyi uygulama kararı alabilir. Buna
karşın siz yine de -çoğunluk tarafından benimsenmese
de- kendi görüşünüzün doğruluğuna inanabilirsiniz. Nihayetinde
bir düşüncenin çok sayıda insan tarafından benimseniyor
olması onun doğruluğunun tek başına kanıtı değildir.
Sizin düşünceleriniz ya da başkalarının düşüncesi sürecin
verilerinin yorumundan doğan öngörülerin şekillenişidir
ve sonuç olarak kendi gerçekliliklerini ancak yaşam
içinde sınanarak bulurlar. Ve bu noktada yapılacak olan
şey, örgüt çoğunluğunun benimseyip pratik karar haline
getirdiği düşüncenin sınanmasının yolunu açmak, uygulama
sürecinde fiilen görev almaktır. Sözkonusu olan sorun,
hayati düzeyde temel bir sorun değilse, yaşanacak süreç
budur. Ve görüldüğü gibi bu, salt aritmetik bir zorunluluktan
öte, bilgi sürecinin oluşumuna yönelik diyalektik bakış
açısından, yaşam-soyutlama-yaşam biçimindeki sarmallığın
doğasından kaynaklanır.
Parti, bir kez karar aldıktan sonra sonuna dek giden
bir kararlılığa sahip olmak zorundadır. Ve hiç kimse
bu merkezi uygulamayı zaafa uğratma ya da katılmama
lüksüne sahip değildir. Pratik yaşamda bir savaş örgütü
için böylesi bir tutum hak değil, bir "lüks"
olarak tanımlanabilir. Politikalar uygulanır, sonuçlarının
değerlendirilmesi ise şu ya da bu düşüncenin doğruluğuna-yanlışlığına
ilişkin ipuçları verir. Bir partinin yaşamı ve gelişmesi
de böylesi yüzlerce uygulama ve sonuç ile örülüdür.
Bu sorunun demokrasi sorunu ile demagojik türden bir
bağlantısını kurmakta çok doğru değildir. Demokrasiyi,
kendi düşüncelerinin kabul edilmesiyle bağlı sayan,
düşüncelerinin reddedildiği noktada yok farzeden bir
mantık, en üst seviyede bir egoizmi yansıtır. Demokrasi
bilginin açıklığı ve katılımla ilgilidir. Söz konusu
sorunla ilgili olarak gerekli her şeyi biliyor ve tartışmasına
fiilen katılıyorsanız, sonuçta size aykırı bir durum
çıksa da yaşanan şeyin adı demokrasidir. Ve o aykırı
sonucun uygulanmasına katılmak artık demokrasinin de
bir gereğidir. Parti yaşamı insanların canı istediğinde
"ben oynamıyorum" dediği bir oyun değildir.
Ama öte yandan çoğunluğun kararının uygulanmasına katılmak,
kendi düşüncelerinden vazgeçmek ya da onları düşünülmemiş
saymak değildir. Kuşkusuz farklı düşünenler, düşüncelerini
muhafaza edebilir, örgüt içinde bilinmesini sağlayabilirler.
Sorun ayrı düşünmek değil mekanizmalar sorunudur.
Leninist parti bir şekilde bunun mekanizmalarını yaratır,
yaratmak zorundadır. Elbette bu mekanizma, mevcut uygulamanın
seyrini çelecek şekilde işlemez. Örneğin doğrudan politik
yönelimler ifade eden yayınlarda bu düşüncelerin yer
alması mümkün ve doğru değildir. Ama öte yandan parti
bütün kadrolarına ve ilişkilerine ulaşabilen bir iç
dolaşım ağı yaratmak zorundadır. Böylece kendi içinde
bir politik açıklık yaratması gerekir. Belki zordur
ama bir partiye sağlık kazandıracak, onun bütün zenginliğini
açığa çıkaracak olan yöntem de budur. Çünkü insanlar
kendi özgün düşüncelerini üretmeyi fuzuli bir iş gibi
gördüklerinde, dayanılan toprak fena halde çoraklaşacaktır.
Farklı Düşünmek Ve Hizip...
Tam bu noktaya gelindiğinde canalıcı soruyu sormak gerekiyor.
Hizip nedir?
"Belli bir sorunda farklı düşünmek" ve "hizip"
olguları bir çok kez birbirine karışmış ya da karıştırılmıştır.
Devrimci örgütlerde herhangi bir konuda farklı düşünmenin
çabucak ve kolayca "hizip"le eşitlenmesi sık
görülen bir durumdur. Hatta bazen, eksikliklerin ve
yürümeyen faaliyetin sorumlusu olarak ilan etmek için
bir bozguncu "hizip"e gereksinim duyulduğu
da inkâr edilemez.
Onun için çok net tanımlamak gerekiyor.
Yeterince net olması için şöyle söylenebilir: Hizip,
örgüt çoğunluğundan farklı düşünen insanların örgüt
içinde kendi hesaplarına çalışma yapması, ayrı bir örgütsel
mekanizma gibi davranması olayıdır.
Burada, farklı düşünmek ve düşündüğünü söylemekten çok
uzak bir durum vardır. Artık sözkonusu olan fiilen ayrı
bir örgütün parti içinde organize edilmesidir.
Kuşkusuz parti, kendi yapısı içinde bir hizbe izin vermez,
veremez. Kendi faaliyetlerini felç eden bir oluşumu
bünyesinde barındıramaz. Lenin'in söylediği gibi partinin
"kendini koruma hakkı" vardır. Parti, homojenliğini
zaafa uğratıp çalışmasını köstekleyen bu duruma karşı
önlemler alır, alması da gerekir. Sonuçta bu önlemlerin
şu ya da bu düzeyde sert olması da mümkündür. Çünkü
siyasi mücadele genelde sert koşullar içinde yaşanır.
Özellikle iktidar savaşımını ciddi olarak yürüten bir
yapıda gelişecek hizip faaliyeti çok ciddi güvenlik
tehlikelerine yol açabilir. Devrimci süreçler öyledir
ki, bazen yanlış ile ihanet arasındaki renkler yelpazesi
çok sadeleşir, çizgi çok incelir. Bazen yalnızca bazı
kararların uygulanmaması bile-bir dizi trajik sonuçlara
yol açabilir. Savaşan güçler desteksiz kalıp ağır kayıplar
verebilirler, vb....
Parti bütün bunları hoşgörme lüksüne sahip değildir.
Somut durumun gerektirdiği her önlemi alır.
Ama öte yandan "hizip" denildiğinde, bu konuyu
salt sonuçları itibariyle ele alıp tartışmak da doğru
değildir. Nihai noktada gereken önlem alınır ama bu
zorunluluk olgunun köklerine bakma gereksinimini ortadan
kaldırmaz.
"Hizip" faaliyetinin nasıl bir boşluğa sığındığı
ciddi olarak düşünülmelidir.
Ve derinlemesine bakıldığında, geçmişin somut olguları
incelendiğinde görülür ki, hizip hemen her zaman örgüt
içindeki bir vicdani boşluğa sığınıştır. Daha çok da
bir hizip faaliyeti, siyasal açıklığın olmadığı, demokratik-merkeziyetçiliğin
doğru işlemediği koşulların ürünü olmuştur.
Bir başka deyişle, örgüt içinde farklı düşüncelerin
iç dolaşım mekanizması sağlandığında, örgütün insanları
sözkonusu düşünceleri bilme ve değerlendirme olanağına
sahip olduklarında, en üstten en alta dek kişilikli
bir devrimci tip şekillendiğinde, hizip faaliyetinin
ahlaki temeli boşalır. Bu temelin yokluğunda ise hizip
girişimi öncelikle örgüt insanının sağduyulu tepkisine
çarpar. Karanlık ortamın ürünü olan hizip, aydınlatılmış
bir ortamda yaşayamaz; bir hizip oluşturmak istediğinizde
insanlar sizin düşüncelerinizi bilirler ve ona göre
davranırlar. Bu noktada alınan önlemler de yumuşak ya
da sert olsun örgüt insanının genel bir onayına dayanır.
Yani sorun, herşey olup bittikten sonra nihai noktada
önlemler almak değil, bünyesinde hizip üretmeyen bir
örgütü ve böyle bir faaliyeti en baştan imkansız kılan
bir devrimci tipini yaratmaktır.
Hemen farkedilebileceği gibi burada sorun salt tüzük
sorunu da değildir. Tüzük, bir mekanizmayı garanti altına
alır, bir işleyişi biçimlendirir. Ama nihayetinde yazılı
bir belgedir. Esas sorun bir sosyalist kültürü yaymak
ve şekillendirmek, kendi iradesi üzerinde irade koydurmayan,
bunu sözgelimi poliste yaptırmadığı gibi siyasi yaşamında
da yaptırmayan bir devrimci tipini varetmektir.
Yoksa özellikle demokratik merkeziyetçilik ve kolektivite
gibi temel unsurların eksik kaldığı her noktada devrimci
örgüt yeni sorunlarla karşılaşacak, yıpratıcı süreçler
yaşayacaklardır.
Sonuç Yerine...
Sonuç olarak, bütün bu söylediklerimiz, bir Dev-Sol
eleştirisi biçiminde algılanmamalıdır. Son süreçte yaşananlar
yalnızca bir vesile olarak anlamlıdır. BARİKAT okuru,
bütün bu söylenenleri bir eleştiriden çok, kendi örgütsel
eğitiminin köşe taşları olarak düşünmelidir.
Yoksa bizler, gözü yaşlı hümanistler değiliz. Soyut
şiddet aleyhtarlığı meraklısı da değiliz. "Barış
çağrıları" yapmayı ise anlamlı bulmuyoruz, bugünkü
önyargılar ortamında BARİKAT'ın en içten dostlukla yapacağı
bir çağrının bile doğru algılanabileceğini sanmıyoruz.
Gerçi, her ölüm olayı bizi üzmektedir; devrimci hareket
açısından kayıp sayıyoruz.
Daha önemlisi, bu çatışmanın kaçınılmaz olarak yarattığı
gediklerden sızan ve bilgisini genişleten polisin yaptığı
"infazlar"dır. Özellikle bu infazlarda -düşüncelerini
paylaşmasak da saygı duyduğumuz- devrimci hareketin
önemli yetişmiş insanları yitirilmiştir.
Bütün bunlardan dolayı kaygı duymamak elde değildir.
Ama öte yandan bugün gelinen noktada dışsal faktörlerin
birşeyleri etkileyebileceğinden çok umutlu değiliz.
Böylesi önlemlerin yanlış olduğunu söylemiyoruz. Devrimci
hareketin bütünsel prestijini etkileyen bu gelişmelere
karşı her platformda tartışıp tavır da belirleriz.
Bir yandan da, olaya politik düzlemde de bakmayı deniyoruz.
Şiddet konusunda yakınmalardan çok, şiddeti yaratan
toprağı anlamaya çalışıyoruz.
Bu toprak, bugün "darbeci" diye anılan kesimin
de varolduğu uzun bir süreçte oluşmuştur. (Bir anlamda
bugünkü durumdan yakınıyor olmaları paradokstur)
Sonuçta yaşanan olay, "darbe", kuşkusuz gayri-ahlakidir,
anlaşılabilir hiçbir yanı yoktur. Ama öte yandan, yapının
mantalitesi içinde zorunludur. Başka alternatifin olmadığı
koşulların ürünüdür. Bizzat "darbeci" diye
anılan kesimin de yaratılmasında yer aldığı yapılanış
tarzı. İçinde kendi çelişkisini taşımış, gelip bugün
patlamıştır. BARİKAT bütün bu döngü içinden tarafları
seçmek, tercihlerde bulunmak durumunda değildir. Filan
evde kimin daha önce silaha davrandığı konusuna da çok
ilgi duymuyoruz. Bu konuda tarafların verdiği "bilgi"leri
de ciddi bulmuyoruz. Biz, sürecin bütününe bakıp politik
sonuçlar çıkarmaya çalışıyoruz ve kanımızca bunu yapmak
herkesin görevidir.
Öte yandan bugün bir tırmanış yaşanıyor.
Yaşanan bir kaostur. Yayınlarda, bildirilerde anlatılan
-bizce gereksiz ölçüde ayrıntılarla anlatılan- olaylar
vb. de kaosu hiçbir şekilde çözmüyor.
Ama öte yandan, -işin esas önemli yanı- bütün bu olan
bitenlerden devrimci hareketin genel imajı ve prestiji
zarar görüyor. Lokal olaylar kendi çerçevesinden taşıyor
ve genel olumsuz politik etki yaratıyor.
Herkes bunu ciddi olarak düşünmelidir.
Benzeri olayların geçmişte başka örgütlerde de yaşandığını
ikide birde öne sürmek çok çok anlamlı değildir. Geçmişte
yaşanan bir şeyin doğru olmadığını bugün aklı başında
herkes bilmektedir. Ayrıca her ne olursa olsun, geçmişte
yaşanandan bugüne kanıt taşımak hiç mümkün değildir.
Hem geçmişte yaşanan bir çok şeyi kınamak, hem de o
yaşananların bugün için bir "hak" doğurduğunu
söylemek akıllıca sayılamaz.
Soyut bir barış çağrısı yapmıyoruz yine de. Ama düşünmek
gerekiyor, gerçekten salt pratik haklılık-haksızlık
söylemlerinin ötesinde oturup bütünsel olarak ciddi
biçimde düşünmek gerekiyor.
En azından BARİKAT okuru için bu kesin bir gerekliliktir.
* Geçerken belirtelim; 80 sonrası liberal savrulmaları
içinde sık tekrarlanan "ceberrut merkeziyetçilik"
safsatasını aslında çok ciddiye almamak gerekiyor. Geçmişte
devrimci örgütlerin "çok merkeziyetçi" oldukları
ve böylece "bireyin ezildiği" söylemi bu açıdan
bakılınca hiç sağlıklı değildir. Çünkü geçmişte sözkonusu
olan "çok merkeziyetçilik" değil, daha çok
lokal düzeyde hot-zotçu tavırlardır'. Yukarıda sözünü
ettiğimiz anlamda bir merkeziyetçi işleyiş pek yaşanmamış,
tam tersine böyle bir işleyişin bireyi geliştirici,
bağımsızlaştırıcı etkisinden mahrum kalınca, onu kısıtlayan
yöresel-lokal "merkeziyetçilik (!)" biçimlerinin
yolu açılmıştır. Kendi iradeleriyle sürece katılan,
bu iradesini merkezi iradeye katan insan tipi eksik
kalmıştır. Tam merkeziyetçiliğin uygulanmamış olması,
doğal olarak zaman zaman kişilerle kaim bir "merkez"
olgusunu yaratabilmiştir.
|