Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 

Bir 8 Mart'ı daha geride bıraktık... "Erkek" dünyası bugünü de kazasız-belasız atlattı ve rahatladı... Yine sayın devletlû büyüklerimiz inciler yumurtladılar, "ayakları altında cennet arsaları tutan" şu uzun saçlılar hakkında birkaç parlak söz söylemeyi unutmadılar. Ne de olsa ticari bir durumdu bu, bu dünyadaki arsaları ucuza kapatmak yetmiyor, "n'olur n'olmaz" deyip öte dünyadaki arsa komisyonculuğuna da el atmak kârlı bir işti...
Zaten alıştık artık, herkesin bir "günü" var. Anneler gününde anneleri kutsuyoruz, babalar gününde babaları... Sonra açlar günü var, toklar günü var, çocuklar var, yaşlılar var... Sevgililer günü var, gazeteler ilan yayınlamaktan helak oluyor...
Tabii 8 Mart farklı. Ve aslında burjuva politikacıları ve muhterem eşleri "Türk kadınına haklarının lütfedildiği" günleri daha çok seviyorlar, 8 Mart'ın kırmızı renginden epey rahatsız oluyorlar. Ama günlük politikadaki şirinlik numaralarının önemini de iyi bilirler. Bir şekilde punduna getirip bu konuda bir iki vecize söylemek her zaman yararlıdır.
Haklarını yememek gerekiyor; Tuğla gibi kocaman kitapları var: Medeni Kanun! Orada her şey vardır. Şu zayıf ve narin yaratıkların bütün "hak" ları orada bir bir zapta geçirilmiş, yeni düzenlemelere gerek kalmayacak ölçüde net olarak kaydedilmiştir. Ve 8 Mart'ta artık burjuva politikacısına tek bir iş kalır: Varolan engin haklardan sözedip kadınları şükretmeye çağırmak! Hazır ortada "laik bir şahlanış"da vardır; böyle bir ortamda eski şeriat günlerinin karanlığından dem vurup, Atatürk'ün "sağladığı haklar"ı göklere çıkarmak oldukça uygundur...
Tabii bu tam bir iki yüzlülük yarışmasıdır. Bir yanda bunlar söylenirken öte yanda "Emekçi Kadınlar Kurultayı" yasaklanır, kadınlar dövülüp gözaltına alınır, paneller engellenir... Polisin böylesi günleri "kutlama" tarzı biraz değişiktir!


HER ŞEY ESKİSİ GİBİ Mİ?

Ama yine de herşeyin eskisi gibi olduğunu söylersek, haksızlık etmiş oluruz.
Her şey eskisi gibi değil.
Dünya değişiyor ya; bu arada bir şeyler de değişiyor...
Örneğin şu "kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin" sözü... Artık, bazı farklılıklar var. Gerçi "sırttaki sopa" durduğu yerde duruyor; kaçıncı bin yılda yaşarsak yaşayalım, şiddet, erkekliğin bir simgesi olarak kendi yerini muhafaza ediyor. Hele hele islami çerçeveye bakılınca iyice uç kölelik biçimleri görünüyor.
Ama "modern yaşam" da yine de işler artık eskisi gibi değil. Örneğin "sıpa" sorununda bazı değişmeler var. İnsanlar, (ve kuşkusuz erkekler de) sömürü düzeninin krizinin verdiği büyük umutsuzluk nedeniyle, kendi boğazlarına ortak olacak yeni boğazlar üretmeye pek sıcak bakmıyorlar. Zaten devlet de enflasyon, yoksulluk, deprem, çığ ve terör gibi bütün musibetlerin baş nedeni olarak "fazla sıpa" sayısını ilan etmiş ve araçlarını da bu yönde kullanmaktadır. Gerçi, Özal gibi "yüz milyon olmalıyız" türünden "halkı cinsel olarak tahrik eden" pornografik nutuklar attığı olur ama gerçekte egemen güçler nüfus sorununa ciddi bir sorun olarak bakarlar.
Gerçekten, feodal /yarı-feodal biçimlerin çok (erkek) çocuğa ihtiyaç duyulan süreçleri büyük ölçüde tamamlanmıştır. Kentlerin ve sanayiin marjinal uçlarına yerleşen insanların "çok boğaz-çok gündelik" denklemide bozulmuştur. Artık, ardı ardına sıralanan çocukların aritmetik toplamı (ekonomik anlamda) artı değil, eksi sonuç vermektedir.
Sonuç olarak, zenginler yine "parasıyla oynamak" özgürlüğüne sahipken, yoksulların "karısıyla oynama" özgürlüğü ekonomik baskılanma altına her gün daha fazla girmektedir.
Öte yandan, bir başka değişme eğilimi de kadının "çalışması" konusundadır. Özellikle erkekler açısından o eski "ayağını kırıp evde oturan" kadın fikri zayıflamıştır. Çalışan kadının ayıplandığı, karısının çalışmasına "izin veren" erkeğin garipsendiği günler geçmiştir. Fabrikada çalışan kadın ile "hafif" liğin, hatta fahişeliğin eşdeğer görüldüğü bir dönem yaşanıp bitmiştir. Şimdi, "çalışmak" için savaşan kadın değil, çalışan kadın vardır. Hem de ne çalışma!..
Artık o ilkel görüşü kim savunabilir ki? Daha doğrusu, şöyle sorulmalı; tek maaşla hangi "gururlu erkek" geçinebilir ki?
Yani, bir zorunluluk gelip herşeyin üstünü örtmüştür.
Ama zorunluluk, "çalışma"yı getirirken "ekonomik özgürlüğü" filan getirmemiştir. Sonuçta varılan yer, "ev köleliği"nin sona erişi değil, bunun üzerine bir de "ücretli köleliğin" binmesidir. Bir zamandır "hayat müşterektir" lafı pek moda olmuştur. Ama gerçekte hayat "müşterek" olmamış, yalnızca sömürü ikiye katlanmıştır. Kuşkusuz, "hayat müşterek" olunca bir-iki göstermelik ev işine de erkekler şöyle "parmaklarının ucuyla" bir dokunmuşlardır. Ama temelde ücretli ve "ücretsiz" kölelik biçimleri geçerlidir.
Ayrıca (yine haksızlık etmemek gerekiyor), son elli yılda feodal kurumlar da çok önemli bir yıkıntıya uğramıştır. Dinsel nikah türlerinden resmi nikaha geçiş aşağı yukarı tamamlanmıştır. Bütün bunları "yüce kurtarıcı" ya, Kemalizme borçlu olduğumuz hep söylenirse de aslında durum pek böyle değildir.
Daha doğrusu, bir marifet sözkonusuysa, bunu yasalarda değil, kapitalist ilişkilerin yaygınlaşmasında ve kent yaşamının zorunluluklarında aramak gerekir. Bu anlamıyla, resmi-laik nikah kapitalizmin bir ürünüdür.
Ne anasının gözüdür kapitalizm!... Öyle tanrıya verilen yeminlere hiç güvenmez!... Sıradan kapitalist öyle çok söz verir ve bozar ki, sonuçta ne yemine nede kutsal başka herhangi bir şeye güveni kalır. Ve zaten kapitalizm, kendisi soysuzluk üzerine kuruludur. Burjuva, yerdenbitmedir ve kutsallıkların, kutsal yeminlerin çok uzağındadır.
O, kapitalist, yazılı senetlere güvenir. Senet sağlamdır!
Nikah muamelesi de giderek koca bir kanun kitabında tanımlanmış ve evlilik tam bir "ticari sözleşme" haline getirilmiştir. Öyle ki, sonuçta ortaya, bir "gayrımenkul kira kontratı"ndan daha mükemmel bir kontrat biçimi çıkmıştır.
Böylece o eski "boş ol!" düzeni görünüşte sona ermiştir. Ama bu arada sanılanın aksine erkek-egemen işleyişte bir zayıflama olmamıştır. Evlilik ilişkisi öyle bir tanımlanmış ve uçları yasal olarak öylesine düğümlenmiştir ki, düzen "erkek"liğini sürdürmüştür.
"Boş ol!" dönemi biterken, ücretli kölelikle de katlanan kölelik kadınların sırtında sağlamlaştırılmış, sağlam temellere bağlanmıştır.
Kısacası, kapitalizm ve kapitalist ilişkilerin yarattığı yaşama zorlukları eski kölelik biçimlerini yıkar ve eritirken, yeni biçimleri öne çıkarmış ve hakim kılmıştır.

ERKEK-EGEMEN İŞLEYİŞ...
İSTİSNALAR YOK MU?

Peki, bütün bu yukarıda söylenenler, yalnızca sıradan vatandaşlar için mi geçerlidir?
Durum hiç öyle görünmüyor...
Kendisini, şu yada bu biçimde devrimci olarak, sosyalist olarak tanımlayan insanların ilişkilerinde de çoğu kez benzeri şeyler yaşanır. Daha kesin olmak gerekirse, bu ilişkilerde de binlerce yıllık erkek-egemen düzenin hüküm sürdüğü rahatça söylenebilir.
Bir çok çeşidi var... En çok bilineni şu eski solcu kuşaklarda yaşanandır. Her akşam bir ufak şişe deviren, ikinci ve üçüncü kadehlerde iyiden iyiye "sosyalist" kesilen erkek ve onun çilekeş kadını, çok klasik manzaradır. Bir işten atılmışlığın ya da üç gün hapsin yıllarca kahramanlık menkıbesi olarak anlatıldığı ilişkilerdir bunlar.
Belki bu kesim çok önemsenmeyebilir; ama düzen yıllar boyunca o kadar fazla sayıda "eski solcu" üretti, üretiyor ki, fazla da hafife almamak gerekiyor.
Daha sonra, "devrimci evlilikler" geliyor. Resmi yada değil; aslında resmiyet ilişkinin niteliğini çok etkilemiyor. Sağlıklı "resmiyetsiz" ilişkiler yaşanabiliyor.
Yani "nikahta keramet" yok; ama nikahsızlıkta da pek , keramet yok!
Burada çok gerçekçi olup "devrimci" diye tanımladığımız ilişkilere ya da "devrimci ilişki" nin ne olduğuna bakmak gerekiyor. Ve bunu yaptığımızda, çifte yaşam biçimlerini tesbit etmek zor olmuyor. Gündüz "sosyalist" olanın içinde, eve yaklaştıkça canlanan "pamuk ağası" ruhu çok kolayca gözlenebiliyor. Sosyalist toplum ilişkilerini referans noktası olmayan ilişkiler giderek içten çürümeye uğrayabili-yor. Belki zorlama birkaç girişim... Ama sonuçta erkeksi düzen çok değişmiyor.
Sevgi ilişkisi-hep söylenir-üretilen birşeydir. Her gün üretilen ve paylaşmayı şart koşan bir şeydir. Ve bunlar zayıflayınca üretilen artık ilişki değil mecburiyet oluyor. Sonuçta mutsuz tipler ve incelen, inceldiği için de artık kabul edilen kölelik türleri çıkıyor ortaya. Bu durum, mutlaka sevgi denilen olguyu bitirmiyor ama yaşamda çarpık biçimler yaratıyor. Kimse, önsel olarak, kadının ikincil konumda olmasını düşünmüyor ve amaçlamıyor. Salt söylem olarak değil, gerçekten insanlar böyle bir durumun yaşanmasını istemiyorlar. Ama yine de devrimci saflarda, eşiyle birlikte sosyalist örgütsel yaşamı olan, ve sonra eşi bir şekilde süreçten ayrılınca (cezaevi, vb...) silinen bir kadın tipi yaşıyor. 12 Eylül sonrası cezaevi kapısına yığılıp binbir çeşit eylemle içeriye destek veren kadınlarımızın sayısının çokluğu, bu anlamda hiç de gurur verici değildir. Aksine, bu durum çeşitli nedenlerle bir başka düzeyde işlevsiz kalan insanların daha alt bir düzeyde mücadele sürdürmesi olarak algılanmalı ve rahatsız olunmalıdır. Eşi bir şekilde süreç dışına düştüğünde, kendi mücadele temposunu kesiksiz ve normal biçimde sürdüren kadın yerine, cezaevine don-fanila-yünçorap taşıyıcısı haline gelen kadın tipinin çoğunlukta olması, gerçekten rahatsız edici sayılmalıdır.
Çok ciddi sorulardır bunlar ve durup biraz düşünüldüğünde benzeri bir dizi başka sorun yakalanabilir.

NE ZAMAN ÇÖZÜLECEK ŞU SORUN?

Aslında söylenecekleri çok uzatmadan kestirip atmak mümkün ve kolay...
Örneğin, "mevcut düzen içinde bu sorun çözülmez..." deyip, çözümün sosyalizmde olduğunu söyleyebiliriz ve bu en rahatlatıcısı olur. Rahatlatıcıdır, çünkü artık bugüne yapacak işkalmaz!... İnsan, bugün çözülmesi mümkün olmayan bir sorun üzerine niye kafa yorsun ki?
Ya da herhangi bir klasiğin herhangi bir sayfasından "kadınlar katılmadan devrim olmaz" gibi doğru olmasına doğru ama fazlasıyla genel bir söz bulabiliriz. Ve böylece iş geçiştirilebilir.
Gerçekte nüfusun (ve tabii ezilen sınıfların) yarıdan fazlasının kadınlardan oluştuğu sabit bir veriyse, bir devrimin kadınlar olmadan gerçekleşebileceğini hangi salak söyleyebilir? Ve zaten reel gerçeklik de budur. Dün ve bugün, sosyalist harekette olsun, toplumsal muhalefetin genelinde olsun zaten kadınlar (nicel olarak!) varolmuşlardır.
Ama işin sırrı biraz şu "dahi, bile" anlamına gelen "de-da" ekindedir. Klasiklerden aktardığımız "kadınlar katılmadan" tümcesine, gerçekte, gerçek pratik yaşamda aslında görünmeyen bir "da-"eki yerleştiririz. Böylece tümce "kadınlar da katılmadan..." biçimini alır. O küçücük ek, resmen yoktur, görünmez ama çoğu kez yaşamın gerçekliğidir.
Sonuçta kadınlar elbette vardırlar, sürece katılırlar. Ama bu katılımın nicel yanının daha ağırlıkta olduğu da inkar edilemez.
Aslında, yine çözüm konusuna dönmek gerekiyor-sorun, neyin ne zaman çözüleceği sorunu değildir. Zaten sosyalizm diye bir "Lokman Hekim" yaratıp herşeyi ona havale etmenin de pek anlamı yok. Ya da daha doğrusu "Sosyalizm" dediğimiz olguyu çok net olarak tanımlamak gerekiyor.
Yoksa, sorun "çözüm" kavramına gelip dayandığında, yalnızca ezilen cins sorunu değil, çevre, sağlık, eğitim vb... gibi bütün sorunların mevcut düzende çözülmeyeceği çok açık bir gerçekliktir.
Ama bütün bunların sosyalizmde çözüleceğini kim söylemiş?
Ya da, yeniden sorulmalı: Sosyalizm nedir?
İktidarın elde edildiği süreçten sonra, başlayan nedir ve biten nedir?
Çok genel bir tanımlamayla iktidar sonrası süreç sosyalist dönüşümler süreci olarak adlandırılabilir. Ama bu süreç hiç de düz bir çizgi izlemez. Nihai hedef sınıfsız toplumdur ve bunun bir parçası olarak devletin sönüşü, sürekli ordu vb. kurumlarının erimesidir. Ama bütün bunlar adımlar sorunudur ve zaten sürecin bütünüyle tamamlanmamasının tek ülke koşullarında mümkün olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur. Klasiklerde de sınıfsız- devletsiz komünist toplum nihai aşama olarak konulurken, sosyalist aşama daha çok bu nihai hedefe dek uzanan bir süreç olarak tanımlanmıştır.
Bu tartışma bir yana, kesin olan gerçek, iktidar sonrasınında bir şeylerin bir anda çözülmediğidir. İçinde yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya bir dizi insiyatifin yeraldığı uzun ve zorlu bir sosyalist dönüşümler süreci böylece başlamakta ve eski topluma ait kurum ve alışkanlıklar aynı süreçte kerte kerte aşılabilmektedir. Bu sürecin ne kadar zor olduğu, yanlışlara ne kadar açık olduğu da son yılarda yaşanan krizle kanıtlanmış sayılmalıdır.
Dolayısıyla ezilen cins sorununun (ya da başka türden sorunların) kısa vadede bütünüyle çözüleceğini, erkek-egemen işleyişin sona erdirilebileceğini varsaymak pek gerçekçi olmayacaktır. Onca yıllık bir birikimden sözediyorsak eğer, çok basit bir şeyi anlatmıyoruz demektir. Yaşam biçimi haline gelmiş alışkanlıkların, davranış kalıpları olarak insanların kanına işlemiş olguların sökülüp atılması ya da daha doğru bir söyleyişle "eriyip gitmesi" uzun ve zahmetli bir savaşımın ürünü olacaktır. Üstelik, "mülkiyet zemininin kaldırılması" da kendi başına hiçbir sorunun çözücüsü değildir. Yani bütün bu sorunların özel mülkiyet düzeninden kaynaklandığını, öyleyse bu mülkiyet biçimi ortadan kalktığında sorunların da kendiliğinden çözüleceğini (adeta insan unsurunu dışlayan bir söylemle) yinelemek çok doğru olmamaktadır. Nasıl feodal ilişkilerin çözülerek kapitalist işleyişin hakim olması feodal değerleri bütünüyle yoketmiyorsa, kapitalist mülkiyet biçimine son verilmesi de otomotik olarak sınıflı toplum değerlerinin, geleneklerinin, davranış kalıplarının yok olması sonucunu doğurmayacaktır.
Aslında bu devlet konusunda da böyledir. Sınıfların kaldırılması ve onun sonucu olacağı düşünülen devletin "sönmesi"ni birbirini gerektiren süreçler olarak ortaya koymak ve bu kadarıyla yetinmek fazlasıyla indirgemeci bir yaklaşımdır. Bütün bu dönüşümler insanların, yığınların iradi müdahalesini gerektirecek, her parça ancak böyle bir sürekli insiyatif ile aşılabilecektir. Sözgelimi, devlet "kendiliğinden" sönmeyecek, sürecin her aşamasında onun yönetsel fonksiyonlarını koparıp alan kitlesel-yerel vb. insiyatifler tarafından gereksiz hale getirilecektir. Bu süreçte kültürel düzeyin genel yükselişi ile yönetimin "kolaylaşması" ve yığınların kendi kaderini sahiplenmede gösterdiği girişkenlik birbirini tamamlayan unsurlar olacaktır.
Kadının özgürleşmesi de, onun tutsaklığına zemin teşkil eden mülkiyet biçiminin sona erdirilmesiyle birlikte otomotik olarak gerçekleşmeyecektir. Bu, olsa olsa sözkonusu durumun zeminini hazırlayıp kolaylaştıracaktır. Ama kadının gerçekten özgürleşmesi yine de sorunun sahibi olan yığınların, yani bizzat kadınların kopara kopara kazanacakları bir şey olacaktır. Kimse onlara bir şey lütfetmeyecek ya da özgürleşme, koşulların birebir yansıması olmayacaktır.
Bütün bunları söylememizin belirli bir amacı var... Asıl vurgulamak istediğimiz şey, ezilen cins sorununun yarına ertelenebilir bir sorun olmadığı ve yarın ya da bugün ancak kadınların mücadelesi ile aşılabileceğidir. Sahiplenmek ve savaşmak... Başka bir yol yoktur. Ve ne yapılacaksa bugünden başlamak gereklidir.
Bu, feminizmden oldukça uzak bir yaklaşımdır. Son tahlilde ve kaçınılmaz olarak her zaman sistemin zincirine eklenen feminizm sınıf mücadelesini ıskalar. Oysa devrimci mücadelenin zemini sınıf mücadelesidir ve bu mücadelenin devrimci iktidar noktasına oradan da sınıfsız topluma dek taşınmasıdır. Bizim söylediğimiz şey kadınların özgürleşme sürecinin ancak böyle bir mücadele içinde gerçekleşebileceği; Marks'ın deyimiyle "dünyayı değiştirme" eylemiyle bu eylem içindeki insanların (kadın ya da erkek!) "değişme"lerinin denk düştüğüdür. Ama sorunun düğüm noktası şudur; bu "değişim" kendiliğinden değildir. Sonuçta, kadınların özgürleşmesi devrimci mücadelenin içinde ve sürecinde mümkündür ama aynı sürecin her aşamasında, her saniyesinde bir özne olarak kadınların kendi tutsaklıklarına karşı mücadelelerini gerekli kılar. Hepsi içiçedir ve uzun, zorlu bir savaşımın çeşitli cepheleridirler.
Ve aynı perspektif -burada dönüp kendi aynamıza yeniden bakmakta yarar var- devrimci diye tanımladığımız ilişkiler için de geçerlidir. Bu anlamda, yaşamın belli bir kesimini "özel yaşam" tanımlamasıyla ayırıp bağımsızlaştırmak hem doğru değildir, hem de aslında mümkün değildir. Mevcut durumda kapitalist sistemin bize "özel" ne bıraktığı, yani bizim "özel" sandığımız şeyin ne kadar "özel" olduğu ayrı bir tartışmadır ama bunun da ötesinde gerçekte "özel" olarak tanımladığımız şey devrimci mücadelenin genel çerçevesinden de bağımsız değildir. Özenle vurgulamak gerekiyor; insan yaşamına ilkel düzeyde ceberrut bir müdahaleden sözetmiyoruz. Sözünü ettiğimiz şey, insanın bütün yaşam alanlarındaki bütün davranışlarının onun dünya görüşüne, sosyalist yaşam tarzına denk düşmesi gerektiğidir. Sosyalist kimlik, devrimci pratik sürecinde içimize sindirdiğimiz, içselleştirdiğimiz bir olgu olmak durumundadır ve zaten böyle bir içselleştirme, yaşamın bütün zaman ve mekanlarını şekillendirecektir.
Yani, sonuçta yine bugünden başlaması ve herzaman sürdürülmesi gereken bir kavga ile karşıkarşıyayız. Devrimci ilişkilerde kadınların gerçekten ve nitel anlamda kendi yerlerini bulmaları, bir dizi çarpıklığın aşılması, ilkin genel olarak örgütsel kollektivitelerin sağlıklı çalışmasıyla ve sonra kadınların kendilerini bir adım öne çıkarmalarıyla mümkün olacaktır.
Sosyalist kimliğin bütün alanlara, bütün ilişkilere taşınması ve yeniden üretilmesi...
Başka bir yol yok.
Kadınlar, erkekler, hepimiz için...

 

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92