Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 

Bütün insanlık tarihinin en zorlu dönemeçlerinden birini yaşıyoruz bugün. Paris Komünü ile başlatılabilecek bir çizgi, Ekim Devrimi'nden Çin'e, Vietnam'a, Küba'ya dek uzandıktan sonra bugünkü bilinen noktaya ulaşmış ve hepimizin önüne tarihin en önemli görevlerini koymuştur. Kuşkusuz tarihin diyalektik gelişimi dairesel bir döngü içinde kalmaz ve kalmamıştır. Bu gelişim, sarmal bir yol izleyerek her yeni aşamada nitel olarak farklı bir durumu ortaya çıkarır. Dolayısıyla bugünkü durumun bir "geri dönüş" olduğu çok rahatlıkla söylenemez. Ve aynı biçimde, sosyalizmin yarını da bir eskiye dönüş durumundan ibaret olmayacaktır. Tarihin yeni dalgasında bugünkü tökezleme aşıldığında, farklı bir sürecin içinde olunacak, insanlığın sosyalizmle yeni randevusu çok daha sağlıklı gerçekleşecektir.
Ki, buna artık "son randevu" demek hiç yanlış değildir; fazladan bir iyimserlik de değildir. Belli belirsiz bir umuttan, ya da biz olmasak da gerçekleşecek bir "mecburiyet"ten değil, olağanüstü bir iradeyle geçilebilecek zorlu bir yoldan sözediyoruz.


Sosyalist bir devrim nasıl şekillenir, onun özelliklerini hangi olgular belirler ve etkiler?
Böyle bir soruyu yanıtlamadan önce, devrimin gerekliliğini ve objektif koşulların uygunluğunu kabul ederek yola çıkmış oluyoruz... Sosyalizm, bir teoridir. Diğer bütün toplumsal teoriler gibi tarihin belli bir aşamasında, o sürecin sunduğu veriler üzerinde şekillenmiştir. Dolayısıyla sadece teorik planda dâhi, sosyalist düşüncenin biçimlenmesi, tarihin neresinde ve neden biçimlendiğine bağlı olarak bazı farklılıklar taşır. Bu farklılıklar önemlidir.
Düşünce, maddi dünyanın yorumlanmasının ağırlıkta olduğu bir insan eylemi olduğu halde, sosyalist düşüncenin doğuş sürecinde insanlık, düşünsel eyleminde bir sıçrama yapmıştır. Dünyayı yorumlamak, kurallarını koymak, onu korumak, düzenlemek ve geliştirmek için değil, onu değiştirmek için düşünmeye başlamıştır. Ve giderek, değişimin alternatiflerini de belirlemiş, bu belirlemelerini olgunlaştırmıştır. Sadece siyasal bir soyutlama olarak değil, ekonomik, felsefi ve hatta kültürel alternatifleriyle, dönüşümün topyekün düşünselliğini yaratmıştır.
Sağlam bir felsefeye dayanmış olması, pozitif bilimlerin verileriyle kendini tanımlamış olması, sosyalist düşüncenin kuşkusuz en avantajlı yönü olmuştur. Bu sayede, bir süreci, bir ülkeyi, bir kesimi ilgilendiren herhangi bir toplumsal teori değil, yaşayan, gelişen, üreten, büyüyen bir evrensel güç olmuştur. Değişim için varolmuş ve felsefesinde herşeyden önce değişimin mutlaklığının altını çizmiştir. Sosyalizmin, teoriden öte bir çağ dinamiği olmasının altındaki en yakın gerçek, bu espiridir.
Toplum, insanların bileşiminden oluşan bir organizmadır. Ve yetenekleriyle, duygularıyla, zaaflarıyla, son tahlilde insana benzer. Sözgelimi, insanın savunma mekanizması gibi, onunda kendini savunma mekanizması vardır. Doğal kabullenişleri, doğal yadsımaları, içgüdüleri, tepkileri vardır. "Bıçağın kemiğe dayandığı" anları vardır.
Sosyalizm ise, bu değişikliklere bir irade koyar. Programını çizer, belirler ve en önemlisi; örgütler...
Toplumları, yeni çağlarda da Spartakistler yarattı. Kendini onlarla ifade etti. Ama artık sosyalizm diye bir gerçeklik vardı ve artık halkların isyanları, ayaklanma değil, devrim şeklinde, devrim mücadelesi, sosyalizm için savaş şeklinde somutlaşıyordu.
Paris Komünü'nü, Büyük Ekim Devrimi'ni insanlık tarihinin en önemli dersleri olarak öğrenen çağdaş sosyalistler yaşadığımız yüzyılda (doğrularıyla ve yanlışlarıyla) başka bir dünya yaratmaya başladılar. Çağın düşüncesinin, çağın eylemine dönüştüğü 1917'den sonra, dünyada artık hiç bir şey 1916'daki gibi olmayacaktı.
1949 Şubat'ında Pekin'e giren ve Ekim ayında Çin Halk Cumhuriyeti'ni ilan eden Mao'nun Çin'i, artık Fransızlar'ın, İngilizler'in, Amerika Birleşik Devletleri'nin, Japonların yağmaladığı Afyon Savaşları'nın Çin'i olamazdı. Halkıyla 12000 km. yürüyerek zafere yaklaşan Mao, 1953'te 580 milyon insanın yaşadığı bu büyük ülkede neredeyse yüzyıllık bir direnişin zafere ulaşmasını ve dönüşümünü sağlamayı başarmıştır Sosyalizmle...
Vietnam!... 1930' larda ilk devrimci hareketliliklerin başladığı bu ülkede, işgalci Fransızlara karşı ayaklanan Vietnam halkı iki kuşak boyunca kana bulandı. İki kuşak boyunca kesintisiz savaştı. Ve dünyaya; emperyalizmin büyük teknolojik gücünün halkın kararlılığıyla, cesaretiyle ve fedâkarlığıyla nasıl yenileceğini öğretti. 1945 Eylül'ünde Demokratik Vietnam Cumhuriyeti'ni ilan eden Ho Şi Minh'in mücadelesi bitmemiştir. İkiye bölünen ve 1965'ten 1973'e kadar ABD'nin atış poligonuna çevrilen ülkesinde, ABD ve onun temsil ettiği bütün değerlere karşı savaştı, kazandı, yeni değerleri inşa etme ve yükseltme sürecine girdi.
Küba... Küba bir devrimden öte bir haklılık hesaplaşmasıydı belki de. Amerikan şirketlerinin şekerkamışı arazisi Küba... 10.000'i aşkın yerli fahişenin turizme "hizmet" ettiği bar cenneti Küba... İspanyol sömürgecilerinden sonra (1898-1899) Amerikan bayraklarının çekildiği resmi daireleriyle Küba... ABD'nin çavuşluktan generalliğe terfi ettirdiği Batista'nın, kendi halkına ABD yeni sömürgeciliği adına kan kusturduğu Küba... Ve bu tarihe "Ben Haklıyım" diye kafa tutan bir Kübalı; Fidel Castro. 1953'te tarihle hesaplaşmasını, Mancado kışlasını basarak başlatan Fidel... 80 yiğit adam, Granma yatıyla Küba'ya çıktığında bir dönüşümün bayrağı dikilir bu adaya. 80 devrimcinin birçoğu öldürülmüş olsa da, Fidel "La historia mi assolvera" (Tarih beni haklı bulacaktır) diyerek, zaferin kaçınılmazlığına olan inançlılığını ilk andan itibaren ortaya koydu. Sosyalistler haklıydı. Haklı olan kazanmalıydı ve zafer ancak çok zorlu bir savaşla mümkündü. Öyleyse, sosyalistlerin görevi buydu:
Savaşmak... Savaşmak ve örgütlenmek, örgütlenmek ve savaşmak. Sierra Maestra'ya yaslanan gerillanın varlığını öğrenen şehirdeki halkın tepkileri de farklılaşır. 1957'de genel grev, 1958'de genel grevin başarısızlığı. 1959 Ocak'ında tekrar genel grev ve devrim ordusunun dağlardan inip Havana'ya görkemli girişi. "Devrim, Amerikan emperyalist hükümeti tarafından hazırlanan orduyu yenmiştir" Ocak 1959.
Kıvılcım sıçrar, yeni ateşler yanar. Küba kurtulur, Latin Amerika susar mı? Bir Latin Amerika Devrimci Çemberi oluşur. Kolombiya, Peru, Venezuella, Guatemala Şili, Bolivya... 1955'ten itibaren bu ülkelerde ateşler büyür. Sendikal eylemler, başkaldırılar sonucu devrilen diktatörler, Devrimci Sol Eylem (MİR- Venezuela), MR 13 (Guatemala), Ulusal Kurtuluş Ordusu (FLN-Kolombiya) gibi örgütlenmelerle devrimcilerin verdiği gerilla savaşları, kıtanın karakterini değiştirmeye başlar.
Afrika... "Kara Kıta" da da kızıl alevler yükselmeye başlar.
Gine'de Amilcar Cabral so ruyordu : "Bütün dünyanın ve Afrika'nın önünde soruyoruz: Sömürgeciler bizim vahşi, belli bir külltürden yoksun olduğumuzu söylerken haklı mıydılar?". Ve o yılların Kongo'sundan, 1992'lerin Somali'sine kadar, bütün Afrika ülkeleri aynı soruyu sormaya devam ediyorlar. Kenya'da Jomo Kenyatta, Gana'da Kwame Nkrumah, Kongo'da Patrice Lumumba, Mozambik'te Eduardo Mondalane; yeni sömürgeci emperyalist güçlere karşı aynı soruyu sorarak savaşacaklar ve onlara halkların sosyalist kurtuluş şiarı yol gösterecekti. Angola'da, Kamerun'da, Çad'ta aynı savaş sürecekti. Çağın dönüşmesinin savaşı, sosyalizme dönüşümün savaşı...
Dünya, daha önceki üretim ilişkileri sürecinde, dönüştürülmeyi değil, dönüşümü yaşamıştır. Yaşlı tarihinde ilk kez onun doğal gelişme seyri, bu denli önemli bir farklılığa uğrayacaktır. Sosyalist devrimlerden önce de tarihin seyrine irade girmiş, devrimler gerçekleşmiş, büyük çatışmalar yaşanmıştır. Fakat binlerce yıllık bir dizgeyi altüst etmek, onun niteliğini tamamen değiştirmek için değil... Bu durum ilk kez sosyalizm sürecinde gerçekleşir.
Sosyalizme kadar, mevcut süreçlerin özellikleri içinde gelişen, güçlenen maddi güçler, belli bir nitelik aşamasında, bazen zor'u da kullanarak eski güçleri çözmüşler, onların yerini almışlardır. Gelişme olanakları tıkanan eski egemenliklerin yerini, yine eski egemenlerin düzeninde güçlenmiş olan, yeni zenginliklerin sahibi olan, ilerleme potansiyelini ellerinde tutan yeni egemenlikler almıştır. Ya da, egemenlik tarzlarını, yenilenen üretim ilişkileri çerçevesinde dönüştürmüş olan sınıf (bazan sınıflar) yeni duruma uygun kültürü, yaşam tarzını da oluşturarak toplumları her yönden biçimlendirmişlerdir.
İşte tarihin geleneğindeki bu seyir, ilk kez sosyalizm sürecinde bozulur. Köle sahiplerinin köleci kalmaktaki çaresizlikleri ve yenilenmelerinin üzerinde feodalizmin doğuşu, çok zorlu ve radikal iradecilik gerektirmemiştir. Çünkü egemenliğin yeni sahipleri köleler olmayacaktır. Yeni zenginler, yeni feodal beyler, yeni "irade" nin temsilcileridir. Köle sahipleri ya feodal beylere dönüşmüştür ya da çözülüp gitmiştir.
Kapitalizm, feodalizmi çözerken, yeni devlete talip olan, serfler ya da köylülük değildir. Yeni tarz efendiliğin, yeni tarz köleliğin (ücretli kölelik) yarattığı kapitalistlerdir. Ve burada da üretim düzeneğiyle sınırlı bir değişim vardır. Üretim ilişkileri, "sahip ve köle" biçimindeki ilişkinin varlığını değiştirmemiş ama köleliğin biçimini değiştirmiştir. Ücretsiz, toprağa bağlı ve nihayet ücretli olarak köleler...Çalışanlar, yaratanlar, üretenler hep aynıdır. Sadece, efendilerin onları çalıştırdıkları yerler ve çalıştırma biçimleri değişir.
Bütün bunlar tarihin doğal akışıdır. Tarih, emperyalizm sürecinde tökezler. Bir anlamda "teknik" tökezlemedir bu... İşin çözümünde yine bir tarihsel kaçınılmazlık vardır. Ne yapılırsa yapılsın, son tahlilde engellenmeyecek bir dönüşüm söz konusudur, ama bu dönüşümün rengi, bir hayli farklıdır.
Artık, bir efendilik süreci yeni bir efendilik süreciyle yer değiştirmeyecektir. Efendiliğin kendisine son verilecektir. Ve elbette bütün efendilere..
İşte burada duralım...
Çünkü herşeyin boyutlarının da, özelliklerinin de farklılaştığı bir noktadır bu. Ve tartışacağımız sorunun özü buradadır. Artık bir gelişme zincirinin herhangi bir halkası değildir sözkonusu olan...


EMPERYALİZM:
EFENDİLİĞİN SON GÜNÜ

Emperyalizm, bütün ekonomik sistematikleri, bütün siyasal olguları, bütün sosyal ve kültürel ilişkileri yiyen son efendilik halkası oldu. Bugün, emperyalizmin çıkarlarından başka hiçbir şeyin tanımı yok belki de... Çünkü herşeye, onun programlarına göre tekrar tekrar yeni biçimler veriliyor.
"Yeni biçimler alıyor" demiyoruz. Yeni biçimler veriliyor. Böylelikle de gerçeklik ve nesnellik, anarşi ve yabancılaşmayla, yani genel bir iğretilikle yer değiştirmiş oluyor.
Artık dünyada hiçbir şeyi ülke sınırlarıyla düşünmek olası değil. 'Sınır' denilen şey, haritalardaki çizgilerden öte ne kadar anlam taşıyor şimdi? Bu sınırlar ve anlamı iyice boşaltılmış "Milliyet" olgusu, emperyalizmin yeni gereksinimlerine uygun yeni düzenlemeler yapması yolunda kullanılan, giderek daha fazla kullanılan materyaller haline geldi.
Efendilik, en görkemli sürecini yaşıyor. Tüm dünyaya hükmediyor. Ülkeler kuruyor, ülkeler yıkıyor. Teknolojinin çocuklar için ürettiği atari savaşları gibi savaşıyor. Heman'in uçakları bir kıtadan havalanıyor, başka bir kıtadaki bir ülkeyi günlerce bombalıyor, taşı taş üzerinde bırakmıyor ve bütün dünya, elinde kumanda aleti, kanepeleri-ne uzanarak bu uçakların saptanmış hedeflerin kaçta kaç tutturabildiğini seyrediyor. Görüntü de fena değil, renkli ışık oyunlarına benziyor televizyondan. Bombadan sonrası ve ölen insanlar, çocuklar değil, bombaların gökyüzünde süzülüşü gösteriliyor çünkü daha çok.
Zamanı ve yeri gelince oyunun senaryosu değişiyor. İnsanları hep aynı senaryo ile bıktırmanın anlamı yok. Bu kez önce açlıktan ölen çocuklar gösteriliyor bir başka kıtada, sonra efendi onları kurtarmak için savaş uçaklarına ve tanklarına atlayıp soluğu orada alıyor "Umut Operasyonu"...
Anadolu'da, hasta insan, ölmeden önce aniden iyileşir, dirilir ve sonra ölür derler. Bilemiyoruz belki tıbbi açıklaması da vardır. Bugün emperyalizm de böyle bir şahlanış ve dirilme yaşıyor. Onun topyekün saldırganlığı, halkların topyekün başkaldırısını hazırlıyor.

ÇAĞIN EN KÖKLÜ DEĞİŞİM SÜRECİNİ YAŞIYORUZ

Sistemler, üretim ilişkileri, dünyanın neredeyse tüm dengeleri değişti. Bu denli radikal bir değişiklik, alternatifin kendini nesnel olarak tanımlamasıyla birlikte değişmediği için, daha önce mevcut olan bazı dengeler de, yerlerini dengesizliklere bıraktı.
Bu durum, insanlık dünyasının maddi koşullarının dışındaki ikinci boyutu olan manevi dünyasını da altüst etti. Yani, sosyolojinin, felsefenin ve siyasetin kavramlarına sığınmadan, kısaca ifade etmeye çalışırsak; insanın kafası da yüreği de çarpıldı. Var olan değerler sarsıldı. Bunların yerine emperyalizm daha önce insanlığın büyük kesimince mahkum edilen eski, köhne, soysuz değerlerini, "yükselen yeni değerler" olarak empoze etti.
Birşeyleri açıklamaya, anlatmaya çalışmak için mevcut kavramlar içinde arama yapmak ya da alelacele yeni kavramlar türetmek alışkanlığımız yok. Elbette doğru zamanlama içinde olmak koşuluyla, tanımlamalar yapmak, formülasyon-larla birşeyleri ifade etmek, hatta gerekiyor-sa kategorisi içinde sınıflamak da zorunludur.
Düşüncede bir düzen yaratır bu durum. Ama bunu yapmaya çalışırken önümüzdeki verileri zorlamak, kavramları zorlamak, son tahlilde çözümleri zorlamak tehlikelidir...
Siyeset, bunun örneklerini çok yaşamış ve acısını fazlasıyla çekmiştir. Bu yanlış düşünce ve davranış tarzı "izm"lerle ifade edilebilecek kadar bir yaygın gerçeklerin seyri, bir noktadan sonra bu "üretim" leri tuzla buz eder. Bizler birbirimize esnek bakabiliriz ama gerçeklerin esneklik, hoşgörü, bağışlama gibi insana özgü yaklaşımları yok...

EMPERYALİST ÜRETİM İLİŞKİLERİ: TARİHİN EN ZORLU ANI

Tarihin kendi kendisiyle çeliştiği çok özel ve ilginç bir süreçteyiz. Bir anlamda, geleceğin ve geçmişin hemen hemen bütün çizgilerinin buluştuğu bir yerdeyiz. Bir anlamda, topyekün bir savrulmalar yadsımalar sürecindeyiz.
Mahir Çayan, daha 1970 döneminde "Emperyalist Üretim İlişkileri"nin altını çizmişti. Emperyalizmin, yeni sömürgecilik döneminde, "Sosyalist" olmayan bütün dünya ülkelerinde içselleştiği, kapitalist üretim ilişkilerinin dışına çıkmış bu ülkeleri boğmak için de amansız bir mücadele sürdürdüğü bir süreçti bu... Kapitalist olmayan, emperyalizmin ağının dışına çıkabilmiş, sosyalist ve dolayısıyla bağımsız ülkeler dışındaki tüm dünyayı sömürü kıskacına alan emperyalizm, kendi tarihinin de en olgun dönemini bu süreçte yaşadı. Pek de öyle "kağıttan kaplan"a benzemiyordu. Giderek semiren, irileşen, saldırganlaşan bir yaratıktı o... Görüntüde büyüyen, özde kof bir olgu gibi değil; devletlerin, ülkelerin ve üretim ilişkilerinin bütün hücrelerine nüfuz eden bir canlı gibi büyüyordu. Daha da ötesi, bir düşünce, bir kültür yaratıp bununla dünya halklarını, yaşam koşullarının ötesinde bir kez daha zincirledi. Onun esas problemi, onu yok edecek kurdu, büyüdükçe derinleştirdiği, büyüdükçe büyüttüğü karşı çelişkileriydi.
Yazının girişinde, dünyanın buraya kadarki süreçlerinde iradeciliğin rolünün hiç bu kadar öne çıkmadığını, çünkü üretim ilişkileri dizgesinde dönüştürülme yanın değil, dönüşme yanının ağır bastığını söylemiştik.
İşte "tarihin en zorlu anı" sözlerimizin anlamı, bu iki olgunun çakışmasıyla karşılığını buluyor.

Bir yanda şimdiye kadarki bütün sömürgecilerden çok daha güçlü ve geniş bir sistemi olan; varlığını, insanların kişiliğine kadar herşeye nüfuz ederek güçlendirmiş emperyalizm... Dünya emperyalizmi... Emperyalist üretim ilişkileri...
Öte yanda, tarihsel bir gerçeklik : Üretim ilişkilerinin bu döneminde de yeni üretim tarzı, şimdiye kadar olduğu gibi mevcudun içinde varolmaya, büyümeye ve eskiyi yadsımaya başlayacak. Fakat bu kez, önce insanın kafasında yerini bulacak, insan, objektif gerçekleri kafasındaki gerekliliklerle birleştirecek ve herşeye rağmen, tarihe müthiş bir şekilde irade koyacak...
Marksizm-Leninizmin en güzel yanı felse-fesidir. İnsan beynine açtığı ufuklardır. Orada sorunlara karşı çözümsüzlük yoktur. Çünkü yaşamda çözümsüzlük yoktur.
Bizim söz konusu tarihsel çakışmanın yarattığı çelişkimiz, tarihin en büyük çelişkisi de, Marksizmin ışıklarıyla karanlıktan çıkar.
Emperyalizm de bütün varoluşlar gibi kendi karşıtlarıyla birlikte büyür, güçlenir, onun en güçlü olduğu an, karşıtlarının da en güçlü olduğu andır. Emperyalizmin kanı, dünya halklarıdır. O, dünya halklarını ezerek, sömürerek beslenir, güçlenir. Ama bu kan, onun vücudunda ne kadar çok dolaşırsa onun hayatiyeti o kadar zayıflar ve sonunda onun yokoluşunu da bu kan gerçekleştirir.
-Emperyalizm, bütün sömürücü güçlerin egemenlik tecrübelerinin üzerinde yükselmiştir.
-Emperyalizm, bir ülke, bir sınıf, bir bölge gücü değil, bir dünya gücüdür ve bu durumun bütün avantajına sahiptir.
-Emperyalizm, onun en büyük rahatsızlığı olan eski reel sosyalist ülkelerin çözülmesiyle, ilerde en büyük dezavantajlarıyla dönüşecek geçici avantajlar yakalamıştır.
-Emperyalizm, tekniğin olağanüstü gelişimi sayesinde, gücü-egemenliği elinde bulunduran kesim olarak, bu tekniği, egemenliğini sürdürmenin önemli kozu olarak kullanmaktadır.
-Kültür emperyalizmi sayesinde, ulusların, halkların ve sınıfların kültürel olgularını sadece kendine hizmet eden olgulara dönüştürmeye çalışmış, bunu da belli ölçülerde başarmıştır. Ki bu olgular, halkların, sınıfların kişiliğini, kimliğini tanımlayan olgular olduğu için emperyalizmin bu yöndeki tavrı, korkunç boşluklar yaratmıştır.
-80 sonrasını, 3. Bunalım Dönemi özelliklerinin baştan sona yeniden biçimleniş nedeniyle "Son Dönem " olarak tanımlayacağız. (Burada "son" sözcüğüne fazlaca anlam yüklüyoruz. Hem siyasal hem de felsefi olarak seçilmiş bir sözcük olarak kullanıyoruz.) Son dönemde emperyalistler arası çelişkiler de farklılaşmıştır. Avrupalı emperyalistlerin gerilemesi ve Japonya'nın tıkanması, ABD'nin 'Süper Güç' imajını bu yönden de desteklemiş, son dönemde SSCB'nin de dağılmasıyla Amerika bir anda herşeyin tek yönlendiricisi konumuna yükselmiştir. (X)
ABD, Birleşmiş Milletler'i artık sadece denetlemekle orada etkinliğini kullanmakla kalmıyor. Gerek duyduğunda, amacının üzerine BM yaftasını yapıştırarak, rolünü BM üyesi diğer devletlere (dublörlerine) oynatıyor. Senarist, rejisör ve prodüktör Beyaz Saray- Pentagon... Prodüksiyonun geliri kuşkusuz prodüktörün cebine akar. Burada normal bir Hollywood projesinden daha fazla avantaj var, dublörler ve binlerce, onbinlerce figüran, parasız ve hatta kendi masraflarını kendisi ödeyerek oynuyor. Böyle bir etkinlikle kendisine de rol düştüğü için efendiye minnettar kalıyor. Bu senaryo tarzı Kore'de başlamıştı... Ulvi sıfatlarla dünya kamuoyuna sunulan operasyonlardan birinde, şimdi de Somali'de figüranlar "açları kurtarmak" için oynuyor. Ama o açların altındaki milyonlarca dolarlık petrol yataklarını içeren topraklar gerçek hedef olarak sadece ABD'yi ilgilendiriyor.
Hollywood kahramanlarının, Brezilya Dizilerin-in saçmalıklarını hoşgörmeye alışan ve büyük bir anlayışla bunları senaryo boşlukları olarak değerlendi-rip "olacak o kadar" lar dünyasında yaşayan dünya kamuoyu da; açları kurtarmak, onlara gıda yardımı yapabilmek için bunca tam teçhizatlı askerin, tankların, savaş gemilerinin bu gariban ülkede işi ne diye sormuyor... Soranlar marjinal kalıyorlar... Ya da gerektiği gibi, gereken yöntemlerle sormadıkları için sesleri suya çizgi çekiyor...


3. BUNALIM DÖNEMİNDE İKİ DALGA ARASI VE İDEOLOJİ

Sosyalist teoriye; Devrim Anlayışı, Örgütlenme ve Çalışma Tarzı kapsamında şekil verilmesiyle ülkenin Devrim Savaşı'nın ideolojisi oluşur. Emperyalist üretim ilişkilerinin bu aşamasında ideolojik planda da bir tıkanıklık yaşanıyor.
İlk yanlış, ideolojik plandaki bu tıkanıklığı, "Sosyalizmin tıkanıklığı", "Sosyalizmin çözümsüzlükleri" olarak algılayan dünya solundan geliyor. Sosyalizmin çözümsel üretimlerini, sosyalizmin teorik temelleriyle, ekonomi-politiğiyle özdeşleştirerek, genel bir bilinç erezyonuna uğradılar. Tedirginleş-tiler. Kanatları güçsüzleşti. 'Acaba' ları çoğaldı. Yanıtlardan çok sorularla tartışmaya başladılar. Sosyalizmin işçileri, işlevcileri, sosyalizmi ütopyada tartışmayla sınırladı kendini... "Sosyalizm, ama nasıl?" sorusu, sürecin vasat sorusu haline geldi. Sosyalizmi savunurken dahi kararlı, atılgan, cesur değildirler artık... Bu noktada, emperyalizmin, "Sosyalizm çöktü" kampanyasıyla buluşma noktaları oluştu ne yazık ki...
Bu yanlışa karşı sosyalizm adına direnmek isteyen bir başka kesimde de, diğerlerine nazaran çok daha az bir niceliğin sesi olarak, ütopik, formel ve vülger bir yorum tarzı çıktı. Son tahlilde iman gücüyle karşı koyan, birşeyleri sadece temel doğruların inadıyla sahiplenen köşetaşlarıyla, gelişim ve sıçrama momenti yakalaması olanaksız bu kesimler, çok yönlü bir şanssızlık içine girdiler.
Belli tarihsel evrelerde, fazlaca zengin bir arka perdesi olmayan, düşünsel planda da kendi eylemiyle büyüyen devrimci tavırlar, ilerleme, gelişme olanaklarına sahiptirler. Fakat dünyanın bugünkü verileri, sadece çok yönlü bir zenginliğe ve güce şans tanıyor.
Böyle bir zenginliği yaratmanın yolu, kuşkusuz yine biryerlerden, "az" dan başlamayı zorunlu kılıyor. Ne var ki, sağlam programları olan, herşeyden önce "az"ı son derece sağlıklı olan, işlevleri onun yeni programlarının temellerini yaratan, yolunu açan bir örgütlenme merkeziyeti, ilk adımın zorunlu durağıdır. Bu duraktan yola çıkan dinamizmin, bir diğer olmazsa olmazı, objektivizmdir.
Dünya ve ülke koşullarının bu denli hassas dengelerini rasyonel değerlendirebilmenin yanısıra, kendi durumunu da doğru değerlendirmeyen hiçbir örgütlenme uzun vadede varolabilme şansına sahip değildir. Aksi halde, işlevleri, bir bumerangın salınımına dönüşür. Gücünü abartmayan, programlarıyla, o günkü verilerini doğru sentezleyebilen, başarılarını ve başarısızlıklarını açıkyüreklilikle değerlendirebilen mantık, yürüyüşünü sürdürecek-tir. Evet; zor olacak, zaman alacak, çoğu kez kuyular iğneyle kazılacak ama yürüyüş büyüyerek sürecek. Sıkılan kurşunlar geri dönmeyecek, işlevler bumerang olmayacak..."Sosyalizmi tekrar ütopyaya" kilitleyen anahtarlar, bu şekilde kendi kilitlerini açmaya başlayacaklar.
1917'den itibaren yükselmeye başlayan sosyalizm dalgası, çağa, ulusal kurtuluş savaşları dedirtecek kadar büyüdükten sonra, reel sosyalist ülkelerin çözülmeye başlamasıyla inişe geçmiş ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin de dağılmasıyla en alt seviyeye düşmüştür.
Burada tarih, bundan sonraki yükselişiyle ilk yükseliş arasındaki iki dalga arası sıkışma noktasını yaşamaktadır.
Sıkışma noktasında dahi herşeyin sıfırlandığı söylenemez. Kaldı ki mutlaklık toplum bilimlerinde yeri olmayan bir kavramdır. Bir Küba'nın direnişi, bir Kürdistan halkının ve gerillalarının özgürlük savaşı, ciddi ve önemli istisnalardı, "hayır" nirengileriydi.
Açların Somali'sinde dahi, "Kurtarılma"ya, Birleşmiş Milletler'e (Amerika Birleşik Milletler'i demek doğru aslında) "Hayır" diyen Afrikalı insanlar yaşıyor bu dünyada.
Eski SSCB topraklarında, elinin altından kazanılmış bütün değerlerin yavaş yavaş kayıp gittiğini gördükçe ayan ve tekrar Lenin posterleriyle, Orak Çekiçli bayraklarla alanlara çıkıp kımıldanmaya başlayan Asya'lı insanlar var...
Yarın daha da çok.
Ve ondan sonraki süreçte şaşırtacak kadar çok...
Sıkışma noktası, direnme noktasıdır.
Sıkışma noktası, birikim noktasıdır. Burada en fazla, yarın yani önümüzdeki yükselen dalga sürecini biçimlendirecek olaylar birikecektir.
Giderek, çok daha fazla sayıda insan, sosyalizmin sorulardan değil, yanıtlardan oluştuğunu görecek ya da bunu yeniden "keşfedecektir."


SOSYALİZMİ YENİDEN ÖRGÜTLEMEK-MEVCUT İDEOLOJİ VE ÖRGÜTSELLİĞİ YENİ DÜNYA VE ÜLKE VERİLERİYLE PROGRAMLAMAK

Türkiye Solu'nun, 12 Eylül 1980'de yaşadığı yenilgi, 1989'da "duvarların yıkılmasıyla", sosyalizmin dünya ölçeğindeki yenilgisiyle çakışınca, yaklaşık 12 yıllık geri çekilişin dağınıklığını üzerinden atamamış Türkiye'li Sosyalistler yeni ve bu kez çok daha küreselleşmiş bir saldırı ile yüzyüze kaldı. Sosyalizmin meşruiyetinin, uluslararası sermaye tarafından, bu sermayenin sözcülüğünü yapan basın tekelleri, medya ve her türden araç kullanılarak topa tutulduğu koşullarda, 80 yenilgisinin ideolojik ve politik nedenlerini saptayarak, "devrim yeniden", "Yaşasın Sosyalizm" ve "mücadele, şimdi" diyebilmenin fiziki koşulları da iyiden iyiye ağırlaştı.
Tüm dünyanın devrimcileri ve sosyalistleri, bir yandan "tarihin sonunun geldiği"ni haykıran burjuva tarihçilerin spekülasyonlarına kafa tutmanın ideolojik politik gerekleriyle boğuşur ve üstelik bunu "Sosyalizmin çöktüğü"nün, Lenin ve Marx'ın politik argümanlarının tümüyle çürütüldüğünün ilan edilmesinin (ve bu ilanın kitleler nezdinde görüldüğü itibarın) moral tahribatı altında yapmaya çabalarken; öte yandan da sosyalizm adına yeni bir etiği, değerler bütününü, örgütlenme ve insan anlayışını, velhasıl mücadele geleneğinden imbiklenenlerle de yoğrulmuş, ama esas olarak uluslararası boyutlarda yaşanan yenilginin nedenlerine yanıt verecek ve bu yeni dönemin koşul ve gereklerine göre biçimlenmiş, yeni perspektifler varetmek sorunu ile yüz yüzedir.
Bu yeni dönemin dünya genelinde-tabii Türkiye özelinde de-niteliklerini belirlemenin ötesinde, bu belirlemelerin neden-sonuç ilişkisi içinde ayrı ayrı açılımlarını yapmak, önümüzdeki sürecin çalışmasıdır.
Uluslararası sermayenin "sosyalizmin bir daha kurulmamacasına çöktüğü" iddiasına dayandırdığı ideolojik saldırısının, sermayenin tüm dünya ölçeğindeki sınırsız, koşulsuz yayılmasını; dönemin en önemli özeliği olarak, ilk elde tanımlamalıyız.
Kapitalizmin dünya halklarına vadettiği "sahte cennet"in kapitalist cehennemin kabul salonu olduğu çok kısa sürede anlaşılsa da, "yeni dünya düzeni" adı altında dayatılan, küresel politik sistemin yeniden üretimi, sosyalistlerce henüz varedilmeye başlamadı. Ancak görünen o ki; duyargalarını devrim ve sosyalizme açık tutan ulusal ölçekli her örgütlenme, dünyanın neresinde olursa olsun, şimdi daha fazla uluslararasılaşmak zorunda.
Sosyalistlerin enternasyonaliz-me bugün her zamankinden daha çok ihtiyaçları var. Çünkü, bir; "yeni dünya düzeni", sınırları hiçe sayan türden bir uluslararasılığa sahip; iki; bu politik sistemi ayakta tutan sacayaklarından biri olan ideolojik hegemonya, sosyalizme ve sosyalistlere dünya ölçeğinde bir saldırıyı örgütlüyor. Kafkaslardan Balkanlara, Latin Amerika'dan Afrika'ya; sosyalizme eşitlikçi ve özgür bir dünyaya inanmış, bunun kavgasını veren tüm devrimciler uluslararası sermayenin milliyet, dil, cinsiyet gözetmeyen tahribatı ile yüzyüzeler. Üzerinde yaşadığımız dünyanın fiziki yaşam koşulları da benzer bir tahribatın etkisi altında. Kaynaklar dengesizce tüketilirken, üretilen de dengesiz bölüşülüyor.
Tüm bu koşullar Rosa Lüksemburg'un "ya sosyalizm ya barbarlık" ikilemini, dünya açısından, "ya sosyalizm ya ölüm" ikilemine dönüştürüyor.
Burada kaba hatlarıyla betimlediğimiz koşullar, gerek ülke gerekse dünya ölçeğinde, sosyalistlerin çalışmalarını ve gelişmelerini güçleştiriyor. Buna karşın sosyalistlerin yaşam alanlarını genişletmek, sosyalizmi politik bir seçenek olarak, toplumun sosyalizme ihtiyacı olan tüm kesimleri için yeniden varedebilmek amacıyla, emperyalizmin ideolojik hegemonyasına karşı, global bir ideolojik yanıt yaratmak zorunlu gözüküyor. Bu ideolojik alternatif hegemonya, sosyalizmin meşruiyetinin iadesi temelinde yükseldiği ölçüde, burjuvazinin uluslararası medyayı da kullanarak yürüttüğü sistematik saldırının önüne barikat çekebilecektir.
Sosyalizmin meşruiyetinin iadesi, hiç şüphesiz, önce sosyalizmin tarihine ( kendi tarihimize) sahip çıkılmasını içermektedir.
Ancak, sözgelimi ülke ölçeğinde, 1970'li yılların (ağırlıklı olarak ) anti-faşist zeminde yürüyen mücadele renginin, 80'li yılların bir türlü rayına oturamayan devrim-emperyalizm/ devlet hesaplaşmasının ve kitlesel açılım kanalları eksikliğinin; "Ankara'nın Şişmanına" karşı yürürken yanlarında sosyalistleri istemeyen, grevlerini, direnişlerini sosyalistlere bir kol mesafede gerçekleştiren işçilerin, köylülerin durumunun, a-politiklikten anti-politikliğe sıçrayan gençliğin özelliklerinin doğru değerlendirilmesi zorunludur.
Bu yılların devrimci pratiği; "deneyim birikimi" ve "eksiklerin, hataların özeleştirisi" boyutlarından çok daha rasyonel ve zengin boyutlar-la çözümlenip değerlendirilmelidir. Ne varki, bu çözümlemeler için bir on yıl daha birbirimizle tartışıp yeni birlikler, yeni ayrılıklar, yeni platformlar, yeni cepheler, yeni soru ve sorun toplantıları yapmak değildir ihtiyaç... "İhtiyacı" sosyalizmin evrensel prensip ve yaklaşımlarına göre belirledikten ve ona can veren, onu nesnelleştiren pratiği örgütlemeye başladıktan sonra durumu çok daha rahat görebildiğimizi öğreneceğiz. Bugün öğrendiğimiz herşey yarının programının verileri olacak.
Sosyalizmin meşruiyeti, onun emperyalizmin varettiği politik sisteme karşı bir toplum projesi üretebilmesi ile de doğru orantılıdır. Böyle bir toplum projesi, "devrim hemen şimdi" demeyi başarabildiği gibi, -ve en az onun kadar- devrimci savaşın nasıl örgütleneceğini, devrimin nasıl bir toplumun habercisi olacağını da muştulamayı bilmek zorunda...
Dolayısıyla bu toplum projesi, salt bir örgüt, kadro, örgütlenme ve savaşma sanatı manzumesi almaktan öte de anlam taşımaktadır. Kuşkusuz kadrolaşma, örgütlenme, stratejiye dair konular, yakıcı sorunlar olarak önsel problemimizdir. Bunlar; bir başlangıç reçetesi ile de değil, kesintisiz olarak büyüyen ve olgunlaşan çözümlerle her gündemimizin odağında yer alır.
Ancak toplumun devrimden çıkarı olan tüm sınıf, kesim ve katmanlarına yönelik bir projeksiyona da ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bu toplum projesi, bir bütün olarak, sendikalarda, derneklerde, insan hakları mücadelesinde, çevre sorunlarına duyarlılıkta, kadın hareketlerine yönelik olarak, kültürel-sanatsal bir yeni oluşumun ifadelendirilmesinde, sosyalist bir medya ve medya kültürü yaratılmasında politik-pratik ifadesini bulmalıdır.
Ancak, toplumsal yaşamın tüm alanlarına dönük olarak yürütülecek bu politik-pratik faaliyetin sorması gereken temel sorular ve kaçınması gereken yanlışlar var. Bunlar;
* İdeolojik plandaki arayışları bir kördöğüşüne dönüştürmek, pratikten kopararak damarlarındaki kanı çekmek... Böylelikle, yaşayan bir organizma olma temel özeliğinden ayrı düşen ideoloji; kimliğini, kişiliğini yitirir. İdeolojiyi zenginleştirmek ve geliştirmek adına yürütülen arayışlardaki kördöğüşü de bir süre sonra kördüğüm halini alır.
* İdeolojik planda mevcut bazı tespitleri, bağnaz bir ilkellikle herşeye kadir görmek ve dünyadaki, ülkedeki gelişim dinamiklerini de o ölçüde görmezden gelmek. Böylelikle, daha önceki tespitlerin de (kendi tarihsel süreçleri içinde ciddi anlamlar taşıdıkları halde) içini boşaltıp, onları anlamsızlaştırmak.
*Araçları amaçlaştırmak ve giderek fetişleştirmek, mutlaklaştırmak... Unutulmamalıdır ki dergi, gazete, film, müzik vb, ideolojik hegemonyanın silahları da, fiziki anlamda silah ve namlusundan çıkan kurşun da araçtır. Bizi özlediğimiz ütopyamıza politikanın, yani yöneten-yönetilen ayrımının son bulduğu bir dünyaya ulaştıracak araçlar. Bu anlamda politikanın kendisi, örgüt, parti, hatta devrim bile amaç değil araçtır.
* Devrimcilerin genelde bilinen belli başlı görevlerini, kaba bir acelecilikle yorumlayıp, kendi gücünü doğru değerlendirmeden (abartarak yada politik çözümlemede acze düşerek) "devrim pratiğine atılmak"... Zorlamak, zorlamak ve çözümsüzlük "kaderini" yaratmak... Sonuçta, devrimci savaş ve mücadele taktiklerinin, düşmanın bütün gücüne rağmen devrimcileri üstün kılan inceliklerini kaçırarak, düşmanın üstünlükleriyle vuruşmak zorunda kalmak... Bu arada, zaman gerçekleşen kazanımları da doğru değerlendiremeyip sağlam barikatlar haline dönüştürememek, dolayısıyla daha güçlü ve yüksek barikatlar kuramamak...
* Politik, stratejik saptamaların hedeflerinde değil, gücün elverdiği hedeflerde savaşmak, mücadele etmek; devrimin bütünlüklü görevlerini görememek, devrimin ileri vaadlerinin hazırlıklarını gerçekleştirememek.
* Ülke ve Dünya gündemine ilişkin siyasal etkinlik yaratamamak. Onlara bağlı olarak hızlı biçimlenen, esneyen, sertleşen, üreten dinamikleri yaratmanın önemini görememek... Genel bir sınıflandırmayla devrimci politika yapmaya çalışmak ( üstelik, felsefenin, siyasallığın ve teknolojinin 1990'lar dünyasında).
* Düşünen, okuyan, yaratan, üreten, yargılayan, eleştiren, pratiği örgütleyen ve gerçekleştiren, dünyanın, ülkesinin, hareketinin sorunlarını ve çözümlerini görebilen, kitlelerle ilişkide yaratıcı ve başarılı, aktif politik kadrolar ve kadro adayları yerine merkezin askerlerinin yaratmak... Örgüt ve kadro sorunlarında sosyalizmi zaafa uğratmak, ideolojiyi sözcükler yığını olmakla sınırlandırır.
* Devrimcileri en çok oyalayan sorunlardan biri de "başlamak"la, başlangıçlarla ilgili sorunlardır. Stratejik anlamda bir devrimci sürecin başlamasına ilişkin tartışmalar olsun, herhangi bir anlamda çalışma alanının, bir birimin vb. çalışmalarına başlamakla ilgili olsun, bu plandaki tartışmalar hep aynı mantık bulanıklığını ya da kararlılıktaki zaafı gösterir.Devrimci dalganın yükseldiği dönemlerde azalan bu tartışmalar, devrimin zayıfladığı dönemlerde neredeyse gündemi belirlemeye başlar. Ve dünyanın hiç bir yerinde, hiçbir zaman bu tarz tartışmalardan sonuç alınabildiği görülmemiştir.
"Okumak öğrenmektir, uygulamak ta öğrenmektir; üstelik daha iyi öğrenmektir, başlıca yöntemimiz, savaşı savaşarak öğrenmektir. Savaşı hiç okula gitmemiş bir kimse dahi savaşarak öğrenebilir. Devrimci savaş kitlelerin yapacağı bir iştir; bu çoğu zaman, önce öğrenmek sonra savaşmak meselesi değil, önce savaşmaya başlamak, sonra öğrenmek meselesidir. Çünkü savaşmak, öğrenmek demektir. "(Mao, Çin'de Devrimci Savaşın Strateji Meseleleri, Seçme Eserler, C.I.) Dolayısıyla, kaçınmamız gereken en önemli zaaflardan biri; başlamak konusundaki kararsızlıkları yenmektir. Bu, kendimiz için olduğu kadar, çevremizdeki çelişkileri çözmeye çalışmak anlamında da önemlidir. Bir devrimci, kendisinden öte çevresiyle, insanlarla vardır, onlarla ilgilidir, onlarla bütünleşir, kimliğini onlarla tanımlar, onlarla gelişir, kendi eksikliklerini de onlarla ilişkisi içinde giderebilir. Öğrettiği kadar öğrenir, yarattığı ilişki ve olanakları ölçüsünde soluk alır...


NİTELİK VE DİNAMİZM

Devrimci mücadele, zor'a ve zorluklara dayanan bir mücadeledir. Sınıflar savaşı hiç bir zaman kolay olmadı ve hiç bir zaman da bu denli zor olmadı. Devrim ve devrimciler için elverişsizliklerle dolu bir sürecin insanlarıyız. Böyle bir süreçte umutsuzluk, kolaycılık, kaba materyalizm ya da bilinç bulanıklığıyla, korkuyla, endişeyle, güvensizlikle belirlenen tavırsızlık, insanları kolaylıkla kıskaçlarına alabilir.
Devrimcilerin görevi, önce kendi çelişkili dünyalarında sağlam bir netlik yaratmak, sonra bunu dalga dalga çevrelerinde yaygınlaştırmaktır. Genişledikçe, yeni dinamikler yakaladıkça, kendi sağlamlıklarının güçlendiğini, kendi sağlamlıkları arttıkça, işlevlerindeki verimliliğinde arttığını göreceklerdir. Sosyalizmin dünya çapında yeniden örgütleneceği, ülkemizde ise mevcut ideoloji ve örgütselliğin yeniden programlandığı bu dönemin iki temel olgusunda zaaf göstermemek gerekiyor.
Açıklık ve Dinamizm... Açıklıktan kastımız; düşüncelerdeki netlik ve belirleyici çıkış noktalarımız konusundaki duyarlılıktır. Bir tartışma ve arayış ifradı ortamında olduğumuz, sosyalizm ve devrim adına yaratılmış bütün değerlerin işporta tezgahlarına düşmüş olduğu hatırlanırsa, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Bir konuda düşünsel ve eylemsel üretimde bulunabilmenin gerçek koşulu, öncelikle temel verilerde sağlam bir bilince sahip olmaktır. Bu durum her konuda böyledir. Bir bilim adamının ilerlemesi de, bir sosyoloğun, politikacının, devrimcinin ilerlemesi de bu gerçeklik zaafa uğradığında tıkanmaya mahkumdur. Günümüzde, sosyalizmi yeniden üretmek, "Nasıl bir sosyalizme" inanmak gerektiği konusundaki tartışmalar, ne yazık ki çoğunlukla sosyalizm ekseninden uzaklaşarak gerçekleştirilmektedir.
Sosyalizm herşeyden önce bir örgütlenme eylemidir, bir tavırdır. Sosyalizmin örgütlenmesi, kitle gerçekleriyle bütünleşen Marksist-Leninist teorinin, tavra dönüşme sürecindeki nesnellik demektir. Günümüz dünyasında, sosyalizm adına, nesnelliğe her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç vardır. Ve şimdi sosyalist olmak demek, devrimci olmak demek her zamankinden çok daha örgütlü ve örgütçü olmak demektir.
Evet, bizim de arayışlarımız vardır ve olmalıdır. Ne herşeye kadir reçetelerimiz var, ne de yarınki güncel programlarımızı oluşturmak için verileri bize bugünden söyleyecek medyumlarımız... Sosyalizm, öğrendikçe yaşama daha doğru, daha çözümleyici bakmamızı öğretiyor. Onun okulundan "mezun" olmak da pek mümkün değil! Başlayan, öğrenme-savaşma pratiğinde sürebilen bir eğitim seferberliği olarak devam edip gidiyor.
Ama, genel prensip şudur; sosyalizmin sorunları ve yeniden örgütlenmesi üzerinde doğru çözümler üretebilmek için önce sosyalizmin temelinde sağlam bir bilinç gerekir. O bilincin hattında sıkıca tutunabilmek gerekir. Arayışlarımız ancak böylelikle yolunu bulur, sosyalizmin mecrasına akabilir. Montaigne'in dediği gibi; " Gideceği limanı bilmeyene, hiç bir rüzgardan hayır gelmez." Bizim rüzgarlarımız; ülke gerçekleri, kitlelerin nabzı ve dinamikleridir. Aksi halde biz, soyut ve anlaşılmaz bir sosyalistlik oynayıp, bütün ihtiyaçlarına ve kımıldanmalarına rağmen kitlelerin neden bizimle buluşmadığını düşünüp dururken, tarih yepyeni çelişkiler örmeye başlar. Ve biz, tarihin "takılmışları" olarak, tarihin gündeminin arkasından günceli yorumlamaya ve hatta ona şekil vermeye çalışan, ne hikmetse bunu da bir türlü başaramayan bahtsızlar olarak kalırız.
Bu seyir defteri, giderek, büyükbabalarımızdan kalma bir mantığa ve söyleme dek savurur sosyalistleri... "Halk onları anlamıyordur, bu halk için hiçbirşeye değmiyordur, o kadar uğraşıldığı halde ne olmuştur ki, uğraşılacaksa da yepyeni bir sosyalizm anlayışı, çok yetkin bir program ve çok iyi yetişmiş kadrolar gerekir, onlar da nereden bulunacaktır ki..."
Tekrarlayalım; bu karmaşada söylemimize de özen göstermemiz gerekiyor, çok farklı niyetlerle yola çıkan farklı kesimler, bu sis bulutları içinde zaman zaman aynı sözcükleri, benzer tanımları kullanabiliyorlar, değişik anlamlar yükleseler de karışıklığa yeni materyaller yaratmış oluyorlar.
Dolayısıyla, "sosyalizm arayışları, nasıl bir sosyalizm" sorularını, "yeni dünya ve ülke koşullarını nasıl çözümlüyoruz ve sosyalizmi, ideolojimizi bu koşullar üzerinde nasıl programlıyoruz" sorularıyla karşılamamız gerekiyor. "Arayış" larımızı bu şekilde tanımlamamız gerekiyor.


(X) Dipnot: Üstelik, öyle bir efendilik ki, herhangi bir karşıt güce ya da işbirliği yaptığı güce ödün vermek zorunda olmayan, muhalif odaklardan ötürü kendi programlarını ve isteklerini rütuşlama problemi yaşamayan bir özgürlükler sürecinin efendiliği...


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92