Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 


500 gün önce, hükümeti kurduklarında ne kadar da hevesliydiler... Gerçi, herkes yakında şu malum "enkaz devraldık" edebiyatının başlayacağını,"bize ne bıraktılar ki.." savunmasının başlayacağını biliyordu ama yine de topluma büyük bir iyimserlik pompalamaktan geri durmadılar. Bir yanda "Zincirbozan'dan gelen" bir "demokrasi gazisi", öte yanda da figüranlığa baştan razı olmuş "sosyal demokrat"larımız vardı... Bu bir son şanstı artık!.. Sanki, burjuvazinin son şansları bitermiş gibi...
Ve şimdi, 500 gün sonra, suların çekildiği noktadayız. Kuşkusuz bahaneler sürüyor, "büyük projeler" demogojisi de bir türlü tükenmiyor. Ve bizden yeni "500 Gün"ler isteniyor.
Yeni bir "500 Gün" ise daha fazla infaz, daha çok baskı ve kemerlerin daha çok sıkılması anlamına geliyor.

Tarih 25 Kasım: TBMM kürsüsünde DYP-SHP koalisyon hükümeti'nin programı okunuyor. Hükümet Programı'nın "yüce meclis'in saygıdeğer üyeleri'ne sunan adam, 1970'lerin sabık, 1990'ların müstakbel başbakanı. Hükümetin başından 6 kez-ki bunun ikisi, askerlerin düdük çalması ile "şapkasını alıp gitmek" biçiminde tecelli etmiş-gidip 7 kez geri gelmekle övünüyor. 70'lerin milliyetçi cephesinin mimarı, Türkiye'yi kelimenin tam anlamıyla bir iç savaşın eşiğine getirip bırakan, faşist saldırılar, cinayetler karşısında, "bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz" vecizesinin sahibi, Türkiye'nin uluslararası kamuoyu içindeki saygın ve onurlu yerini alması için (!) şimdi de "demokrasi cephesi"nin mimari olmaya soyunuyor. Çünkü 90'lı yıllara damgasını vuracak "sosyalizmin 89 yenilgisi"nin ardından, kapitalist-emperyalist sistemin ideolojik saldırısının en moda kelimesi "demokrasi" emperyalizmin yeni dünya düzeninin vaadettiği demokrasinin dünya halkları açısından ne menem bir cehennem olduğu bir yana, Türkiye'de de ne için ve kim için istendiği pek belli olmayan bir demokratikleşme lafıdır tutturulmuş gidiyor. Ve 1970'li yıllardaki katliamların, cinayetlerin, suikastların birinci derece sorumlusu iken kendisini TBMM kürsüsüne başbakan olarak yeniden ulaştıran tüm bir seçim süreci boyunca yeni vizyonunu yeni bir misyon ile tanımlıyor: şeffaflık, demokratikleşme, "yasaksız Türkiye". Gazetelere yansıyan boy boy fotoğraflarının yanında, toplumun "kurtarıcı baba"sı olduğunu ilan eden adam seçim propagandası boyunca hukukun üstünlüğünden, insan hakları ve Paris Şartın'dan söz ederken, sosyalistlerin 12 Eylül darbesi sonrası nerdeyse insan hakları, işkence, can güvenliği ile sınırlı kalmış ritüellerinin ne denli yetersiz olduğunun anlaşılması gibi bir yararı olsa da sonuçta DYP adına yürütülen bu seçim propagandası, insan hakları ve demokratikleşme kavramları-nın yine bizatihi sosyalistler altını doldurmayı başaramadığı için, içinin boşaltılmasına yol açıyor. Böylece "demokratikleşme" herkesin her niyete yediği bir muza dönüşüyor.
Toplumun hafızasızlığının da yardımıyla; içini boşalttığı demokratikleşme vaadine tutunan DYP, yanına bir de koltuk değneği alarak hükümet etmeye soyunuyor. İmajların programların yerine ikame edildiği bir seçim dönemi sonrası, imajı, yeni dünya düzeninin tüm uluslararası basın tekelleri, medya ve her türden aracı kullanarak dünyaya pompaladığı yeni uluslararası sistemin gereklerine ençok uyan imaj seçimi kazanıyor.
Kürsüde hükümet programı okunuyor. Program tam demokratik ve hukukun bir vaadler manzumesi... İlan oluyor. Fakat kimsenin aklına, 12 Eylül darbecilerinden ve sorumlularından hesap sormadan geçen 11 yılın dökümü yapılmadan bunun nasıl olacağını sormak gelmiyor. Toplum bir yanılsamaya tutulmuş gibi ama sosyalistler de siyasi konjonktürün hiçbir momentinde yoklar. Program boyunca Paris Şartı ve AGİK hiç eksik olmuyor. Devlette şeffaflık ve hoşgörünün hakim kılınacağından dem vuruluyor. Katılımcı ve hür demokratik bir anayasa, memurlara sendika hakkı, işkencenin önleneceği siyasi cinayetlerin son bulacağı, koruculuk sisteminin standartları gözden geçirileceği, toplusözleşme süreçlerinin İLO standartları esas alınarak yeniden düzenleneceği yapılan vaadler arasında.
Öte yandan hükümetin "bayan" kimliği ile ünlenen müstakbel ekonomiden sorumlu devlet bakanı, dinamik denge modeli sayesinde enflasyon diye bir derdimizin kalmayacağını ilan ediyor. Ve hızını alamayarak herkese 2 anahtar vaadediyor. Bu vaad, daha sonra "biz böyle dememiştik" yöntemiyle tashihe gidilse de, hükümetin en eğlenceli vaadi olmayı hala sürdürüyor.
Ama bu vaad kadar komik bulunamayacak olanlar da var: "gelir adaletini sağlayıcı biçimde asgari ücret kademeli olarak vergi dışı bırakılacaktır. Sosyal güvenlik ağı, bütün vatandaşları kapsayacak şekilde hızla genişletilecektir. Genel sağlık sigortası aşamalı olarak yaygınlaştırılacak ve ödeme imkanı olmayan vatandaşların sigorta primleri devlet tarafından karşılanacaktır. Bu çerçeve aşamalı olarak herkese tedavi olma imkanı sağlayan "yeşil kart" verilecektir.
Mecliste okunan program, burjuva basınınca "devrim gibi" nidalarıyla karşılanırken, 12 Eylül 1980 Darbesi'yle meselenin devletin asker-sivil bürokrasisinin elinden kurtarılması ve sivilleştirilmesi olduğunu keşfetmiş, bunun da yolunun sınıflararası toplumsal uzlaşmadan geçtiğini savunan "sivil toplum" yanlılarında da gözle görülür, elle tutulur bir iyimserliğe yol açıyor.
Ve tüm bunlar olurken, Kürtdistan'da devlet topyekün bir savaşı sürdürüyor. Yerleşim birimleri boşaltılıyor. Faili meçhul olmayan "faili meçhul cinayetler" birbirini izliyor. Hükümet Kürtçe televizyona ve yayına izin veremeyeceğini duyuruyor. Bu toz duman ortasında "Kürt realitesinin tanınması"nın ne anlama geldiği pek açığa çıkmıyor. Devlet, Kürtleri sadece yok etmek için bir realite olarak tanımayı sürdürüyor.
Aradan aylar haftalar geçiyor. Vaadlerin boş inançlara, umutsuzluğa devrildiği günler çok geçmeden çıkageliyor. Kürdistan'da sürmekte olan savaş, devletin üzerinde yükseldiği üniter, anti-komünist, laik lahti paramparça ederken, tam bir kriz ve tıkanıklık hali başgösteriyor.
Şeffaflık ve hukuk devleti nutuklarının atıldığı koşullarda, İçişleri ve talihsizlik(!)tir ki İnsan Hakları'ndan Sorumlu Devlet Bakanı yerinde infaz izliyorlar. Gözaltında kayıplar, sorgusuz infazlar, faili meçhul cinayetler birbirini izliyor.
Vergi yüzsüzlerini açıklamak için bin dereden bin su getiren hükümet, asgari ücretin vergidışı bırakılmasının devlete maliyetinin 1 trilyon lira olduğunu belirterek, yeni vergi paketinde de asgari ücreti vergi dışı bırakmıyor. Devlet, trilyonları dolandıranları affederken asgari ücretliyi unutuyor.
Sosyal güvenlik sisteminin devlete taşıyamayacağı denli ciddi yükler bindirdiği duyurularak, sigortacılığın özelleştirilmesi özendiriliyor. Yeşil kart uygulaması bir türlü yaygınlaştırılamazken, hastanede rehin kalma hikayelerinin ardı arkası gelmiyor.
Ekonomik hedeflerse tam bir komediye dönüşüyor. 500 günlük bir yeniden yapılanma ve onarım programı ile ortaya çıkan hükümetin hiçbir hedefi tutmuyor. %42'lere indirileceği ilan edilen enflasyon ilk 3-4 ay meyve ve sebze fiyatlarının insafına bırakılıyor ve sonra %70'lere vuruyor. Bütçe açığı için konan 32 trilyonluk hedef daha ilk sekiz ayda aşılıyor. Yıl sonu itibariyle açık, öngörülenin yaklaşık iki katına ulaşıyor. 6500 TL civarında tutulması öngörülen dolar kuru yıl sonunda 8000 TL sınırını aşarak, 500 günün bitiminde 10.000 TL sinyalleri veriyor. Dış ticaret açığı 8 milyar dolar civarında seyrediyor. Vergi gelirlerinde ciddi hiçbir artış sağlanamıyor.
Siyasi konjonktür, sosyalistlere, TC, tarihinin belkide en elverişli koşullarını sağlıyor. Ancak ekonomik krizin daha da ağırlaşması siyasi krize yanıt olabilecek hiçbir bütünlüklü projenin üretilemeyişi sosyalistleri siyaset dışı bırakıyor. Toplumun belleği olunamıyor. Hoşnutsuzluk, toplumsal projeler aracılığıyla sosyalistleri siyasetiçileştirilebilecek bir kanala akıtılamıyor. Yaşanan proje kısırlığı sosyalistlerin kendilerini ifade etme kanallarını tıkar, onları marjinalleştirirken, hesap sormayı adam öldürme düzeyine indirgemiş çizgiler devletin militarist duvarına çarpıp paramparça oluyorlar. Bu parçalanış, toplumun devrimden çıkarı olan sınıf ve katmanlarını kucaklamayı başaramayan bir konspirasinin sınırlarını gösterse de, toplumsal etikte ciddi yaralar açarak ihbarcılığı ya da ihbarcı söylemi toplum nezdinde meşrulaştırıyor.
Oysa aynı tarihlerde, toplum Çernobil Termik Santrali'nin patlaması ile oluşan radyasyonun halktan gizlenmiş olduğu gerçeği ile yüzyüze geliyor. 12 Eylül Darbesi'nin doğrudan doğruya topluma karşı suç işlemiş olduğu gerçeğinden hareket eden bir hesap sorma zemini, sosyalistlerce neyazık ki değerlendirilemiyor. Ve belki de önemsenmediği için, Çernobil gerçeğinin toplumun suratına bir tokat gibi indiği günlerde başgösteren "Yatağan Termik Santrali olayı"da sosyalistlerce es geçiliyor. Hükümet kurulduğu günlerde, Gökova'da kurulmakta olan termik santralin devreye sokulmayacağı, başka bir yere taşınacağı, insan sağlığına zararlı, çevreyi tahrip eden hiçbir enerji türünün kabul edilemeyeceği nutukları atılırken, Yatağan Termik Santrali'nin çevreye radyasyon yayması ile başgösteren gelişmeler sosyalistlerin toplumun hafızası olma zorunluluklarını birkez daha gözler önüne seriyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Ersin Faralyalı, radyasyon sızıntısı nedeniyle kapatılan santralin yeniden açılmasını öngörürken şunları söylüyor: "Biraz dişimizi sıkacağız. Yok başka çaresi. Bu santral çalışmak zorunda. Yatağan'ı açmazsak enerji krizi başgösterir.". Ve görülüyor ki sıkılacak dişin ne anlama geldiğini bakana sosyalistler sormayı başaramazsa kimsenin Yatağan'da da insanların yaşadığını hatırlayacağı yok.
Yine sadece trilyonlu rakamlar telaffuz etmeyi hükümet icraatının başarısı olarak görenlere Gökova Termik Santrali'ne 5.6 trilyon lira gömülmüş olmasından dolayı bu santralin açılması gerekmediğini, trilyonlu yatırımlarla konuşmanın her zaman insanları gözetiyor olmak, ülke çıkarını koruyor olmakla eşanlamlı olmadığını sosyalistlerden başkasının anlatamayacağı da ortaya çıkıyor. Sosyalistlerin toplumun birinci hafızası olmanın ötesinde, toplumsal projeler üretme -sözgelimi termik santrallere karşı çıkarken ne tür bir enerji edinimi tasarladıklarını anlatma zorunlulukları-da görülüyor.
Toplumsal proje yoksulu bir sosyalizm ütopyasının toplumun hoşnutsuz ve devrimden çıkarı olan katmanlarına hiçbir anlam ifade etmediği ara yerel seçimlerde ortaya çıkıyor. Varolan rejimle sorunu olan geniş katmanlarda başgösteren hoşnutsuzluk ve tepkisellik özellikle büyük metropollerde olduğu gibi RP'ye akıyor.Sosyalistlerin RP'nin "adil düzen" söyleminin düzendışı olmadığını anlatmakta yetersiz kalışları seçim yenilgilerinin üzerine tüy dikiyor. Bölüşüm temelinde adil olunmasını talep eden siyasi bir organizasyonun kitleler nezdindeki meşruiyeti biryana, bu meşruiyeti düzendışı bir potaya aktarmanın bedeli, RP'li belediyelerde yaşanan işçi kıyımı oluyor.
Ve 500 günün bitimine ramak kala, "Demirel Production" ikinci bir 500 gün sunuyor. Hafıza-i beşerin nisyan ile malul olduğu bir topluma ilk 500 gün komedisini-ve sosyalistler açısından trajedisini- unutturacak bir mega projeler yığınağı: Neler yok bu programın içinde neler; inşaatına başlanacak enerji santralleri, fabrikalar, köprüler, hızlı trenler, barajlar, hastaneler, havaalanları...Binbir Gece Masalları'nı andıran bu 500 gün projeksiyonları belli bir iki öğeye güveniyor. Bir toplumun hafızasızlığına, birde toplumun hesap sorma geleneğinin olmayışına.
Oysa "güneş balçıkla sıvanmıyor.". TC kendisini restora etme yeteneğini tümüyle yitirmiş görünüyor. Tıkanıklık Kürtdistan'daki savaşla tam bir "kriz" halini alıyor. PKK lideri Abdullah Öcalan'ın son siyasi manevrası ile hareketsiz kalan Kemalist klik ile devlete esneklik ve siyasi mobilite kazandırılmasından yana olan liberal klik, sadece Kürtdistan meselesinde değil, her sorunda yüzyüze geliyor.
Nitekim Demirel'in ikinci 500 gün programını açıklamasının ardından, Osman Ulagay, sabah gazetesi'ndeki köşesinde, "21. yy'a betonla girilmez" başlıklı yazısında "hepsi betona dayalı olan bütün projeleri bir kalkınma atılımının göstergesi saymak belki 30 yıl önce mümkündü ama bugün değil. Bugünün dünyasında geleceği yakalamak, 21.yy'a iddialı girmek isteyen ülkeler, bunun beton dökerek ve ray döşeyerek değil, yaratıcı fikir enginliğini, bilgi ve teknoloji üretimini geliştirerek yapılabileceğini görüyorlar." (Sabah, 27 Şubat 1993). Oysa Türkiye'nin hiçbir şansı kalmamış bulunuyor. Rejimin 21. yüzyılın Türkiye'sini ve sonrasını öngörebilecek perspektifi bulunmuyor. Restorasyona gidememek krizi büyütüyor. Ekonomik dengeler öylesine altüst olmuş görünüyor ki ekonomik mekanizma faiz oranlarını düzenlerken bile hükümet müdahalesine ihtiyaç duyuyor. "Tek Adam"lık tartışması, devlete by-pass yapılması ile sonuçlanan siyasi müdahaleler hep aynı krize işaret ediyor. Sistem kendisini onaramıyor. Burjuvazinin darbeci geleneği parçalamak niyetindeki kliğinin "ikinci cumhuriyet", "rejimde restorasyon" feryatlarıda yaraya merhem olmuyor.
Ve sosyalistler cumhuriyet tarihinin bu en elverişli konjonktürünü yalnızca izliyorlar. Oysa toplumsal dinamiğin bilinci olmanın tam zamanı...Tepkiselliğin şu ya da bu isim altında düzeniçileşmesini istemiyorsak, toplumsal projelerimizi siyaset gündemine sokmamız gerekiyor. Sosyalistler bölge parlementolarından başkanlık sistemine, termik santrallerden işsizliğe tüm sorunlar üzerine kafa yormak, çözümler üretmek yükümlülüğü ile yüzyüzeler. Ve önümüzdeki genel yerel seçimler bunun için önemli bir fırsat. Bugünden başlayarak, yerel yönetim modelimizi oluşturmak, tartışmak, yeniden üretmek zorundayız. 300 oyluk hezimetlerle her defasında biraz daha örselenen sosyalizm ütopyamızın, bir yenilgi daha yaşamaması için, seçimden seçime kurulan birliktelikleri aşmalı, yerel yönetim, yerinden yönetim modellerinin oluşturulması tartışmalarına girişmeliyiz.
Sistem ikinci bir 500 gün ile kendisini yenilemeye çabalıyor. Bunu saptamak yetmiyor. Projeksiyonumuz boşluğu doldurmak üzerine olmalıdır.

 

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92