İçinde yaşadığımız toplumun yapısını kavramak
için, ekonomik-politik-ideolojik-kültürel vb.
toplumsal alanları soyutlama yoluyla incelemek
gereklidir. Yapacağımız incelemede, bu alanları
tek bir genelleme içerisinde ele alabileceğimiz
gibi, her alanı kendine özgü ilişkiler bağlamında
ele almamız da mümkündür. Birinci seçenekte; ele
aldığımız genelleme içerisinde, alanların birbiriyle
olan ilişki ve etkileri zorunlu olarak temel alanın
çerçevesinde kalacak ve daha çok alanla olan ilişki
ve etkileri incelenmiş olacaktır. Böylece, bu
alanların birbirleriyle olan karmaşık ilişki yeterli
düzey de incelenmemiş olacak. Bu nedenle de konu
bir çok yönüyle okuyucunun makro bakışı dışında
kalacak. Dolayısıyla, ekonomik-politik-ideolojik
planda genel formül düzeyindeki cümlelerle başlayan
yazım içerisinde okuyucu ideoloji dışında hiç
bir kültürel bulguya raslamamış olacaktır.
İkinci seçenekte ise, alanları tek tek ele alarak
incelediğimizde, örneğin kültürü incelediğimizde,
toplumumuzun kültürel yanıyla kavramaya çalışacağız.
Ve bu amaçla ele aldığımız belirli olanın aynı
zamanda zorunlu olarak içinde bulduğu ekonomik-politik
vb. ilişkilerini o anki analizimiz dışında tutmuş
olacağız.
Bugüne kadar, birinci yönteme bağlı olarak ele
alınmış yazılar içerisinde toplumumuzun kültürel
yapısı ya hiç değinmeye gerek görülmeyecek düzeyde
küçümsenmiş ya da "ekonomik, politik-ideolojik-kültürel
nedenlerden dolayı" diye başlayan cümle kalıplarındaki
"kültür" kelimesinin içinde sıkıştırılıp
bırakılmıştır. Bu bağlamdaki yazıları kaleme alan
mantık, bu alanı sürekli dıştalayarak, konuyu,
haklarında her türlü suçlamaların yapıldığı "aydınlar"ın
özel araştırma ve incelemeleriyle sınırlı bırakmıştır.
Peki ikinci seçenekteki yazın, yani "kültürel"
alanı tek başına ele alıp incelemiş olan yazın,
ele alınan alanı yeterince inceleyip aktarabilmiş
midir?
Bu soru işaretini şöyle açıklayalım: Devrimci
süreç içerisinde zaman zaman dergi, broşür vb.
de "kültür" ve "sanatsal kültür"
üzerine inceleme yazıları çıkmış olsa da, bu yazılar
üst düzeyde soyutlanmış kuramsal bilgi, kalıplaşmış
terimler, yöntem sorunu ya da estetikle ilgili
bilgileri aktarır düzeyde kalmıştır. Bu anlamda
da devrimci saflara katılan bireylerin "kültürel"
dönüşümünü sağlamada amaçlandığı ölçüde etkileri
olmamıştır. Böylece, düzenin tüm değer yargıları
(Özellikle de geleneksel kültürün değer yargıları)
ya tamamen ya da revize edilmiş biçimiyle devrimci
saflara taşınmış oldu. Kendi kültürel dönüşümünü
başaramayan birey sonuçta kozmopolitik bir değerler
yığının normlarını, yaşam tarzlarını vb. uygular
durumda kalmıştır.
Halbuki, ML'i kavramış bir komünist insan tipi
yaratmanın yolu, devrimci saflara gelen insanların
tüm değer yargılarının dönüşümü, alışkanlık yaşam
tarzı, değer yargıları ve kültürünün değişiminden
geçer. Bu yolun, uzun sarsıntılı ve acılı değişimi
gerektiren bir süreç olduğu bilinciyle hareket
edilirse, kültürel dönüşümde örgütlü ve bilinçli
savaşımın önemi daha iyi kavranmış olur.
Bundan da anlaşılacağı gibi, devrimci siyasal
yapı, gerek yayın organları aracılığıyla gerekse
de denetleyici mekanizmalarıyla bu kültürel dönüşüm
sürecine müdahele eder. Saflarına katılan insanların
sınıf dışı değer yargılarını, davranış ve yaşam
biçimlerini eritmeye, yok etmeye çalışır. Yapısını
ve ilişkilerini sürekli denetler. Diğer yandan
da kendi kültürel değerlerinin, yaşam biçiminin
vb; sistemin baskısı (hakim sınıfların kültürel
hegemonyası) karşısında aşınmaya uğramasını engeller.
Bu bir eğitim sorunudur. Siyasal yapı, eğitimi
doğru yöntemlerle ve kesintisiz uygulamak zorundadır.
Bunun için de ezbere dayalı kuru bilgi depolama
ve eğitimin salt bireysel eğitime dönüştürülmesine
karşı çıkmak gerekmektedir. Bireysel eğitim, ancak
toplumsal eğitimin bir uzantısı, bir parçası
olarak ele alınırsa sağlıklı bir işleve sahip
olur.
Unutulmamalıdaki, eğitim kültürü ileten, kültürel
dönüşümü sağlayan araçlardan biridir. Eğer belirli
bir eğitim süreci sonunda kültürel gelişim sağlanamamışsa,
uygulanmakta olan eğitim programında yanlışlar,
zaaflar var demektir. Bilindiği gibi eğitim,
bireylerin yeni kültürel yapıya uyumlarını sağlar
ve sürdürür, "temel kişilik" kazanır.
Bu "temel kişilik", bireysel kişilikler
için destek görevi görür. Bireysel kişilikler
ise ya bu temel kişiliğe bazı öğeler kazandırır,
ya da sapma ve esneklik çerçevesinde kalarak bazı
kültürel öğeleri yadsır.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, örgütsel ya da
bireysel eğitim beklenen işlevi yerine getirmekten
uzak ve zaaflı bir şekilde uygulanıyorsa kültürel
dönüşüm tamamlanamayacaktır. Böylece bireyler
yeni değer yargıları ile eski öğeleri eklektik
bir biçimde birleştireceklerdir. Karşıt kültürel
çatışmalar ve etkilenmeler içerisinde bocalayan
ve bir türlü dönüşümü tamamlayamayan birey/bireyler
kişilik çatışmasına düşecek ve sonuçta uyumsuz
ve sapkın davranışlara yatkın bir kimlik kazanacaktır.
Sözgelimi devrim saflarına katılan çeşitli sınıflardan
insanların taşıdıkları sınıf dışı değer yargıları
ve yaşam biçimleri, örgütsel zaafları besleyen
bir hastalık haline gelebilir. Siyasal yapı bütünlüğü
içerisinde, grupsal kümelenmeleri, feodal arkadaşlıkları
vb. barındıran bir yapılanmaya dönüşebilir. Böylesi
bir yapılanmanın üyeleri arasındaki insan ilişkileri
sınıf dışı kültürel değerler ile devrimci değerler
arasında gidip gelir.
Bu olumsuz tabloyu ortadan kaldırmanın ilk bilinçli
adımı, kültürel dönüşümü "kendiliğindencilikten"
kurtarmaktır. Yeni kültürel değerlerin kavranma
ve korunması (aşınmaması) uzun erimli bir örgütsel
savaşımı gerektirir. Şunu unutmamak gerekir ki,
bir devrimci düzenle ilişkilerini ne kadar zayıflatırsa
zayıflatsın koparması imkansızdır ve savunulmamalıdır
da. Ve karşı kültür değerleriyle her an haşır
neşirdir. En can alıcı bağlantıyı ise ailesi aracılığıyla
kurmuş olur. Somutlaşmış olan bu kültürel değerler,
devrimci bireyin değer yargılarıyla çatışır. Diğer
bir deyişle, bireyin bir yandan maddeci dünya
görüşüne koşut olarak; olaylara, nesnelere bakış
açısı, onu yorumlayışı, ideolojik değer yargısı
düzeyinde kalırken, öte yandan, kendisi sistemin
içerisinde, başta kendi ailesi olmak üzere çevresindeki
insanlarla, o insanların değer yargılarına göre
hareket etmek zorunda kalır.
Kendi ailesinin değer yargılarına, yaşam biçimine
ve kültürel yapısına karşı çıkmayan birey süreç
içerisinde daha esnek yaklaşmayı yeğleyecektir.
Ve sonuçta "halk kültürü" deyişlerinin
ardına sığınarak toplumun değer sisteminin bir
kısmını benimseyecektir. Yani birey bir yandan
sınıf dışı değer yargılarını sert bir biçimde
eleştirerek yadsıyan ama diğer yandan bunu yaparken
hala kısmen o değerlere bağlı kalan bir kimliğe
bürünecektir.
Tabiatıyla hakim sınıfların kültürel hegemonyası
karşısında kendi kültürel değerlerini kavramayan
ve onları bilinçli bir şekilde korumayan bir
çok devrimci sürecin zorlu ve sarsıntılı anlarında
bir geri dönüşü, düzenle uzlaşmayı yeğlemek zorunda
kalacaktır. Bu geçici yol arkadaşları kültürel
dönüşümde doğru dürüst bir gelişme yaşamadan çürüyüşlerini
sergileyeceklerdir. Bu hastalık devrimci safları
her zaman tehdit edecektir. Eğer önleyici organları
ve sağlıklı eğitim çalışmalarını hayata geçiremezsek,
sorunu daima sancılı bir biçimde yaşayacağız.
İşte bu yüzden "kültür" üzerine bir
inceleme yapmayı güncel ve geçerli bulduk. Ve
bizim için kültür entellektüel uğraş (entel bilgi
birikimi) alanı değildir. Aksine kültür "düşünüş
duyuş ve davranış tarzlarını içeren değerler üretimidir...
"Bir yaşam biçimidir."
Ele aldığımız bu inceleme, değişik konuları da
içermesine rağmen tek bir temayı işlemeye çalışacak.
Bu tema "yeni bir insan yaratmak için kültürel
değişimin tamamlanması ve kültürel değerlerimizin
(aşınmaması) korunması" olacaktır.
Bu araştırmamız çeşitli başlıklar altında toparlanacaktır.
Yazımız, belirli kavramların açıklanması ve toplumun
kültürel yapısının analiz edilmesini kapsamına
alacak. Bağlı olarak, devrimci süreçteki kültürel
dönüşüm ve kültürel değerlerin yaşatılması (korunması)
sorununu kapsayacak. Bu kısım hem sentezci, hem
analizcidir. Ama birincisi daha ağırlıklı olacaktır.
Ayrıca, aslında kendi başına incelemeye tabi tutulacak
bir alan olmasına rağmen konumuzla olan bağlantısı
yüzünden incelememiz içerisinde kısmen de olsa
değinme zorunluluğundan kaynaklanmakta ve "Kültür
Devrimi"ni konu edinmektedir.
KÜLTÜR KAVRAMI VE İÇERİĞİ
Çağımızın en sık kullanılan kelimelerinden biri
olmakla birlikte kavramın tanımlanmasını yapmak
her zaman güçlükler yaratmıştır. Örneğin "kültür"ü
oluşturan öğeleri tek bir tanım içerisinde aritmetik
dizi gibi sıralamak kavrama hiç bir şey kazandırmayacaktır.
Çünkü kültür bir toplam değil bir bütündür.
Değişik bakış açılarından yola çıkarak sadece
belirli noktaları içine alan bir tanımlama ise
eksik ve yetersiz kalacaktır. Bu nedenle yaptığımız
tanımlama kültürel alanı tam anlamıyla kavramamıza
yetmeyeceği gibi, süreç içerisinde anlam sapmasıyla
yüzyüze kalacaktır.
Burada bir parantez açalım. Ülkemizde kültür kavramı
öylesine gelişigüzel kullanılmıştır ki, sonuçta
bir "ayrıcalık" anlamını taşıyan belirli
bir "eğitilmişlik" ya da "okumuşluk"
ölçütü ile özdeşleştirilmiştir. Yani okula gitmiş,
iyi eğitim görmüş bir insan toplum içinde "kültürlü"
olarak nitelendirilmiştir. Durum bu olunca, kültürün
bir yaşam biçimi, hayata karşı bir tutum vb. olduğu
gözardı edilmiştir.
Bu ve buna benzer nedenlerden dolayı burada kültür
kavramının kesinlikli bir tanımlamasını tek bir
formül altında yapma gibi bir çabamız sözkonusu
olmayacaktır. Amacımız yazının bütünselliği içerisinde
"kültür" olanı açıklamaya çalışmaktır.
Diğer bir deyişle, konuyu soyut formülasyonlarla
açıklayıp bırakmayacağız. Onu yaratan, biçimlendiren
temel nedenler ile bağlantısı içerisinde sunmaya
çalışacağız.
Toplumların ortaya çıkışından günümüze kadar,
her toplumsal sürece damgasını vuran üretim tarzı
kendi tarihsel kültür biçimini de oluşturmuştur
ve üretim tarzının ortadan kalkıp yerine yenisinin
gelmesiyle bağlantılı olarak, toplumda var olan
kültür tarzları ortadan kalkarak yerlerini yenilerine
bırakmıştır. Buradan çıkaracağımız sonuç, toplumların
kültürel değerlerinin ve kültür gerçeklerinin,
kendi üretim tarzı ve ilişkileriyle açıklanabileceğidir.
Ve tabi buna koşut olarak kültürel yozlaşmalar,
başkalaşmalar ya da krizler, o toplumsal üretim
tarzı ve ilişkilerinin özelliklerinin anlatımında
ve sonuçlarından başka bir şey değildir.
Bir üretim tarzının oluşturduğu toplumsal yapı,
sadece etkileşim halindeki insanlardan oluşan
sistemli bir bütün olmakla kalmaz, aynı zamanda
bir değer, norm, inanç, alışkanlık, teknik ve
davranış bütünün de oluşturur ki kültürü oluşturan
bu bütünlüktür. Bu anlatım biçimi ile kültür
normatiftir. Yani toplumu oluşturan insanların
belli ölçüde izlemek gereğini duydukları bir
davranış kuralları bütünüdür. Ancak kültürün bir
davranış modelleri ya da rolleri bütünü olduğunu
söylemek bu model ve rollerin doğmasını açıklamayı,
yani bunların somut davranışları hangi yönde etkilediklerini
belirtmeyi gerektirir, ilk inceleyeceğimiz nokta
bu olacak.
Kültür, düşünüş, duyu, ve davranış tarzlarını
içeren değerler üretimidir. Bu formül basit bir
sıralama olmayıp, bir sınıflama gerektirmektedir.
Bu yüzden tercih ettik. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz
gibi, kültür bir değerler toplamı değil, bir bütündür.
Hadi değişik bir yönden açıklama gidelim ve diyelim
ki, kültür, gelişken, devingen bir değer üretimidir.
Bir yaşam biçimidir. Tutuculuğa, donmuş kalmışlığa,
körü körüne geçmişe ve geçmişin ölü değerlerine
bağlılığa, sağlıklı bir kafa tutuş, bir ileriye
atılıştır. Özet olarak, insan deneyiminin durmadan
gelişen bir çabası...
Sartre, şöyle diyor; "Bence kültürlü insan,
dünyadaki durumu anlamasına yarayan bilgi ve yolları
bulmuş insandır"
Diğer yandan maddeci kültür anlayışı, kültürü,
belli bir yönünden toplumsal gelişmenin tarihsel
somut bir niteliği olarak, belli bir yaşam tarzının
ve kişiliğin gelişmesinin toplumsal içeriği ve
biçimi olarak ele alır. Her türlü kültürün kaynağı
emektir; bütün kültürler insanların maddi ve
manevi üretimleri içindeki yaratıcı etkinliklerinden
doğar, ister toplumsal üretim sürecinde üretilen
evrensel toplumsal üretici güçlere ve bireylere
ilişkin olsun, ister belli kişilerin kendi benzersiz
yaratımları biçiminde olsun, yeni bilim ve sanat
yapıtları, siyasal hukuksal başarılar, doğasal
dönüştürümler ve toplumsal ilerlemeler biçiminde
olsun, bu değişmez kültürü yaratanlar, tarihte
hep belli biçimde eylemde bulunan bireylerdir.
Maddi ürünlerin olduğu kadar manevi ürünlerin
de yaratıcısı onlardır. Kültür tarihte yaşamış
ve etkin olmuş bugün de etkin olan tüm toplumsal
toplulukların, halkların, ırkların ve ulusların
eseridir.
Maddeci kültür anlayışı gerek kuramda, gerekse
pratikte "yüksek" kültür ile "aşağı"
kültür gibi bir ayrımlamayı reddeder. Böyle bir
ayrım egemenlik ilişkileri yüzünden dünya nüfusunun
çoğunluğunu kültürel alanda köleleştirmeye ve
yağmalamaya çalışan gerici burjuvaziye hizmet
eden bir anlayıştır.
Kültürün oluşmasında ve gelişmesinde, tarihte
yer almış çeşitli toplumsal sınıflarla kesimler,
kültürel değerler ile kazanımların üretimiyle
onlardan yararlanılması açısından değişik katkılarda
bulunmuşlardır.
Bu katkı sınıflı toplumlarda bireylerin sınıfsallıklarıyla
belirlenir. Nitekim gelişme olanağı elde edemeyen
sınıflar, ancak kendi sınıflarının yaşam tarzı
ve koşulları içinde gelişebilme olanağıyla sınırlı
kalmışlardır. Köleler, köylüler, ücretli işçiler
vb. sınıflı toplumlarda başlıca işgücü kaynağı
olmuşlar ama maddi ve manevi değerleri özümleyebilmenin
dışında kalmışlardır. Buna karşılık egemen sınıflar,
toplumsal olarak üretilen zenginliğin büyük bir
bölümünden yararlanma olanağı bulmuşlar, ayrıcalıklı
bir yaşam tarzıyla olanaklara boğulmuşlardır.
Kültürel uzlaşmazlığın aşılması, üretim ilişkilerinde
değişiklikler yoluyla, toplumda herkesin maddi
ve manevi olarak kendisini geliştirebilme olanağının
yaratılmasıyla olabilir.
Uzlaşmaz toplumlarda (sınıflı toplum), toplumsal
temel çelişkiler ve bunlar arasındaki çatışmalar,
kültürel süreçler üstünde her anlamda nitelik
belirleyicidir. Savaşlar ve fetihler, boyların,
halk topluluklarının, halkların, ulusal toplulukların
ve ulusların ezilmesi, (toplumsal çatışkının
kendine özgü bir görünüş biçimimi olarak), tarihte
çoğu zaman belirli kültürlerin yıkılışını ya da
gelişmesini etkilemişlerdir. Kültürel ilerlemedeki
toplumsal çelişkiler ancak uzlaşan toplum yapısına
geçildiğinde ortadan kalkar.
Yukarıda değindiğimiz son iki noktayı, yazının
içerisinde daha geniş olarak açacağımız için,
şimdilik sadece yüzeysel bir yaklaşımla yetinmeye
çalışarak "kültürel dönüşme"yi daha
iyi anlatabilmemize katkısı olacağı için bir noktaya
daha değinelim.
Kültür, toplumun olduğu kadar bireylerin de ileriye
doğru gelişmesinin koşulları olarak; katkıda bulunan
tüm nesnel ve öznel yaşamsal etkinlik ürünlerini
kapsar. Tarihsel süreçlerde eylemde bulunan topluluklar,
sınıflar, kesimler ve bunlar içinde yer alan bireyler
kendi pratik ve zihinsel yaşam etkinlikleri içinde
(herşeyden önce emek yoluyla) bireysel yeteneklerini
de edinirler. Bu yeteneklerini doğanın, toplumsal
ilişkilerin, üretici güçlerin değişime uğratılmasında,
bilimde, dünya görüşünde, sanatta, yaşam tarzı
gelenekleri içinde, ahlak anlayışları, hukuk normları
ve üst yapı kurumları içinde nesnelleştirilirler.
Böylelikle de bireyler kendi psiko-fizik yapılarını
değişime uğratırken, kendi gereksinmelerini, yeteneklerini,
beğeni ve üretkenliklerini de geliştirip ayrıştırırla.
Herşeyden önce bu insanın kendisini değişime uğratmasının
evrensel bir sürecidir. Bu süreç boyunca nasıl
insanı kendi çevresi yaratıyorsa, insan da kendi
çevresini öyle insani kılar.
Yazımız içerisinde kültürün bir davranış modelleri
ya da roller bütünü olduğunu söylemek, bu model
ve rollerin doğasını açıklamayı, yani bunların
insanın somut davranışlarını hangi yönde etkilediklerinin
gerektiğini belirtmiştik.
NORMLAR -YAPTIRIMLAR- DEĞERLER REÇETELER
Günlük yaşamda gördüğümüz; birbiriyle selamlaşan
iki insan, sandığa oylarını atan seçmenler, trafik
memurunun düdüğü ile duraklayan şoför, evlenmek
için ailelerinin onayını almak zorunda olan gençler
vb, gibi çeşitli etkileşimlere taraf olan kişilerden
herbiri, her iki tarafın da kabullendiği ve davranışlarına
uyguladığı ortak kurallardan etkilenir. Böylece,
toplumsal roller ya da diğer bir deyişle kültürel
modeli (kalıplar) toplum yaşantısında uyulan davranış
kurallarından meydana gelen bir ağ gibi görünür.
Bu ortak davranış kurallarına "norm"
denir.
Ancak burada, şunu da belirtelim. Bu norm'un ait
olduğu kültür sistemi içinde bir değer taşımaya
devam etmesi, hem ona uyulması gerektiği yönünde
bir inancın bulunması hem de çoğunluk tarafından
bilfiil ona uyulması ile mümkün olur. Eğer kuramsal
nitelikteki bir normdan fiilen çok sayıda sapma
oluyorsa bu, ya normun artık norm olmaktan çıktığını
ya da henüz norm haline gelmemiş olduğunu gösterir.
Bununla birlikte kültürlerin çoğunda, bu anlamdaki
normların gerçekliği sözkonusudur. Burada insanların
çoğunluğunun uygulanması gerektiğini düşündüğü,
fakat genellikle de uygulanmadığını kabul ettikleri
kurallar anlatılmak istenmektedir.
Kültür, yalnızca bir takım somut modellerden oluşan
bir bütün değildir. Bunların yanısıra, onlardan
daha üstün olduklarına inanılan ve onların yerini
alması arzu edilen model imajlarını da içerir;
somut modellerin onlardan uzaklığı ise, bir suçluluk
duygusuna yol açar.
Norm kavramı yüküm kavramına dayanır. Normları
uygularız, çünkü kendimizi buna yükümlü hissederiz.
Yükümlülük, nesnel bir gereklilikle zorlanmak
demek değildir. Bir binanın sekizinci katından
düşen bir insan, yerçekimi yasasına uymamazlık
edemez. Oysa normları, cinayeti yasak eden bir
grubun üyesi olan bir kişi, isterse adam öldürebilir.
Ve, normla çelişen bir duruma girer böylece. Yükümlülük,
yalnızca dışarıdan gelen toplumsal baskılardan
doğmaz; daha çok, normun geçerli olduğuna inanmaktan
gelen içten bir katılmadan doğar.
Yaptırım, norma uymanın ya da karşı çıkmanın doğurduğu
bir sonuçtur. Normu uygulamayı yadsımak, kınamak,
anti-pati toplama, acı çekme, gibi sonuçlara yol
açar. Normu uygulamak ise aksine, fayda sağlar,
onanma, sempati ve ödül kazanma gibi. Yaptırımın
olumsuz yönünü, olumlu yönünden ağır basması,
herşeyden çok; o toplumun bastırıcı bir toplum
olduğunu gösterir. Bu bakımdan bastırmaya büyük
önem veren hukukun rolü önemlidir. Yaptırımlar,
ister olumlu, ister olumsuz yönleriyle ele alındığında
çok değişik alanlarda ortaya çıkar ve çok çeşitli
biçimler alır. İlk sırada fiziki yaptırımları
ayırdedebiliriz. Bastırıcı yönde uygulandıklarında,
bu yaptırımlara şiddete başvururlar. (Gözaltına
alınma, tutuklanma, cezaevine gönderilme, dayak-tokat-kırbaç,
işkence görme ve ölüme mahkûm edilme gibi.) Olumlu
yönde uygulandıklarında ise, en nadide yiyecekten
gezme dolaşma özgürlüğüne, masrafı karşılanan
tatillere kadar gibi şekiller alır. Ekonomik
yaptırımlar; para cezası, tazminat ödeme, malına
el koyma, ekonomik boykot, işten çıkarma, terfinin-geri
alınması gibi şekillerin yanısıra, prim, terfi,
edebiyat-spor ödülleri gibi olumlu yaptırımları
içerir.
Doğrudan doğruya toplumsal denilen yaptırımlar
arasında, bir tarafta: grup dışına atma, afaroz
etme, karantinaya alma, kınama, ayıplama, alay
etme ve diğer tarafta da saygınlık, madalya, ün
kazanma, anılma, hemcinsinden saygı ve sevgi görme
gibi yaptırımlar yer alır. Dinsel ya da büyüsel
yaptırımlar ise, hastalık, rahatsızlık, ölüm,
ölümden sonra dirilme, gelecekteki yaşamdan sonsuza
kadar mahrum edilme, veya daha aşağı yaratıklar
biçiminde geri gelmeye mahkûm olma gibi olumsuz;
ve mutlu bir yaşam, baht, huzurlu bir yaşlılık,
sağlık, yeniden dirilerek sonsuza dek yaşama umudu,
sonsuza dek mutlu olma, daha üstün yaratıklar
biçiminde geri gelme gibi olumlu yaptırımları
kapsar. Söz konusu yaptırımlar, genellikle tanrılar
ve doğaüstü güçlerce uygulanacaktır...
Bu sınıflamadan daha önemli olan bir sınıflama
da yaptırımların uygulanış biçimine göre yapılabilir.
Bu bakımdan, yaptırımların doğasına ışık tutan,
başlıca üç tip yaptırım sayabiliriz. Bunlar, toplumsal
bakımdan düzenlenmiş olan yaptırımlar ve psikolojik
yaptırımlardır. Birincilere hukuksal yaptırımlar
da denir. Bunlar, hukuk kurallarını, diğer normlardan
farklılaştırırlar. Gerçekten de hukukun özelliği,
uygulanması ya da çiğnenmesine göre düzenlenmiş
bir takım yaptırımlara (ödül ya da ceza biçiminde)
yol açan normlar bütününden oluşmasıdır. Yaptırımların
düzenlenmesi, bazı kişilere normlara uygun bir
şekilde davranıp davranmadığını saptama ve buna
göre gereken yaptırımları uygulama yetkisinin
verilmesiyle olur. Mahkemeler, yargıçlar, polisler
gibi bu işle görevlendirilmiş kişiler grup otoriteleri
arasında yer alabilirler. Başka bir çok konuda
olduğu gibi, burada da hukukla siyaset birbirine
sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yalnız, yaptırımların
uygulanması, her ikisinin de kendilerine özgü
alanlarının ancak bir bölümünü oluşturur.
Yaygın toplumsal yaptırımlar, doğrudan doğruya
grubun kendisi tarafından, yani araya bir takım
kurum ve otoriteler girmeden uygulanırlar. Bunlar,
linç etme, hırpalama, öldürme, kulak bükme, ihraç,
karantinaya alma, ekonomik boykot, küçümseme,
alaya alma vb. gibi yaptırımlarla birlikte, kutlama,
başarı ve ün kazanma gibi durumları kapsar. Bunların
hepsi, grup üyelerinin (sayısı ya da) kitle halinde
giriştikleri bir müdahaleden doğar. Salt psikolojik
yaptırımlarda olduğu gibi, bunlar da kendiliğinden
ve düzenlenmeksizin uygulanırlar. Ancak yaptırım
burada, kişiye başkaları tarafından uygulanamaz.
Kişi bir anlamda kendi kendini cezalandırır. Suçluluk
duygusu, gerekse doyum, kişilerin değerli buldukları
için benimsenmiş ve içlerine sindirmiş oldukları
ortak noktalara uymuş ya da bunları çiğnemiş olmanın
bilincine varmaktan doğarlar.
Yaptırımlar bu noktada değerle birleşmekte ve
değer yaptırımın kaynağı gibi görünmektedir. Gerçekte
ise, durum çoğu zaman bundan farklıdır. Değer
daha çok bir aklama işi görür; aslında kaynakları
başka yerde olan bilinçsiz bir sürecin uysallaştırılmış
şeklidir değer. Fakat her halükarda, değerler
yaptırımların her şeklinde karşımıza çıkarlar.
Nitekim hukuk, yalnızca düzenlenmiş hukuk kurallarıyla
ve bunların kullanma hakkına sahip olduğu nesnel
zorlama araçlarıyla yetinmez. Ek olarak, bir hak
ya da haksızlık duygusuna dayanır ya da dayanmaya
çalışır. Fakat bu bazen, köklü nedenleri daha
farklı olan bir olayın, yüzeysel olarak aklanmasından
ibaret kalır. Yaygın toplumsal yaptırımlarda
ise, aksine grup üyelerinin, aralarından birinin
davranışlarına atfettikleri değer, ona karşı gösterdikleri
tepkinin de ana kaynağıdır. Ve yaptırım da zaten
bu tepkiden başka bir şey değildir.
Böylece değerler, yaptırımların ister yalnızca
göstermelik bir aklanmasını yapsın, ister gerçek
dayanağı olsun, norm ve dolayısıyla kültür kavramının
en önemli öğesi olarak çıkmaktadır karşımıza,
işin aslı aranırsa, kültürler, bir değer sistemidirler.
Herhangi bir davranışa bir değer atfetmek, o davranışı
iyi-kötü-haklı-haksız-güzel-çirkin-uygun-uygunsuz
diye tanımlama kıstasları, çağdan çağa ve bir
topluluktan diğerine değişir, ama her topluluk
belli bir dönemde mutlaka belli bir iyi-kötü,
haklı-haksız, güzel-çirkin vb görüşe sahiptir.
Yani değişik değerler tanımlar ve onları birbirlerine
oranla derecelendirerek sınıflandırır. Bu, bütün
bir değerler sistemi meydana geliri. Gruptaki
bazı bireyler sistemin tümüne katılmasa da çoğunluk
sistemin özünü benimser.
Eğer durum bundan farklı ise, sözkonusu grup bir
çözülme ve sıçrama süreci içerisinde bulunuyor
demektir. (Devam Edecek)
|