Sürece, sürecin parçalarını oluşturan politika
ve uygulamalara ve bunların sonuçlarına işçi sınıfı
ve emekçilerin penceresinden bakıldığında, 1980-1990
döneminin belirleyici yönü baskı, ve sömürünün
katmerleşmesi ve daha da sistemleştirilmesidir.
"Baskı " ve "sömürü" kavramları
birbirinden ayrı düşünülmeyecek kadar iç içe geçmiştir.
Bütün sınıflı toplumlarda, insanın insan tarafından
sömürüldüğü ülkelerde baskı ve baskı mekanizmaları
sömürünün hizmetine sunulmuştur, sunuluyor. Baskı
ve onun ürünleri olan korku, sindirme sömürü düzeninin
yaşaması için zorunlu araçlardır.
Sistemleştirilmiş ve kurumsallaştırılmış baskı
mekanizmaları olmaksızın ne sömürücü sınıfların
çıkarları, ne de sömürüye dayalı toplumsal-ekonomik
sistem korunamıyor.
Baskı ve bunun kurumları burjuva toplumların orta
direği, payandalarıdır. Ama; emekçilerle, devrimci
harekete ve toplumsal muhalefete uygulanan baskının
biçimi ve yoğunluğu yanısıra baskı mekanizmaları
da kapitalist ülkeden ülkeye, dönemden döneme
değişiklik gösterebiliyor.
Emperyalist-kapitalist sistem yekpare, eşit gelişmişlik
düzeylerine sahip ülkelerden oluşmuyor, iki elin
parmakları sayısındaki ileri kapitalist ülke (Emperyalist
Ülke), dünya pazarlarının büyük bölümüne hükmediyor,
dünya iktisadi ve ticari işlemlerinde kaymak tabakayı
teşkil ediyor. Bu ülkelerin bir alt basamağında
da emperyalist konumda olmamakla birlikte, önemli
ölçüde gelişmiş, güçlü ekonomilere sahip ülkeler
yer alıyor. Ve kapitalist-emperyalist sistem piramidinin
en alt basamağında dünyanın yeni-sömürge ve bağımlı
ülkeleri bulunuyor.
Birinci ve ikinci kategoride yer alan ülke kapitalistleri
(sömürücü sınıfları), devasa boyutta sermaye birikimi
oluşturmaları ve dünya pazarlarından büyük paylar
almaları nedeniyle kendi ülkeleri işçilerini ve
emekçilerini, belirli ölçülerde tatmin etme olanağına
sahiptirler. Haliyle, iktisadi tatmin, sınıf çelişkilerini
yumuşatma, sınıf mücadelesinin düzeyini düşürme
ve keskinliğini törpüleme işlevi görüyor. Ekonomik
yönden tatmin işçi sınıfının büyük kesiminin evcilleştirilmesine
ve yozlaştmlmasına neden oluyor. Sınıflar mücadelesinin
pasif seyri, egemen sömürücü sınıfların baskısının
göreli yumuşak ve örtülü biçimlerini tercih etmelerine
yol açıyor. Sert ve keskin bir sınıf mücadelesi
oluşmayınca işçi sınıfına ve emekçilerin muhalefetine
ve devrimci harekete karşı çok sert ve çıplak
baskı uygulanmasına gerek kalmıyor. Sözünü ettiğimiz
bu ülkelerde siyasal rejimin niteliği burjuva
demokrasisidir. Bu ülkelerde, ekonomik olarak
tatmin edilmiş ve evcilleştirilmiş işçi sınıfının
siyasal "temsil"i, genel olarak, sosyal
demokrat partiler kanalıyla gerçekleşiyor.
Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin yeni sömürgelerinde
ise durum çok daha başkadır. Ekonomiler bağımlı,
gelişmişlik düzeyi geridir. Sürekli bir milli
kriz, toplumun temel özellikleri arasında yer
alır. Bağımlı ekonomik ilişkiler, sistemi yapısal
ve altedilemez sorunlarla iç içe gelişir, evrilir.
Milli krizin sürekli varlığı, iktisadi bunalımlara,
siyasal ve toplumsal çatışmalara kaynaklık eder.
Sınıflar mücadelesi kesin bir seyir izler. Bu
ülke burjuvazileri gelişmiş ülke kapitalistleri
ile kıyaslandığında düşük bir sermaye birikimine
sahiptirler. Bağımlı işbirlikçi konumları nedeniyle
elde ettikleri artı değere tek başlarına sahiplenme
şanslarına sahip olmadıkları gibi, bu artı-değerin
önemli bir bölümünü emperyalist çok uluslu tekellere
kaptırırlar. Sermaye birikiminin geri düzeyi ve
artı-değeri emperyalist tekellerle paylaşmaları
nedeniyle, yeni-sömürgelerin işbirlikçi burjuvazileri
"kendi" işçi sınıflarını ve diğer emekçileri
iktisaden tatmin edemezler. Kapitalizmin büyük
destek gücü olan güçlü bir işçi aristokrasisi
katmanı oluşturamazlar. İktisadi tatminsizlik,
yoğun sömürü, çalışma ve yaşama koşullarının ağırlığı,
bu ülkelerde işçi sınıfı-burjuvazi ilişkilerinin
ve mücadelesinin sert bir karaktere sahip olmasının
nesnel temelini teşkil eder.
Talepleri karşılanmayan ve tatmin edilemeyen işçi
sınıfının iktisadi yollarla evcilleştirilmesinin
olanağı yoktur. Baskı, şiddet ve cezalandırma
politikası bu ülkelerin burjuva egemenleri tarafından
baştacı edilir. İleri kapitalist ülkelerde (burjuva
demokrasilerinde) çoğunlukla gerek duyulmayan
baskının açık ve çıplak biçimlerine geri bıraktırılmış
ülkelerde sürekli rağbet duyulur. En sıradan,
basit talepler bile çoğu kez baskıya konu olur.
Burjuva demokratik haklar sendikal hak ve özgürlükler
genellikle kullandırılamaz. Bu hak ve özgürlüklerin
kullanıldığı dönemler istisnadır, ve bu dönemler
süre olarak kısadır. Burjuva siyasal rejiminin
niteliği burjuva demokrasisi değil, sürekli faşizmdir.
Demokratik haklar ve kurumlar kurumsallaşmamış,
kalıcılaşmamıştır. Sömürge tipi faşizm, kalıcılaşma
ve kurumsallaşmanın tek engelleyicisidir. Toplumsal
muhalefetin yükseldiği, sınıflar mücadelesinin
keskinleştiği, devrimci hareketin güçlendiği tarihsel
alanda kesitte "sandıksal demokrasi"
(diğer bir deyişle "Filipin Tipi Demokrasi")
rafa kaldırılır. Devreye, faşizmin dizginsiz ve
azgın uygulamaları sokulur.
Yeni-sömürge ülkeler iktisadi, siyasal ve toplumsal
yapı bakımından bir çok ortak gözelliklere sahiptir.
Türkiye de yeni-sömürge bir ülkedir, ve yukarıda
kısaca özetlediğimiz durumlar, gelişmeler söz
konusudur.
Cumhuriyet döneminin büyük bir zaman dilimi cuntalar,
sıkıyönetimler ve olağanüstü haller altında geçmiştir.
Geriye kalan dönemlerde ise burjuva demokratik
anlamda bir siyasal rejim oluşmamış; halklara,
temel demokratik hak ve özgürlükleri ancak sınırlı
kullandırılmıştır. Periyodik faşist cuntalar,
burjuvazinin, burjuva devlet ve toplum sisteminin
korunması amacıyla can simidi gibi kullanılır.
Bu cuntalardan sonuncusu, 12 Eylül cuntasıdır.
l- 24 OCAK-12 EYLÜL 1980 ARASI DÖNEM
Bütün ülkelerin ve toplumların tarihinde, bazı
olumlu veya olumsuz, iyi veya kötü olay bir tarihle
anılır. Bu türden olay ve gelişmenin ifadesi olan
tarih, toplumu ve toplumu oluşturan sosyal sınıfları
değişik biçimde ve farklı düzeylerde etkilemiş
olduğundan, sıradan günlerden ayırdedilir. Toplumu
oluşturan sınıf ve tabakalar, kurum ve kuruluşlar,
siyasal akımlar ve hareketler böylesi ayırtedici
günlerle simgeleşen gelişmelerden/olaylardan farklı
biçimlerde etkilenmiş olduklarından, o tarihlere
ve sonuçlarına bakışları ve değerlendirilişleri
de doğal olarak, birbirine karşıt olmak durumundadır.
24 Ocak 1980 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinin Türkiye
toplumundaki yeri de, işte, yukarıda anlattığımız
türdendir. İlki, iktisadi politikalar/yönelimler
bütünü ve sonuçları olarak algılanırken; ikinci
tarih, çok daha geniş kapsamı, uygulamaları ve
açtığı sonuçları biçiminde anlatılmaktadır.
Bu iki tarihle simgelenen olaylar, toplumun bazı
sınıf ve tabakalarının, siyasal düşünce ve siyasal
hareketlerinin çıkarlarını yansıttığı ve gözettiği
için, onlar tarafından büyük kabul gördü. Onlar
tarafından sahiplenildi. Diğer yandan; toplumun
öteki bölümünü oluşturan -ki, bu bölüm toplumun
çoğunluğunu teşkil ediyor- emekçi sınıf ve tabakalara
mensup kitleler tarafından, birinci gruptakilerden
farklı siyasi yönelimlere ve tercihlere sahip
insanlar tarafından öfke ve tepkiyle anıldı, anılıyor.
24 Ocak Kararları ve 12 Eylül cuntası bir bütünün
parçalarıdır. İç içe geçmiş, sebep-sonuç ilişkisiyle
bütünleşmiş bir tarihsel kesittir. Bu birleşik
evre, emek-gücü ile geçinen Türk ve Kürt işçilerinin,
iki ulustan milyonlarca emekçinin daha yoğun sömürülmesine,
yoksullaştırılmasına ve baskı altında tutulmasına
yol açtığından, çoğunluğu oluşturan bu toplumsal
kesimlerde doğal olarak olumlu çağrışımlar yapmıyor.
Dizginlerinden boşalan faşist devlet terörü ile
sağlanan Türkiye tarihinin bu en baskıcı koşullarında
ve buna ek olarak hayata geçirilen faşist, şoven
demagoji ve bellekleri silme operasyonuna maruz
kalan Türk ve Kürt emekçi halkları, o dönemde
ve sonrasında, çok çeşitli nedenlerden dolayı
olan-bitene örgütlü tavır koyamadı. Bu sömürücü
ve baskıcı zorbalara engelleyici müdahaleyle karşılık
veremedi. Ama, bu suskunluk ve sinmişlik geçiciydi;
ve dönem uygulamalarının/sonuçlarının özgürce
onaylanması, benimsenmesi ve kabullenilmesi anlamına
gelmiyordu.
Nitekim; emekçi halklarımız, onların devrimci
ve ilerici güçleri/örgütleri, son yıllarda, seslerini
ve etkilerini giderek yükseltmekte... İşçi sınıfının
en geniş kesimleri, kapitalizmin tahammül edilemez
sonuçlarına karşı tepki ve öfke birikimi yüklüdür.
Tepkilerini çok çeşitli pasif direnişlerle ve
üretimi aksatan nitelikte örgütlü eylemleriyle
yansıtmaktadır. Son on yıl içinde ürünlerine yok
pahasına el konan kırsal kesim emekçileri duydukları
hoşnutsuzluğu ve tepkiyi somut eylemliliklerle
dile getirmeye başlamışlardır... Üniversite gençliği,
YÖK karşıtı ve özerk-demokratik üniversite talepli
akademik-demokratik mücadelesinin enerjik biçimde
sürdürmektedir.
Kürt ulusunun ulusal kurtuluş mücadelesi, büyük
zorluklara rağmen onurlu biçimde yükseliyor, kitlesellik
kazanıyor.
Türkiye devrimci hareketi aldığı ağır darbelerine
yaralarını sarma, dağınıklığı ve örgütsüzlüğü
aşma yönünde çabalarını yoğunlaştırıyor.
İşçi sınıfının sendikal mücadelesi 1987 sonrasında
yükselmeye başladı. Çıkılan grevlerin ve grevci
işçi sayısında her yıl artış oluyor. Grev-dışı
eylemler ve direnişler büyük çeşitlilik gösteriyor.
1989 yılının ilkbahar aylarında doruk noktasına
çıkan işçi hareketleri/direnişleri, işçi sınıfının
potansiyelini, etki gücünü açığa çıkardı.
Emekçi halklarımızın bağımsızlık-demokrasi-sosyalizm,
mücadelesinde 24 Ocak 12 Eylül patentli (iktisadi,
siyasal, ideolojik ve kültürel) politikalara,
uygulamalara ve kurumlara karşı vereceği mücadele
önemli yer tutmaktadır.
ABD emperyalizmi başta olmak üzere emperyalist
ve gerici devletlerin uluslararası finans kuruluşları
ve çokuluslu emperyalist tekellerin ve bunların
Türkiye'deki uzantısı işbirlikçi egemen sömürücü
sınıf ve tabakaların hararetle desteklediği 24
Ocak+12 Eylül dönemi uygulamaları emekçi halklarımıza
ve işçi sınıfına yoğun sömürü, yoksulluk, baskı
ve zulüm getirmiştir.
Bu çalışmamızın amacı, 24 Ocak 1980 tarihini başlangıç
alarak, 1980 ve sonrası dönemde işçi sınıfının
uğradığı hak kayıplarını, sendikal hareketinin
maruz kaldığı çok yönlü baskıları ve yasaklamaları
ortaya koymak, Yani, 1980 sonrası işçi sınıfının
ve onun sendikal hareketinin mücadelesinin panaromasını
çizmek...
24 Ocak 1980'de yürürlüğe konan ve 12 Eylül’ün
belli başlı nedenlerinden biri olan, işçi sınıfının
daha yoğun sömürüsüne dayanan yeni ekonomik politikaların
uygulanmasını ve sonuçlarını incelemeye başlayabiliriz.
Yeni birikim modelinin özü ve hedefleri açıklanmadan
işçi sınıfının maruz kaldığı sömürü ve sınıf hareketinin
"Dışa açık büyüme", "ihracata yönelik
sanayileşme" vb. nitelemelerle isimlendirilen
yeni birikim modelinin uygulanmaya başlaması 24
Ocak Kararları'nın alınması ile birlikte olmuştur.
Bu nedenle, o günlere uzanmakta yarar görüyoruz.
A-) İKTİSADİ POLİTİKALAR (24 OCAK KARARLARI
VE SONRASI)
1970'li yıllar boyunca Türkiye kapitalizmin iktisadi
sorunları ve çıkmazları açıklanmaksızın, 24 Ocak
1980'de yürürlüğe sokulan iktisadi politikaların
amaç ve hedefleri de kavranamaz.
Bilindiği gibi, emperyalist-kapitalist sistem,
1970'li yıllar boyunca dünya ölçeğinde büyük bir
iktisadi bunalımla boğuştu. Dünya pazarlarına
egemen olan emperyalist devletler bu bunalımdan
daha az etkilendiler. Çünkü, iktisadi ve ticari
ayrıcalıkları nedeniyle bu bunalımın, yükü geri-bıraktırılmış
ülkelerin halklarına fatura edildi.
1970'lerin ikinci yarısından itibaren kapitalist
Türkiye ekonomisi her geçen gün daha da ağırlaşan
iktisadi kriz altında varlığını sürdürmeye çalışıyordu.
Karşılaşılan problemler, öylesine sıradan ve kolaylıkla
altedilebilecek türden değildi. Sorunlar, sistemin
yapısal sorunlarıydı; bir zamanlar baştacı edilen
"ithal ikameci modeli"in yan ürünleriydi.
Döviz darboğazı, %100'leri aşan enflasyon, enerji
ve akaryakıt sorunu, emperyalist-kapitalist ülkelerden
temin edilen üretim girdilerinin ithal edilmeyişi,
kredi taleplerinin karşılanmaması vs... Bu ve
benzeri sorunlar ciddi boyutlara ulaşan iktisadi
krizin göstergeleriydi ve mevcut iktisadi politikalar/
uygulamalar devam ettirildiği takdirde, bu sorunların
aşılması imkansız gibi görünüyordu.
14 Ekim 1979 "Ara seçimleri"nden başarıyla
çıkan AP, (diğer faşist ve gerici partilerin dışarıdan
desteği ile) " Azınlık Hükümeti" kurdu.
Cuntaya kadar işbaşında kalacak hükümet böylece
göreve başlamış oldu.
Emperyalist-kapitalist sistemin iktisadi-mali
yönlendirici merkezleri olan IMF ve Dünya Bankası
ile temaslar sıkılaştırılıyor, onların tercihleri
paralelinde "İktisadi önlemler paketi"
hazırlanıyordu. Bu paket, 24 Ocak 1980 tarihinde
uygulamaya sokuluyordu. Emperyalizmin mali merkezleri,
uluslararası finans kuruluşları ve emperyalist
tekeller, alınan iktisadi kararları büyük destekle
karşıladı. Keza, Türkiye tekelci kapitalizmi de
taleplerine karşılık verdiği için, bu iktisadi
kararları sahiplendi. Yıllar yılı baştacı edilen
"ithal ikameci model" terk ediliyor,
yerine, "ihracata yönelik sanayileşme"
geçiriliyordu.
24 Ocak 1980'de alınan ekonomik kararların gerçekleştirilmeye
başlanmasıyla gündeme gelen ağır zamlar, yüksek
oranlı devalüasyonlar ile işçi sınıfının ve emekçi
katmanların yaşam koşullarındaki kötüye gidiş
giderek hızlandı. Ne var ki, dönemin siyasal iktidarının
işçi sınıfı ve geniş emekçi kitlelere yönelik
saldırısı ağır ekonomik sömürüyle sınırlı kalmayacaktı.
DEMİREL'in imzasıyla yayınlanan bu genelgeden
sonra, 13 Haziran 1980 tarihli ve Başbakanlık
Müsteşarı T. ÖZAL imzasıyla yayınlanan "Toplu
Sözleşme Koordinasyon Kurulu"nun Tespit Ettiği
Esaslar" başlıklı genelgede şu ilkeler sıralanmaktaydı:
1- Sözleşmelerde yönetime müdahale niteliğindeki
hükümler yer almayacak, bir önceki sözleşmede
böyle hükümler mevcutsa bunlara istişari bir şekil
verilecektir...
2- Daha önceki sözleşmelerde yer alan hükümler
dışında ek mali yükümlülükler getirecek yeni maddelere
yer verilmeyecektir.
3- Kıdem tazminatı esas süreler artırılmayıp aynen
muhafaza edilecek, yeni işe alınan işçilerin kıdem
tazminatı her yıl için 30 gün olacaktır.
4- Sözleşme süresi iki yıldan az olmayacaktır.
6- Haftalık çalışma saatleri daha aşağı indirilmeyecektir.
(Bu genel prensipler hem özel hem de kamu sektörü
için geçerlidir.)
Kurul'un bunları da içermekle birlikte, sermayedarlarla,
örgütlenerek işçilerin karşısına güçlü ve birlik
halinde çıkmalarını öğütleyen/dayatan bir içerik
de taşıyordu. Bu genelgenin incelenmesi halinde,
TSKK'nın belirlenen ilkelerinin yanısıra, az önce
değindiğimiz gibi, özel sektör işverenlerinin
(Kapitalist patronların!) örgütlenmesini de sağlayıcı
bir işleve sahip olduğu anlaşılacaktır. Genelge
bu amacı şöyle ifade etmekteydi:
"Özel sektör kuruluşlarının kısa zamanda
kendi iş kollarında işveren sendikalarına katılmalarında
fayda görülmektedir. İşveren sendikaları bulunmayan
işkollarında sendikalaşmaya gidilmesi yararlı
olacaktır."
Özetle; çerçevesi belirlenen ve uygulamaya geçirilen
yeni birikim modelinin başarısının temel koşullarından
birisi, işçi sınıfının ve diğer emekçi kesimlerinin
daha yoğun sömürülmesi, kazanılmış hakların dondurulması
veya gaspedilmesi, bu sömürüye karşı oluşacak
tepkilerin yasal düzenlemelerle etkisizleştirilmesidir.
TSKK'yı ve Haziran genelgesini bu açıdan değerlendirmek
gerekiyor.
TSKK'nın temel işlevi; işveren-devlet işbirliği
yoluyla toplu sözleşmelerde işçi sendikalarının
karşısına birlik içinde çıkmak, ilke kararlarının
işçi talepleri karşısına çıkarılması yoluyla sendikaların
toplu pazarlık görüşmelerindeki etkinliğini kırmak
ve örgütsüz kapitalist patronları işkollarındaki
işveren sendikalarında örgütlendirmek vs.dir.
Bunların yanında, TSKK, toplu sözleşme görüşmelerini
oyalamanın, sendikal sınıflandırılmasının da aracı
durumundaydı.
Bütün bu gelişmelere karşı sendika ve konfederasyonların
tepkisi ne olmuştu?
DİSK ve ilerici sendikalar, ekonomik politikaların
işçi sınıfına vereceği zararları göz önüne alarak
bu "iktisadi önlemlere" karşı tavır
belirledi. TSKK'nın oluşturulmasının toplu sözleşmelere
patronların çıkarına müdahele olduğunu ve kabul
edilmeyeceğini açıkladı.
Türk-İş'in ise, gerek 24 Ocak, gerek TSKK karşısında
tavrı daha başkaydı... Yıllarca "partilerüstü
politika" yaftası altında patronlarla, devletle
bir bütünlük oluşturan "istikrar tedbirleri"nin
başarıya ulaştırılması amacıyla işçi sınıfının
hak alma mücadelesinin önüne yüksek duvarlar örülmeye
başlanacak ve devlet toplu pazarlık sürecine patronların
yanında müdahele edecektir. Bunun yanısıra, işçi
sınıfının örgütlü kesimlerinin çıkarlarını savunan
sendikal örgütlenmelere yasal prangalar vurularak
hareket sahası daraltılmaya çalışılıyordu.
Yeni ekonomik uygulamalardan en büyük zararı işçi
sınıfının çekeceği somut biçimde ortaya çıkmıştı.
Örgütsüz kesimler bir yana, işçi sınıfının ilerici
sendikalarda örgütlü kesimi bu sonuçlara razı
olmayacaktı. Yani; sendikalı işçi kesimi, benimsenen
ekonomik politikaların önündeki en önemli sosyal
engeli oluşturuyordu.
Egemen sınıflar, muhtemel sendikal muhalefeti
ve mücadeleyi düşünerek toplu sözleşme ve grevleri
doğrudan ilgilendiren yeni düzenlemeler üzerinde
çalışmaya başladı. Ve bunun ilk adımı da, "Toplu
Sözleşme Koordinasyon Kurulu" olarak adlandırılan
bir organın oluşturulmasıyla atılmış oldu.
"Kurul"un amaç ve işlevini anlatmaya
geçmeden, yürürlüğe konan ekonomik politikaların
temel esaslarını açıklamakta yarar var. En önemli
iktisadi sorunlardan birisi döviz darboğazıydı.
Ki, bu darboğaz sistemi tıkanma noktasına getirmişti.
Döviz yokluğunu gidermenin yolu ihracatın artırılmasından,
ihracatın artırılmasının yolu ise iç tüketimin
kısılması ve düşük maliyetlerden geçmekteydi,
egemen sınıflara göre, işçi sınıfı, kırsal kesim
emekçileri ve geniş emekçi kitlelerin gelirleri
azaltılarak tüketim paylarının düşürülmesi ve
dış piyasaya öncelik tanınması hedeflenmekteydi.
İşçi ücretlerinin düşürülmesinin (iç tüketimin
kısılması amacının dışında) başka nedenleri de
vardı: Tekelci sermayenin maliyetlerini düşürmek
yoluyla dış pazarlarda rekabet şansını artırmak
ve düşük işgücü kozunu kullanarak yabancı sermayenin
ülkeye çekilmesi... İhracatın artırılması için
bir dizi teşvik, özendirme ve kolaylıklar kullanılırken,
yabancı sermaye akışı için de önemli kolaylıklar
ve olanaklar sağlandı.
Ekonomi politika ve uygulamalarına neresinden
bakarsak bakalım, oligarşi ve işbirlikçi burjuvazi
için başarının ön koşulunun düşük maliyetlere
ve emperyalist sermaye için özendirici tedbirlerin
alınmasına bağlı olduğunu görürüz. O günün koşullarında,
bu ağır ekonomik sömürüyü işçi sınıfının örgütlü
kesimlerine gönül rızasıyla kabul ettirmenin olanağı
yok gibidir. (Devam Edecek)
|