Geçtiğimiz haftalarda Türkiye tuhaf bir suikast
olayını konuştu durdu. Ankara Üniversitesi öğretim
üyelerinden Dr. Necip Hablemitoğlu, öldürüldü.
Böylece, bir ucu Bergama üzerinden Almanya’ya
öteki ucu İran’a dek uzanan spekülasyonlar zincirinin
de önü açılmış oldu.
Türkiye’de bu tür şeyler yeni olmuyor, oluşları
ve sonuçları da artık kimseyi çok fazla şaşırtmıyor.
Düzenin arada sırada kendi içinden birilerini
şu ya da bu konjonktürel nedenlerle kurban sunağına
yatırması ve sonuçta ucu mutlaka ezilenlerin dünyasına
dokunan bir provokasyon yaratması uzun süredir
alışılmış bir olgudur. Siyasi suikast, hem bir
“temizlik” hem de manipülasyon aracı olarak bu
topraklarda Osmanlı’dan beri kullanılan “yönetim
araçları”ndan biridir.
Bu seferki hedef, suikaste uğramış eski örnekler
kadar (Mumcu, Kışlalı, vb.) tanınmış biri değil;
daha çok uzun ve can sıkıcı tartışma programlarının
tiryakileri tarafından Bergama ve Fetullah Gülen
konularıyla ilgili olarak tanınıyor; o kadar.
Ama öte yandan, Dr. Hablemitoğlu aslında o kadar
da yabancımız değildir. Türkiye’de son yıllarda
iyice öne çıkan bir dizi “öğretim üyesi” var;
hepsi birbirine çok benziyor. Yıllarını akademik
çalışmaya vermiş olan saygın profesörler kuşağından
farklı, genç yaşlarda hızla yükselen, ama daha
akademik merdivenin ilk basamaklarından başlayarak
bütün televizyon kanallarının yıldızı olan tuhaf
bir öğretim üyesi tipi... Hemen hepsi Kafkasya,
Orta Asya ve “terör uzmanı”, yarı-turancı yarı-atatürkçü
olan, çok konuşan az dinleyen, kanal kanal gezerek
uç görüşler ortaya atıp önüne gelenle hırçın polemikler
yapan bu “yeni-sağ” ideologlar grubunun en önemli
özelliği, kendilerine “devletin yüksek katları
adına konuştukları” süsü vermeleri, bazılarının
gerçekten de öyle olmalarıdır. Bilimsellikten
uzaklık ve ampirizm, ırkçılık, normal akademik
kurumlar dışında “akademik olmayan yerlerde de”
bir şeyler öğrendiği hissini veren komplo teorisi
uzmanlığı... ve başka bir dizi ortak özellik.
Hatta Ferman Demirkol gibi bazılarının işi azıtıp
Azerbaycan’da darbe örgütlemeye dek bulaştıktan
sonra gönül ferahlığıyla İstanbul Üniversitesi’ne
kapılandıkları biliniyor.
Dr. Hablemitoğlu, bu yeni “öğretim üyesi” tipinin
karakteristik örneklerinden biri. Irkçı Orkun
dergisinde Nazım’ın Rus ajanı ve vatan haini olduğunu
yazacak kadar “derin” bilgili, kızlarının adını
Kanije ve Uyvar koyacak kadar Osmanlıcı, görevdekiler
ve emekli olanlar dahil bütün başsavcılarla iç
içe olacak kadar atatürkçü... HaberTürk’e inanılırsa
eğer, yeni hükümetten MİT müsteşarlığı beklentisi
de var. Kısacası, nereden bakılırsa bakılsın şu
bizim bildiğimiz eski türden üniversite hocalarından
biri değil.
Ve sonra, komplo teorisi üreticiliğinin belki
de doğal bir sonucu olarak (su testisi su yolunda!)
öldürülüyor... Kim, niçin, “bilinmiyor.” İçi taş
dolu bir pirinç kasesi kamuoyunun önüne konuyor
ve herkesten ayıklaması isteniyor. Gerçi, akşam
evine ekmek götürmekten başka derdi olmayan yoksullar
dünyası bu işe çok da hevesli değil ama ortalıkta
onların dünyasını da hedefleyen bir politik dalavere
çevrildiği kesin.
İstihbarat ve Kafa Karıştırıcılığı
Gündelik politik düzleme bir bıçak gibi saplanan
bu tür olaylar, doğal olarak politik duyarlılığa
sahip kitlelerin cevap arayışlarına yol açabiliyor
ve bu da bizim konuyu ele almamıza neden oluyor.
Ancak bu noktada, işi gücü bırakıp devletin kenarında-köşesinde
olup biten hesaplaşmaların analizine girişmek,
ezilen halkların asli talepleri ve bizim kendi
politik gündemimiz açısından çok yararlı ve akıllıca
görünmüyor.
Her çeşit ırkçı ve turancı akımla bitişik düzende
yürümeyi artık içine sindirmiş olan “ulusal-solcu”ların
kopardıkları yaygara da yalnızca ibretle izlenebilir.
Her şeyden önce politik namus sahibi olan Doğan
Avcıoğlu gibi ciddi “kemalist”lerle, bugünkü pornografik
ilahiyat profesörleri, eski savcılar ve resim
tüccarları arasındaki fark, gerçekten de bir başka
yazıda özel olarak incelenecek ölçüde trajiktir;
ama işin bu bölümü bu yazının konusu değil.
Biz bunlarla da ilgili değiliz. Daha önemli bir
sorunla, dezenformasyonun ve karşı devrimci manipülasyonun
gitgide daha ustalıklı hale getirilen bir biçimiyle
ilgileniyoruz... İstihbaratçı-akademisyen, gazeteci-provokatör
kimliklerini birleştiren bir kadroyla yürütülen
ve bir ucu televizyon dizilerine dek uzanan bu
politik saldırı, uzun süredir kendini ifade etmekte
zorlanan devrimci hareket bakımından ciddi bir
tehlike oluşturmaktadır. Ve sözü edilen tip, bu
çerçevede önemlidir.
Aslında, Türkiye’de istihbaratçı-akademisyen-gazeteci
tipinin tarihi çokda yeni değildir. 1920’lerin
TKP döneği Kemalist kadroları belki bu yoldaki
ilk örnekler sayılabilir. 1940’larda Turan heveslerine
kapılıp Kafkasya’yı komşu kapısı yapan, Stalingrad
zaferinden sonra da sine-i millete dönerek MHP’yi
örgütleyen SS ajanı kafatasçıların özellikle “eğitmenler”
diye anılan bir grubu da önemlidir. Emekli subaylar
ve mafya bağlantılarının arkasında bir yerde duran
bu “kontra-öğretim üyeleri” kuşağı, Darendelioğlu-Tevetoğlu
örneklerinde Komünizmle Mücadele Dernekleri vasıtasıyla
katliamlar uygularken, Devlet Bahçeli gibi örneklerde
faşist hareketin geleceğini düzenlemek misyonuyla
“sokaktan gelenleri ehlileştiren bilgili adam”
rolü oynamışlardır. Aynı dönemlerde paralel olarak
gelişen bir üçüncü kuşak ise Aydınlar Ocağı ve
Forum dergisi etrafında kümelenen anti-sovyetik
CIA ekibidir. 1980’lerde altın yıllarını yaşayan,
bir yandan “Orta Asya uzmanlığı” yaparken bir
yandan en kişiliksiz itirafçıları istihdam eden
Prof. Aydın Yalçın’ın Forum’u gerçekten de tipik
kontra özellikleri sergiler.
Aynı yıllarda sol komplo teorileriyle yıldızı
parlayan Uğur Mumcu ise şüphesiz bu güruh ile
kategorik olarak aynı yerde durmaz. Ama Mumcu’nun
bütün sınıf mücadelesini ve anti-faşist direnişi
“silah kaçakçılarının komplosu”na bağlayan ve
devrimcileri de (faşistlerle birlikte) gizli servislerin
oyuncağı olarak gören “provokasyon arayıcısı”
tavrıyla1 kendisinden sonra gelen Çölaşan gibi
“araştırmacı gazeteci”lerin önünü açtığı da kesindir.
Bir zamanlar “istihbarat elemanı” kavramından
yalnızca eli silahlı adamları anlayan devrimcilerin
düşüncelerini esaslı biçimde değiştiren asıl aktör
ise şüphesiz istihbaratçı-öğretim üyesi kimliğiyle
Mahir Kaynak olmuştur. 12 Mart 1971 öncesindeki
sol cunta girişimine MİT tarafından sızdırılarak
bilgi sağlayan Kaynak, açığa çıktıktan sonra “işine”
öğretim üyesi olarak devam etmiş ve bugüne dek
gelmiştir. Hatta zaman içersinde giderek “meşrulaşmış”,
televizyon kanallarında olduğu kadar Kürt günlük
basınında da “en uç yorumcu” olarak görüşlerine
başvurulur olmuştur. Kaynak’ın son zamanlarda
MİT bakımından gözden düşmüşlüğü-düşmemişliği
bir yana, asıl önemli olan, analizci ve ortalık
karıştırıcı bir istihbaratçı-akademisyen tipinin
böylece cisimleşmesidir. Daha sonraki örnekler,
bu tipin çeşitli versiyonları olarak ortaya çıkmışlar
ve sanki tek bir atölyede üretilmişler gibi birbirlerine
çok benzeyen özellikler göstermişlerdir.
Bütün bunlara klasik ajan-gazeteci tipleri, “mehmetçik
medya”nın acar televizyon habercileri ve kiritik
durumlarda “devletin hassasiyetlerini açıklamakla
görevli” emekli generalleri de eklediğimizde,
ortaya sınıf mücadelesinin karşısında kurulan
politik-ideolojik yönlendirme cephesinin panaroması
çıkar. Yalnızca devrimci güçlere karşı görev üstlenmeyen,
zaman zaman düzen içindeki unsurlara da (malum
kasetlerle sık sık yapıldığı gibi) yönelen bu
mekanizmanın asli işlevi, olguların gerçek yönlerini
gizleyen esrar perdeleri oluşturmak ve kafa karışıklığı
yoluyla depolitizasyon yaratmaktır.
Bulanık Suda Balık Öldürmek
Yani, sonuçta, Susurluk’ta simgelenen tayfa ve
diğer fiziki kontra faaliyetinin dışında, aygıtın
öbür ucunda devasa bir “yanlış-bilgilendirme mekanizması”
bulunmaktadır. Zaman zaman başarısızlıklara uğrasa
da toplumsal yapıyı, “kamuoyu”nu yönlendiren,
duruma göre belli bir konuda mutabakat ya da çatışma
yaratabilen, duruma göre kitlelerin gündeminin
belli bir yönde oluşmasını sağlayan bu makina,
şüphesiz oligarşinin ve emperyalizmin genel ideolojik
saldırısıyla, zihin parçalayıcı postmodern gericilikle
birlikte iş görmektedir. Yani, neo-liberal politikaların
örgütsüzlüğü pekiştiren, sınıfı bölen sonuçlarından,
bütün yozlaştırıcı kültürel-görsel araçlara, gençliğin
düşünsel yapısını sakatlayan eğitim sisteminden
doğrudan şiddet biçimlerine dek yüzlerce yoldan
toplumsal hareketi parçalamak ve etkisizleştirmek
isteyen düzen, bütün bunların yanında düzenli
bir kontra-bilgilendirme mekanizmasını da çalıştırmakta
ve çarpık bilinç biçimleri yaratmaktadır.
Bu mekanizma, örneğin bazı durumlarda “hizaya
getirici” bir işlev de yüklenmektedir. Yani sözgelimi
sistem içinde varlığını sürdüren bir kurum, bir
sendika, bir kişi, vb. belirlenmiş çizgileri aşan
bir aykırılık noktasına geldiğinde, adeta bir
düğmeye basılmış gibi harekete geçebilmekte, adı
geçen kurum ya da kişi hakkında bilgiler bir araya
getirilerek, FBI’ın klasik MacCarthy’ci operasyonları
düzenlenebilmektedir. Hukuk dünyası içinde, insan
hakları alanında ya da örneğin sanat alanında
bile zaman zaman ortaya çıkabilen “aykırılıklar”ın
(bunlar çoğu kez burjuva çerçeveyi zorlamayan
aykırılıklar olsa da) törpülenmesi böyle bir “linç”
yolundan gerçekleştirilmektedir. Belden aşağı
vurmak, eski defterleri açmak, provokasyon ve
tahrik... Bu, herşeyin mubah sayıldığı kirli bir
oyundur. Sözgelimi bir sendikanın yöneticilerinin
bütün aşırı mal varlıklarının düzenli olarak izlenmesi
ama ancak onlar düzen sınırlarını zorladıklarında
“hatırlanması” mümkündür; cezaevleri konusunda
huysuzluk eden bir yazarın geçmişte katıldığı
“masum olmayan öğrenci hareketleri”nin kaydının
tutulması mümkündür, işkence vakaları konusunda
“özenli” davranan bir Adli Tıp doktorunun aslında
bilmemne örgütünden olduğuna dair kanıtların bulunması
mümkündür, vb... “Linç” operasyonlarının ucu “irtica”ya
dokunduğunda (tarikatlara yönelik MİT komplolarında
olduğu gibi) bundan pek hoşnut olan tatlı su demokratları,
böylece aslında “hangi yaralara dokunmamaları
gerektiğini” de bu vesileyle öğrenmiş olurlar
ve düzen muhalifleri ve muhalif olabilecekleri
ehlileştirerek yürür.
Ama bütün bunlar yine de işin en masum ve görünen
kısmıdır. Daha da ötede, söz konusu mekanizmanın
asıl işlevi, genel bir kuşku ve güvensizlik ortamı
yaratmak, hemen hemen her toplumsal olay hakkında
yanılsamalar üretmek ve özellikle devrimci harekete
yönelik çarpıtmalarla (onların yanlışlarından
da faydalanarak) ezilenlerin korkularını beslemektir.
Bu, tam da CIA talimatnamelerinde yazan türden
bir kirli savaş taktiği, bir kontra faaliyeti
olarak biçimlenmektedir ve geçmişteki basit gazeteci
numaralarından öteye geçmiştir. “Türkiye toprağı,
özellikle son beş yıldır, çok çarpıcı bir ‘sahicilik’
problemi yaşamaktadır. ‘Hiçbir şeyin göründüğü
gibi olmadığı’ düşüncesi, tarihte hiç olmadığı
kadar toplum içinde yaygınlaşmış, kocaman bir
yalan fırtınası içinde hedefsiz ve ölçüsüz bir
güvensizlik duygusu toplumsal yapının gözeneklerini
tıkamıştır. (...) Aklı başında devrimcilerin bile
yakasını kurtaramadığı derin bir kuşkuculuk biçimi
toplumsal ortamı zehirlemiş, ‘her şeyin arkasında
başka bir şeyin’, ‘her gücün arkasında başka bir
gücün’ olduğu saplantıları, normal aklı iflas
ettirmiş, devrimci silahlı eylemlerin de kitleler
tarafından nasıl algılanacağı, bu algının oluşurken
kaç kanal tarafından kaç ayrı biçimde eğilip büküleceği
belirsizleşmiştir.”2
Durum, üç aşağı beş yukarı iki yıl önce söylenmiş
olan bu sözlerdeki gibidir. Karışıklık, kaos ve
bulanıklık... “Bir yerlere bağlı olmayan hiçkimse
yoktur!”, son yılların en popüler mafya dizisinin
en sık vurgulanan teması, tam da sözünü ettiğimiz
mekanizmanın amentüsüdür: Dünyayı karanlık örgütlerin
savaştığı bir zemin olarak göstermek ve bu dünya
içersindeki herkesi, özellikle bir biçimde bu
dünyayı değiştirmek isteyen herkesi baştan “bir
yere bağlı” olarak tanımlamak, böylece sınıf mücadelesinin
içeriğini boşaltmak, paranoid-şizofren bir toplumsal
bilinç yaratmak...
En basitinden, Susurluk’ta bizi içine boğdukları
karmaşayı şöyle bir hatırlamak bile yeterlidir:
Kim kimin adamı, kim hangi çetenin üyesi, vb...
Oysa gerçekte tek bir çete vardı ortada, oligarşik
diktatörlük! Her şey de yeterince açıktı: Savaşın
belli bir noktasında sorunun ciddiyetine vakıf
olanlar bir masanın etrafına oturmuşlar, şüphesiz
uluslararası emperyalist deneyim ve “danışmanlık
hizmetleri”nden de yararlanarak ortaya bir kontra-güç
çıkarmışlardı. Yoksa aynı örgütlenmenin tıpatıp
benzerinin İspanya’da ETA’ya karşı, Kolombiya’da
FARC ve ELN’ye karşı kurulmuş olması nasıl açıklanabilirdi?
Örneğin “taşeron örgüt” tanımlamasının tam da
kapitalist sistemin “esnek üretim”e geçtiği döneme
denk düşmesi son derece ironik değil midir? Kapitalist
sistemin bekçilerinin adeta kendi işleyiş biçimlerini
devrimci hareketin işleyişine “yansıtma”ları sonucunda
oluşan bu kavram da devrimci müdahale biçimlerinin
zayıf olduğu bir dönemde sanıldığından çok daha
fazla bir etki yaratmıştır.
Meşruiyet Krizi... Kontra Faaliyetin Gerçek
Amacı
Öte yandan, bu dezenformasyon mekanizmasının yalnızca
devrimci örgütlere ve onların eylemlerine yönelik
olduğunu düşünmek de ciddi bir yanılgıdır. Asıl
hedef, bunun da ötesinde sınıf mücadelesinin kitlesel
biçimleri ve meşru halk direnişleridir. Bergama
köylülerinin direnişi üzerine yaratılan kuşku
bu bakımdan önemlidir. Çeşitli vakıflar ve STK’lar
yoluyla bu tür direnişlerin kontrol altına alınarak
yönlendirilmek istendiği kuşku götürmez bir gerçektir;
James Petras’ın Sosyalist Barikat’ın 8. sayısında
yayınladığımız makalesinde ayrıntılarıyla anlattığı
gibi, emperyalist sistemin sınıf mücadelesinin
ve politik iktidar perspektifinin karşısına yerelliği
ve STK’ları koymak için çok ciddi bir çaba harcadığı
da doğrudur. Kendisini solun bir parçası sayan
türlü çeşitli liberaller ve AB’ci sivil toplum
meraklılarının bu yönlendirmenin aleti olmak için
ne kadar hevesli oldukları da bilinmektedir. Hatta
geçtiğimiz yıllarda Pazartesi Dergisi örneğinde
görüldüğü gibi bu konuda trajik örnekler de yaşanmıştır.4
Özellikle insan hakları ve ekoloji alanlarında
bu türden ciddi mali ilişkiler görülmektedir.5
12 Eylül koşullarında Latin Amerika tarzına uygun
olarak politik tutuklu ailelerinin bağrından doğan
insan hakları hareketinin giderek lüks otellerde
yapılan pahalı sempozyumlara, seminerlere kayması
da aynı biçimde son derece endişe vericidir. Bu
eğilim, aynı zamanda ideolojik bir salgı üretmekte
ve artık az çok oluşmuş olan bir tür “insan hakları
sosyetesi” aracılığıyla bu salgıyı sola da yaymaktadır.
Bu bağlamda “sivil toplum kuruluşları” denilen
şekilsiz nesneyi tanımlamak için İngilizce’de
üretilen “Hükümet Dışı Kurum” (NGO) deyiminin
aslında bir anlam ifade etmediği, çünkü “hükümet
dışı” olanın aynı zamanda pekala “sistem içi”
olabildiği, dolayımlı politik kurumlar yoluyla
yönlendirildiği rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla
toplumsal muhalefetin bütün biçimlerinin bağımsızlığının
titizlikle korunması, enternasyonal dayanışma
biçimleriyle STK’cılık arasına kalın bir hat çekmek
önümüzdeki dönemde devrimci hareketin görevleri
arasındadır.
Ama bütün bunlarla istihbaratçı-akademisyen-gazeteci
komplo teorisyenlerinin provokasyonu arasına da
kalın bir hat çekmek gerekmektedir. Ortalığa mistik
teoriler saçarak her sorunu kuşkuya boğan, insanların
zihninde “acaba her direniş bir yerlerden mi yönlendiriliyor”
ya da “ben herhangi bir konuda direniş gösterirsem
birilerinin aleti olur muyum” sorularını yaratarak
iş gören bu mekanizmanın aleti olmak da saflık
değilse eğer düpedüz sınıf düşmanlığıdır. Bütün
emperyalist anlaşmaları, yerli işbirlikçileri
ve satılık medya kalemlerini arkasına alarak tam
bir şımarıklıkla Bergama topraklarını işgal eden
Normandi şirketi ve Bergama halkının karşılıklı
duruşu yeterince açık bir olgudur ve şu ya da
bu emperyalist ülkenin bu işten beklentilerinin
olması ya da olmaması, direnişin özünü, haklılığını
ortadan kaldıran bir durum değildir. Kaldı ki,
Normandi’nin ortakları arasında Almanların da
bulunduğu bilinmeyen şey değildir.
Yani, solun bu konuda bir zihin bulanıklığına
kapılarak şovenist çevrelerin kışkırtmasıyla davranması,
tam da istenilen şeydir. Ve şüphesiz bunun devamı
da vardır, olacaktır. Günün birinde bu topraklarda
örneğin A holdinginin işyerlerinde başlayan bir
grev hakkında da benzer komplocu teorilerin üretilmesi
mümkündür ve gerisi çıkmaz sokaktır, gerisi karşı
devrimci kontra merkezlerinin karanlık kuyusudur.6
Üstelik, bu tür provokatif teorilerin yalnızca
herhangi bir yerde bir direnişle karşılaşıldığında
ortaya çıkıvermesi de son derece uyarıcı olmalıdır.
Örneğin bu kompo teorisyenlerinin hiçbiri Türk-İş’in
bir zamanlar Amerikan sendikaları aracılığıyla
CIA tarafından nasıl inşa edildiğinden söz bile
etmemektedir, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin,
Komando Kampları’nın nasıl kurulduğu, emekli bir
albayın nasıl CKMP kongresini kazanıverdiği, DP’nin
ağır topları dururken Süleyman Demirel adlı bir
su işleri müdürünün nasıl AP başkanı olduğu merak
konusu bile değildir. 12 Mart’ın bir CIA darbesi
olduğunun bizzat dışişleri bakanı İ. Sabri Çağlayangil
tarafından açıkça itiraf edilmiş olması, 12 Eylül
1980 akşamında CIA yetkilerinin “bizim oğlanlar
işi yaptılar” diyerek havalara zıplaması, daha
sonra Houston hastanesinde kurulan partiler, İsrail’de
eğitilen Özel Timler, vb, vb... hiçbiri onların
derin araştırmalarının arasında yer almaz. Onların
kulakları yalnızca İran, Irak, Kürtler ve halk
direnişleri sözkonusu olduğunda dikilir; Amerikalıları
artık “bizden” saydıkları için olsa gerek, yalnızca
o zaman “yabancılardan”, o da sadece “Avrupalı
yabancılar”dan bahsederler... Üstelik, bütün provokasyonlarını
“ulusal değerler” üzerine kuran bu komplo teorisyenleri,
örneğin geçtiğimiz aylarda Ege Ordu Komutanlığı’nın
Normandi şirketine ödül vermesini de sessizce
geçiştirirler ve bir ordu komutanının bir “yabancı”
şirkete niye bu kadar sempatik davrandığının düşünülmesini
bile istemezler.
Kısacası, böylece solun eline iki ucu kirli bir
değnek tutuşturup çaresiz bırakmak, toplumsal
direnişler ve sınıf mücadelesi açısından bir meşruiyet
krizi yaratarak “kim kimi kullanıyor” kargaşası
içersinde sıradan insanı en “garantili” davranışa,
yani evinde oturmaya ikna etmek, bütün bu kontra
faaliyetin gerçek amacıdır. Safdil liberallerin
ve “tehlikesiz sosyal faaliyet” peşinde koşan
postmodern solcuların ters taraftan çanak tuttukları
bu kirli oyun, kitlelerin haklı taleplerle yürüttükleri
her direnişi daha doğmadan boğmayı amaçlamaktadır.
Devrimci Hareket: Açık, Dürüst ve Meşru...
Bütün bu karmaşayı doğru anlamak ve net olmak
gerekiyor...
Çünkü bu, devrimci hareket açısından hayati bir
sorun olan meşruiyet sorununa denk düşmektedir.
Biliniyor olabilir ama tekrarlamakta yarar var:
Devrimci hareketin, devrimci eylemin meşruiyeti
sorunu, tarihsel bağlamla güncel bağlam birbirine
eşitlenerek tartışılamaz. Devrimci hareket ya
da genel olarak sosyalizm fikri-pratiği, tarihsel
bağlamda meşru ve haklıdır; bu meşruiyet ve haklılık
şu ya da bu konjonktürel duruma bağlı değildir,
esas olarak kapitalizmin tarihsel olarak toplumsal
ilerlemenin önünü tıkayan asalaklığıyla ilgilidir.
Ama öte yandan, bu durum, devrimci-sosyalist güçlerin
her güncel pratiğinin otomatik olarak haklı ve
meşru olduğunu, kitleler nezdinde kabul edilebilir
ve desteklenip içinde yer alınabilir bir olgu
olduğunu göstermez. Aksi takdirde, politik strateji,
taktik, örgüt ve çalışma tarzı gibi bütün unsurlar
tamamen gereksiz hale gelirlerdi. Yani, tarihsel
meşruiyetini insanlık tarihinin içinde bulunduğu
evreden alan devrimci hareket, güncel sürecin
her aşamasında, her eyleminde ve davranışında
kitleler gözündeki haklılık ve meşruiyetini yeniden
ve yeniden üretir. Ve elbette, bunun tersi de
mümkündür; yani bir devrimci hareket, ortaya koyduğu
çizgi ve pratikle kendi zeminini oyabilir, kitlelerin
sempati ve desteğinden uzaklaşabilir. Dolayısıyla,
“ben ne yaparsam meşrudur, çünkü ben devrimciyim”
biçiminde kurulan bir mantık, başından itibaren
sakattır. Hatta çok uç bir örnek üzerinden de
gidilebilir: Sözgelimi en korkunç acıları çekmiş
ve her türlü karşılık verme hakkına sahip olan
Filistin halkının tarihsel meşruiyetinden en küçük
bir kuşku duyamayız; ama yine de bu netlik, Filistinlilerin
düzenlediği her eylem üzerine, o eylemin tekil
doğruluğu ve meşruiyeti üzerine tartışmamızı engellemez.
Devrimci Yenilenme çizgisi, artık yavaş yavaş
anlaşılıyor olmalıdır ve şüphesiz pratikte çok
daha iyi anlaşılacaktır, yalnızca dünya ve ülke
planındaki olguların devrimci-sosyalist referanslar
çerçevesinde yeniden yorumlanmasından ibaret değildir.
Bu çizgi, aynı zamanda, özellikle bir kirli savaş
taktiğiyle, kontra-enformasyonla karşı karşıya
olduğumuz koşullarda, devrimci etikten sosyalist
kültürün yeniden biçimlenişine ve pratik eylem
çizgisine dek bir çok unsuru bir arada içermektedir.
Sadece ve sadece işçi sınıfının davasına, yoksul
halkın çıkarlarına bağlı, bunun dışında hiçbir
güç kaynağına diyet borcu olmayan tertemiz bir
devrimci hareket yaratmak ve bu netliği kilometrelerce
öteden görülebilecek ölçüde keskinleştirmek, böylece
hiçbir çarpıtma ve kontra taktikle bertaraf edilemeyecek
bir meşruiyet noktasına ulaşmak... Devrimci sosyalist
hareketin amacı budur.
Bu, halkın ezici bir çoğunluğunun duygularına
tercüman olmak, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek
ölçüde onun çıkarlarının temsilcisi olmak demektir.
Bu devrimci eylemin, sonradan açıklanması gereken
kötü bir espri gibi değil, kitlelerin yüreklerinin
derinliklerinde sarsıntıya yol açan ve onlarda
katılma arzusu yaratan bir tarzda ele alınmasıdır.
Açık, dürüst, meşru... Elbette kontra-bilgi servislerinin
çamur üretimini bütünüyle engellemek mümkün değildir;
ama devrimci sosyalist pratik, vicdan sahibi hiçkimsenin
üzerinde tartışamayacağı ölçüde net, hiçbir provokasyona
meydan vermeyecek kadar şeffaf olmak zorundadır.
Yalnızca kitlelere dönük yüzü bakımından da değil,
devrimci sosyalist hareket, kendi iç düzeni açısından
da temiz ve meşru bir yerde durmak zorundadır,
duracaktır. Devrimci hareketin karanlık Ortadoğu
örgütlerinden, Alamut Kalesi tarikatlarından temel
farkı, meşru organları, kurumsallıkları, tamamen
özgür seçimleriyle açık bir kurum olmasıdır. Bu
bağlamda illegalite, güvenlikle ilgilidir ve devrimci
hareketin politik bakımdan açık bir yapı olmasının
engeli değildir. Onun bütün üyeleri, çevresindeki
insanlar ve hatta dost-düşman herkes, nasıl bir
programa sahip olduğunu, iktidarı ne için istediğini,
nasıl bir eylem çizgisi ve tarzı olduğunu bilir.
Devrimci sosyalist hareket, gizli amaçlarla bir
araya gelmiş karanlık adamlar topluluğu değil,
dünyayı değiştirmek isteyen ve bunu nasıl yapacaklarını
da en baştan açıklayan insanların organizasyonudur.
Dolayısıyla, onun nasıl bir pratik çizgi, nasıl
bir programatik çerçeve izleyeceği ve neleri asla
yapmayacağı başından sonuna bellidir.
Komplo teorisyenlerinin fesat kurgularını olduğu
kadar reformist solun “provokasyon” edebiyatını
da geri püskürtecek olan, ancak böyle bir devrimci
çizgidir: Açık, dürüst ve meşru... Devrimci sosyalizm,
adım adım bölye bir pratiği örmekte kararlıdır.
Esasen Türkiye devrimci hareketinin de başka bir
şansı yoktur.
Dipnotlar:
(1) 70’lerin sonunda popüler mizah dergisi Gırgır’da
yayınlanan bir Oğuz Aral karikatürü çok tipiktir:
Karikatürde silah dolu bir evde oturan korkunç
tiplerden biri diğerine şöyle demektedir: “Hadi
bugün de bir solcu eylem yapalım!”
(2) İkibinli Yıllarda Silahlı Mücadele, Özgür
Barikat, S.6
(3) Ve elbette bu kirli savaş taktiği, düzen ve
düzen kurumları hakkında da karışıklık yaratmakta,
bu alanda da ciddi bir bulanıklık yaratmaktadır.
Sıradan politikacıya saldırırken oligarşinin gerçek
odak noktalarını gözlerden gizleyen bilinçli çaba
bir yana, düzen içi yarılma da gerçekte olduğundan
daha fazla abartılmakta ve özellikle sol kamuoyunda
bir dizi yanılsama üretilmektedir. Özellikle Kürt
hareketinin bazı kesimlerinin üzerine atladığı
“şahinler-güvercinler”, “savaş rantçıları-barış
yanlıları” gibi abartılı bölünmeler, bu çerçevede
sayılabilir. Şüphesiz, oligarşinin çeşitli kesimleri
içersinde her zaman taktik bölünmeler ve görüş
ayrılıkları olmuştur ve olacaktır ama bütün bunları
fazla abartmak, bir başka tuzağa düşmektir.
(4) Pazartesi dergisinin çıkışı sırasında Konrad
Adenauer Vakfı’nın bu girişimi desteklediği ve
sonradan, dergi çevresi F Tipi konusunda “çizmeyi
aştığında” bu desteğini çektiği biliniyor. Şüphesiz
biz bunu söylerken sözkonusu dergiye emek veren
insanları kötülemek gibi bir amaca sahip değiliz;
ama doğrusu Türkiye’deki kadın hareketinin bir
değil birçok dergi çıkarabilecek potansiyeli varken
böyle ilişkilerin tercih edilmesinin saçmalık
olduğunu da belirtemeden geçemeyeceğiz.
(5) AB sürecinde bazı kıpırdanmalar oldukça Avrupalı
vakıfların kesenin ağzını daha da açacakları anlaşılıyor.
“Uygun sosyal projelere mali destek olmak” amacıyla
Türkiye’de bu işle görevli bir AB kurumu açılacağı
geçtiğimiz ay TV haberlerinde yer almıştı.
(6) Bunun bir örneğini “Zonguldak madenlerini
Alarko kapatmak istiyor; çünkü güney Afrika’dan
kömür ithal ediyor” denildiğinde de görmüştük.
Bu söylenen doğru bile olsa, ki mümkündür, asıl
hedefi, yani madenleri kapatanın devlet olduğu
ve bunun genel bir politikanın parçası olduğu
gerçeğini gizleyen ve böylece kitlelerin düşünce
sistematiğini sınıf mücadelesinin dışına çeken
bir yaklaşım olarak zararlıdır.
|