Yaklaşık üç dört ay önceydi,
İstanbul’daki büyük reklam panolarında şöyle bir
afişle karşılaşmıştık: “Bireysel Silahlanmaya Hayır!”
İyi tasarlanmış, renkli bir afişti ve altında “Umut
Vakfı” imzaası vardı. Umut Vakfı’nı konuyla ilgili
olmayanlar pek tanımaz; büyük holding sahiplerinden
birinin eşi olan Nazire Dedeman tarafından kurulmuş
olan bu vakıf, Dedemanların bir gençlik çetesi kavgasında
öldürülmüş olan oğullarının adını taşıyor. Faili
meçhullerin, katliamların en yoğun olduğu yıllarda
kurulan ama bir kez olsun hayatın bu gerçekliğine
eğilmeyi gündemine bile almayan vakıf, neredeyse
on yıldır Nazire Dedeman’ın şahsi sivil toplum örgütü
olarak varlığını sürdürüyor.
İşin bu bölümü tabii ki bizi ilgilendirmiyor. Burjuva
dünyanın da kendine göre trajedileri vardır, olabilir.
Ama slogan önemli ve anlamlı. Militarizm ve şiddet
konusundaki tipik burjuva bakış açısı, ancak bu
kadar net ifade edilebilir: Bireysel Silahlanmaya
Hayır!
Türkiye oligarşisi dünyadaki en büyük silah alıcılarından
biriyken, Irak operasyonu göstere göstere hazırlanırken,
yarım milyonluk ordu ve onbinlerce kişilik polis
gücüyle ülke toprakları bir baştan bir başa yarı-açık
cezaevine dönüştürülmüşken ve zindanlardan her gün
bir devrimcinin cesedi çıkarken, Nazire Hanım’ın
sloganı, “Bireysel Silahlanmaya Hayır”dır. Bundan
kastettiği ise, röportajlarında açıkladığı kadarıyla,
90’lı yıllarda çok yaygınlaştırılmış olan silah
ruhsatlarının kısıtlanmasıdır; tabii ki “terörden
korunmak zorunda olan” eski devlet görevlileri ve
mülk sahipleri dışında...
Her şey bir tür alay gibi görünüyor... Ama aslında,
işin bir başka yanından baktığımızda, “şiddet” ve
“silah” konularındaki yaygın anlayış bazı hallerde
yukarıdaki örnekten başlayıp kendisini ciddi ciddi
savaş karşıtı olarak tanımlayan kesimlere dek uzanıyor.
Elbette “şiddet karşıtlığı” noktasında yer tutan
kesimlerin büyük çoğunluğu Nazire Hanım gibi özünde
militarist olan bir bakış açısını savunmuyorlar;
ama silah ve şiddet kavramlarına yükledikleri bağımsız
“öz” nedeniyle yine de burjuva bir çerçevenin çok
dışında kalamıyorlar.
Birbirlerinden şu ya da bu büyüklükteki farklarla
ayrılan “anti-militarist” akımlarla sosyalistler
arasındaki tartışma neredeyse yüz yıldır sürüyor
ve her yeni savaş dalgası belirdiğinde yeniden canlanıyor.
Bugünlerde eli kulağında olan Irak müdahalesi öncesinde
de bir yandan bütün savaş karşıtı gruplar, örgütler
bir araya gelip ortak tepkiler örgütlerken diğer
yandan da tartışma aslında sloganlardan pankartlara
dek her konuda kendisini yeniden açığa vuruyor.
Baştan açıkça belirtmekte yarar var: Özellikle Irak
operasyonunun arifesinde, emperyalist savaş planlarına
karşı mümkün olan en geniş cephenin kurulması, bir
araya gelebilecek bütün güçlerin bir araya getirilmesi
tabii ki son derece önemlidir ve acil bir sorun
olarak önümüzde durmaktadır. Devrimci sosyalistler,
belirli bir anda emperyalist savaşa karşı olan herkesle
birlikte yürüyebilirler, yürümelidirler; ama öte
yandan, bu karşı olma halinin arkaplanının ne ile
doldurulduğu da çok önemlidir. Söz konusu arkaplandaki
temel ayrım noktalarının netleştirilmesiyle emperyalist
savaşa karşı en geniş kesimlerle birlikte yürünmesi
arasında da bir çelişki yoktur.
“Barış Cephesi” Genişliyor!
Aslında bugünkü olguya bir yanından bakıldığında,
çok da fazla tartışılacak bir şey yokmuş gibi
görünüyor. Çünkü, özellikle Irak Operasyonu bağlamında
her şey son derece net çizgilere sahiptir. 90’lar
sonrasında belirginleşen dünya manzarası içinde
emperyalist haydutluğun açık adresinin Pentagon
olması bütün tereddütleri baştan gideriyor ve
kimse “her türlü savaşa karşı olmak” gibi bulanık
bir düşünceyi en azından bugünkü operasyon bağlamında
rahatça öne süremiyor. Savaşı kışkırtan, planlayan
ve fiilen uygulayacak olan güç (Negri gibi yazarlar
ne derse desin!) hiç öyle belirsiz, bulanık bir
yerde durmuyor; bir yıldır göstere göstere, bağıra
bağıra hazırlık yapılıyor ve dolayısıyla “kime
karşı olunacağı” sorusu ciddi bir soru olmaktan
çıkıyor. Genel “savaş/şiddet karşıtlığı”nın en
inatçı temsilcileri bile, mitinglerdeki devrimci
sloganlardan biraz rahatsız olsalar da, en azından
bu kezliğine “ABD emperyalizmi” noktasında sosyalistlerden
ayrı düşünmüyorlar.
Ama öte yandan manzaranın bu ölçüde net olması,
aslında temel tartışmaların da biraz üstünü örtüyor.
Her şeyden önce “savaş karşıtlığı” adı altında
toparlanan kesimlerin kendi özgül gerekçeleri
yeterince açığa çıkmadan kalıyor. Kürt dinamiğinin
rota değiştirmesinden sonra uzunca bir süre en
azından çok yakında bir yerde (Filistin hariç)
kapsamlı bir devrimci savaşın olmaması, böylece
herkesi tutum almaya zorlayan keskin bir dönemecin
yaşanmaması bu durumun başlıca sebeplerinden biridir.
Böylece ötedenberi tutarlı bir biçimde genel bir
“anti-militarizm” ve “savaş karşıtlığı” çizgisi
üzerinde duran kesimler ve bireysel inisiyatiflerden
öteye geçilmiş; Kürt orta sınıflarının olduğu
kadar Türkiye solunun “çok fazla gürültüden hoşlanmayan”
kesimlerinin de hislerine tercüman olan bugünkü
durum, AB hayalleriyle de birleşerek ortaya herhangi
bir devrimci savaşı savunma/savunmama ikileminden
azat olmuş genel bir “barış” cephesi çıkarmıştır.
Bugün, etkinlik ve hareketlilik anlamında Körfez
Savaşı günlerinden daha zayıf ama katılımcı kurumlar
bakımından çok kalabalık ve renkli görünen bir
savaş karşıtı platforma sahip olmamızın belki
de temel nedenlerinden biri budur. Gerçekten de,
bugünkü savaş karşıtı güçler manzarası, bir yanıyla
solun gerilemesinin yarattığı boşlukta filizlenen
postmodern hareketlerin on yıl boyunca almış olduğu
mesafeyi gösterirken, diğer yanıyla “İmralı” üzerinden
ya da başka yollardan sağa doğru kayan güçlerin
buluşma noktasına işaret ediyor. Buna karşılık
Körfez günlerinde olan ise, belki daha az sayıda
“sivil toplum örgütü”nü bir araya getiren ama
devrimci hareketin sınırlı bir yükselişinin atmosferinde
gerçekleştiği için deyim yerindeyse daha “kırmızı”
renkli bir savaş karşıtı harekettir.
Anti-Militarizm:
Pasifizmle Mümkün mü?
Kırmızı ya da Pembe ya da hatta Yeşil!.. Özellikle
Irak savaşı bağlamında bu kadar çok renkli bir
çerçevenin oluşmasından rahatsız mı olmalıyız?
Kuşkusuz hayır. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın
herhangi bir köşesinde herhangi bir siyasi, dini
inanca sahip tek bir insanın bile emperyalist
haydutluğa karşı çıkması, bunu zayıf ya da kuvvetli
bir sesle ifade etmesi devrimci sosyalistler açısından
elbette bir rahatsızlık kaynağı değildir. Ama
tutarlı bir anti-militarizmin ayrım noktalarını
netleştirmek de her zaman gereklidir.
Son derece açık bir dille söylemek gerekirse,
devrimci sosyalistler, deyimin bugünkü moda anlamıyla
“anti-militarist” değildirler. Daha doğrusu, sosyalistlerin
anti-militarist çizgisi, nihai olarak komünizm
hedefiyle, yani sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz
ve ordusuz bir dünya düzeni kurgusuyla örtüşen
bir niteliğe sahiptir. Bu bağlam üzerinden ifade
edilmeyen, bulanık ve “şiddetin özü”ne ilişkin
kafa karışıklığıyla sakatlanmış bir militarizm
karşıtlığı sosyalistler açısından kabul edilebilir
değildir. Militarizmin kökeni, son derece açık
olmalı, sınıflı toplumdur, üretim araçlarının
özel mülkiyetine dayanan toplumsal sistemin ta
kendisidir. Üstelik günümüz açısından bakıldığında,
militarizm, yalnızca mevcut düzenin korunması
ya da başka topraklara yönelik saldırganlık eğiliminin
ötesinde, bizzat kapitalist ekonominin işleyişi
içinde de hayati bir anlama sahiptir. Askeri ekonominin
bir bütün olarak dünya kapitalist sistemi içindeki
payı kuşkuya yer vermeyecek biçimde bu gerçeği
kanıtlamaktadır. Dolayısıyla, militarizmin “sınırlanması”ından
ve “barışçıl bir kapitalizm”den bahsetmek için
yalnızca saf olmak yetmez, aynı zamanda kör olmak
da gereklidir; aklı başında herkes, temel güdüsü
kâr olan kapitalist sistem yıkılmadan savaşların
ve militarizmin ortadan kaldırılabileceğini iddia
edemez.
Yok eğer bahsedilen gerçekten tutarlı bir anti-militarizmse,
gerçekten bütün silahların sonsuza dek toprağa
gömülmesi düşünden söz ediliyorsa, bunun için
öncelikle savaşları ve silahları üreten iktisadi-toplumsal
sistemin değiştirilmesi gerektiği, bunun için
de sistemin koruyucusu olan güçlerin alaşağı edilerek
sosyalist bir iktidarın kurulmasının zorunlu olduğu
ve hatta bunun da tek başına yetmeyeceği ve tam,
kesin bir barış dönemi için emperyalist sistemin
bir bütün olarak çökertilmesi gerektiği son derece
açıktır. Bu ise, tartışmasız biçimde şiddet araçlarının
da kullanıldığı, devrimci savaşlar yolundan geçilen
bir süreçtir.
Burada bir paradoks yoktur. Kapitalizmin ve onun
ürünü olan savaşların insanlığa çektirdiği acıların
sona ermesini isteyen herkes, ona karşı kendi
hayatını da ortaya koyarak savaşmak zorundadır;
bu acıların “pasifizm” ya da “kişisel karşı çıkışlar”
yolundan gidilerek sona erdirilebileceğini düşünmek,
ortaya konulan davranış biçimi ne denli erdemli
olursa olsun, aslında söz konusu durumun daha
uzun sürmesinden başka bir sonuç vermeyecekir.
Şiddet ve Ayaklanma Hakkı
Sosyalistlerin şiddetin herhangi bir türünden
keyif almadıkları, alamayacakları çok açıktır.
Tarih boyunca her zaman iktidarlarını zorla sürdürmek
isteyen egemen sınıflar tarafından şiddete zorlandıkları
da tartışmasız biçimde ortadadır. Ama öte yandan,
zaman zaman ciddi sosyalist yazında da görülen
hatalı yaklaşımların tersine, sosyalistlerin zor
kullanmaya zorlanmaları anlık-birebir bir durum
değildir. Sosyalistler herhangi bir anlık durumda
kendilerine karşı zor uygulandığı için o özgün
durum bağlamında şiddete başvurmak zorunda kalmamaktadırlar.
Devrimci güçlerin zor kullanmaya zorlanması, tarihsel
anlam içeren bir olgudur; sınıflı toplum düzenini
korumak için ve kitlelerin mücadelesini bastırmak
için devasa askeri güçleri, polis ve istihbarat
organizasyonlarını kuran sistem, böylece temellerini
attığı militarizmle ezilenlerin şiddetini tarihen
meşru kılar. Yoksa, burada A olayı sırasında kulanılan
şiddet ve ona karşı ezilenlerin “mecburen yanıt
üretmesi” gibi bir basit ve günlük olaydan söz
edilmemektedir.
Dolayısıyla sosyalistlerin militarizm karşısındaki
tutumu da bir tür pragmatizm tarafından değil,
bu gerçeklik üzerinden belirlenir. Sosyalistleri
“işine geldiği yerde şiddet kullanımını destekleyen
işine gelmediğinde anti-militarist kesilen” bir
makyavelistler toplululuğu olarak göstermek en
azından bu açıdan büyük bir haksızıktır. Sosyalistler,
en baştan, çok açıkça haklı ve haksız savaşlar
ayrımını yaptıklarını ifade etmişlerdir ve tarih
boyunca bir bütün olarak tutumları bu çerçevede
gelişmiştir. Bu bağlamda sosyalistler, ellerini
şiddete dokundurmayan bir dinsel topluluk olduklarını
da hiçbir zaman iddia etmemişlerdir. Onlar, mevcut
gerici-saldırgan düzeni yıkmak için şiddetin zorunlu
olduğunu, silaha başvurmanın ayrıca baskı altında
olanların hakkı olduğunu açıkça söylemişlerdir
ve bu pragmatizm değildir. Söz konusu şiddet kullanımının
kendine özgü etik ilkeleri elbette tartışılabilir
ama bu şiddet kullanımının tarihen haklılığı-haksızlığı
tartışmasından ayrı bir olgudur.
Öte yandan sosyalistler, şiddeti yalnızca silah
kullanımıyla ilgili bir olgu olarak gören bildik
anti-militarizmden derinlikli bakış açısıyla da
ayrılır. Mahallesinde çamur deryasında yüzen genç
bir emekçinin Etiler’de maruz kaldığı yoğun şiddeti,
kaderiyle ilgili hiçbir gelişme umudu taşımayan
bir genç kızın televole yoluyla zedelenmesini,
sınır boyunda çocuklarını doyurabilecek bir parça
ekmeği almak için onurunu terkeden Kürt insanının
çektiği acıyı, dünyanın çeşitli köşelerinde pornografinin
ve fahişeliğin çamur deryasına çekilen çocukların,
uyuşturcu bağımlılarının yaşadığı vahşeti, vb.
kapsamayan bir şiddet tanımı, gerçeğin yalnızca
bir bölümünün ifadesidir. Çoğu kez safça, hatta
budalaca bir şekilde gözünü sadece orduların-devletlerin
savaştığı alanlara diken ve şiddetin salt fiziki
ölümle sonuçlanan biçimiyle kendini sınırlayan
genel savaş karşıtlığı eğiliminden farklı olarak
devrimci sosyalizm, şiddet sorununu bir bütün
olarak kavrar ve ezilenlerin ayaklanma hakkını
tereddütsüz tanır.
Bütün bu açılardan bakıldığında salt şiddeti politik
araç olarak kullandıkları gerekçesiyle gerilla
örgütlerini kapısından içeri sokmayan Porto Alegre
Sosyal Forumu örgütleyicilerinin davranışı ne
kadar saçmaysa, savaş karşıtı mitinglerde bir
gerilla komutanı olan Che’nin resimlerinin taşınması
o kadar anlamlı ve yerindedir.
Savaşa Karşı: Herkesle Birlikte
Ama Kendi Yolumuzdan
Bugün, Ortadoğu bölgesi yeniden emperyalist savaş
mekanizmasının tehditi altındayken, emperyalist
savaşa karşı görevler kapımıza gelip dayanmışken,
bütün bu temel doğruları hatırlamak özel bir önem
taşımaktadır. Emperyalist savaşa karşı mümkün
olan en büyük cepheyi kurmak, şu ya da bu gerekçeyle
savaşa karşı olan herkesle birlikte haydutluğun
karşısında dikilmek önemli olmakla birlikte, sorunun
özüne ilişkin doğru bir arkaplan kurmak da son
derece önemlidir. Savaşın emperyalist doğasını
ve bir bütün olarak savaşların ortadan kaldırılmasının
mümkün tek yolunu ısrarla vurgulamak, bugün her
zamankinden daha anlamlı bir görev olarak önümüzdedir.
Bu, sanıldığı gibi savaş karşıtı cepheyi zayıflatan
bir şey de değildir. En azından Körfez Savaşı
günleriyle bugünkü aktivite düzeyini kıyasladığımızda
gördüğümüz gerçeklik bile savaşa karşı “çok renkli”
bir cephenin gerekli olduğunu ama öte yandan özellikle
“kırmızı” rengin süreci toparlayıp götürdüğünü
bize kanıtlamaktadır.
Devrimci sosyalistlerin daha baskın olduğu bir
savaş karşıtı atmosfer yaratmak için önümüzde
ciddi görevler durmaktadır. Uzun vadeli devrimci
görev olan bölge devrimci güçlerinin devrimci
dayanışması ve bölge devrimi ise, şüphesiz Nazire
Hanım’ın sloganının tersine çevrilmesine sıkı
sıkıya bağlı olacaktır.
|