Ortadoğu emperyalizm için her şeyden
önce petrol anlamına gelmiştir, ama petrolün de
ötesinde dünyanın bu en sıcak bölgesinde egemen
olmak, halkları sindirmek çok önemlidir. Günümüzde
emperyalizmin Ortadoğu’daki hakimiyetini ve ilişkilerini
kavrayabilmek için bölgenin tarihsel sürecini
ele almaya çalışalım.
İşe Osmanlı’dan başlarsak, ilk gördüğümüz olgu,
uzunca bir süre Ortadoğu topraklarını elinde bulunduran
bu devletin 20. yüzyılın ilk yarısına açık pazar
olarak girdiği ve bu pazarın da artık emperyalistlerin
denetimine geçtiğidir. Bu dönemde Britanya ve
Almanya Osmanlı’nın kaynaklarını paylaşmak için
sürekli çekişme içerisindedir. Bu rekabete kimi
zaman ABD de ortak olmuştur. ABD’li petrol şirketlerinden
Standart Oil Company of New York 1911 yılında
Osmanlı’nın gazyağı, madeni yağlar ve akaryakıt
piyasasını ele geçirmiştir.
Diğer taraftan donanmasının temel yakıtını kömürden
fuel-oile dönüştüren Britanya için petrol, sömürge
imparatorluğunu sürdürmesinin yaşamsal güvencesidir.
Bu temelde Britanya, Arap şeyhlikleriyle geliştirdiği
ilişkilerini sürekli olarak güçlendirmektedir.
I. Paylaşım Savaşına ulaşan süreçte bir yandan
güvenli petrol aranacak ülkeler listesine Mısır
dahil edilirken diğer yandan Kuveyt Şeyhi 27 Ekim
1913’te İngiliz temsilcisine gönderdiği mektupta
topraklarında bulunan petrolün işletilmesi yetkisini
İngiltere’ye verdiğini açıklamaktadır. Bu, İngiliz
emperyalizminin dünya üzerinde sürdürdüğü egemenliğin
doğal bir sonucudur:
Öte yandan henüz Ortadoğu’yu resmen egemenliği
altında bulunduran Osmanlı paşaları da kendi çıkarları
doğrultusunda emperyalistlerle birebir girdikleri
ilişkiler sonucunda bu ülkelere varolan petrol
rezervlerini kullanma ve üretme yetkisini vermektedirler.
Bu arada İngiliz ve Alman şirketleri petrol oyunlarını
sürdürürken Amerikalılar da boş durmamakta, daha
doğrusu 1908 sonrasında her petrol tröstü kendi
İttihatçısını bulmaktadır. Bu kural çerçevesinde
Standart Oil Of New York Csoconyo isimli ABD şirketi
de İttihatçı liderlerden Cemal Paşa’nın yardımlarına
mazhar olmuş ve Filistin’de petrol arama imtiyazı
elde etmiştir.
İttihatçıların gümrük vergilerini arttırma konusundaki
girişimleri sonucunda 1913 yılında Britanya Dışişlerinden
şu açıklama gelmiştir: “Majestelerinin hükümeti
gümrük vergisi arttırımı konusunda olumlu yanıt
verebilmek için ek bir koşul getirmeyi arzu etmemekle
beraber Osmanlı hükümetinin Mezopotomya’daki petrol
kuyularında İngiliz kontrolünü sağlayacak işlemlere
gecikmeksizin başlayacağına güvenmektedir.”
Süreç 1914 yılına doğru hızla akarken İttihatçılar
petrol tröstlerine imtiyazlar yağdırmaktadırlar.
Örneğin Standart Oil Co. savaştan kısa süre önce
60 yeni arama sahası için görüşmeler yürütürken
Suriye’nin bazı bölgeleri ve Trakya’da petrol
ayrıcalıkları elde etmektedir.
I. Paylaşım Savaşı’nın başlamasıyla zengin petrol
yataklarına sahip Ortadoğu ve Mezopotamya savaşın
önemli alanları haline gelmiş ve orada var olan
zengin kaynaklar ve ucuz işgücü emperyalistlerin
ağızlarının suyunu akıtmaya başlamıştır.
Savaş Osmanlı Devleti ve Almanya açısından büyük
bir yenilgiyle sonuçlandığında ise bölgeye artık
kimin, kimlerin hakim olacağı sorunu kalmamış
gibidir.
Hatta, savaşın bitmesinden çok önce İngiltere
ve Fransa Ortadoğu ve Mezopotamya topraklarını
aralarında paylaşmışlardı. İngiliz Hükümeti çıkardıkları
yasalarla birlikte ele geçirilen Arap topraklarında
petrol aramaya hazırlanırken istenmeyen yabancıların
kendi çalışmalarını artık engelleyemeyeceğinden
emindi. İngilizler ve Fransızlar savaşın mirasını
paylaşırken hem acele ediyor hem de I. Paylaşım
Savaşı’ndan güçlenerek çıkan diğer müttefikleri
ABD’yi paylaşımın dışında tutmaya çalışıyorlardı.
Savaştan sonra İngiliz ve Fransızlar tarafından
sınırların çizilip, yapay devletlerin ortaya çıkarılmasıyla,
halklar emperyalistlerin çıkarlarına göre bölünürken,
Ortadoğuda halen sürmekte olan birçok ulusal,
etnik, dinsel vb. çelişkinin de temelleri böylece
atılmış oldu.
24 Mart 1925 tarihinde Irak hükümeti ülke petrollerinin
işletilme ayrıcalığını 75 yıl süreyle Turkish
Petroluma vermiştir. Bu şirketin ortakları ise
ABD’li Petrol şirketleri, APOC (İngiliz) Royal
Dutch Shell grubu, Companie Francais Des Petrolas
ve “Bay %5” diye tanınan Gülbenkyan’dır. Yani,
adı ironik biçimde Türk Petrol Şirketi olan bu
şirketin ortakları dev petrol tröstleridir. Böylece
1920’ler boyunca Türkiye’yi de içine alan ve Mezopotamya
ile Ortadoğu cephesinde gelişen petrol oyunları
yumağına yeni düğümler eklenmiştir.
Dünya 1930’lara geldiğinde ise hesaplar henüz
görülmemiştir. I. Paylaşım Savaşında açık kalan
dosyalar tekrardan işlemeye başlamış ve yeni ittifaklar
oluşmaya başlamıştır. Alman emperyalizmini Sovyetler
Birliği’ne doğru yöneltmek, Britanya İmparatorluğu’nun
başlıca siyaseti olmaya başladığından İngiliz
hükümeti Almanyanın güneydoğuya doğru ekonomik
yayılmasında bir sorun görmüyordu. Diğer yandan
İngiltere, Sovyet alehytarlığı çerçevesinde Türkiye’ye
de yanaşmaya başlamaktaydı. Çünkü boğazları ellerinde
bulunduran ülke, Ukrayna ve Kuban’ın hububat ambarlarını,
Donetz Havzası sanayisini ve en önemlisi Kafkas
petrollerini kontrolü altında tutabilirdi.
Diğer taraftan Ortadoğu sömürgelerinin eşit paylaşılmasını
savunan ABD de boş durmuyor, Ortadoğu’da kazandığı
nüfuz ve Musul petrollerinden aldığı %25’lik payla
ağırlığını hissettirirken, Irak, Suudi Arabistan
ve Bahreyn adalarındaki zengin petrol yataklarının
kuzeyinde bulunan Türkiye’nin sahip olduğu stratejik
konumu değerlendiriyordu. 1927-1933 yılları arasında
ABD’li petrol tekelleri ülkede çok sayıda imtiyaz
elde ederken ABD Dışişleri Bakanlığı da devletten
devlete ilişkileri geliştiriyor ve bu ülkeleri
“Küçük Amerika” olma hayalleriyle süslüyordu.
Bu sayede ABD’nin Ortadoğudaki ekonomik yayılması
kısa sürede meyvelerini vermeye başladı.
II. Paylaşım Savaşı ve Ortadoğu
II. Paylaşım savaşının arifesinde Ortadoğu yine
merkezi bir öneme sahipti. Gelişen teklonoji ile
birlikte otomotiv sanayinin gelişmesi, bir çok
ağır sanayi dalının fuel oile bağlı olması gibi
nedenler de bu önemi artırıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun
Mısır’ı bırakmasından sonra ve Irak ve Ürdün’le
yapılan antlaşmalarla İngilizler orada askeri
birlikler bulundurma, üsler kurma hakkını elde
etmişlerdi. 1936 imzalanan bir İngiltere-Mısır
anlaşması İngiliz işgaline son vermişti gerçi
ama buna karşılık İngilizler 20 yıl boyunca Süveyş
Kanal bölgesinde, Kahire’de ve İskenderiye’de
askeri kuvvetler bulundurma hakkını elde etmişlerdi.
Ayrıca Mısır, İngilizlerin Sudan’daki yönetimini
kabul ediyordu. Fransa ise Ortadoğuya Milletler
Cemiyeti kanalı ile elde ettiği Suriye ve Lübnan
mandası sayesinde I. Paylaşım Savaşı sonrasında
yeniden giriş yapmıştı. Fransızlar kendi siyasal
ve kültürel etkilerini ve ekonomik güçlerini arttırmak
için Ortadoğu üzerinde yoğun sömürge politikaları
uyguladılar.
İngilizler ve Fransızlar Ortadoğu’daki güçlü dönemleri
sırasında hep kukla rejimlerle yönetmişlerdir.
İngilizlerin Mısır’daki kukla rejimini Kral Faruk,
Irak ve Ürdün’dekini de Suudi Arabistan’da tahtını
kaybeden Haşimi sülalesi simgeliyordu. Fransa’nın
Suriye ve Lübnan mandacılığı ise II. Paylaşım
Savaşı sonuna kadar devam edecekti.
II. Paylaşım Savaşı Sonrası ABD’nin Bölgeye
Girişi
II. Paylaşım Savaşı sonrasında sömürge ve yarı-sömürgelerde
patlak veren milliyetçilik ve ulusal kurtuluşçuluk
yangını Ortadoğu’yu da kavurmaya başlamıştı. Ortadoğu’da
millyetçiliğin önderliğini Suriye ve Irak’ta Baas
Partisi temsil ediyordu. Ürdün Kralı Abdullah
bu oluşumlar karşısında çok zayıflamıştı. Nitekim
İsrail savaşındaki Arap yenilgisi neden gösterilerek
bir suikast sonucu öldürüldü. Arap hanedenları
giderek halklarını yönetemez olmuşlardı.
Mısır’da Kral Faruk’un sürgün edilmesinden sonra
Cemal Abdül Nasır’ın dönemi başlamaktaydı. II.
Paylaşım Savaşı’nın bıraktığı yıkıntı arasından
ortaya çıkmaya başlayan çoğu Arap ülkeleri bağımsızlıklarını
elde etmeye, ekonomik istikrara kavuşmaya çabalıyordu.
Bölge dinsel ve kültürel farklarla da ciddi biçimde
bölünmüş durumdaydı ve stratejik konumdaki petrol
rezervleri ile dolu bir bölge emperyalistler açısından
ciddi bir boşluk manzarası göstermekteydi.
İngiltere ise savaşta herkesten fazla zarar görmüş,
ciddi bir güç kaybına uğramıştı. Bundan dolayı
hem komünizm hayaletini önleyecek hem de milliyetçi
ve ulusal akımlara karşı Ortadoğu’daki egemenliğini
sürdürecek pozisyonda değildi. Böylece, II. Emperyalist
Paylaşım Savaşı’ndan büyük bir güçle çıkan ABD
emperyalizmi, emperyalist sistemin jandarmalığı
görevini üstlenip, varolan boşluktan yararlanarak,
Ortadoğu’nun da hakim emperyalist gücü oldu.
ABD’nin Ortadoğu’da gücünü kalıcı kılabilmesi
için piyonlara, bekçi köpeklerine ihtiyacı vardı.
Bu durumu sağlamak ABD için çok zor olmadı çünkü
bu bekçi köpekleri önlerine atılacak ufak bir
kemik için en zor görevleri üstlenmeye hazırdı
ve ABD’ye göre bu göreve layık iki unsur vardı.
Bunlar Türkiye ve 1880’lerden beri Filistin topraklarına
göz dikmiş, orada bir İsrail Devleti kurmak isteyen
siyonist hareketti.
Bu bekçiliğin ilk adımları 1947 yılında Truman
Doktrini çerçevesinde atılan büyük çapta yardımların
yapılması ve Türkiye’nin 1952’de, sosyalist bloğa
karşı kurulmuş olan NATO’ya, Kore halkına karşı,
bugün Afganistan’da olduğu gibi paralı askerlik
yapılması karşılığında alınması oluşturdu. Daha
sonra Türkiye’deki işbirlikçi burjuvazi ile yapılan
görüşmeler-antlaşmalarla bağımlılık ilişkisi iyice
pekiştirilecekti.
Avrupa ve ABD emperyalizminin büyük desteği ile
Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail Devleti
kurulduğu andan itibaren bütün emperyalist güçlerin
desteğini topladı. Başta artık İngiltere’nin yerini
almış olan ABD olmak üzere İngiltere ve Fransa
bu yeni devleti tanımakta tereddüt etmediler.
Sovyetler Birliği de bu devleti tanıyanlar arasındaydı.
İsrail Devleti silah zoruyla, yerli Arap halkı
topraklarını terketmeye zorlayarak kurulmuştu.
Yeni devletin sınırları içerisinde kalan yarım
milyona yakın Filistinli Arap bir dizi temel insan
haklarından yoksun olarak yaşamaya mahkum ediliyordu.
Buna rağmen 1948-1968 yılları arasında İsrail
7,5 milyar dolarla ABD’den yardım alan ülkeler
içinde birinci sıraya oturdu ve hep orada kaldı.
Amerika ile İsrail ilişkileri karşılıklı çıkara
dayanıyordu. Amerika’nın sağladığı iktisadi ve
askeri yardıma karşılık, İsrail bölgede Amerika’nın
en güvenilir müttefiki görevini üstlenmişti. İsrail
Haaretz gazetesinin 1951’de söylediği gibi “İsrail’i
güçlendirmek batılı güçlerin Ortadoğu’da denge
ve istikrarı korumalarına yardımcı oluyor. İsrail
bir bekçi köpeği görevini görüyor.”
Öte yandan II. Paylaşım Savaşı’ndan büyük bir
güçle çıkan ABD’nin Ortadoğu’daki etkinliğini
kırabilmek için SSCB “Kapitalist olmayan yol”
revizyonist politikası çerçevesinde Ortadoğu’daki
güçlü ülkeler olan Mısır, Suriye ve bir askeri
darbeyle Baas Partisi’nin iktidarı İngiliz uşağı
Haşimi hanedanından aldığı Irak ile siyasi, askeri
ve ekonomik ilişkiler geliştirmişti. Bunun sonucunda
Ortadoğu’da ABD ile SSCB arasında bir güçler dengesi
oluşmakta ve ABD bu dengeyi bozabilmek için Ortadoğu’da
yerli işbirlikçileri yanına alarak komünizme karşı
“yeşil kuşak” projesini örgütlemeye başlamaktaydı.
Mısır’da Nasır döneminde SSCB ile ilişkiler gittikçe
gelişmeye başladı, Ekonomik ve askeri işbirliğine
gidildi. ABD ile ise Amerikalıların İsrail’e silah
vermesi ve arka çıkması yüzünden ilişkiler kopmuştur.
Özellikle Ortadoğu’da, Arap halkı üzerindeki kültürel
etkileyiciliği hayli gelişkin olan ve bu geleneksel
rolünü hâlâ sürdüren Mısır’da Nasır’ın Arap ülkeleri
ile yaratmış olduğu iyi ilişkiler düşünüldüğünde
ABD açısından hiçte iyi olmayan bir durum ortaya
çıkmıştı. Fakat bu durum Nasır’ın ölümü ve başa
Enver Sedat’ın geçmesiyle değişti. Enver Sedat
ABD’ye yanaşarak Başkan Nixon’a İsrail’in işgal
ettiği yerlerden çekilmesi koşuluyla tekrar diplomatik
görüşmelere başlayacağı mesajı verdiğinde buna
paralel olarak SSCB ile ilişkiler gevşedi ve Temmuz
1972’de askeri danışmanlar ve hava savunmasından
sorumlu Sovyet uzmanları Mısır’ı terketmek zorunda
kaldılar.
Ortadoğu ve Direniş
Daha I. Paylaşım Savaşı sonrasında yaşadıkları
topraklar yapay sınırlarla parçalanan Kürtler,
Ortadoğu’nun belki de en eski direnişlerinden
birinin yaratıcısı oldular. Bu direniş her değişik
alanda farklı biçimlenişler aldı, farklı aşamalardan
geçti. Ama ulusal-demokratik haklarına hâlâ kavuşamamış
olan Kürt halkının bu özlemi, o günden bu güne
güçlenerek varlığını sürdürüyor.
Ortadoğu’nun kapanmayan yarası olan Filistin’in
İsrail’e karşı direnişi, sürekli bir çatışma ortamını
oluştururken Arap milliyetçiliğinin ve Ortadoğu
halklarının anti-emperyalist duygularının dünyanın
diğer bölgelerindeki gelişimin aksine sürekli
canlı kalmasını sağlamış; uzun yıllar Ortadoğu’da
sönmeyen bir devrim ocağı olmuştur. Aynı zamanda
Ortadoğu’da ve oradan da tüm dünyaya yayılan yeni
tarzda; gerilla tarzında bir enternasyonalist
dayanışmanın doğduğu bu ocak, içinden geçtiği
değişik birçok evreye rağmen halen yanmaya devam
ediyor.
İran’da ise Ortadoğu’da kendisine alternatif güç
istemeyen ABD emperyalizminin, komünizme karşı
yaratmış olduğu yeşil kuşak projesi, beklenmedik
bir sonuca vardı ve 1980’de İran’da İslam Devrimi
gerçekleşti. Daha sonra gelen İran-Irak savaşı
ise özellikle ilk yıllarında tutarsız da olsa
anti-Amerikancı bir dış politika izleyen İslam
devriminin yayılmasını engellemek ve gücünü zayıflatmak
için ABD’nin başını çektiği emperyalistler tarafından
tezgahlanmış bir girişimdi.
Günümüze Gelirken....
SSCB’nin 1990’da dağılması Ortadoğu’dan da tam
olarak çekilmesine neden oldu. Daha bu çekilme
gerçekleşmeden Irak, süreç içersinde ABD emperyalizminin
denetimine girmişti bile. Emperyalizmin jandarmalığını
yapan ABD, SSCB’nin ortadan kalkmasıyla ortaya
çıkan yeni güç ilişkileri ve dengelerindeki yerini
diğer emperyalist güçlere göstermek ve ezilen
halklara, artık yanlarında, ABD’nin yaptıklarına
dur diyebilecek,sol bir yana emperyalist-kapitalist
sistemden bile çatlak ses çıkarabilecek kimselerin
olamayacağını göstermek istercesine kendi kışkırtmasıyla
Kuveyt’i işgal ettirdiği Irak’a savaş açtı.
Dünya enerji kaynakları üzerindeki mutlak hakimiyetini
kurmak ve güçlendirmek; böylelikle de emperyalist-kapitalist
sistem içindeki ekonomik-askeri-siyasi üstünlüğünü,
SSCB karşısında biraraya gelme zorunluluğunun
ortadan kalktığı koşullarda da sürdürmek isteyen
ABD emperyalizmi, Ortadoğu halklarının kanı pahasına
bu politikalarını günümüzde de uygulamaya devam
ediyor.
Günümüzde Ortadoğu’da en genel anlamda, geçmişte
ulusal kurtuluşçuluk ya da milliyetçilik olarak
kendini dışa vuran anti-emperyalist tepkiler,
emperyalizmin yeşil kuşak projesinin hiç umulmayan
sonuçlar yaratması ve dünya genelindeki sol akımların
yaşadığı krizden dolayı bir alternatif olarak
ortaya çıkamamaları nedeniyle kendini İslami temelde
ifade etse de, hiçbir zaman sönümlenme/küllenme
eğilimine girmiyor.
Bölgede İsrail ve ABD’nin kanlı saldırıları sürdükçe
böyle bir eğilim beklenemez de. Ancak bu anti-emperyalist
tepkilerin doğru kanallara yönelebilmesi, Ortadoğu
ve dünya devrimci akımının kendini yenilenme süzgecinde
arıtıp, yeniden üretebilmesi/örgütleyebilmesiyle
mümkün olabilecektir. Bu görevler yerine getirilebildiği
ölçüde Ortadoğu halklarının emperyalizme karşı
dinmeyen öfkesi, tarihsel, sosyal ve bilimsel
anlamdaki gerçek muhatabıyla biraraya gelebilecek
ve zafere yürüyebilecektir.
Bugün, Ortadoğu halklarının başbelası İsrail ile
stratejik işbirliğine girmiş bir ülkede yaşamanın
utancını daha fazla alnımızda taşımak istemiyorsak,
bu görevlerin herkesten çok bizlerin omuzlarında
olduğunu da bir an olsun akıldan çıkarmamak gerekir.
Bu görevlerin yerine getirilmesiyle adım adım
örülecek olan devrimimiz, yaşadığımız Ortadoğu
coğrafyasının emperyalist haydutların çizdiği
yapay sınırlarını, yukarıda da belirttiğimiz özelliklerinden
dolayı, fazla zorlanmadan parçalayacaktır; dünya
ezilen halklarına ışık olacaktır.
|