2.Paylaşım Savaşı sonrası ortaya
çıkan dünya manzarası savaş öncesi sürecin güç
ilişkileri ve dengelerinin tümüyle alt-üst olduğunu,
sosyalist hareketle kapitalist sistem arasında
olduğu kadar, kapitalist sistem içinde de bu güç
ilişkisi ve dengelerin yeniden biçimlendiğini
göstermekteydi. Kapitalist sistem içinde İngiltere’nin
20. yüzyılın başından itibaren ciddi biçimde yıpranmaya
başlayan önderliğinin yerini ABD, tartışmasız
biçimde almış; emperyalist-kapitalist sistem,
sosyalist hareketin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin
yükselişiyle birlikte farklı bir biçime evrilen
krizinden çıkabilmek için, kendi cephelerinde
ekonomik, askeri ve siyasal üstünlüğünü tartışılmaz
bir biçimde ortaya koymuş olan ABD’nin politikaları
ekseninde yeniden biçimlenmeye başlamıştı.
Savaş sonrası süreçte emperyalist sömürü sistemi
çok yönlü bir krizin içinde buldu kendini. Bir
yandan ulusal bağımsızlık savaşları klasik sömürü
ilişkilerini parçalayan dışsal bir etken olarak
artan bir basınç oluştururken, diğer taraftan
bu sömürgecilik sistemi (klasik sömürgecilik)
kendini yeniden üretme dinamiklerini tüketerek
içten bir çözülmeyi yaşıyordu. Savaş sırasında
çöken klasik sömürgeci emperyalist ülkelerin ekonomisi
ne hammadde ve yarı-mamüller alıp işleyebilecek,
ne de savaş yorgunu, yıpranmış ordularıyla açık
işgallerini sürdürebilecek durumdaydılar.
Savaştan önemli bir askeri-ekonomik yıkım yaşamadan
çıkan ABD ise, daha savaş öncesinde, farklı bir
sömürgecilik ilişkisinin temellerini atmıştı.
ABD açısından savaş sonrasında üç ana görev öne
çıkmıştı; Birincisi, kapitalist sistem içinde
kalan ülkelerin sosyalizme yönelişini ne pahasına
olursa olsun durdurmak, SSCB ve sosyalist sistemi
barajlamaktı. İkincisi, hem ABD tekellerinde birikmiş
devasa sermaye için yatırım alanları oluşturmak,
hem de Avrupa ve Japonya’nın sosyalist devrimle
kaybedilmesini önlemek için bu alanların ekonomik
olarak yeniden inşa edilmesini sağlamak ve bunların
yeni bir siyasal, askeri vd. mekanizmalar içinde
yeniden organize edilmesine önderlik etmekti.
Üçüncüsü, devasa toprakları ve kaynakları barındıran
ve artık devrimci ve reformist ulusal hareketler
tarafından yıkılmak üzere olan ve bu yanıyla sistem
için tehlike haline gelmiş olan, hem de İngiltere,
Fransa, İspanya gibi ülkelerin denetiminde olduğundan
ABD sermayesinin yayılımının önünde şu ya da bu
düzeyde engel oluşturan eski sömürgecilik tarzını
tasfiye ederek sisteme yeni ve farklı biçimde
eklemlemek. Üstelik dünyayı saran ulusal kurtuluş
savaşları yangınının, savaştan güçlenerek çıkan
sosyalist bloğun açık desteği ortadayken eski
yöntemlerle söndürülemeyeceği de çok açık bir
olguydu.
Başarıya ulaşan ulusal kurtuluş savaşları sonucunda
ortaya çıkan yeni ülkeler, dönemin ulusal kalkınmacılık
rüzgarına yelken açıyorlardı.
Öte yandan savaştan sonra sosyalizmin yükselen
prestiji, emperyalist metropollerde işçi sınıfının
hak alma mücadelelerini körüklemiş, keynesçi politikalarla
beslenen bu durum, sömürgelerdeki çok daha ucuz
emeği emperyalist sermayenin gündemine taşımıştır.
Bir bütün olarak kaybedilmek istenmeyen bağımsızlığını
kazanmış eski klasik sömürge ülkelerin benimsedikleri
ulusal kalkınmacılık politikaları ise, açıktan
sosyalizmden yana tavır belirleyememiş böylesi
ülkelere emperyalist sermayenin sızabileceği yegane
çatlak olarak yeni tipteki bağımlılık ilişkilerine
kapı aralıyordu.
İşte tüm bu koşulların bileşkesi olarak yeni-sömürgecilik
tarih sahnesinde olgunlaşmaya başlamıştır. Artık
gerek ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinden,
gerekse de kendi ülkelerindeki sınıf hareketinin
gelişmesiyle oluşan meşruiyet kaybından, ve daha
bir çok nedenden dolayı emperyalistler, daha önceki
döneme ait, açık işgale-tahakküme dayalı sömürgecilik
ilişkilerini bir kenara bırakarak, bu ülkelere
“sözde” bir siyasal bağımsızlık alanı açan, bağımlılığı
şiddetli ulusal tepkilere yol açan askeri işgal
yerine ekonomik zeminde üreten bir sömürgecilik
ilişkisi olarak yeni-sömürgeciliği benimsemişlerdir.
Ortalıkta işgal kuvvetlerinin olmadığı bu sömürgecilik
ilişkisinde ülkenin üretimi, ekonomisi, IMF-DB
borçlandırmaları, hammadde/yarı-mamül/enerji/patent/teknoloji
vb. bağımlılığıyla tamamen emperyalizmin kontrolü
altına alınır. Ekonomik bağımlılığın üzerine inşa
edilen her türlü siyasal-askeri-kültürel vb. bağımlılık
ilişkileriyle geçmiş sömürgecilik süreçleriyle
karşılaştırılamayacak ölçüde geniş bir kontrol
olanağı ortaya çıkar emperyalizm açısından.
“Ulusal kalkınmacılık” hayalleriyle “davet edilen”
yabancı sermaye, yüksek gümrük duvarlarıyla korunan,
kapalı ve kapalı olduğu kadar da tekelleşmeye
çanak tutan iç piyasayı, işbirlikçileri aracılığıyla
baştan itibaren tekeline alır. Böylece yeni-sömürgelere
aktarılan sermaye, emperyalistlerin elinde biriken
sabit sermaye fazlasından kaynaklı kâr oranı düşüşüne*
de geçici de olsa yavaşlatıcı bir etken olur.
Böylece, yeni-sömürgecilikle birlikte sömürge
ülkenin ekonomisinde köklü değişiklikler meydana
gelir. Artık sadece hammadde ve yarı-mamül malların
emperyalist metropollere taşınmasına ve mamül
mal ithaline dayalı bir tarzın yerine, Mahir’in
“emperyalist üretim ilişkileri” olarak nitelendirdiği,
emperyalizmden patent, teknoloji, parça, sarf
malzemesi, üretim araçları ithaline dayalı yeni
ilişkiler kurulurken, ihraç kalemlerinde önemli
bir değişiklik olmaz. Böylece 2. Paylaşım Savaşı
sonrasında elindeki pazarların daralması sorunuyla
karşı karşıya olan emperyalizm, bu daralmayı sömürü
oranını artırarak dengelemeye çalışır. Artık yeni-sömürge
halklarının emek-gücü de ihraç ettiği sermaye
aracılığıyla üretilen artı-değer olarak, eskisinden
daha verimli haliyle kendi kasalarına akacaktır.
Bu artı-değer, sadece alıcı tekeli olarak ucuza
kapattığı tarım ürünleri ve hammaddeler olmaktan
çıkıp, yeni-sömürgelerin iç pazarlarındaki tekel
kârları, patent/know-how gelirleri, IMF-DB borçlandırmaları,
yarı-mamül sanayi malları ihracatı, enerji kaynaklarının
ticaretinden gelen tekel kârları, vb. olarak da
emperyalizmce gaspedilmektedir artık.
Yeni-sömürgecilikle birlikte geçmişte dışsal bir
olgu olan, dışardan gelip, askeri işgal yoluyla
ülkelere el koyan emperyalizm, artık yerli işbirlikçileri
eliyle kendi üretim ilişkilerini taşıyarak, kendini
o ülke toprakları içersinde yeniden üretebilen
bir sömürgecilik tarzını geliştirmiştir. Kölecilikten
feodalizme geçişle birlikte artık kendilerine
ayrılmış küçük toprak parçasında ekip-biçecekleri
için kendilerini daha “özgür” zanneden serfler
gibi hem emperyalist-kapitalist sistem içinde
kalıp, hem de “ulusal kalkınmacılık” ekonomik
stratejisi ekseninde yabancı sermaye ile ortaklaşa
sanayi yatırımlarını teşvik eden, “ulusal bağımsızlığını”
kazandığını zanneden ülkeler, kimi zaman egemen
sınıflarının açık işbirliğiyle, kimi zaman da
kendi istemlerinin dışında kendilerini yeniden
emperyalizmin kucağında buluyorlardı.
Toplumsal süreç, yeni-sömürge ülkelerde, feodal
ve yarı-feodal değil, kapitalisttir. Emperyalist
işgal biçimi açık değil, gizlidir. Bu toplumsal
süreç, güçlü merkezi oligarşileri yaratmıştır,
zayıf mahalli/feodal otorite tarihe karışmıştır.
Şehirleşme ve devrimde proletaryanın rolü, kapitalist
gelişmeye paralel artmış, feodalizm süreç içersinde
çözülmüştür. Emperyalizm ve işbirlikçisi oligarşiye
dayanan merkezi iktidar; faşizm süreklidir ve
tüm demokratik hak ve özgürlükler inkâr edilmiştir.
Baş çelişki, emperyalizm-oligarşi ile tüm emekçi
sınıflar arasındadır, emek-sermaye çelişkisi temeldir...
Başlangıcından günümüze gelene dek yeni-sömürgecilik
kendi içinde de önemli değişiklikler yaşasa da
yukarıda açıklamaya çalıştığımız temel karakterinde
belirleyici bir değişiklik olmamıştır.
|