Seçimlerin karmaşası biter bitmez
Türkiye yine son aylardaki en önemli gündem maddesine
döndü: Irak operasyonu.
Uzun süredir karşılıklı restleşmeler ve ileri-geri
adımlar biçiminde yürütülen diplomatik savaşın
ne zaman gerçek bir savaşa, daha doğrusu emperyalist
bir saldırıya dönüşeceği bilinmiyor. Son bir ay
içersinde yaşanan büyük savaş karşıtı gösterilerin,
“müttefik” güçlerdeki tereddütlerin ve karşı çıkışların,
Arap dünyasındaki iki yüzlü direnme belirtilerinin
ortamı nasıl etkileyeceği ve ABD saldırısını ne
kadar süreyle geciktireceği de henüz net biçimde
ortaya çıkmış değil. Ama öte yandan, saldırı hazırlıklarının
alttan alta hızla yürütüldüğü, Türkiye’nin de
içinde bulunduğu bölge rejimlerindeki üslerin
tam kapasite çalıştırıldığı ve ayrıca Irak içindeki
güçlerle de bir dizi senaryonun planlandığı açıkça
görünüyor. Zaten bütün bu hazırlıklar ya da en
azından yapılanların kamuoyu tarafından bilinmesinde
sakınca görülmeyen ayrıntıları kimseden de gizlenmiyor.
Öte yandan, belirsizliklerle yüklü bu dönem sürerken
ulusal hareketin bir kesimi tarafından Güney’de
atılan adımlar da olağanüstü bir önem kazanmış
durumda. Çok uzun süredir ilk kez bir araya gelebilen
PDK ve YNK güçlerinin birlikte oluşturmuş oldukları
parlamento, ortaya koydukları anayasal belgeler
ve geleceğe ilişkin yaptıkları açıklamalar, bölgedeki
dengeleri etkileyebilecek boyutta gelişmeler yaratmıştır.
ABD’nin operasyon sonrasına ilişkin hesapları,
Türkiye oligarşisinin bölgedeki Kürt varlığına
karşı tutumu ve diğer bütün unsurlarla birlikte,
konu artık bir dizi soru işaretiyle birlikte bölge
devrimcilerinin de gündeminde belli bir yer kaplamaktadır.
Devrimci sosyalistler açısından sorun, bölge gelişmelerinin
ve sürecin bütün özgünlüklerinin ötesinde, günümüze
ilişkin başka tartışmaların da kaynağını oluşturmaktadır.
Emperyalizmin yeni süreciyle birlikte yeniden
biçimlenen dünya tablosunda “anti-emperyalizm”
ve “bağımsızlık” kavramlarının nasıl ve hangi
zeminlerde ele alınması gerektiği, küreselleşmiş
hegemonya koşullarında geçmişe göre farklı kulvarlardan
yürüyen “ulusal hareketler”e devrimci sosyalist
açıdan nasıl bakılabileceği, sosyalist görevlerle
demokratik görevlerin bu anlamda yeniden nasıl
ilişkilendirileceği gibi bir dizi soru, bugün
bilimsel sosyalist çözümlemenin önemli konu başlıklarını
oluşturmaktadır.
Elbette bütün bunlar, devrimci yenilenme sürecimizin
açılımlarının köşe taşları olarak Sosyalist Barikat’ın
önümüzdeki sayılarında daha kapsamlı biçimde ele
alınacak; ancak önümüzdeki somut olaydan hareket
ederek kimi ön-soruları ortaya koymak ve bazı
ipuçlarını aramak da bugünden mümkündür. Sosyalist
Barikat okurları dahil olmak üzere tüm devrimci
insanların kafasında dolaşan bir dizi basit sorudan
hareketle yürüteceğimiz tartışma, inanıyoruz ki
okurlarımızın konuya bakışının da netleşmesine
yardımcı olacaktır.
Sorunun Temeli
Aslında temel soru ya da sorulardan ilki, yanıtı
en basit olanıdır. Yalnızca devrimciler değil
insanlık duygularını yitirmemiş herkes emperyalist
bir savaşa cepheden karşı çıkmakla sorumludur.
Hele de bütün bir yüzyılı türlü kasaplıklarla
kana bulayan ABD söz konusuysa, zaten öne sürülen
demagojik müdahale gerekçeleriyle ilgili olarak
herhangi bir kuşku yaşamaktan bahsedilemez.
Ancak bu son derece tartışmasız ve sade gerçeklik,
emperyalizmin hegemonya ve saldırganlık biçimlerindeki
güncel değişikliklerden ötürü karmaşık tartışmalara
konu olabilmektedir. Sorun kısaca şöyle özetlenebilir:
Geçmişteki dünya tablosu içinde bir bütün olarak
sosyalist ülkeleri, dünya halklarının devrimci
mücadelelerini hedef tahtasına koyan ABD emperyalizmi,
“şer güçleri” diye tanımladığı büyük çember içersinden
bazı güçleri zaman zaman daha somut saldırıların
hedefi yapsa da, genel olarak bir “cephe savaşı”
yürütmekteydi.
Bu, yer yer çok kanlı ve şiddetli biçimler alsa
da genel olarak bakıldığında dünya dengelerinden
ötürü sınırlı özellikleri olan bir savaştı. Yani
sonuçta, sosyalist ülkeler ve kapitalist dünya
olarak ikiye bölünmüş bir dünya manzarası içersinde,
her şey büyük ölçüde anlaşılabilir, oturmuş ilişki
ve çelişkiler üzerine kuruluydu. Oysa 90’lardan
sonra kapsamlı bir dönüşüme uğrayan dünyada, diğer
sayılarımızda ayrıntılı olarak değindiğimiz bir
dizi farklılaşmanın yanında emperyalist hegemonya
ve saldırganlık biçimlerinde de ciddi değişiklikler
olmuş, reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte “cephe
boyunca savaş” taktiği, yerini sınırsız bir haydutlukla
birlikte “terörizmle savaş” adı altında tek tek
hedeflerin öne çıkarıldığı yeni bir taktiğe bırakmıştır.
Daha somut bir dille söylenirse, bugün karşıt
cephenin basıncından kurtulmuş olan ABD emperyalizmi,
Küba ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti gibi
sosyalist ülkeleri, çeşitli ülkelerde savaş yürütmekte
olan belli başlı devrimci güçleri ve toplumsal
hareketleri, sistemin istikrarını bozan aykırı
kapitalist devletleri ve nihayet geçmişte yoğun
şekilde kullandığı ama artık ihtiyaç duymadığı
fanatik dinci kesimleri, toplam bir liste içersine
koymakta ve bir yandan bu listeyi genel olarak
hedef tahtasına asarken bir yandan da zaman zaman
listedeki güçlerden birine ya da birkaçına yönelmektedir.
Sorunun karmaşıklaştığı nokta da tam burasıdır
zaten. Kendisine bir “insan hakları ve demokrasi
koruyucusu” misyonu da biçmiş olan emperyalizmin
hedefler listesinde gericiliği tartışma götürmez
olan islami köktendinci örgüt ya da devletlerin
ve halkların başbelası bazı diktatörlerin de yer
alması, ezilenler cephesinde ciddi bir zihin bulanıklığına
yol açmaktadır. Soruna sıradan burjuva demokratlarının
gözlüğüyle bakıldığında ortada ciddi bir sorun
yoktur; onlar, “laiklik” adına listenin bir bölümünü,
“uluslararası huzur ortamı” adına bir başka bölümünü,
“demokrasinin kendini koruma hakkı” adına da -sözgelimi
devrimci hareketleri hedef alan- bir diğer bölümünü
onaylayabilirler ve bu arada böylesi bir sınıflandırmanın
Pentagon’da yapılmış olmasını önemsemezler.
Ama devrimci sosyalistler açısından durum bu kadar
basit değildir. Devrimci sosyalistler, bu olgunun
ABD emperyalizminin hegemonya sisteminin korunmasına
dönük planların bir parçası olduğunu bilirler.
Çok açıkça bir güç, ABD emperyalizmi, bütün dünyanın
bütün ezilen insanlarına “siz bir hiçsiniz, sizler
birer böcekten başka bir şey değilsiniz, dünyanın
patronu olan ben, yeryüzünün herhangi bir köşesinde
beğenmediğim, çıkarlarıma aykırı düşen herhangi
bir gücü, devleti, ülkeyi, halkı ezerim” demekte
ve özellikle göstere göstere yaptığı müdahalelerle
“mevcut sistem dışında bir alternatifin yaşama
şansının olmadığı” kanısını halkların beynine
kazımaktadır. Yani, iktisadi, askeri, vb. bütün
diğer cephelerin yanında emperyalizm, dünyanın
ezilenlerine karşı çok belirgin bir psikolojik
savaş yürütmektedir.
Böyle bir tablo karşısında sosyalistlerin durumunu
görünürde zorlaştıran faktör ise “şer listesi”nin
içinde katliamcı gericilerin ve halk düşmanı despotların
da var olması ve emperyalist saldırganlığa karşı
duruş noktasının bu güçlerle yanyana gelme tehlikesine
yol açıp açmayacağı sorusudur.
Oysa gerçekte, bu kaygı yersizdir. Zaman zaman
sözkonusu tehlikeyi içinde barındıran örnekler
yaşansa da, salt yüzeysel olarak ortaya “aynı
safta duruluyormuş” görüntüleri oluşsa da, devrimci
hareketin emperyalist-kapitalist sisteme ve onun
her türlü saldınganlığına, emperyalist savaş girişimlerine
karşı durma görevi tartışılamaz bir görevdir.
Bunun üzerinden atlayıp geçmek ya da bir an olsun
mücadelemizin eksenini bu noktadan kaydırmak,
en bayağı cinsten burjuva demokrat düşüncenin
sosyalist saflara sızmasına izin vermek demektir.
Aynı şekilde devrimci sosyalistler, emperyalist
haydutların bugün “ihtiyaç fazlası” olarak ıskartaya
çıkardığı ve ikiyüzlü bir biçimde hedef tahtasına
koyduğu her türden gericilikle ve halk düşmanı
diktatörlüklerle de herhangi bir biçimde uzlaşmayı
akıllarından geçirmezler. Sadece Pentagon tarafından
hedef seçilmiş olmaları (üstelik, bugün ve şimdilik!)
bu güçlerin hiçbirine özel bir anti-emperyalist
nitelik yüklemez ve salt bu nedenden ötürü bu
güçlerle genel geçer “özgürlük” ve “anti-emperyalizm”
kavramları üzerinden bir ilişki kurulamaz. Devrimci
hareketin bir gerileme dönemi yaşıyor olmasından
kaynaklanan yanılsamalı bir “kitlelere ulaşma”
hevesi ve bu anlamdaki popülist ataklar, yine
aynı nedenden, yani devrimci hareketin güçsüzlüğünden
kaynaklanan son derece riskli durumların davet
edilmesi anlamına gelir.
Ama öte yandan, somut örneğimizdeki gibi bir duruma,
yani Irak diktatörlüğüyle ABD manipülasyonu altındaki
Kürt ulusalcı partilerinin karşı karşıya geldiği
bir pozisyona baktığımızda, sorunun başka boyutları
ortaya çıkar. Afgan örneğindeki Kuzey İttifakı
çapulcuları gibi bir durumla karşı karşıyaysak,
çok fazla sorun yaşamayız. Sonuçta karşımızda,
büyük çoğunluğu zaten zamanında Sovyetler’e karşı
CIA tarafından finanse edilip büyütülmüş olan
bu “savaş ağaları”nı kolayca paralı askerler olarak
niteleyebiliriz ve bu hiç de yanlış olmaz. Ama
önümüzde, feodal-aşiretçi bir arkaplana dayansalar
da, belli bir politik-külterel geçmişe, meşru
organlara ve az çok bir düşünsel sistematiğe sahip
olan ve sözcülüğünü yaptıkları ulusun (ya da coğrafi
açıdan bir bölümünün) ulusal demokratik taleplerini
güdük de olsa dile getiren yapılar varsa, orada
her şey Afganistan’da olduğu kadar basit değildir.
Bu güçler, PDK-YNK örneğinde görüldüğü gibi, ABD’nin
savaştaki koçbaşı olmayı kabul ederek, böylece
bölgede oluşabilecek bir karışıklık ortamında
kendilerine ait bir bağımsızlık, özerklik, vb.
durumu yaratmak istiyorlarsa, bu devrimciler açısından
derin bir çelişkiyi ortaya çıkarır. Herhangi bir
Türkiyeli devrimcinin oligarşinin sözcüleriyle
birlikte bölge üzerine aynı şeyler için “kaygılanması”
zaten akıl-mantık dışıdır, Kendisi emperyalizmin
kuklası olan Türkiye oligarşisinin kendi sömürgeci
egemenliği için tehdit oluşturacağı kaygısıyla
Irak’da oluşmakta olan Kürt devletleşmesini “kukla
Kürt devleti” olarak nitelemesi ve saldırgan emeller
beslemesi anlaşılırdır. Ancak bu söyleme soldan
eklemlenmek ve bu gelişmelerden rahatsızlık duymak
anlaşılabilir değildir. Ama öte yandan aynı Türkiyeli
devrimci, neredeyse yüz yıldır parçalanmış olan
bir ülkenin insanlarının (üstelik bu insanlar
kanlı bir despotun zulmü altında yaşamaktadırlar)
bir parçacık toprak üzerinde hükümran olma istekleriyle,
söz konusu operasyonun emperyalist bir saldırganlık
olması gerçeği arasında sıkışıp kalmamak, doğru
bir çözümleme yöntemiyle süreci kavramak zorundadır.
Şüphesiz olayların bu aşamasında ABD ile söz konusu
güçler arasındaki ilişkilerin bütün ayrıntılarına
vakıf değiliz; geçmişteki tecrübelerimizden ise
(Körfez Savaşı’ndan sonra bölgeden “transfer edilen”
yerel CIA ajanlarının bolluğunu hatırlayabiliriz)
bir dizi uzlaşma ve çatışmanın kapalı kapılar
ardında gerçekleştiğini tahmin edebiliyoruz. Ama
ne olursa olsun, bugün karşımızdaki olguyu, yazılı
metin anlamında “burjuva demokrat” bir programa
sahip bir özerklik ya da devletsel kurum olarak
görürsek eğer, devrimciler olarak bundan rahatsız
olmamızı gerektirecek bir durum olmadığı, en azından
bu olgunun devrim güçlerine, ezilen bölge halklarına
karşı “yakın ve yakıcı bir tehlike” oluşturmadığını
söyleyebiliriz. Dolayısıyla, Türkiyeli gericiliğin
histeri nöbetlerine kapılarak ya da komplocu teorilere
saplanarak sorunun bu yönünü tutumumuzun merkezi
noktasına taşımak durumunda değiliz, olmamız da
gerekmiyor.
Marksistler, olguları çözümlerken, her sorunu
kendi iç çerçevesine hapsederek anlamaya çalışan
yapısalcı yöntemden uzak durmak zorundadırlar.
Marksist çözümlemede her olgu, tarih ve dışsal
çevre ile birlikte ele alınarak değerlendirilir.
Yani, marksist yöntem, hatta genel olarak toplumbilim,
soyutlanmış çerçevelerle değil, bütünsel çözümlemelerle
işini yürütür. Ve olgulara böyle bakıldığında,
yazımızın ilk bölümlerinde işaret ettiğimiz “psikolojik
savaş” unsuruna ve planlanan Irak operasyonunun
emperyalist saldırganlık çerçevesindeki anlamına
geliriz. Burada, salt bir özerklik-bağımsızlık
durumunun inşası gibi dar-yerel olguların ötesinde
ABD hegemonyasının uluslararası yönünü kavrarız.
Olguya böyle bir yerden baktığımızda, devrimci
sosyalistlerin, hangi nedenle olursa olsun herhangi
bir biçimde bir ABD manipülasyonunu ya da onunla
herhangi bir işbirliğini olumlaması, hatta tartışması
bile mümkün değildir. Yüzyıldır vatansız olan
bir insanı anlamak belki mümkündür; ama bu kimliğin
devrimci sosyalist kimliğin önüne geçmesini düşünmek
olanaklı değildir. Bir an için olguyu somut PDK-YNK
örneğinden çıkarıp soyutlaştırdığımızda, sorun
şudur: Dünyanın herhangi bir köşesinde, herhangi
bir kapitalist ülkede, zalim bir diktatör tarafından
ezilen, katledilen kişiler, gruplar, halklar,
bu duruma karşı ayaklanma hakkına sahiptirler;
sosyalist olup olmamaları, sonuçta yeniden kapitalist
sistem içinde bir yerde bağımlılık ilişkilerine
girip girmeyecekleri tartışması, bu hakkın kendisiyle
ilgili değildir.
Hele ki, sözkonusu olan ezilen bir ulusun kendi
kaderini tayin hakkı ise... Bu grupların, halkların,
sözkonusu mücadeleyi yürütürken karşıt cephenin
çelişkilerinden ya da uluslararası dengelerin
sağladığı boşluklardan, avantajlardan yararlanmaları
da içeriğe ilişkin tartışmalar bir yana mümkündür,
hatta çoğu kez gereklidir. Bir sosyalist iktidarı
yaşatmak için, o konjonktürde başat güç olmayan
ve sistemin zayıf halkasını oluşturan kapitalist
ülkelerle iktisadi ilişkiler içine girilmesi,
abluka ortamının böylece zayıflatılması, görülmemiş
şeyler değildir. Ama 2000’lerin dünyasında, dünya
halklarının en küçük kıpırdanışına karşı savaş
açmış bulunan bir güçle, yeryüzünün her köşesindeki
her gelişmeyi kendisinin belirleyeceğini ve aksine
izin vermeyeceğini deklare etmiş olan ABD emperyalizmiyle
bir ittifak içine girmek, daha doğru bir deyişle
onun yönlendirmesi altında yürümek, kelimenin
burjuva anlamında bile olsa “özgürlüğe” ulaşmak
için bir yol değildir. Tam tersine bu, dünyadaki
“özgürlük dağıtımını” da kendisine bağlamış olan
bu gücün yarattığı “benimle işbirliği yapmadan
yürünemez” imajının bir biçimde olumlanması ve
desteklenmesi anlamına gelir.
Soruna böyle bakıldığında her şey son derece açıktır.
Evet, bölgedeki gelişmelerin arkaplanı ve dönen
dolapların hepsi üzerine bilgimiz yoktur. Tarihte
egemenlerin planlarının onların düşündüğü gibi
yürümediği, hatta bazen hiç umulmadık biçimde
tersi gelişmelerin önünü açtığı çok görülmüştür
ve yine de görülebilir. Ama, biz, şu anda devrimci
sosyalistlerin olası bir Irak operasyonunun olası
sonuçlarından biri olan böylesi bir durum karşısında
nasıl tutum almaları gerektiğini tartışıyorsak
eğer, hiçbir spekülatif labirente girmeden, öncelikle
emperyalist savaşa tam cepheden ve tereddütsüz
karşı konulması gerektiğini belirtmek zorundayız.
Devrimciler, bütün güçleriyle bu emperyalist haydutluğun
karşısına çıkmak, Saddam katili ile ABD emperyalizmi
arasına hiçbir ayrım koymaksızın davranmak zorundadırlar.
Nasıl Irak halkının kanlı bir diktatöre katlanmasını
istemek-düşünmek aklımızın ucundan geçmezse ABD
emperyalizminin dünya halklarına gözdağı vermek
için yaratacağı bir “ibret tablosu”nun destekleyicisi
olmak ya da süreçte bir boşluk doğacağını umarak
bu tabloyu olumlamak da tartışmasız biçimde devrimcilerin
gündemi dışındadır. Operasyon sırasında bölgede
oluşacak bir karışıklık ortamında emperyalist
planların kendi zemininden kayması ve ortamın
kontrol dışı gelişmelere uygun hale gelmesi ise
şüphesiz mümkündür ve hatta belki de bu küçümsenmemesi
gereken bir olasılıktır. Böyle bir durumda yaşanacak
gelişmelerden en son rahatsızlık duyacak olanlar
ise yine devrimcilerdir.
Üstelik, bu gelişmenin devrimci sosyalistleri
rahatsız etmemesi için ille sosyalizm yönünde
olması da gerekmez; hatta böylesi bir gelişme
sonucunda ortaya çıkacak devletin eninde sonunda
yeni-sömürgeci zincirin bir halkası olacağını
şimdiden bilmemiz de durumu değiştirmez. Önemli
olan belirli bir konjonktürel durumda bu gelişmenin
emperyalist planlamanın dışında gerçekleşmesi
ve sonuç olarak Kürt halkının ulusal haklarının
genişlemesiyle bölgesel dengeleri yeni gelişmelere
izin verecek biçimde yerinden oynatmasıdır.
Irak’da yaşanan durum bu değildir. PDK-YNK doğrudan
ABD planlarının bir parçası olarak harekete geçmeyi
planlı-yorlar. Bu bağlamda ABD ile giriştikleri
hiçbir ilişkinin onaylanması düşünülemez bile.
Tam aksine, devrimci sosyalistler böylesi her
durumda ezilen halklara emperyalistlerle girişilecek
her türden bağımlılık ilişkisinin acı deneyimini
hatırlatırlar. Tarihsel deneyimin de gösterdiği
gibi, böylesi bir durumda emperyalistler ile işbirliği
değil, emperyalistler ile gerici-faşist ezen ülke
diktatörleri arasındaki çatışmaların yarattığı
olanaklardan bağımsız bir politik hat temelinde
yararlanmanın esas olduğunu ortaya koyarlar. Öte
yandan her şeye karşın, bu uyarıların sonuç yaratması
mümkün olmayabilir. Bu durumda, bütün bu karmaşık
tablo içerisinden çıkacak federal ya da bağımsız
devleti mahkum etmek de sosyalistlerin işi olamaz.
Elbette bu planların ve önderliğin ürünü böylesi
bir devlet hiç kuşkusuz ki, daha ilk andan itibaren
yeni-sömürgeleşme yoluna girmiş bir devlet olacaktır.
Fakat her halükarda, Kürt ulusunun Irak’da yaşayan
bölümü açısından bu, ulusal taleplerin asgari
ölçülerde tatmini ve toplumsal çatışmanın yönünü
sınıf eksenli mücadelelere doğru kayması anlamına
gelecektir.
Bu bağlamda, böylesi bir devlet kurulduğu için
değil, kapitalist ve bağımlı niteliği nedeniyle
eleştiri konusu olacaktır. Devrimci sosyalistlerin
bundan başka bir “kaygı”ları olamaz. Ve yine devrimci
sosyalistler, kendi tutumlarını böylesi spekülatif
olasılıklar üzerinden değil somut gerçeklikler
üzerinden belirlerler.
Bu tutum ise son derece nettir: “Emperyalist savaşa
hayır” sloganı, bugün her zamankinden daha acil
ve önemlidir.
|