Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

H. TUTUM

Yaklaşık 150 yıl önce, Marks, para-sermaye ve bankacılıktan bahsederken “... sermayenin fiyatını belirleyen bir şey olarak faiz, tamamen irrasyonel* bir ifadedir”(1) diyordu. Kendisi zaten akıldışı olan artı-değer sömürüsünün üstüne ikinci bir kambur gibi binen faiz ve para-sermaye dolaşımı, aradan geçen birbuçuk yüzyıl içinde nicel anlamda devasa bir büyüme gösterirken, aynı zamanda nitel olarak sistem içindeki rolü bakımından da önemli değişiklikler sergiledi.
Esas itibarıyla feodal toplumdan, hatta onun çok daha öncesinden beri sürüp gelen tefecilik işleminin, kapitalizmin doğuşu sırasında oynadığı birikim yaratıcı rolü aşarak mali sermayenin gelişkin biçimlerine dönüşmesi, aynı zamanda sistem içinde belirleyici bir konum kazanması anlamına da geldi. Başlangıçta oldukça basit görünen para-sermaye kavramı ve borç verme-alma ilişkisi gitgide daha karmaşık işlemlere dönüştü ve ilk zamanlarda “... tüccarlar ve sanayici kapitalistlerin basit kasadarları olarak” görev yapan “para-kapitalistleri”, parasal işlemlerin genişlemesiyle birlikte kapitalist üretimin ayrılmaz bir parçası haline geldiler. Sonuçta, nihai olarak, ortada dönen para, elbette sömürü mekanizmasının içinde üretilmiş bulunan artı-değerden türeyen sermayenin kendisiydi ve bu anlamda da “faiz, (...) kökeni bakımından, faal kapitalistin, sanayicinin ya da tüccarın, kendi sermayesi yerine borç alınan sermayeyi kullandığında, para-sermaye sahibine ve onu ödünç verene ödemek zorunda olduğu kârın, yani artı-değerin bir parçası”ydı(2). Daha da basitleştirilerek söylenirse, kapitalist, belli bir miktar parayı kendi dışındaki bir yerden borç alıp onunla üretim yaptığında, aslında zaten artı-değer ürünü olan bu parayı geriye öderken, bu süreçte sağladığı kârdan bir bölümünü de faiz olarak veriyordu. Yani sonuçta, el değiştiren ve yanıltıcı bir biçimde “paranın para üretmesi” gibi görünen şey, aslında sömürü yoluyla elde edilen kârın belli bir dolaşım ve bölüşüm biçiminden ibaretti. “Para, kâr üretir,” diyordu Marks, “yani kapitaliste, emekçilerden belli bir miktar karşılığı ödenmemiş emek, artı-ürün ve artı-değer sızdırma ve buna sahip çıkma olanağını verir.”(3)
Ama bu daha işin başlangıcıydı ve temeliydi. Aradan geçen yüz elli yıl boyunca bu temel bakımından bir değişiklik olmadı elbette; ama para-sermayenin dolaşım biçimleri çeşitlendi ve somut üretim sürecinden özerkmiş gibi göründüğü belli bir gelişme evresine ulaştı. 1900’lere yaklaşılırken artık, tek tek bankacıların basit işlemlerinden değil, belli ellerde tekelleşmiş mali sermaye güçlerinden ve hatta bu güçlerin oluşturduğu bir mali oligarşiden söz ediliyordu.
Aradan geçen zaman boyunca, rekabetçi dönemin “özgürlük günleri” bitmiş ve büyük balıkların küçükleri yuttuğu bir ortamda sanayi dünyasıyla iç içe geçen büyük finans güçleri para dünyasının hakimiyetini eline geçirmişti. Dahası, artık bu yeni banka düzeni, klasik anlamda borç verme ya da kredi işlevinin ötesine geçmiş, sanayi ve ticaret tekelleriyle organik bir bütünlük anlamına gelen mali oligarşi, sistemin politik işleyişi dahil bütün ayrıntılarını kontrol edebilen, dünyanın yeniden paylaşımına karar verebilen bir güç olmuştu. Belki sıradan insanın görüş açısından bakıldığında, banka, yine eskiden olduğu gibi insanların paralarını toplayıp değerlendiren ve geriye belli bir “fazla” (faiz) ödeyen bir kurumdu; ama artık söz konusu olan şey bu kadar basit bir para ticaretinin ötesinde, uluslararası boyutları olan bir mali sistemdi.

Türkiye’de Bankacılık: Kısa Bir Bakış
Banka kavramının Türkiye’de ortaya çıkışı, tefeciliğin yüzlerce yıldır devam edegelen klasik türlerini ve sarayın borçlandığı büyük tüccarları saymazsak eğer, Avrupa kapitalizminin tekelci aşamaya geçiş dönemiyle aynı zamana denk düşer. Bu, tarihsel olarak anlaşılabilir bir durumdur. Rekabetçi çağını artık kapatmış olan kapitalizm, eski sömürgeciliğinin kaba talan ve hırsızlık düzeninden sermaye ihracı aşamasına geçişi zorlarken, diğer yanda gücü tükenmiş Osmanlı Devleti de yarı-sömürgeleşmeye uygun, geri ve “hasta” bir konumdadır. Bu noktada, ilk bankacılık biçimlerinin “bağımsız” bir iç dinamik sonucu değil de, büyük sömürge imparatorluklarıyla doğrudan ilişki içinde olan Galata sarraflarının öncülüğünde ortaya çıkması ve ilk bankanın da (Osmanlı Bankası-1856) doğrudan İngiliz emperyalizminin borçlandırma-tahsilat şubesi olarak kurulması rastlantı değildir. Osmanlı’nın banknot basma yetkisini de elinden alan bu sömürgeci banka, aynı zamanda fiili olarak devletin Merkez Bankası’dır.
Cumhuriyet’ten sonra, özellikle 1923-1945 arasında kurulan “kamu” bankalarıysa, devlet eliyle kapitalist yaratma sürecinin tipik örnekleri olarak ortaya çıkarlar ve kemalist kapitalistleşme modelini yansıtırlar. Yeni dönemin ilk kurumları olan İş Bankası ve Emlak ve Eytam Bankası’nı izleyen Sümerbank (1933), İller Bankası (1933), Etibank (1935), Denizbank (1938) ve Halk Bankası (1938) gibileri, bir yandan kemalist kadronun “arpalık” olarak kullandığı yağlı kapılar olurken diğer yandan da ülkenin kapitalistleştirilmesinin altyapısını oluşturma amacını gütmüşlerdir.
Gerçekten de bu bankalar, zaman içersinde yukarıdaki her iki fonksiyonu da yerine getirmişlerdir. Kemalist dönemin mali tarihinin, bugünküleri aratmayacak bankacılık skandallarıyla dolu olması rastlantı değildir. Öte yandan bu bankalar, temel hammade ve mamul madde üretimi alanına yönelik ciddi girişimleriyle Türkiye kapitalizminin gelecekteki zeminini düzlemişlerdir. 1935’te Türkiye’deki bankaların sermaye rezervleri, %45’i İş Bankası’na %27’si de Ziraat Bankası’na ait olmak üzere 6.8 milyar liradır ve artık kibritten bakıra, dokumadan şekere bir dizi üretim alanı bu bankalar tarafından denetlenmektedir.
1940’ların ortasına gelindiğinde ise artık bu altyapı üzerinde bağımlı bir kapitalistleşmenin inşası için bütün koşullar olgunlaşmıştır. 1945 sonrasında başlayan yeni-sömürgeci kapitalist gelişme dönemi, bankacılık alanında da karşılığını bulur. Türkiye’nin emperyalizme bağımlı bir sanayileşme yoluna girdiği 1946-1960 arasındaki sürecin en belirgin özelliği, işbirlikçi tekellere ait özel bankaların (kuşkusuz devlet bankalarının desteğiyle) ortaya çıkması ve belirgin bir güç kazanmasıdır. 1944’te kurulan Yapı Kredi Bankası’nı 1946’da Garanti Bankası, 1948’de ise Akbank ve diğerleri izler. Devlet bankalarından akan kaynaklarla ve kamu kurumlarının hammadde üretimine yaslanarak işleri yürütmek belki hâlâ caziptir ama öte yandan Türkiye’nin palazlanmakta olan işbirlikçi burjuvazisi, “para üstünden para kazanma”nın kokusunu da almaya başlamıştır. Bu dönem geleceğin holding bankalarının inşa edildiği bir süreçtir.
Daha sonra gelen 1960’larda ise, bu bankalara özellikle yabancı sermaye teşviklerini yönlendiren kurumlar olarak ihtisas bankaları (Türkiye Sınai Kalkınma Bankası gibi) eklenir. Bu bankaların en önemli özelliği, yatırımları, vergi kolaylıkları ve teşvikleri uygun biçimlerde düzenleyerek tekellerin önünü açmaktır.

1980’ler ve Restorasyonun Başlangıcı
Emperyalist sistemin 1970’lerdeki kriziyle birlikte yeni sömürgeciliğin klasik tarzı olan ithal ikameciliğin tıkanması, Bretton-Woods’un dağılmasından sonra iyice açığa çıkan emperyalist sistemdeki krizin yeni-sömürgelere taşınması, bununla bağlantılı gelişen petrol krizi ve dolayısıyla yeni-sömürgelere satılan mamül, yarı-mamül, enerji, vb. zorunlu girdilerin fiyatlarının yükselip yeni sömürgelerden alınan hammadde ve tarım ürünlerinin fiyatlarının düşmesi, ciddi bir döviz batağını yaratmıştı. 70’lerin sonuna kadar toplumsal muhalefet ve devrimci yükselişin de baskısı altında gitgide derinleşerek süren kriz, 1980 yılına gelindiğinde döviz rezervlerinin de tükenişiyle artık düzenin tahammül edemeyeceği bir aşamaya ulaşmıştır.
Bu aşamada IMF tarafından dayatılan 24 Ocak 1980 programının en önemli maddeleri elbette para politikaları ile ilgilidir. Sermayenin yeniden yapılandırılmasını ve toplumsal muhalefetin bastırılmasını bir arada içeren bu programın 12 Eylül cuntasına yol açması da esasen rastlantı değildir; çünkü bu ölçüde sert bir saldırı programının “normal” koşullarda uygulanma olanağı yoktur.
Öte yandan, bu yeni program, emperyalizmin uluslararası ölçekte yönelmiş olduğu bir restorasyon hareketinin de yansımasıdır. 1970’te en ağır krizlerinden birini yaşayan emperyalist sistem, asıl olgunlaşmış biçimlerini 1990’larda izlediğimiz politikalarını bu dönemde hayata geçirmeye başlamış, kapitalist üretimin yeni örgütleniş biçimlerinden sermaye akışının önündeki engellerin parçalanmasına dek bir dizi uygulamanın ilk adımları atılmıştır. Bu süreçte coğrafi olarak birbirlerinden çok uzakta olan iki ülkenin, (Şili ve Türkiye) yeni politikaların pilot uygulama alanları olarak seçildiğini söylemek çok yanlış olmayacaktır. Gerçekten de, birbirine benzer askeri diktatörlük koşullarında her iki ülkede de Milton Friedman’ın adıyla anılan modellerin uygulanması, sanayinin ihracata yönelik biçimlendirilmesi, sermaye giriş-çıkışının önündeki engellerin kaldırılması, faiz oranlarının serbestleştirilerek dolarizasyona geçilmesi, vb. gündeme gelmiştir.
Bu sürecin para politikalarıyla ilgili “önlemleri” gerçekten de serttir. İç talebi kısarak yüksek enflasyon koşullarında “sıcak para” akışını serbest bırakan bu yeni düzen gereği, 1 Temmuz 1980’de faiz oranları serbest bırakılmış, 2 Mayıs 1981’de ise kurlarda günlük belirleme sistemine geçilmiştir. 29 Aralık 1983’te, yani daha Özal hükümetinin ilk günlerinde alınan kararlarla kambiyo rejiminde serbestleşme dönemi başlatılmış ve 8-9 Ağustos 1989’da da sermaye hareketlerinde serbestleşme dönemine geçilmiştir. Böylece Türk Lirasının konvertibil bir para olduğu, yani artık “korunmayacağı” ve başka paralarla yasal olarak değiştirilebilir olduğu açıklanmıştır.


Rant Ekonomisinin Kuruluşu
Bunun somut anlamı, Türkiye’ye uluslararası sermayenin giriş ve çıkışının tamamen serbest bırakılması, bütün kısıtlamaların ortadan kaldırılmasıydı. Böylece, son otuz yılın klasik politikalarından ve dolayısıyla sanayi kesimindeki büyümeden vazgeçiliyor, para spekülasyonunun kapıları da ardına kadar açılıyordu. Artık ekonomi denildiğinde en çok duyulan üç sözcük, “döviz kuru”, “faiz” ve “borsa” idi ve sermaye akışı, somut anlamda sanayi üretimine değil, “portföy yatırımı” denilen rant alanına kayıyordu. Daha da açıkça söylenirse, artık herhangi bir para miktarını elinde tutan güç için, bu paranın dolaşım sırasında “çoğaltılması” bilinen anlamdaki klasik imalat sanayi yatırımlarından daha avantajlı hale getirilmişti.
Sıcak para akışını sağlayan bu önlemler, bankaları giderek bilinen-eski çalışma biçimlerinden, spekülasyon alanına kaydırdı. Teorik olarak, bağlı bulundukları holding grubuna sermaye akışı sağlamak için kurulmuş olan özel bankaların çoğu, piyasadan topladıkları paranın “başka işlere” de yaradığını keşfettiler; örneğin yüksek faizle toplanmış paranın astronomik faizlerle devlete borç verilmesi bunlardan biriydi. Başka bir deyişle, bankaların “reel sektör” diye tanımlanan üretici alana kredi verme işlevi geri plana düşerken, faiz ve döviz kuru oyunlarıyla yaratılan spekülatif kazancı esas olan bir politika izledi. Böylece “paradan para kazanma” ilişkisi öne çıkarken, spekülatif sermaye, sürekli palazlandırıldı. Sistem, “sıcak para hareketlerine” bağımlı hale getirilirken üretime hiç yönelmeden çok yüksek kâr oranlarına ulaşmanın yolları açıldı. Sistem, “sıcak para hareketlerine” bağımlı hale getirilirken üretime hiç yönelmeden çok yüksek kâr oranlarına ulaşmanın yolları açıldı. Esasında bu, salt Türkiye’ye özgü bir şey de değildi, artık bütün dünyada gitgide hakim olmaya başlayan eğilim buydu.

Yeni Dönemin Tanrısı: Dolar
Bu, pratikte Türk Lirasının zayıflaması ve krizin bir yandan derinleşmesi öte yandan da artık bildik bir ekonomi unsuru haline gelmesi sonucuna yol açtı. Örneğin, 1960’dan 1980’lere kadar yıllık ortalama yüzde 6 cıivarında olan büyüme oranı, 1980 sonrasında sürekli olarak yüzde 4’ün altında kaldı ve bazı yıllarda sıfırın altına dek geriledi. Yine örneğin, 1960-70 döneminde yüzde 5,5 civarında olan enflasyon oranı, 1970-80 döneminde yüzde 25’i bulurken, daha sonraki dönemlerde zaman zaman yüzde 80’lere dek sıçrayan bir seyir izledi.
Böylece gerçekleşen, doların yalnızca tasarruf aracı değil günlük ticari işlemlerde de tercih edilen para birimi olması ve bu akış karşısında bütün resmi kurumların etkinliğinin azaltılmasıydı. Bu, hem dolu dizgin bir para spekülasyonunun önünü açan hem de sistemin krizini tetikleyen bir olguydu. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) raporuna göre, bankacılık sektörü aktif toplamında Aralık 2000’de yabancı para cinsinden varlıkların yüzde 35,3 olan payı Eylül 2001’de yüzde 48’e yükseldi. Döviz gelirlerinin yetersizliği nedeniyle, sıcak paranın zaman zaman ani yurtdışına çıkış yapmasıyla, Kasım 2000 ve Şubat 2001’de olduğu gibi ekonomi sık aralıklarla dalgalandı. Bu, sadece döviz piyasasıyla sınırlı kalmayarak, para ve sermaye piyasasına da yansıdı.

Holding Bankacılığının Zirvesi
Aynı sürecin bir başka sonucu banka sektöründe kamu payının giderek azalması ve holding bankacılığının artık 1970’lerle kıyaslanamayacak ölçüde sisteme hakim olmasıydı.
1980’lerden itibaren devlet bankalarının sektördeki payı sürekli azaldı ve 1990’larda sistemdeki payı yüzde 50’nin altına indi. 1990’da aktiflerde ve kredilerde yüzde 45’er, mevduatta yüzde 49 olan devlet bankalarının payı, daha sonraki yıllarda hızla geriledi.
Kamu bankalarının payının azalmasına paralel olarak, holding bankalarının payı da arttı. 2001 yılında da, bu değişim holding bankaları lehine sürdü. 2001’in ilk dokuz ayı sonunda kamu bankalarının aktiflerdeki payı 7 puan azaldı. Bu gerileme, kredilerde 9 puan ve mevduatta 8,6 puan olarak gerçekleşti
Çok somut olarak ifade edilirse, Aralık 2001’de faaliyet gösteren özel sermayeli 21 ticaret bankasının tam 18 tanesi bir holding ya da sermaye grubuna aittir. Buna İş Bankası da eklendiğinde sayı 19’a yükselmektedir. Yine krizin belli bir aşamasında Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) bünyesine alınan 19 bankadan 16’sı da holding bankasıdır.
Yıllar sonra, 2002’de “bankacılık sistemi Türkiye’de 50 yıldır aile ve holding sahipliği üzerine kurulu. Bu konuyu tartışmak için geç kaldık”(4) diyen BDDK Başkanı Engin Akçakoca’nın sözleri ise hem itiraf hem de ikiyüzlü bir yakınmayı yansıtıyordu; çünkü bu, sistemin 50 yıllık işleyişinin gereğiydi.

Devlet Güvencesinde Soygun
Üstelik, yine elli yıllık işleyiş içinde ama özellikle de bu sürecin son on yıllık diliminde, iç ve dış borçların artışıyla birlikte gelişen bu çok taraflı soygun düzeni, tamamen devletin garantisi altında yürütülmüştür. Piyasadan, özellikle de orta sınıflardan zaman zaman akıldışı oranlara varan faizlerle çekilen büyük para kütlesinin çok daha astronomik faizlerle devlet kurumlarına aktarılmasına dayanan bir tür para cambazlığı, yasal olarak güvence altına alınmış, önceleri sınırlı miktarda tasarruf mevduatına uygulanan ‘sigorta’ güvencesi, 1994 kriziyle tüm tasarruf mevduatını kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmıştır. 2000 yılının Kasım ayındaki krizin hemen ardından 2001 yılı Ocak ayında ise devlet garantörlüğünün sınırları iyice genişletilmiştir.
Öyle ki, 2001 yılı Eylül ayı verileriyle, teminat mektubu, banka kabulleri, 282,5 katrilyonluk bankacılık sisteminin yüzde 72’sidir, yani 203,4 katrilyon Türk Lirası artık devlet garantisindedir. Yani, başka alanlardaki “özelleştirme” söyleminin tersine, işin esasını oluşturan alanda, yani finans alanında devlet, yoğun biçimde müdahale tavrı içindedir. Zaman zaman yeni sömürge ekonomisinin bilinen sahtekârlıklarına sahne olan, burjuvazinin değişik fraksiyonlarının hesaplaşmalarını açığa vuran bu müdahaleler, politik bakımdan da düzenin en kirli zeminini oluşturmaktadır.
Öte yandan, unutulmaması gereken bir konu da bu süreçte, bankaların ülkemizin tüm kaynaklarının emperyalist sermayeye aktarılmasında da araçsal bir işlev yüklenmiş olmasıdır. Burada anlattığımız “paradan para kazanma” gibi görünen sermaye hareketlerinde ortaya çıkan anormal düzeydeki kârlar, emperyalist sermayeyi de bu alana çekmiş; bunun sonucunda bankalara satılan hazine bonoları biçimindeki “iç borçlanma”, aslında dış borçlanmanın farklı bir biçimi haline gelmiştir. Bankaların hisselerindeki hakimiyet ve diğer kanallar üzerinden emperyalist sermayenin ülke ekonomisini tamamen denetim altına aldığı Aralık 2000 ve Şubat 2001 krizleriyle tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştır.

Off-shore: Bir Tür Cambazlık
İşin en kirli noktalarından birini ise teknik olarak off-shore bankacılığı denilen alan oluşturmuştur. 90’lı yıllar boyunca uyuşturucu ve başka kaynaklardan akarak Türkiye ekonomisine giren “kara”paranın hemen hemen tamamının bu yoldan geçtiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Bir bölümü piyasadan çekilen ama büyük bir miktarını bu “belirsiz” kaynakların oluşturduğu para kütlelerinin çoğunlukla karapara temizlemekle ünlenmiş bazı küçük ülkelerdeki tabela bankalarına aktarılması (elbette fiziki olarak değil, sanal biçimde) ve buralarda olağanüstü yüksek faizlerle çoğaltılarak aklanması, son derece yaygın bir uygulama olmuş, bu yolla büyük vurgunlar yapılmıştır. “Bir biçimde ülkeye giren parayı sistem kanallarına çekmek” gerekçesiyle teşvik edilen bu uygulama, aslında sonradan iddia edildiği gibi yalnızca birkaç hırslı “yeni yetme”nin marifeti de olmamış, sistemin bütün büyük bankaları işin içine boylu boyunca girmişlerdir. 90’lar boyunca bankaların yurtdışı şubelerinde gözlenen artış bunun ifadesidir. Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, 2001’de bankaların yurtdışı şube ve temsilcilik sayısı 101’dir. Klasik döviz kaynağı olarak Almanya’nın 43 şube ve temsilcilikle başı çekmesi anlaşılabilir bir durum sayılsa da örneğin bu temsilcilikler içinde ikinci sırayı 13 şube ve temsilcilikle Kuzey Kıbrıs’ın alması ve daha sonra da Bahreyn, Malta gibi ülkelerin gelmesi, çarpıcıdır.
Yine 2001 yılı itibarıyla, bankaların yurtdışında toplam 89 tane mali iştiraki ya da bağlı ortaklığı vardır. Bu ülkeler arasında KKTC, Kazakistan, Özbekistan, Almanya, Azerbaycan, Bosna, Hollanda, İrlanda, İzlanda, Romanya, Bulgaristan, Fransa, İsviçre, Rusya, Malta, Cayman Adaları, Lüksemburg, Avusturya, İngiltere bulunmaktadır.

Banka Operasyonlarının Özü:

Çalacaksan Düzgün Çal!
Bütün bu soygun furyasının 1990’ların sonunda ulaştığı aşamada gündeme gelen el koyma operasyonları ise, sistemin belli bir doyma noktasına denk düşmektedir. 1980’lerden beri iç ve dış bütün yasal sınırlamaları kaldırarak para spekülasyonunun önünü açan, her tür “karanlık” para kaynağını sisteme dahil eden ekonomik düzen, belli bir noktada işlerin çığırından çıkması olgusuyla karşı karşıya gelmiştir.
Bir yandan çaldığı parayı sistemin dolaşımına fazla sokmadan kendini büyütmeye çabalayan yeni kuşak yırtıcı gruplar, diğer yandan politik ya da medyatik (çoğu durumda mafyaya dayalı) güçlerini kullanarak sıfırdan “bankacı” olan “karanlık” unsurlar ve kuşkusuz politik olarak da risk yaratan islami rant grupları, sürecin belli bir noktasında düzenin varlığını tehlikeye sokan bir dengesizlik yaratttıklarında, artık tasfiyeler gündemdedir. Off-shore bankacılık ya da kendi holdingine avantajlı kredi sağlamak gibi istisnasız bütün bankaların yaptıkları işlemlerle suçlanan bu kesimlerin zaten çok riskli olan iç hesapları bazı hallerde kasten bozulmuş ve yutulmaya hazır hale getirilmişlerdir. Şüphesiz burada, çoğu zaman politik hesaplaşmaları da içeren bir dizi olgunun ve esas olarak Asya Krizi’nin yanısıra, tekellerin ortamı “sadeleştirme” isteğinin rolü vardır. Yeterince işlev görmüş olan bir kargaşa döneminin bitirilmesi ve ortada kalan boşluğun da tekelci burjuvazinin en güçlü kesimleri tarafından doldurulması, gerçekten de para dünyasında belli bir “sadeleşme” yaratmış, sürünün “güvenli” ağıllara doğru yöneltilmesi geçen süreçte büyük ölçüde başarılmıştır.

Yalnızca En Büyükler...
Böylece geliştirilen süreç boyunca, bir dizi bankanın büyükler tarafından yutulması, geriye kalanların ise pazarının yutulması, düzenin olağan işleyişi sayılmıştır. 2001 yılında bankaların ve iştiraklerinin devir ve birleşmelerini kolaylaştırmak yönünde vergi teşvikleri getirilmiş ve bu düzenlemelerin de katkısıyla devir ve birleşmelerde önemli gelişmeler yaşanmıştır. Örneğin, Doğuş Holding’in Körfezbank’ının Osmanlı Bankası’na devri ve sonra da Osmanlı Bankası’nın Garanti Bankası’na devredilmesi, Demirbank’ın HSBC’ye devri ve Sümerbank’ın Oyakbank’a satılması bu çerçevededir.
Süreç sonunda, sistemdeki tekelleşmenin boyutları daha iyi görülebilir hale gelmiştir Banka sektöründeki llk 5’in (Ziraat, Halk, İş Bankası, Yapı Kredi ve Akbank) payı, Eylül 2001’de yüzde 47,6’dır. Bu durum ilk 10 (Garanti, Vakıfbank, Pamukbank, Osmanlı ve Koçbank eklendiğinde) banka açısından da geçerlidir. Sonuçta, (zaman zaman güç dengeleri değişse de) 10 banka patronu (ki bunlar Devlet, İş Bankası Grubu, Çukurova, Koç ve Sabancı grupları gibi en büyüklerden ibarettir), sistemde istediğini yapabilir hale gelmiştir.

Sonuç: Kokuşma Devam Ediyor
Bugün gelinen noktada bankacılık sisteminin düzen ve istikrara kavuşturulduğu, “hırsız”ların temizlenerek finans dünyasının emin ellere teslim edildiği iddiası ise hiçbir biçimde gerçeği yansıtmamaktadır.
Her şeyden önce, bu “temizlik” daha önceleri de yüzlerce kez olduğu gibi, devlet kaynaklarıyla, yani alt sınıflardan toplanan haraçla yapılmıştır. Sistemin “görünmez el” yoluyla kendi kendisini onarıp arındırdığı tezi böylece bir kez daha çökmüş, “hırsızlık” iddiasıyla yapılan el koyma işlemi, bir başka hırsızlığa dönüşerek gelişmiştir; ve üstelik bütün bu süreç söz konusu skandallardan sorumlu olduğu iddia edilen eski banka patronlarını da hiçbir biçimde incitmiş değildir.
El koyma sürecinden sonra Hazine’den TMSF bankalarına 1 katrilyon 12 trilyon lirası sermaye, 1 katrilyon 902 trilyon lirası da mevduat desteği olmak üzere toplam 2 katrilyon 163 trilyon liralık sermaye ve mevduat desteği sağlanmıştır. Ayrıca nakit dışı olarak bu bankalara aktarılan değerli kağıtların toplamı 31 Aralık 2001 itibariyle 19 katrilyon 522 trilyon liradır. Devletin sağladığı destek sayesinde 16 Mart 2001’de fon bankalarının 3,5 katrilyon lirası gecelik olmak üzere 7,8 katrilyonluk kısa vadeli faiz yükümlülüğü, Ocak 2002 itibariyle 3,4 katrilyon liraya inmiştir. Bu 3,4 katrilyon lira da, Merkez Bankası’na aittir. BDDK verilerine göre, fon bankalarının Eylül 2001 itibariyle dönem zararı 6,2 katrilyon lira olup, bir de buna Temmuz 2001 itibariyle 12,2 katrilyon lira olan birikmiş zararın eklenmesi halinde, 2001 toplam maliyeti 30 katrilyon liraya ulaşmaktadır. Sonuçta, kamu bankalarının 30 katrilyon lira ve fon bankalarının da 20,1 milyar dolarlık maliyeti de dikkate alındığında sektörde yapılan operasyonun dolaylı olarak tüm halka kesilen faturası 60 katrilyon lirayı bulmaktadır. Yani, o süreçteki rakamlarla yaklaşık 50 milyar dolar oligarşinin kurtlar sofrasında yağmalanmıştır.
Öte yandan, böylece alanın düzlendiği, 90’lı yılların karmaşasının bir daha yaşanmayacağı yolundaki güvenceler de tümüyle yalandır. Kapitalizmin bir sistem olarak kârın yükseltilmesi üzerine kurulmuş olması ve bu hırsın da yükselmek için bütün yolları “mubah” hale getirmesi sorunun yalnızca bir yanıdır ve aslında temelidir. Marks’tan bu yana, yaklaşık yüz elli yıldır sosyalistlerin bu konuda söyledikleri her zaman doğrulanmış ve kapitalizmin özünün insanlık-dışı ve akıl-dışı olduğu yüzlerce kez kanıtlanmıştır. Ama sistemin bu temel gerçeğinin yanında 2000’ler dünyasının değişen sermaye bileşimi çerçevesinde yeniden yapılandırılan Türkiye’nin yeni-sömürge ekonomisi de, 90’ların skandallarını yeniden üretmeye adaydır.
Kendisi zaten bir çürüme-çürütme düzleminde işleyen kapitalizm, klasik işleyişinin, yani bilinen sanayi üretiminin ötesine, para sermayenin tatlı kârlar sağlayan alanına kaydıkça iki kez dengesiz ve zigzaglı bir tablo sergilemektedir. Çünkü bu alan, riskli yatırımları ve kıl üzerinde yürüyen dengeleriyle zirveler ve çöküntüleri ardarda yaşayabilmekte, sistem bu sürekli karışıklıktan beslenmektedir. Bu alanın “denetlenmesi” ise hem imkânsızdır hem de tekellerin isteğiyle yapılacak olan çok sıkı bir “denetleme” piyasanın hızını kesecek, sermayenin akışının sınırlanmasını ve durgunluğu getirecektir, ki bu da “denetleme”yi en çok isteyenlerin bile çıkarlarının dolaylı olarak zarara uğraması demektir. Yani sonuçta, yeni sömürge Türkiye’nin 80 sonrasında yeniden biçimlendirilmiş yapısı, muhtaç olduğu sıcak para akışıyla “istikrar” isteği arasında sıkıştığı her noktada aynı derin çelişkiyi yaşamaya ve sonuçta kâr hırsına mağlup olmaya mecburdur.
Ve nihayet, sistemi “sadeleştirme” adına yapılan operasyonların tümü, esas olarak orta sınıflar ve alt kesimlerin “güven” dengelerini bozarak kendi istediği tarzda farklı bir denge noktasına yönlendirmekte, politik alanda da karşılığını bulan bir “merkeze çekme” operasyonu yapılmaktadır. Yani nasıl kötü sucuk imalathanelerinin teşhiri yoluyla insanlar büyük et firmalarına yönlendiriliyorsa, hırslı-maceracı para spekülatörlerinin yerin dibine batırılması yoluyla da piyasadaki para kütleleri merkeze, “güvenilir” ve “sağlam” bankalara doğru çekilmektedir. Politikada merkez partilerinin öne çıkarılarak uçlara karşı yaratılan korku (ve hatta baraj engelleriyle etkisizleştirme) neyse para dünyasındaki operasyonlar da odur; her iki durumda da kitleler, arkası sağlam-risk yaratmayacak güçlere doğru yönlendirilmektedir. Böylece kısa ya da uzun periyodlu bir “rezaletler, istikrar, sonra yine macera ve sonra yine istikrar...” ritmi oluşturulmaktadır.
Sonuç olarak, yeniden başa döndüğümüzde, gördüğümüz şey, Marks’ın söylediklerinin belki onun bile tahmin edemeyeceği yüzlerce yeni yoldan doğrulanmasından ibarettir. Paranın bir elden diğerine geçerken bu ellerin asalak sahiplerine çıkar sağlaması işlemi, 1800’lerde ne kadar akıldışı ve insanlık dışı bir olguysa, 2000’lerde aynı işlemin devasa boyutlara ulaşmış ve karmaşıklaşmış biçimleri de bin kat daha fazla akıl ve insanlık dışıdır. Bugünkü durumun geçmişe oranla tek ayırt edici yanıysa, çürümenin ulaştığı olağanüstü noktadır.
Öyle ki, artık 1900’lerin romanlarında anlatılan “asalak kapitalist” tipi bile bugünküyle kıyaslandığında “temiz”miş gibi görünmekte, günümüzde bütün hayatımızı yönlendiren “asalaklık düzeni”nin çamuru her yanı sarmaktadır. Bu anlamda Brecht’e mal edilen “banka soymak banka kurmaktan daha hafif bir suçtur” sözü, bugün çok daha fazla yerine oturmaktadır.

Çalışmada Yararlanılan Kaynaklar
Nevzat Onaran, Ankara’nın Bankaları ‘Yapılalandırma’ Operasyonu, Almanak 2001, SAV Yayını
Dr. Öztin Akgüç, Bankacılık Sektörü, Almanak 2001, SAV Yayını

DİPNOTLAR
(1) Kapital, III. Cilt, sf: 311, Sol yay.
(2) Kapital, III. Cilt, sf: 325, Sol yay.
(3) Kapital, III. Cilt, sf: 298, Sol yay.
(4) Milliyet, 1 Ocak 2002

Küçükler İçin Büyük Yalanlar:

Bankalar Halka Hizmet Eder!
Burjuva ideologlarının sistemi savunmak için uydurdukları en büyük yalanlardan biri, bankacılık sisteminin esas olarak küçük insanlara faydası olduğu, onların küçük tasarruflarına uyguladığı faizlerle sosyal bir yarar sağladığıdır. Oysa rakamların gerçeği hiç de böyle değildir.
Örneğin, 2000 yılı verilerine göre, Türkiye’deki bankalarda toplam 48 milyon 645 bin 534 hesap vardır ve bu hesaplardaki toplam para miktarı17 katrilyon 947 trilyon 802 milyar liradır.
Bu 48 milyon 645 bin 534 hesabın yüzde 81.42’si 50 milyonun altındaki tutarlardan oluşmaktadır; ama bunların toplam para içindeki payı yüzde 1.26’dır. Yani kaba bir hesapla, yaklaşık 40 milyon hesapta var olan para aşağı yukarı 226 trilyon cıvarındadır.
Ama öte yandan toplam hesap miktarının yalnızca binde ikisini oluşturan çok küçük bir azınlığın (bankada 100 milyarın üzerinde parası olanlar) hesaplarında bütün paranın yüzde 24’ü vardır. Yani, yaklaşık 10 bin hesap numarasında var olan paranın miktarı aşağı yukarı 4.5 katrilyona yakındır. Faiz oranlarının paranın miktarına bağlı olarak da arttığı düşünülürse, manzara açıktır. Küçük insanların küçük paraları için bankacılık sistemi, yalnızca bir avuntu ve küçük avantajlardan ibarettir. Öte yanda ise faiz getirisinin büyük bölümünü götüren büyük hesap sahipleri vardır.

Tasarruf mevduatı kime kazandırıyor?

(2000- yüzde)

 

 

0-50 milyon TL

50 milyon -250 milyon*

250 milyon1-1 milyar

1 milyar 1-5 milyar

5 milyar 1-25 milyar

25 milyar 1-100 milyar

100 milyar 1 ve yukarısı

Mevduat

payı

1,26

3,06

8,42

18,61

25,98

18,73

23,94

Hesap

payı

81,42

8,55

5,70

3,46

0,73

0,12

0,02

(*): 50.000.001 lira ve 250 milyon lira arası
Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği, 2000 raporu.


Tablo 1) Sektör 5 banka hakimiyetinde

(2001 Eylül, yüzde)

 

Aktiflerde payı

Kredilerde payı

Mevduatta payı

5 banka

47,6

44,8

53,4

10 banka

67,4

69,5

73,7

Açıklama: Aktif toplama göre.

Kaynak: BDDK


Tablo 2) Holding bankaları (2001 Aralık)

Holding/Grup

Sabancı Holding

Çukurova Holding

Koç Holding

OYAK Grubu

Doğuş Holding

Doğan Holding

Uzan Grubu

Anadolu End. Holding

Zorlu Holding

Fiba Holding

MNG Holding

GSD Holding

Tekfen Holding

Özyol Holding

Çolakoğlu Grubu

Banka

Akbank

Yapı Kredi Bankası ve Pamukbank

Koçbank

Oyak Bank

T. Garanti Bankası

Türk Dış Ticaret Bankası (Dışbank)

Adabank ve T. İmar Bankası

Alternatif Bank

Denizbank

Finans Bank ve Fiba Bank

MNG Bank

Tekstil Bankası

Tekfenbank

Turkish Bank

Türk Ekonomi Bankası

 

 

 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul