Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

8 (69). Sayı /Mart 2014

       17 Aralık 2013 "yolsuzluk ve rüşvet operasyonu"ndan bu yana, "Cemaat-AKP çatışması" üzerine çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Tayyip Erdoğan, kendisinin merkezinde olduğu rüşvet, yolsuzluk ve yağmayı örtmek için, her fırsatta, devlet içine yuvalanmış "paralel devletten" söz etti, miting alanlarından tehditler savurdu, hatta yargı ve yürütme, özellikle polis örgütlenmesi içinde binlerce kişiyi sürdü, yer değişimine başvurdu. Fettullah Gülen boş durmadı, beddua etti, ilişkide olduğu iddia edilen ruhani güçlere, hükümet ortaklarının "evlerine ateşler salınması", "birliklerinin bozulması" ve "bir şey olmalarına izin verilmemesi" yönünde talimatlar verdi. Sadece bu değil, adeta bir savaş yürütüldü, Kemalizm'den sürekli faşizme tüm kontra taktikler devreye girdi, tüm burjuva demokratik kavramlar yerle bir oldu. Yaşanan kaostu. CHP, MHP gibi düzenin diğer partileri ise sürecin aktörlerinin ağzına bakarak, her söylenenden bir çaçaronluk malzemesi çıkarmak ve kurulacak yeni ittifaklarda bir yer edinmeye çalışmaktan bir şey yapamadılar.
        Etki alanlarındaki basın yayın organlarında AKP çevreleri, 17 Aralık operasyonunun "devlet içerisindeki paralel yapılanmanın" başının altından çıkan bir "darbe girişimi" olduğunu, Cemaat çevreleri yolsuzluğun rüşvetin alıp başını gittiğini ve başbakanın iyice tiranlaştığını savundular. AKP, kendini koruma, klasik devlet refleksi ve saldırma taktiği, Cemaat ise, "hukuk" diyerek masum görünme ve kasetlerle saldırı taktiği izledi. Akşamları televizyon kanallarını işgal eden açık oturum programlarında, her konuda bilirkişi olma vasfına haiz "stratejist"ler ise, kasılarak yaptıkları "analizlerde" genellikle gerilimin kaynağını hükümetin dershaneleri kapatma girişiminde aradı, biraz daha zeki geçinenleri de Oslo Görüşmeleri'nin basına sızdırılmasını işaret etti. Bunların bir kısmı doğruydu, ama yaşanan süreci ve çatışmayı bütünsel açıklamaktan uzaktı.
        Tüm bunlara, tüm toplumu doğrudan ilgilendiren bu sürece ve ilişkiye sol ve devrimci hareket kayıtsız kalamazdı, şu ya da bu biçimde gündem oldu. Reformistler, önce bu çelişki ve çatışmayı seyretti, "birbirini yesinler" dedi; sonra, pislik her yere saçılınca ellerine geçirdikleri ayakkabı kutularını şuraya buraya bıraktı; sanki ortada tesadüfen patlayıveren bir skandal varmışçasına, hırsızlığın nasıl da açığa çıktığını söyleyip durdular. Devrimciler de genel olarak durumu, "dinci gericilerin kavgası" ya da "AKP ile Cemaat çatışması" olarak tanımladı ve ne AKP'nin ne Cemaat'in halkın yaralarını sarabileceğini, bu pisliğin ancak devrimle temizlenebileceğini ifade ettiler.
        Kürt özgürlük hareketi ise, yine kimseyi şaşırtmayarak, son zamanlarda alışıldığı üzere meseleye "süreç" perspektifinden bakmayı tercih ettiler. Öcalan, "Ülkeyi bir darbe ateşiyle yeniden yangın yerine çevirmek isteyenler, bizim bu ateşe benzin dökmeyeceğimizi bilmelidir."(1) dedi. Sırrı Sakık en uç AKP savunuculuğu yaptı, Selahattin Demirtaş yer yer doğruları ifade etse de AKP'ye üstü örtülü destek sundu. Kandilden yer yer doğru sözler duyduk. Demirtaş, "Bir darbe planıyla karşı karşıyayız ve BDP buna evet demez. (…) Paralel devletin galip gelmesi ve Erdoğan'ın gitmesi birçok şeyi etkiler. Onun gitmesi diyalog sürecinin bitmesi demektir."(2) İfadelerini kullandı; Sırrı Sakık ise meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada, "17 Aralık'ta yeni bir süreç başladı. 17 Aralık neydi sevgili arkadaşlar? Aslında çok planlı, projeli bir süreçtir 17 Aralık. Şimdi dönüp soruyoruz biz de. Bakın yolsuzluğun üzerine sonuna kadar gidelim, gitmeyen namerttir, ister adı AK PARTİ olsun, CHP olsun, MHP olsun, BDP olsun, hepimiz bunun üzerine gidelim ama sualler, sualler, sualler var kafamızda. (…) Ne konuşuluyordu 17 Aralık'ta? Ben bunları yolsuzlukların üstünü örterek söylemiyorum ama biz bir farklı pencereden bakıyoruz. Dershaneler konuşuluyordu, İsrail konuşuluyordu, barış süreci konuşuluyordu ama bu egemen güçler bunlardan rahatsız. (…) Şimdi ben bu operasyonu gerçekleştiren yargıçlara sesleniyorum: Ey yargıçlar, siz neredeydiniz, daha önceleri nerelerdeydiniz? Niye müsaade ettiniz? Kamu malının… Biraz önce arkadaşımız buradan açıkladı, milyon dolarlardan bahsediyor, bunların heba edilmesine niye seyirci kaldınız, niye 17 Aralığı beklediniz? Şunun için beklediniz: Kürtler oradan ayaklanacak, buradan ayaklanacak, AKP iktidarını devireceğiz. Bütün hesap kitap bu. AKP'yi yenin, AKP'yi sandıkta yenin buna hiçbir itirazımız yok."(3) dedi.
        Görüldüğü gibi çok fazla söz havada uçuşmaktadır. Konusunu "gizli cemaatlerin", "derin odakların" oluşturduğu ve Erdoğan'ın ya da F. Gülen'in şurada burada sarf ettikleri sözleri bir takım komploların kriptolu delilleri olarak sunan "dahice analizler" her yeri sardı. TV, işgal eden "analistleri" gördük, ama sol adına benzere "analistler"de ortaya çıktı.
        Bir örnek vermek gerekirse, kendini sosyalist olarak tanımlayan bir kurumun internet sitesinde, Cemaatin ve AKP'nin "büyük komplolarını analiz eden" bir yazıda şöyle ifadeler yer almaktadır: "F. Gülen Cemaati "Cemaat" görünümü altında yarı-illegal bir partidir ve amacı bütün partiler gibi siyasal iktidarı ele geçirmek ve teokratik bir biçime sahip faşist bir devlet yapılanması gerçekleştirmektir."(4) "Analizin" devamında, yazarın FGP olarak kısalttığı "yarı-illegal Fethullah Gülen Partisi"nin stratejik ve taktik yapısının ele alındığı bölümde ise gerçekten okuyanı "hayran bırakacak" bölümler mevcuttur, aynen aktarıyoruz: "F.Gülen kendi hareketinin iktidar mücadelesini üç stratejik aşamaya bölmüş ve her aşamaya uygun olarak bir taktik tarz geliştirmiş ve mevcut stratejik aşamaya uymayan taktik ve yöntemleri yasaklamıştır. Bu noktada kendi hareketi içerisinde bir bilinç oluşturmuştur. Bu stratejik aşamalar Stratejik Savunma, Stratejik Denge ve Stratejik Saldırı aşamalarıdır ve "Tarikat Kapısı"na yani iktidardan önceki aşamaya denk düşerler."(5)
        Gerçekten enfes bir salata değil mi? "Bütün partiler gibi siyasal iktidarı ele geçirip teokratik bir biçime sahip faşist bir devlet yapılanması gerçekleştirmeyi amaçlayan yarı- illegal Fethullah Gülen Partisi"(?!) ve halk savaşının üç temel aşaması (6)...
        Bu tür "dahice analizlerin" gündemi doldurduğu ve sapla samanın birbirine karıştığı yerde, doğal olarak gerçek siyasal hedefler gözden kaçmaktadır. Bu kaotik ortam, özellikle Haziran Halk Direnişi sonrası mücadeleye katılan genç devrimci ve sosyalistler için salgın bir hastalık kadar ciddi tehlike oluşturmaktadır. Büyük bir coşkuyla kendini yetiştirmeye çalışan genç devrimci ve sosyalistin, bolca emek ve vakit harcayarak yaptığı okumalarda genellikle bu tür "dahice analizlerle" karşılaşması, ülkedeki kriz ortamının kaynağını, cemaatlerde, gizemli imamlarda, özcesi sınıflardan ve sermaye gruplarından başka her yerde aramasına yol açmaktadır.
        Oysa bilindiği gibi Marksist-Leninistler, siyasal hedeflerini boş dedikodular üzerinden değil, tarihsel maddeci yöntemin ışığında yapılan somut sınıf tahlilleriyle oluştururlar. Marksist-Leninstlere göre tarih, bir takım kişilerin ya da cemaatlerin değil, sınıf mücadelelerinin tarihidir.
        Dolayısıyla gün itibariyle yaşanan siyasal krizini anlamak için ya da en basitinden AKP-Cemaat çatışmasının gerçekte hangi odaklar arasında yaşandığını kavrayabilmek için, iktidar odaklarının gerçekte kimler olduğuna yani görünen siyaset aktörlerinin temsil ettikleri sermaye çevrelerine bakmak gerekmektedir.
        Biz bu çalışmamızda, çok boyutlu olan bu çatışmanın bu boyutuna, sınıfsal zeminine özetle bakacağız. Bu konuda detaylı bir tahlil yapmak elbette yazımızın kapsamını aşacaktır. Konuyu çeşitli biçimlerde, Barikat'ın bu sayısında ele aldık, başka yazılarımızda da ele alacağız. Bu yazımızda, asıl olarak sınıfsal zemine bakacağız; yapacağımız yalnızca doğru olduğunu düşündüğümüz yöntemle, sürece göz atmaktan ibarettir.
       
        Yaşanan Krizin
        Sınıfsal Temelleri

        Yaşanan çelişki ve çatışmayı daha iyi kavrayabilmek için AKP hükümetinin sınıf temellerine bakmak gerekmektedir. AKP'nin sınıfsal bileşkesi, nasıl bir koalisyon olduğu anlaşılmadan yaşanan siyasal krizi ve onun toplumsal zemini anlamak mümkün değildir.
        Bu bağlamda, İkinci emperyalist paylaşım savaşı'ndan bu yana ülkemizde iktisadi-toplumsal değişimin bazı temel dönüm noktalarına ve bu noktalarda sermaye birikim süreçlerine, bu süreçleri desteklenen sermaye unsurlarına çok kısa olarak göz atmakta yarar var.
        Bilindiği gibi 1946 yılıyla beraber Türkiye'de, bir dönem kapandı ve yeni bir dönem açıldı. Kemalizm, "ulus devlet" projesidir; bu "ulus devlet"in sınıfsal temeli, Türk burjuvazisidir. Bu açıdan, 1920-1930 yılları arasında yürütülen "devlet eliyle yerli burjuva yetiştirme"(7) politikası ve bunu takiben 1930'lar da devreye giren "devlet kapitalizmi", bir başka ifadeyle kalkınma planlarıyla şekillenen "korumacı-devletçi sanayileşme politikası", yeni sömürgecilikle geride kalmıştır.
        Korkut Boratav, bir dönüm noktası olarak nitelediği 1946 yılı ile birlikte oluşan iktisadi tabloyu şöyle tasvir ediyor:
        "1946 yılına salt iktisadi bakımdan da bir dönüm noktası niteliği kazandıran özellik, 16 yıldır kesintisiz olarak izlenen kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının adım adım gevşetildiği; ithalatın serbestleştirilerek büyük ölçüde artırıldığı; dış açıkların kronikleşmeye başladığı; dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımları ile ayakta duran bir ekonomik yapının yerleşmesi olmuştur. Bu dönemde serbestleşmeye yönelen bir dış ticaret rejiminin sonucu olarak, iç pazara dayalı bir sanayileşme programı değil, dış pazarlara dönük ve tarıma, madenciliğe, alt yapı yatırımlarına ve inşaat sektörüne öncelik veren bir kalkınma anlayışı gündemdedir.
        (…) Savaş sonuna 250 milyon dolarlık, yani 1946 ithalat hacminin iki mislinden daha fazla bir döviz rezervi ile giren ve 1946 yılında da 100 milyon dolara yakın bir dış ticaret fazlası veren Türkiye'nin, hiçbir ekonomik mantığa dayanmadığı halde yoğun bir dış yardım arama çabasına girmesi, önce Truman Doktrini, sonra da Marshall Planı çerçevesi içinde yardım almaya başlaması, CHP ve DP hükümetleri dönemlerinde kesintisiz olarak ve aynı yaklaşım içinde süregelmiştir.
        (…) Bu gelişmeler Türkiye'nin, beynelmilel kapitalizmin savaş sonrası kurulan üst organlarına üye olması ve ülkenin Batılı (ve özellikle Amerikalı) uzman ve danışmanların sürekli bir uğrak yeri haline gelmesi ile birlikte gelişmiştir."(8)
        Elbette bu yılın bir dönüm noktası özelliği taşıması ve Boratav'ın tasvir ettiği tablo tesadüf eseri değildir. Bu Kemalist dönemin sermaye birikimi üzerinden oluşan kapitalizmin yeni bir düzeyidir. Yeni sömürgecilik, yeni bir sermaye birikim sürecidir ve bu süreç kendine özgü sınıfsal zemin ve sorunları ortaya çıkarmıştır. Emperyalizm 1. ve 2. bunalım dönemlerinde toplumsal süreç, feodal veya yarı-feodal, bağımlı ülkeler sömürge ve yarı-sömürge, emperyalizm dışsal olgudur; III. bunalım döneminde ise toplumsal süreç kapitalizmdir, yeni sömürgecilik bunun üzerinden biçim almış, emperyalizm içsel olgudur.
        Mahir Çayan Yoldaş şöyle diyor: "Yankee emperyalizmi özellikle 1946'dan sonra yeni- sömürgecilik metodunu geliştirdi. Ve bu yeni-sömürgecilik politikasını Truman, Marshall doktrinleri ve askeri paktlarla, ikili anlaşmalarla tezgahladı.
        Bu politikanın esası, daha az masrafla, daha geniş pazar imkanı sağlayan, daha sistemli ve ulusal savaşlara yol açmayacak, daha üst seviyeye çıkmış emperyalizmin politikalarını daha fazla tatmin etmeye dayanmaktadır. En temel metodu sermaye ihraç ve transferinin takribindeki değişikliktir. Sermayenin 5-6 elemanı arasında yeni bir oran yaratılmıştır. Şöyle ki savaş öncesi nakit sermaye ihracı, sermayenin isim, patent hakkı, yedek parça, teknik bilgi, teknik eleman, vs. gibi diğer elemanlarına kıyasla çok daha fazla yer tutarken, savaş sonrası dönemde özellikle 1960'dan sonra bu işleyiş tersine dönmüş, nakit sermaye ihracının dışındaki sermayenin yukarıda özetlediğimiz elemanları ağırlık kazanmıştır.
        Bugün geri bıraktırılmış ülkelerde, yabancı nakit sermaye oranının yerli nakit sermayeye oranla çok az olduğu fakat mutlak dışa bağımlı birçok sanayi kuruluşu mevcuttur. (Örneğin oto sanayi). Birkaç yüzde yüz dışa bağımlı temel sanayi tesisi kurulmakta ve bunlara bağımlı olmaya mahkum hafif ve orta sanayi belli ölçülerde geliştirilmektedir. (Bu sermaye kuruluşlarının temelinde ise yabancı sermayenin nakit sermaye dışında kalan elemanları yatmaktadır).
        Kısaca özetlediğimiz bu yeni sömürgecilik metodu, bir yandan emperyalizmin ülkeye iyice yerleşmesi (yani emperyalizmin sadece dışsal bir olgu değil aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesi) sonucunu doğururken, öte yandan geri bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş döneme kıyasla, izafi olarak -feodalizmin etkin olduğu eski sömürgecilik dönemine kıyasla- belli ölçülerde pazarın genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nispi refahı artırmıştır."(9)
        1946-1958 arasında, 2. paylaşım savaşı sonrası ortaya çıkan sosyalist bloğa karşı mevzilerini sağlamlaştırmaya çalışan -özellikle Avrupa'da- emperyalizm, 1958 sonrası yeni-sömürge ülkelere daha yoğun yöneldiğini görüyoruz. Ülkemiz açısından söylemek gerekirse, Kemalist dönemin sermaye birikimi üzerinden biçim alan kapitalizm, yeni sömürgecilikle hızlandı ve 1960'lı yıllarda egemen oldu. Bu yıllarda emperyalist tekellerin, çokuluslu şirketlerin sayısında ve etkinliğinde ciddi anlamda artış gözlemlenmekte ve bu artış 1970'ler boyunca devam etmektedir.
        "Çokuluslu şirketler özellikle 1958'den sonra hızla gelişmiştir. Yabancı ülkelerdeki ortaklıklara bu gelişimin bir göstergesi olarak alınırsa, ABD'deki 187 çokuluslu tekelin yabancı ülkelerde imalat sanayindeki ortaklıkları toplam olarak 1901'de 47, 1929'da 467, 1950'de 988, 1958'de 1891 iken bu sayı 1967'de 3646'ya ulaşmıştır.
        (…) Sermayenin ulusal sınırları aşması ve çokuluslu şirketler III. bunalım dönemine özgü değildir. I. ve II. bunalım dönemlerinde de dış ülkelere mal ve sermaye ihracı yapılırdı; ayırıcı nitelik dış ülkelerde üretim birimlerinin kurulması, üretimin çokuluslaştırılmasıdır. Şirketlerin kazanç kaynaklarında meydana gelen değişim bunu açıkça gösterir. 1914'de uluslararası şirketlerin %90 yatırımı mali kazanç (portfolio) ile ilgilidir. II. yeniden paylaşım savaşı sonrası mali kazanç yerini doğrudan yatırıma bırakmıştır. 1970'lere varıldığında doğrudan yatırım tüm yatırımların %75'ine ulaşmıştır."(10)
        Böylece, Kemalist dönemde ortaya çıkan ticaret burjuvazisi, giderek sanayici konuma yükselmiş; bu süreç emperyalizmden bağımsız değil, onun kucağında yaşanmıştır. Tekelci ve işbirlikçi karaktere sahip burjuvazi, elbette tek başına iktidarı elinde tutamamıştır. Kapitalizm yukarıdan aşağı, emperyalizmin çıkarlarına göre biçim alırken, adım adım feodalizm çözülme süreci yaşadı; ama böyle de olsa, bu süreçte tekelci burjuvazi, feodal toprak sahipleriyle ittifak içindedir. Bu gerici ittifak, yani egemen sınıflar bloğu, oligarşidir. Bu ittifak, özelikle 12 Mart açık faşizmiyle tekelci sermaye lehine bozulmuştur; 12 Mart açık faşizmi hem yükselen devrimci hareketi kırmak, hem de içsel olgu olan emperyalizm ve yerli tekelci sermayenin çıkarlarını tesis etmek için örgütlendi. Bu süreç, emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı kriz ve bu krizin ülkemize yansıması; "ithal ikameci kalkınma" modelin tıkanması ve yerini "ihracata yönelik sanayileşme" modeline bırakması, neo-liberal politikanın yeni bir sömürü ve egemenlik biçimi olarak hakim olmasıyla yeni boyut kazandı; artık emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermaye egemenliği tümden kurmuştur, oligarşinin sınıfsal bileşkesi daralmıştır.
        3. bunalım dönemi, düz bir hat üzerinden gelişmedi, ilerlemedi. Yeni sömürgeci (bağımlı) kapitalizm, çeşitli sermaye birikim süreçlerinden geçti. Yeni sömürge kapitalizmde kriz içseldir, süreklidir; ama sürekli kriz kimi dönemlerde derinleşir ve her kriz süreci yeni sömürgeci kapitalizm için "yeniden yapılanma"yı içerir. Her kriz süreci adeta yeni bir sermaye birikim modeliyle aşıldı, sömürü ve egemenlik biçimleri yeniden biçim alır. Bu açıdan, 1958, 1970, 1980 yılları sadece sürekli krizin dibe vurduğu yıllar değil, sadece toplumsal ve siyasal sürecin yeniden örgütlendiği aşamalar (yapılan devülasyonlardan tutalım oligarşik devletin yeniden biçim almasına -12 Mart, 12 Eylül açık faşizmi gibi) değil, aynı zamanda yeni sermaye birikim süreçleridir. Her sermaye birikim süreci sınıfsal yapıya yeni unsurlar katıyor, ya da eksiltiyor. Tüm bu süreçler, yukarıdan aşağı kapitalizmin gelişme ve feodalizm adım adım çözülme eğilimiyle iç içe yaşanıyor. Tekelci sermaye, sanayi ve mali sermaye adım adım gelişiyor; 1970'li yıllarda sanayici sermaye, 24 Ocak ve 12 Eylül sonrası, neo-liberal politikalarla birlikte mali sermaye giderek ön plana çıkıyor. Sınıf ilişkileri, sömürü ve egemenlik biçimleri, devlet ve toplum örgütlenmesi buna göre biçim alıyor, yeni sömürgeci kapitalizm yeniden kendini örgütlüyor, yeni çelişki ve ilişki biçimleri ortaya çıkıyor.
        İşte tüm bu süreçler sürekli kriz içinde, oligarşik yapı içinde sürekli sorunlara zemin sunuyor. Başka tarihsel, toplumsal ve siyasal çelişki dinamikleriyle birlikte, işaret ettiğimiz bu zemin, oligarşi içi çelişki ve çatışmalara yön veriyor; çok daha önemlisi, bu çelişki ve çatışmaya, başta orta sınıflar olmak üzere, tüm toplum ortak edilmeye çalışılıyor. Kemalizm-liberalizm, CHP geleneği- AP, ANAP, DYP, AKP geleneği, Ergenekon- AKP, AKP-Cemaat tüm bu çelişki ve çatışmalarda bunları görmek mümkündür.
        Buradan bir adım daha öteye gidelim...
        Hiç bir dönem, ne kapitalizmin ilk filiz verdiği dönem, ne egemen olduğu dönem, ne de günümüzde, "ulusal pazar" için ulusal bir burjuva sınıf ortaya çıkmadı. Türk burjuvazisi, baştan itibaren "ulusal/milli" ya da "demokratik" değil, emperyalizmin işbirlikçisi, ırkçı, şövenist ve ilhakçıdır. Bundan dolayı ne demokratik bir geleneğe sahiptir, ne de ulusaldır. Böyle bir sınıf olmadı, bir başka ifadeyle politik bir güç olarak hiç bir süreçte yer almadı.
        Bununla birlikte, yeni sömürgecilik, içsel tüm dinamikleri çarpıttı, emperyalizm içsel olgu oldu ve ortaya çıkan yeni sömürge kapitalizm mevcut toplumun alt yapısı oldu. Bu yeni sömürgeci kapitalizmin asıl omurgası, emperyalist tekeller ve onunla iç içe işbirlikçi yerli tekellerdir. Hem egemen sınıf bloğu hem de azınlık yönetimi olarak oligarşi, bu omurganın kendisidir. Ama yeni sömürge kapitalizmi bu omurga ile sınırlı ele almak kapitalizmi bilmemektir; bu omurga, yani emperyalist sermaye ve tekelci sermaye, pazar ilişkisi içinde, yukarıdan aşağı, tüm burjuva sınıfları, burjuva ve orta burjuvaziyi kendine bağlar; bu sınıflarla bin bir ilişki içinde olur.
        Anlaşılacağı, tarihsel ve siyasal olarak mevcut olmamış bir "ulusal burjuvazi" tam da bu ilişki içinde ortaya çıkamaz. Örneğin, emperyalizmin 1. ve 2. bunalım döneminde, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, daha çok orta burjuvaziye dayanan bir "ulusal burjuvazi" tarihsel ve siyasal bir rol oynarken, ülkemizde, yeni sömürge Türkiye'de hem bu sınıf yoktur ("ulusal burjuvazi" yoktur, "orta burjuvazi" değil), hem de böylesi bir rol oynamamıştır, oynayamaz. Bundan dolayı, 1. ve 2. bunalım döneminde, anti-emperyalist anti-feodal devrimler, feodalizm ve komprador/ işbirlikçi kapitalizme yönelip, sosyalizm için, bir "ara aşama" olarak, kapitalizmin "özgür gelişimini" sağlarken, 3. ve 4. bunalım dönemlerinden bundan söz edemeyiz. Halk devrimi, yeni sömürge kapitalizme yönelir, onun omurgası olan emperyalizm ve oligarşiye yönelir, "demokratik bir kapitalizm" için değil, kapitalizmi tümden ortadan kaldırmayı, halkın iktidarı ele almasının hemen "ertesi günü", hiç bir "ara aşama" yaşamadan, "kapitalizmin özgür gelişimini" değil, adım adım sosyalizmi inşa etmeyi önüne koyar.

        Devam edelim...
        Bu açıdan yeni sömürgecilik, Anadolu burjuvazisini adım adım emperyalist ve tekelci sermayeye bağladı. Bir yandan tarımda kapitalistleşme yaşanırken, öte yandan orta Anadolu kentlerinde sanayileşme politikaları uygulamaya kondu. Emperyalist yardımların ve akıl hocalarının desteğiyle kurulan organize sanayi bölgelerinde ortaya çıkan küçük "şirketçikler" bunlardır. Bunlar, bir yandan emperyalist ve yerli tekelci sermayeye, üretim ve pazar ilişkisi içinde "yan destek", "ara mal" üzeren ve pazarlayan oldu; öte yandan adım adım yönünü tekelci sermayeye döndü, tekelleşme süreci yaşadı.
        Daha sonra ortaya çıkan "Anadolu kaplanları" gibi isimlerle de anılan bu sınıf, AKP'nin dayandığı güçlerden biri olacaktır.
        Konuyu daha iyi kavramak için bir örnek üzerinden yürüyelim. Bu "şirketçiklere" Boydak Holding'i örnek olarak gösterebiliriz. Holdingin geçmişine bakıldığında, Kayseri'nin Hacılar köyünde doğup büyümüş, ilkokul birinci sınıftan terk bir marangoz çırağı olan Mustafa Boydak'ı göreceğiz. Mustafa Boydak'ın kardeşleriyle birlikte kurdukları marangoz atölyesinin bugün "Boydak Holding" halini almış olması kesinlikle kapitalizmin bir fırsatlar sistemi olduğunun ve her marangoz çırağının bir gün tekelci kapitalist olabileceğinin göstergesi değildir.
        1956 yılında Kayseri'nin ilk sanayi bölgesi kuruldu ve tüm küçük zanaatçılar buraya yerleştirildi. Boydak Kardeşler'in ilk atölyelerini kurma öyküleri de burada başlıyor. 1960'lar ve '70'ler boyunca küçük bir kuruluşa sahip olmanın ötesine pek geçemeyen Hacılar'lı Boydak kardeşler, 1979 devalüasyonu ve 1980 24 Ocak kararları ile birlikte dışa açıldılar. Bugün holdingin yıllık cirosu 6 milyon TL civarındadır ve bünyesinde, aralarında İstikbal, Bellona, Mondi, HES Kablo (Hacılar Elektrik Sanayi), Türkiye Finans Katılım Bankası gibi kuruluşların olduğu 38 şirket bulundurmaktadır.
        Devletin özel sektöre desteğinin kurumsallaştığı 1950'lerin ikinci yarısından itibaren Boydak benzeri kuruluşlar Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki sanayi bölgelerinde ortaya çıkmaya başladı. Bunlar yüzde yüz dışa bağımlı, temel sanayi tesislerine bağımlı olmaya mahkum hafif ve orta sanayi kuruluşlarıdır. Bunların yanı sıra, 1956 sonrasında hızla artan kent nüfusu özellikle taşrada hizmetler sektöründe (inşaat da buraya dahildir) önemli bir patlama yaratmıştır.
        1960'lar ve '70'ler boyunca sanayi ve hizmetler sektörlerinin tarım karşısında ciddi bir gelişme kaydettiğini görmek mümkündür. 1960-61'de sanayinin cari fiyatlarla GSMH'dan payı %17.5, tarımın payı %36.5 iken, 1976'da bu oran sanayi için %21,2, tarım için %27'dir, Yine 1976 yılına gelindiğinde hizmetler sektörünün milli hasıladan aldığı payın %50'yi aştığını görüyoruz. İstihdam alanında, sektörün faal nüfustan aldığı payın da 1960'da %15,4 iken, 1980'e gelindiğinde % 29,5'e yükselmiştir.(11)
        1950'lerin sonundan itibaren ortaya çıkmaya başlayan ve 1920'lerden beri "devlet eliyle yetiştirilip" emperyalist ortaklıklarda bulunan Koç Holding gibi tekellere bağımlı olarak gelişen bu taşra şirketleri, 1960 ve 70'lerin içe dönük, dışa bağımlı genişleme yıllarında ciddi sayılabilecek miktarda sermaye biriktirmiş, 1977-79 bunalımı ve takip eden 24 Ocak Kararları'ndan sonra dışa açılmış ve özellikle ABD emperyalizminin Arap coğrafyasında sosyalizm korkusuyla besleyip büyüttüğü Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri menşeli şirketlerle ortaklıklara girerek ve 1980'ler boyunca gözle görülür bir büyüme gerçekleştirmişler, 1990'lara gelindiğinde ise Türkiye ekonomisinde önemli ölçüde pay sahibi olmaya başlamışlardır. Artık bu şirketler gazetelerde, televizyonlarda "Anadolu Kaplanları" olarak anılmaya başlanacaklardır.
        Siyaset alanında ise ilk olarak Refah Partisi'nde, daha sonra Fazilet Partisi'nde ve 2000 yılında Fazilet Partisi 1. Olağan Kongresi'nde "yenilikçi kanat" olarak, Mustafa Boydak'ın hemşerisi olan ve uzun yıllar İslami Kalkınma Bankası'nda görev yapmış Abdullah Gül öncülüğündeki hizipte yer almışlardır. 2001 yılında ise de AKP'yi oluşumuna katkı sundular ve 2002 Kasımında iktidara geldiler.
        Anlaşılacağı üzere, bugün Türk burjuvazisi, iki kaynaktan beslenerek egemenlik kurmuştur. Birincisi, Koç holding örneğinde (siz bunu sadece Koç holding değil, Sabancı, Çukurova, Doğuş, İş bankası, Eczacıbaşı, A. Doğan gibi okuyun) olduğu gibi, 1920-30 döneminde ortaya çıkan, "İstanbul sermayesi" gibi adlarla da tanımlanan, TÜSİAD'ın ana gövdesini oluşturduğu sermaye; ikincisi ise, Boydak holding örneğinde (siz bunu sadece Boydak holding değil, Çalık, Kombasan, Koza, İpek gibi okuyun) olduğu gibi, 1960'lı yıllarda ortaya çıkan ve 1980-90 sürecinde tekelleşen, MÜSİAD'ın ana gövdesini oluşturduğu sermaye. Bu sermaye grupları, her kriz ve sermaye birikim sürecinde yeniden biçim alıyor, yeni çelişki ve çatışmalar içine giriyor. Bununla birlikte, bu sermaye grupları, emperyalizmle çeşitli ilişki kuruyor, hem kapitalizmin iç evrimi ("ithal ikameci model" ya da "ihracata yönelik sanayileşme" süreçlerine bağlı olarak), hem bölgesel gelişme ve yeni imkanlar, hem de oligarşinin emperyalist- kapitalist sistem içinde aldığı yer ya da uluslararası iş bölümüne uygun olarak sermaye yeniden yapılanıyor.
        AKP, bu sermayenin yani eski ve yeni tekelci sermayenin partisidir, asıl olarak bu sınıfın temsilcisidir. Sadece bu sınıfı değil, burjuva ve orta burjuvazinin bir kısmını çatısı altında toplamıştır. Bu anlamda hem sınıfsal olarak, hem de son AKP-cemaat çatışmasında ortaya çıktığı üzere, siyasetten de bir koalisyondur.

        Yeni Sermaye Örgütleri;
        ASKON, TUSKON, MÜSİAD

        Tıpkı işçi sınıfının örgüte duyduğu ihtiyaç gibi, sermaye sınıfı da örgüte ihtiyaç duyar. Yine tıpkı işçi sınıfı gibi, sermaye sınıfı da örgütlülüklerini, yasal partiler, dernekler, sendikalar biçiminde oluşturabileceği gibi, uluslararası kuruluşlar ve yeraltı örgütlülükleri biçiminde de olabilir. İşçi sınıfı örgütleriyle sermaye örgütleri arasındaki temel fark, işçi sınıfı örgütü sömürü düzenin sonlandırılması ve emeğin kurtuluşu için mücadele ederken, sermaye örgütleri sömürü düzeninin sorunsuz biçimde devamı için sermayenin birtakım ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kurulmaktadır.
        Burada sermaye örgütleri derken "derin devlet" ya da "paralel yapı" gibi uydurma, işin özünü örten, devletin asıl niteliğini gizleyen kavramları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz örgütler ağırlıkla, sermaye kuruluşlarının yönetici kadrolarını yetiştirmek, ticari bağlantılar sağlamak, istihbarat akışı sağlamak, siyasal lobicilik faaliyetleri yürütmek gibi amaçlar doğrultusunda oluşturulmakta ve genel olarak "hizmet etme" gayesi taşıdıkları iddiasındadırlar.(12)
        Sözünü ettiğimiz sermaye örgütlerine bir örnek olarak, Rotary Kulüp'ü gösterebiliriz. Kulüp 1905 yılında ABD'nin Illinois eyaletinde Paul Harris öncülüğünde kurulmuş ve 10 yıl içinde tüm Amerika'ya yayılmış ve Rotary Kulüpleri Birliği adını almıştır. Ekim Devrimi'nin dünyayı sarstığı 1917 yılında "tüm dünyada hizmet yapmak" amacıyla bir bağış fonu oluşturan Rotary Kulüpleri Birliği, 1922 yılında Rotary International halini aldı. Türkiye'de de faal olan Rotary International, bugün 160'dan fazla ülkede 33.976 Rotary Kulübü ve 1,2 milyon üye barındırmaktadır. Yılda toplanan bağış miktarı ise, kulübün kendi ifadesiyle 80 milyon doları geçmektedir. Kulübün temel şiarı ise yine kendi ifadeleriyle "Kendinden Önce Hizmet" biçimindedir.
        Rotary International, 1997'den beri her yıl İstanbul Boğaziçi Üniversitesi'nde bir Gençlik Forumu düzenlemektedir. Yaklaşık 70 liseden 200'e yakın öğrenci, öğretmenlerinin yaratıcı ve zeki oldukları yönündeki tavsiyeleri doğrultusunda foruma davet edilmektedir. Gün boyu süren forumda, sekizerli-onarlı gruplara ayrılan öğrenciler, önceden belirlenen bir konu üzerinde iki seans grup çalışması yapmakta ve gün sonunda bu çalışmaların sonuçlarını tüm katılımcılara sunmaktadırlar. Bu çalışma sonunda seçilen bazı gençler lider yetiştirme programlarına gönderilmekte, bazılarıyla temas bir biçimde sürdürülmektedir.
        Sermayenin iç örgütlenmesinde dinsel motiflerin kullanılması da aynı biçimde, "yeni" ya da "ülkemize özgü" bir şey değildir. Dünyada pek çok sermaye örgütü çeşitli dinsel motifler kullanarak örgütlenmekte ve yine aynı motifler sayesinde örgütün bir ülkedeki mensubu ile dünyanın bir başka ülkesindeki bir başka mensubu arasında ortak bir zemin oluşturulabilmektedir.
        Burada dikkat çekmeye çalıştığımız, bu türlü örgütlenme yöntemlerinin zaten kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıcından beri var olduğu, kesinlikle Fethullah Gülen'in yada bugün AKP etrafında saf tutan sermaye sahiplerinin cin fikirlerinden doğmamış olduğudur. Sermaye bu tür örgütler olmadan varlığını sürdüremez, sermaye var oldukça onun örgütleri de var olacaklardır.
        Şimdi de Anadolu'da 1950'lerin ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlayan ve 1980'lerle birlikte serpilip 4. bunalım dönemi ile birlikte siyaset sahasına çıkan yeni burjuvazinin örgütlenme metotlarına kısaca bakalım.
        "Avrupa İstikrar Girişimi"(13) adlı burjuva kuruluşunun, Abdullah Gül'ün de memleketi olan Kayseri'nin Hacılar kasabasındaki sınai gelişimi ve buradaki İslamî ilişkileri inceleyen raporda, buradaki İslam motifli sermaye unsurları "İslami kalvinistler" olarak tanımlanıyor ve "İslami idealler ve 1980'lerin ilk yıllarında ortaya yeni orta sınıfın maddi çıkarları arasında giderek büyüyen bir ilişki"(14) olduğu vurgulanıyor.
        Raporda ayrıca şu ifadelere yer veriliyor:
        "Sanayi havzaları ortak bir siyasi görüşün de paylaşıldığı yerlerdir. (…) Hacılar'da (hem birbiriyle rekabet eden hem de birlikte çalışan) iş adamlarını birbirine bağlayan şey, aynı dini paylaşmaları ve yerel toplumlarıyla gurur duymaları. Gerçekten bu ikisini birbirinden belirgin biçimde ayırmak çok güç. Hacılar müftüsü, yapılan yıllık bir toplantıda islami girişimciliğin erdemleri hakkında konuşurken, dinleyenlerin kafasında iş hayatının ve kültürün iç içe geçtiğine dair hiçbir soru işareti kalmıyor. Aynı dinamikler, şehirdeki zengin örgütlü hayatta (dernekler, vakıflar vs.) da, burada yaşayanların sınırlı kaynaklarını kalkınma amacıyla bir araya getirmede sağladıkları üstün başarıda da açık olarak görülüyor.
        Hacılar'da sivil toplumun ana temsilcisi, 18 yönetim kurulu üyesi de ilin en önemli iş adamlarından (biri de müftünün oğlu) ve belediye başkanından oluşan Hacılar Yardımlaşma Derneği bulunuyor. Derneğin amacı eğitimi ve dini yaygınlaştırmak ve bunu da çok etkin biçimde gerçekleştiriyor. Her yıl, Hacılar'dan 345 öğrenciye Türkiye'deki üniversitelerde okuması için burs sunuluyor. Başka bölgelerden gelerek Hacılar'da çalışan öğretmenlerin kalması için 15 yeni lojman yaptırılıyor. Kasaba camiinin bakımı için para, müftüye lojman veriliyor. Söz konusu harcamalar oldukça önemli meblağlara ulaşmakta. 2004 yılında Derneğin bütçesi 1,1 milyon USD'den fazlaydı.
        (…) Açıkça görüldüğü gibi Hacılar'da yaşayanlar toplumlarının geleceğiyle ilgili bir vizyonu paylaşıyorlar. Bu vizyonu gerçekleştirmek için gereken kaynaklara da sahip durumdalar. Bugün Türkiye'nin en büyük 500 şirketinden 9'u Hacılar'lı ailelere ait."(15)
        Tablo bu şekildedir. Sanırız bu yerel dernek üzerinden, İslam motifli sermaye örgütü derken ne kastettiğimiz şimdi daha iyi anlaşılmıştır. Bu küçük dernek çok daha geniş ve güçlü örgütler de öz itibariyle bu yerel dernekle aynı işlevi görmektedirler.
        1950'lerin ikinci yarısında devletin desteğiyle bu gibi küçük Anadolu kasabalarında sanayi bölgeleri kurulurken, emperyalizm, "sanayi havzalarının ortak bir siyasi görüşün de paylaşıldığı yerler" olduğunu gayet iyi bilmekteydi. Ve en büyük korkusunu da bu siyasi görüşün komünizm olması oluşturuyordu. Zira İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası tüm dünyada komünizm heyulası güçlenmişti ve Türkiye'de de 1930'larda "devlet kapitalizmi" esas alınarak uygulanan 1. Beş Yıllık Kalkınma Planı ile bizzat Sovyet mühendislerce kurulan Sümerbank ve benzeri kamu iktisadi teşekkülleri bu küçük kasabalarda yeni oluşmakta olan işçi sınıfı için "kötü" birer örnek teşkil etmekteydiler. Böylesi bir ortamda emperyalizm, kendi eliyle ve tümden kendine bağımlı olarak oluşturduğu yeni sermaye sınıfının iç örgütlülüğünde islam motiflerini teşvik etti. Böylece zaten muhafazakar kitleye sahip Anadolu coğrafyasında, yeni oluşturlan sanayi havzalarında "paylaşılan siyasi görüş" siyasal islam olacaktı. Küçük kasabalarda oluşturulan sanayi havzalarında sermaye sınıfı için teşvik edilen siyasal islam örgütlenmeleri, beklendiği biçimde işçi sınıfına da sirayet edecek, yeni yeni ortaya çıkan -daha doğrusu çıkarılan - ve bir komünist partisinden yoksun olan taşra işçileri, feodal ilişkilerin de etkisiyle küçük kasabaların büyük başlarının cemaatlerine üye olacak, camilerine devam edecek ve aldıkları azıcık maaşın bir kısmını "hizmet" için bu cemaatlere vereceklerdi. Cemaatler de bu yoksul işçilerin zeki çocuklarını alacak, burs sağlayıp üniversiteye gönderecek ve gelişen şirketlerinde belirli pozisyonlarda değerlendireceklerdi. Ayrıca Türkiye'de gelişen siyasal İslam örgütleri, Ortadoğu'da komünizm tehlikesine karşı desteklenen diğer siyasal İslam örgütleriyle belirli bir koordinasyon da sağlayabilirdi. Özcesi emperyalizm elverişli toprağa siyasal İslam tohumları ekerek, bir taşla bolca kuş vuracaktı.
        Bu dönemde emperyalizm tarafından teşvik edilen nur hareketi yeni doğan bu sermaye sınıfının temel örgütlülüğünü oluşturmuş, 1990'larda bu yeni sermaye sınıfının siyaset alanına çıkışıyla hızla gelişmiştir. Daha sonra bir kısmı "Gülen Hareketi" ya da "Cemaat" olarak karşımıza çıkacak olan Nur Hareketi'nin temel çıkış noktası budur. Yani Nurculuk, aslında Said-i Nursi'den çok Harry Truman'dan ilham almıştır. 2005 yılında Avrupa İstikrar Girişimi'nin raporunda Kayseri'deki nurcu örgütlenmeden şöyle söz edilmektedir: "Hareketin Türkiye'de sayıları 5-6 milyon arasında olduğu tahmin edilen taraftarı var. Nur öğrencileri dershanelerde nurcu metinleri çözümlemek ve yorumlamak amacıyla toplanıyor. Kayseri'deki Nurcu dershanelerin sayısı 1970 yılında 2 iken, 2000 yılında 60'a ulaşmış. Eğitimli sınıf içinde kendine yer bularak güçlenen bu topluluklar, aynı zamanda ticari bağlantılar için de kullanılıyor; iş olanakları, hatta iş için sermaye bile sağlanıyor."(16)
        1990'lara gelindiğinde Anadolu Sermayesi'nin temel ilişki ağını sözü edilen Nur Hareketi sağlıyordu. Ancak siyaset alanına bu tür bir cemaat örgütüyle çıkmak mümkün değildi. Bu noktada, mayasında pragmatizm olan bu cemaatler, önceleri AP, ANAP gibi partiler içinde, sonra da RP, AKP gibi partiler içinde yer aldılar.
        Anadolu Sermayesi'nin 1980'lerdeki hızlı gelişimi dolayısıyla, "babasıyla" yani TÜSİAD(17) bileşeni olan tekelci sermayeyle arasında bir ölçüde pazar rekabeti doğmuştu. Bu rekabet 4. bunalım döneminde kurulan yeni dengelerle birlikte üstü örtülü bir siyasal rekabete dönüştü.. Bu bağlamda, 1990 yılıyla birlikte TÜSİAD'a alternatif olarak İstanbul merkezli MÜSİAD(18) adlı bir dernek kurulmuştur. Bunu takiben 1990'lı yıllar boyunca Anadolu'nun çeşitli yerlerinde oluşturulan Nurcu sermaye dernekleri de 2005 yılında bir araya getirilerek TUSKON'u(19) oluşturmuşlar, 1998 yılında da yine Anadolu menşeli küçük ölçekli sermaye kuruluşlarının bir kısmı ASKON(20) adlı örgütlülükle bir araya gelmişlerdir.
        Bu ve benzeri açık örgütler, bu sermaye çevrelerinin görünen yüzleridir. Bunlar dışında da cemaat örgütlenmelerini sürdürmüşlerdir. Şu bilinmelidir ki, bu tür açık ya da örtülü örgütler olmadan, sermaye çevrelerinin kadro yetiştirmesi, ticari ve siyasal ilişki ağları oluşturması, herhangi bir ihale alması ve ön önemlisi siyasal üst yapıda söz söylemesi mümkün olmaz. Anadolu burjuvazisinin İslam motifli, açık ve örtülü sermaye örgütleri, cemaatleri, tarikatları, Kemalist dönemde yetişten ve yeni sömürgecilikle birlikte tekelleşen sermayesinin bir asra yakın zamandır işlettiği örgütlerden özü itibariyle kesinlikle farklı değildir.
        Göze çarpan biçimsel fark şundan kaynaklanmaktadır: Türkiye'nin ilk kuşak tekelci burjuvaları cumhuriyetin ilk yıllarından beri devlet eliyle yetiştirilmiş, kadroları siyasal üst yapının ve bürokrasinin her kilit noktasına yine devlet eliyle yerleştirilmiş ya da tersten bu noktalarda görev yapan bürokrasi kadroları bu sermaye kuruluşlarının ortağı haline getirilmişken, emperyalizmin 4. bunalım dönemiyle birlikte siyasal alana çıkan Anadolu burjuvaları, eski kadroların tasfiyesi ve yerlerine yerleşme sürecinde bu örgütleri kullanmışlardır. Yani iktidarın yeni ortakları, 1920'lerde yaşanın aksine, yani "devlet eliyle burjuva yaratma" değil, Anadolu burjuvazisi devletin imkanlarını da kullanarak gelişmiş ve bunu dinamik ve acımasız bir biçimde, herkesin gözü önünde yapmışlardır.

        AKP: Tekelci Sermayenin İktidarı
        Yazımızın önceki bölümlerinde, 2002 yılında Türkiye'de hükümet etme görevinin eski ve yeni tekelci sermayeye teslim edildiğini belirtmiştik. Demek istediğimizin net olarak anlaşılması için 2002 yılının güz aylarında tekelci basının yaptığı yayınlara bakmak yeterli olacaktır. Bu yayınlarda temel ortak özellik, hiç birinin, AKP'nin seçimleri kazanıp kazanmayacağına dair en ufak bir soru işareti barındırmamasıdır. Heyecanla sorgulanan ve tartışılan şey ise, Tayyip Erdoğan'ın nasıl yapıp da siyasi yasağını atlatarak meclise gireceğidir. Yani 2002 yılı Ekim ayındaki bir gazeteyi okuyan kimse, 3 Kasım'da yapılacak seçimleri sandıklar kurulmadan çok daha önceden AKP'nin kazanmış olduğunu fark edecektir.
        Bu tesadüf değildir. 2001 yılının önemli bir dönüm noktası olduğunu biliyoruz. Bu süreç, sürekli krizin derinleştiği, merkez burjuva partilerin çöktüğü, bölgesel gelişmelerin yeni boyut kazandığı bir süreçtir. AKP'nin de tam bu yılda kurulmuş olması tesadüf değildir. AKP, önce emperyalizmden icazet aldı, Kemal Dervişin IMF programını savundu, tekelci sermayeye güvence verdi. Ve kriz içinde, çöken DSP, ANAP, DYP karşısında, 2002 yılında iktidar oldu. Bu geleneksel burjuva çizgisini biraz aşan durumdu; "hükümet" oldu, ama "iktidar" olması süreç işiydi. Bundan emperyalizme, tekelci sermayeye, geleneksel devlet yapısı içindeki çeşitli iktidar odaklarına güvence verdi. Neo-liberal programda ısrar etti, 24 Ocak karalarıyla devreye giren özelleştirme programlarını sürdürdü, devlet aygıtını, sürekli faşizmi emperyalizm ve tekelci sermayenin yeni ihtiyaçlarına göre "yeniden yapılandırdı, ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarını "eşbaşkan" olarak savundu ve "Sürekli Özgürlük Operasyonu" kapsamında yürüteceği "teröre karşı savaş" alanlarında destek oldu, anti-terör perspektifine ülke içinde işlerlik kazandırmak için yasal düzenlemeler yaptı. Böylece toplum ve devlet yeniden dizayn edildi. Tabi bu bir günde olmadı; önce "geçiş süreci" yaşadı, sonra 2010-11 yılında, "ustalık" olarak tanımladığı süreçte egemen oldu. Bu süreç, aynı zamanda, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, sadece eski tekelci sermaye değil, 1980 sonrası adım adım tekeleşen sermaye sınıfa dayandı, onların çıkarını temsil etti. Yeni sermaye kesimi daha aç, daha hoyrat, daha saldırgandır: bu aynı zamanda üretim ve pazar ilişkisinde yeni sorunların kaynağıdır.
        Anadolu Sermayesi ve AKP, Emperyalizmin bugüne dek görülen en vahşi ve ölümcül bunalımını yaşadığı bu döneme saldırganlığı ve dinamik örgütlülüğüyle uygun düşmesinin yanında, taşıdığı İslami motiflerle günün savaş sahası olma özelliği taşıyan Ortadoğu'da da etkin olarak kullanılabilecek bir örnek olarak emperyalizmin ilgisini çekmiştir.
        Gerçekten de AKP hükümet ettiği yıllar boyunca emperyalizmin kendisinden beklediğini büyük ölçüde yeterli biçimde yerine getirmiştir. Aşağıdaki grafik, özelleştirme miktarının yıllara göre dağılımını göstermektedir(21). Görüleceği gibi


yanlızca geçtiğimiz yıldaki özelleştirme miktarı, 1986-2003 yılları arasında yapılan toplam özelleştirmenin bir buçuk katıdır.
        AKP'nin böylesi bir özelleştirme programını uygulamaya koyabilmesi için ülkenin nasıl bir yapısal değişikliğe uğraması gerektiğini tahmin etmek zor değildir. Yapılan bu değişiklikler, doğal olarak geçmiş döneme ait bürokrasi kadrolarının da tasfiyesini içermektedir. Tasfiye edilecek kadroların ise nasıl doldurulacağını öngörmek mümkündür.
        Yıllarca, "AKP bürokrasi içinde kadrolaşıyor, cemaatçiler her yere yayılıyor" diyerek koparılan yaygara asıl itibariyle, bir gizli cemaatin komplosu olmaktan uzaktır. Aslında söz konusu olan iktidarın ortağı olan sermaye sınıfının restore ettiği bürokrasi kademelerine kendi yetiştirdiği kadroları, daha örgütlü ve eğitimli olduğu için, bu koalisyonda AKP ile cemaatin kendi kadrolarını yerleştirmesidir. Bundan öncesinde de yöntemi bir miktar farklı olmakla birlikte aynı işlem yapılmaktaydı. Sonuçta bu tasfiye ve restorasyon dönemi boyunca, devletin yeni bürokrasi kadrolarını, bekleneceği gibi, o güne dek Anadolu Sermayesi'nin temel kadro ihtiyacını karşılayan Nur Hareketi yani bir diğer deyişle Gülen Cemaati sağlamıştır.
        Değişiklikten memnun olan Kayseri Hacılar'lı Mustafa Boydak, 2011 seçimleri arefesinde Bugün gazetesine verdiği röportajda "Tayip Bey delikanlı bir insan"(22) diyor ve ekliyordu: "Devlet bürokrasisi çok değişti. Anlatamam yani. Hükümetin hızına ayak uydurabilmek için 9 yılda olağanüstü değişti. Artık her işimi kendim yapabiliyorum. Eski yılları da bildiğim için böyle konuşuyorum."(23)
        Ancak Boydak'ın yıllar yılı "delikanlı" bildiği T. Erdoğan'a dair fikri kısa zaman sonra değişecektir. 2011 seçimlerinden altı ay sonra "kırılma" başlayacaktır.

        Kırılma:17 Aralık
        Yukarıda her sermaye birikim sürecinin yeni sorun ve yeni imkanlar yarattığına işaret etmiştik. 2007 yılı da aslında böylesi bir süreçtir. 2002 yılında TÜSİAD'ın da desteğiyle iktidara gelen Anadolu Sermayesi, 2007'ye gelindiğinde artık siyasal gücünü kullanarak yeni hamleler peşindedir, ana gövdesini TÜSİAD'ın oluşturduğu İstanbul sermayesine saldırmakta, önemli ihalelerin neredeyse tamamını kendi holdinglerinin almasını sağlamaktaydı.
        Nihayet TÜSİAD'ın ana gövdesini oluşturduğu tekelci burjuvazisi eğer harekete geçmezse kendisini var eden devlet bürokrasisini tamamen kaybedeceğini anlayarak müdahaleye yeltendi. 2007 yılında yaşanan, cumhuriyet mitingleri, 27 Nisan Muhtırası ve AKP'ye açılan kapatma davası gibi olaylar bu çelişkinin bir biçimde tezahürü olarak yorumlanmalıdır. Ancak AKP dışında yaratılabilecek herhangi bir siyasal alternatifin bulunmayışı, emperyalizmin de yaşananlar karşısında tarihsel işbirlikçilerinden yana tavır almayışı, bu tekelci burjuvazisinin tekrar AKP ile birlikte hareket etmeye yöneltmiştir. Ancak bu birliktelik, AKP'yi ve Anadolu Sermayesi'ni, hasımlarına karşı yumuşatmamış, 2007 seçimlerinden başarıyla çıkan AKP çok daha pervasız bir saldırı durumuna geçmiştir.
        Burada atlanmaması gereken bir detay, 2008 Temmuzunda Başbakan Erdoğan'ın Rahmi Koç ile ilgili olarak, "Bu ülkede bu insanların pirimi yok, bu böyle bilinsin."(24) biçiminde bir ifade kullanmış olmasıdır. Son telefon tapelerinden de anlaşıldığı üzere, benzere söz ve tavır, her kriz sürecinde devam etmiştir. T. Erdoğan öncesinde herhangi bir başbakanın Koç hakkında bu biçimde konuştuğunu hatırlamak kolay değildir.
        2012 yılında da TÜSİAD, Roboski katliamıyla ilgili olarak alışık olmadığımız biçimde hassasiyet göstermiş, bu bağlamda zamanın TÜSİAD başkanı Ümit Boyner "Vatandaş Uludere'de ne olduğunu anlamak, Afyon'daki patlamanın arka planını sebeplerini öğrenmek, bunların sorumlularını bilmek ister."(25) şeklinde açıklama yapmış, Erdoğan'ın buna ilişkin yorumu ise, "Öğrenmek hakkımızdır falan. Kimin hakkı nedir, nereye kadardır? Onun ölçüsünü Ümit Boyner belirlemeyecek. O, işine baksın." biçiminde olmuştu.
        AKP ile birlikte iktidarını perçinleyen, devlet bürokrasisini büyük ölçüde restore ederek kendi yetiştirdiği kadroları yerleştiren Anadolu Sermayesi 2007 yılını takiben geçen süreçte ciddi bir büyüme yakalamıştır. Bu gelişim aynı zamanda yeni sorun ve çelişkilere kaynaklı etmiştir; son yaşanan AKP ve cemaat çatışmasında bu vardır.
        Ancak bu kez hükümetin teslim edildiği unsurların başı bozukluğu, gitgide otoriterleşen tutumları ve Ortadoğu'da İsrail'i pas ederek, emperyalizmin tek ortağı olma yönündeki ısrarcı hamlelerin, emperyalizmin çizmiş olduğu sınırları zaman zaman aşması (Mısır, Suriye, Hamas örnekleri budur), özellikle Suriye'de kendi başlarına hareket etme arayışına girmeleri, ciddi bir büyüme gerçekleştirmiş olan ve vahşi dinamizmi yerini istikrar arayışına bırakan Anadolu Sermayesi'ni zor durumda bırakmış ve bu durum dolayısıyla yeni krizlere kaynaklık etmiştir.
        Bu kırılma 17 Aralıktan çok önce başlamıştır. Kırılma sürecinin başlangıcın 2012 yılının başına kadar götürebiliriz. Kamuoyunda Oslo Krizi olarak anılan ve MİT müsteşarı Hakan Fidan'ın TMK 10. madde ile yetkili savcılığa ifadeye çağrılmasının ardından, hükümetin TMK'da değişikliğe gitmesiyle gelişen gerilimi aslında yaşanan kırılmanın ilk gözle görülür yansısıdır.
        O tarihten itibaren Anadolu Sermayesi ile TÜSİAD ve TOBB arasında ciddi yakınlaşmalar görülmektedir. En son olarak, TÜPRAŞ'a çıkarılan yüksek vergi cezasına en ciddi tepkiler Boydak Grubu tarafından dillendirilmiş ve bunun üzerine Boydak Grubuna ait 3 işletme hakkında vergi incelemesi başlatılmıştır. TÜSİAD'ın 17 Aralık öncesinden itibaren başlayan ve 17 Aralık'ı takip eden günlerde de devam eden açıklamalarına, buna bağlı olarak başbakanın TÜSİAD aleyhindeki beyanlarına ve özellikle Koç Holding'e bağlı olan TÜPRAŞ'a çıkarılan yüksek vergi cezasına bakmak söz konusu çatışmanın zemini açısından yeterli olacaktır.
        Cemaat burada yalnızca bürokrasi kadrolarını elinde bulunduran operasyonel güçtür. F. Gülen'in 1952 sonrası "komünizmle mücadele derneği" içinde, emperyalizmin "yeşil kuşak" projesi içinde rol aldığı, tam da bundan dolayı, her dönem emperyalizm ve mevcut iktidarın yanında olduğu bilinmektedir. Emperyalizm ve oligarşi, daha doğrusu bu güçlerin önemli bir kısmı, neo-liberal sömürü modeli içinde "mafyalaşan" bir T. Erdoğan'ı da istememektedirler. Bu kadar açık hırsızlık, İran'a yönelik ambargonun rüşvet karşılığı delinmesi sistem için de sorunludur. Bundan dolayı, emperyalizm ve oligarşi'nin önemli bir kesimi "AKP'ye evet, T. Erdoğan'a hayır" biçiminde formüle edeceğimiz bir seçenek peşindedir. Ama 17 Aralık ile başlayan bu kırılma, nereye sıçrayacağı belirsizdir. Yani evdeki hesap çarşıya uymuyor; T. Erdoğan direniyor, saldırganlaşıyor, "tek parti-tek adam" da ısrar ediyor, buna karşılık her gün yeni pislik ortalığa dökülüyor.

        Sonuç
        Yaşanan, nereden bakarsak bakalım neo- liberal sömürünün, bu sömürü üzerine kurulan düzenin krizidir. Yeni sömürge kapitalizm kriz üretiyor, bu kriz bazı süreçlerde derinleşiyor ve yeni çatışma dinamikleri oluşturuyor. Bu anlamda, aslında AKP ve cemaat çatışması, bu krizin dışa yansımasıdır, çatışmanın sadece bir boyutudur.
        Kriz her alanı vuruyor; sadece siyasal değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal boyutları kapsıyor. Neo-liberal sömürü düzeni, aynı zamanda vahşi sömürü ve yağma düzenidir; "rüşvet ve yolsuzluk" bu düzenin "yan unsuru"dur. AKP koalisyonu sömürüden ve iktidardan pay alma kavgasıyla içten vurulunca meşruluğu kalmadı, seçimde kaç oy aldığı önemsizleşti; hiç şüphesiz AKP en çok da aldığı oy üzerinden bu süreci kurtarmaya çalışıyor, aldığı oyı "her şey" yapıyor. Takke düştü kel görüldü; gerçek açığa çıktı, rüşvet, yolsuzluk, yağma düzeni ortaya çıktı. Bu aynı zamanda AKP'nin çöküşüdür. Bu süreçte görüldü ki, sadece AKP değil, sürekli faşizmin tüm iktidar odakları tel tel döküldü, faşizmin birer örtüsü olan burjuva kavramlar, "parlamento, kuvvetler ayrılığı, demokrasi, özgürlük" gibi tüm kavramlar yerle bir oldu. Ortaya çıkan gerçek ise, devletin, oligarşik/ faşist devletin çetelerin toplamı olduğudur; bu çetelerin tümü halk düşmanıdır.
        Dün yan yana sömürüden pay alanlar, bu yağma düzenini kuranlar, birlikte işçi sınıfı ve halklara düşmanlık yapanlar, birlikte emperyalizmin ajanlığını yapıp Ortadoğu'da halklara düşmanlık yapanlar, Taksimde, Gezide, Haziran günlerinde, Roboskide, Pariste, Rojavada halka saldıran, zulüm yapanların bu kez, birbirine karşı nasıl acımasız ve kirli savaş yürüttükleri ortaya çıktı. Dün, devrimcilere, Kürt yurtseverlerine, hatta oligarşi içi çatışmada bir kesime kirli tezgahlar kuranlar, bu kez birbirine kuruyor. Dün "benim polisim kahramanlık yaptı" diyenler, bugün o polisleri sürüyor. Birbirini kasetlerle vuruyor; pişkinlik ve arsızlıkta sınır tanımıyorlar. "Adalet mülkün temelidir"; Adalet sermayenin, kirli oyunları yapanların, arsız ve hırsızların koruyucusu oluyor. "Özgür basın"; koca bir yalan oluyor, asimetrik savaşta birer silah oluyor.
        Bu çatışmadan demokrasi çıkar mı? Çıkmaz. Oligarşi içi çatışmadan, hem sınıfsal nedenlerle, hem de siyasal nedenlerle demokrasi çıkmaz. Dün AKP-Ergenekon çatışmasında demokrasi çıkmadı, bugün AKP-cemaat çatışmasında demokrasi çıkmaz. Tam tersine siyasal erk tekellerde toplanıyor, ortaya dökülen pisliği örtmek için internet yasaklarından tutalım, MİT yasasına kadar her adımda "demokrasi" biçim olmaktan çıkıyor, katı bir diktatörlük gerçeği ortaya çıkıyor.
        Bu aynı zamanda kavramlar savaşıdır; kavramlar hedef şaşırtmak, pisliği örtmek için ortalıkta dolaşıyor. Örneğin "paralel devlet" kavramı tam da budur. Bunun rüşvet, yolsuzluk ve yağmayı örtmek için devreye sokulduğu açıktır. Bu kavramı, bazı kesimlerin, örneğin yurtsever hareketin de kullanması şaşırtıcıdır. Halbuki, AKP'nin ve T. Erdoğan'ın dilinde "paralel devlet" ilk kez, Kürt özgürlük hareketine, "demokratik özerklik" hamlesi karşısında kullanıldı; şimdi ise aynı kavram, suç ortağına, cemaate karşı kullanılıyor. Başta Kürt özgürlük hareketi olmak üzere, kimi liberal çevrelerde bu kavrama sarılıyor; böylece güncel olan "rüşvet ve yolsuzluk" örtülmüyor, çok daha vahimi devletin özü çarpıtılıyor. Sadece bu değil, "siyasal mühendislik", "dış düşman" gibi kavramlar tümden başka amaçlara hizmet ediyor, bilinçlerin çarpıtılması için güncelleştiriliyor.
        Tüm bunlara karşı, devrimci bir yerde durmak önem kazanıyor...
        AKP, ayakta durmak için, bir başka taktiğe başvuruyor: Gezi ve Haziran halk direnişiyle AKP-cemaat çatışmasını aynı yere bağlıyor. Oligarşi ve AKP sonunun Haziran'da ayağa kalkan halkın elinden geleceğini gayet iyi bildiğinden o tarihten beri direnişi ehlileştirme çabasına girmektedir. Koç Divan Oteli'nin kapısını açmakla övünmekte, Zaman Gazetesi, bilboardları polisle direnişçinin birlikte gazete okudukları anlamsız resimlerle doldurmaktadır. Sonuçta hepsi Gezi'yi yedeklemeye çalışmaktadırlar. Halbuki, ikisi ayrıdır. Gezi ve Haziran halk direnişi, bu ülkenin onurudur, direniş ve başkaldırıdır. Burada "dış destek" aramak sürekli faşizmin karakterinde vardır, ama bu "destek" bulunamaz.
        Bu kirli düzen içinde tek temiz hareket devrimci harekettir; onun bir parçası olan devrimci sosyalizmdir. 40 yılı aşkın bu rezil düzene karşı şavaşıyoruz; biz devrimcilerin eline bu tür hiç bir pislik bulaşmadı. Bizim kirli pazarlıklar içinde, şu ya da bu güçlerle masa altında ilişkilerimiz yoktur. Biz, doğru yerde, doğru kavramlarla kendimizi ifade ediyoruz; bu bizim onurumuzdur.
        İşçi sınıfı ve halk örgütsüz olsa da artık direnmeyi öğrenmiştir. Gezi ve Haziran halk direnişi yolu açmıştır, bu yoldan ilerlemek görevimizdir. Sömürücüler, emperyalizmin işbirlikçileri arasındaki kırılmayı büyütmeli, sömürü zincirini kırmalıyız. Bizim için, AKP, bu sömürü düzenin bir parçasıdır, tek başına AKP değil, bu sömürü düzenini yıkmak asıl hedefimizdir.
        Bu kırılmadan bugün küçük kıvılcımlar çıkmaktadır. Kıvılcımı yangına dönüştürmeliyiz. Türkiye ve Kürdistan'ı değil, tüm Orta- doğu'yu özgürleştirmeliyiz; bunun için devrimci yangınlara ateş taşımalıyız.

        DİPNOTLAR:
        1) Öcalan: Bu Ateşe Benzin Taşımayacağız, 11 Ocak 2014 Radikal
        2) Kürt Hareketi Başbakanı Karşısına Alamaz, 14 Ocak 2014 Birgün
        3) 29 Ocak 2014 tarihli TBMM 54. Birleşim Tutanağı, Birinci Oturum
        4) Fethullah Gülen Cemaati ve AKP'den Devlete Büyük Komplo, Kemal Erdem, sendika.org, 4 Ocak 2014
        5) Ibidem
        6) Stratejik Savunma, Stratejik Denge ve Stratejik Saldırı aşamaları, temel ilkeleri Mao Tse Tung tarafından ortaya konmuş olan Uzun Süreli Halk Savaşı'nın ya da diğer bir değişle Direniş Savaşı'nın, temel aşamalarıdır. Bkz. "Mao Tse Tung arkadaş gösterdi ki, düşmanla bizim aramızdaki güç dengesinde meydana gelecek değişikliğe uygun olarak, Direniş Savaşı, stratejik savunma, stratejik durumu-koruma ve stratejik saldırı olmak üzere üç aşamadan geçecektir." (Yaşasın Halk Savaşının Zaferi, Lin Piao)
        7) Kemalizm'in "devlet eliyle yetiştirilen bu milli burjuvaları"nın yüzleri aslında İzmir İktisat Kongresi'nin temel tezlerine dönüktür. İzmir İktisat Kongresi'nin açış nutkunda Mustafa Kemal, genç cumhuriyetin "ecnebi sermayelerine lâzım gelen teminatı vermeye hazır" olduğunu bildiriyordu. Buna uygun 1920-1930 yılları arasında kurulan 201 "yerli" anonim şirketten 66'sı yabancı sermaye ortaklığında kurulmuştur ve bunlar tüm şirketlerin toplam ödenmiş sermayelerinin %43'ünü oluşturmaktadır.
        8) Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, İktisat Tarihi(1908-1980), Korkut Boratav
        9) Kesintisiz Devrim II-III, B-Emperyalizmin Üçüncü Bunalım Dönemi ve Leninist Çizgi, I- Emperyalizmin Üçüncü Bunalım Dönemi, Mahir Çayan
        10) Türkiye Devrimi'nin Acil Sorunları - I
        11) Bkz. Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, İktisat Tarihi(1908-1980), Korkut Boratav
        12) İşçi sınıfına ve halka karşı suç işleme konusunda ise bu örgütler ciddi bir iş görmez, zira o alanda sermayenin elinde koskocaman bir devlet aygıtı vardır ve bu aygıtın işçi sınıfına ve halka karşı işlediği tüm suçlar, "teferruatlı" görüntüsüne rağmen, "derin" olmak şöyle dursun, gayet de "sığ"dır.
        13) European Stability Initiative Berlin - Brussells - Istanbul
        14) İslami Kalvinistler Orta Anadolu'da Değişim ve Muhafazakarlık, Avrupa İstikrar Girişimi, 19 Eylül 2005, Berlin - İstanbul
        15) Ibidem
        16) Ibidem
        17) Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği
        18) Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği
        19) Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu
        20) Anadolu Aslanları İşadamları Derneği
        21) Bkz. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı
        22) Mustafa Boydak Bugün'e Konuştu, Perihan Çakıroğlu, 11 Haziran 2011
        23) Ibidem
        24) Erdoğan'dan Koç'a: İlkel ve Ayrımcı, Radikal, 4 Temmuz 2008
        25) Erdoğan: Ümit Boyner İşine Baksın, Radikal, 17 Eylül 2012

 

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
YönetimYeri: Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL