17
Aralık 2013 "yolsuzluk ve rüşvet operasyonu"ndan
bu yana, "Cemaat-AKP çatışması" üzerine
çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Tayyip Erdoğan,
kendisinin merkezinde olduğu rüşvet, yolsuzluk
ve yağmayı örtmek için, her fırsatta, devlet içine
yuvalanmış "paralel devletten" söz etti,
miting alanlarından tehditler savurdu, hatta yargı
ve yürütme, özellikle polis örgütlenmesi içinde
binlerce kişiyi sürdü, yer değişimine başvurdu.
Fettullah Gülen boş durmadı, beddua etti, ilişkide
olduğu iddia edilen ruhani güçlere, hükümet ortaklarının
"evlerine ateşler salınması", "birliklerinin
bozulması" ve "bir şey olmalarına izin
verilmemesi" yönünde talimatlar verdi. Sadece
bu değil, adeta bir savaş yürütüldü, Kemalizm'den
sürekli faşizme tüm kontra taktikler devreye girdi,
tüm burjuva demokratik kavramlar yerle bir oldu.
Yaşanan kaostu. CHP, MHP gibi düzenin diğer partileri
ise sürecin aktörlerinin ağzına bakarak, her söylenenden
bir çaçaronluk malzemesi çıkarmak ve kurulacak
yeni ittifaklarda bir yer edinmeye çalışmaktan
bir şey yapamadılar.
Etki alanlarındaki basın yayın organlarında AKP
çevreleri, 17 Aralık operasyonunun "devlet
içerisindeki paralel yapılanmanın" başının
altından çıkan bir "darbe girişimi"
olduğunu, Cemaat çevreleri yolsuzluğun rüşvetin
alıp başını gittiğini ve başbakanın iyice tiranlaştığını
savundular. AKP, kendini koruma, klasik devlet
refleksi ve saldırma taktiği, Cemaat ise, "hukuk"
diyerek masum görünme ve kasetlerle saldırı taktiği
izledi. Akşamları televizyon kanallarını işgal
eden açık oturum programlarında, her konuda bilirkişi
olma vasfına haiz "stratejist"ler ise,
kasılarak yaptıkları "analizlerde" genellikle
gerilimin kaynağını hükümetin dershaneleri kapatma
girişiminde aradı, biraz daha zeki geçinenleri
de Oslo Görüşmeleri'nin basına sızdırılmasını
işaret etti. Bunların bir kısmı doğruydu, ama
yaşanan süreci ve çatışmayı bütünsel açıklamaktan
uzaktı.
Tüm bunlara, tüm toplumu doğrudan ilgilendiren
bu sürece ve ilişkiye sol ve devrimci hareket
kayıtsız kalamazdı, şu ya da bu biçimde gündem
oldu. Reformistler, önce bu çelişki ve çatışmayı
seyretti, "birbirini yesinler" dedi;
sonra, pislik her yere saçılınca ellerine geçirdikleri
ayakkabı kutularını şuraya buraya bıraktı; sanki
ortada tesadüfen patlayıveren bir skandal varmışçasına,
hırsızlığın nasıl da açığa çıktığını söyleyip
durdular. Devrimciler de genel olarak durumu,
"dinci gericilerin kavgası" ya da "AKP
ile Cemaat çatışması" olarak tanımladı ve
ne AKP'nin ne Cemaat'in halkın yaralarını sarabileceğini,
bu pisliğin ancak devrimle temizlenebileceğini
ifade ettiler.
Kürt özgürlük hareketi
ise, yine kimseyi şaşırtmayarak, son zamanlarda
alışıldığı üzere meseleye "süreç" perspektifinden
bakmayı tercih ettiler. Öcalan, "Ülkeyi bir
darbe ateşiyle yeniden yangın yerine çevirmek
isteyenler, bizim bu ateşe benzin dökmeyeceğimizi
bilmelidir."(1) dedi. Sırrı Sakık en uç AKP
savunuculuğu yaptı, Selahattin Demirtaş yer yer
doğruları ifade etse de AKP'ye üstü örtülü destek
sundu. Kandilden yer yer doğru sözler duyduk.
Demirtaş, "Bir darbe planıyla karşı karşıyayız
ve BDP buna evet demez. (…) Paralel devletin galip
gelmesi ve Erdoğan'ın gitmesi birçok şeyi etkiler.
Onun gitmesi diyalog sürecinin bitmesi demektir."(2)
İfadelerini kullandı; Sırrı Sakık ise meclis kürsüsünden
yaptığı konuşmada, "17 Aralık'ta yeni bir
süreç başladı. 17 Aralık neydi sevgili arkadaşlar?
Aslında çok planlı, projeli bir süreçtir 17 Aralık.
Şimdi dönüp soruyoruz biz de. Bakın yolsuzluğun
üzerine sonuna kadar gidelim, gitmeyen namerttir,
ister adı AK PARTİ olsun, CHP olsun, MHP olsun,
BDP olsun, hepimiz bunun üzerine gidelim ama sualler,
sualler, sualler var kafamızda. (…) Ne konuşuluyordu
17 Aralık'ta? Ben bunları yolsuzlukların üstünü
örterek söylemiyorum ama biz bir farklı pencereden
bakıyoruz. Dershaneler konuşuluyordu, İsrail konuşuluyordu,
barış süreci konuşuluyordu ama bu egemen güçler
bunlardan rahatsız. (…) Şimdi ben bu operasyonu
gerçekleştiren yargıçlara sesleniyorum: Ey yargıçlar,
siz neredeydiniz, daha önceleri nerelerdeydiniz?
Niye müsaade ettiniz? Kamu malının… Biraz önce
arkadaşımız buradan açıkladı, milyon dolarlardan
bahsediyor, bunların heba edilmesine niye seyirci
kaldınız, niye 17 Aralığı beklediniz? Şunun için
beklediniz: Kürtler oradan ayaklanacak, buradan
ayaklanacak, AKP iktidarını devireceğiz. Bütün
hesap kitap bu. AKP'yi yenin, AKP'yi sandıkta
yenin buna hiçbir itirazımız yok."(3) dedi.
Görüldüğü gibi çok fazla söz havada uçuşmaktadır.
Konusunu "gizli cemaatlerin", "derin
odakların" oluşturduğu ve Erdoğan'ın ya da
F. Gülen'in şurada burada sarf ettikleri sözleri
bir takım komploların kriptolu delilleri olarak
sunan "dahice analizler" her yeri sardı.
TV, işgal eden "analistleri" gördük,
ama sol adına benzere "analistler"de
ortaya çıktı.
Bir örnek vermek gerekirse,
kendini sosyalist olarak tanımlayan bir kurumun
internet sitesinde, Cemaatin ve AKP'nin "büyük
komplolarını analiz eden" bir yazıda şöyle
ifadeler yer almaktadır: "F. Gülen Cemaati
"Cemaat" görünümü altında yarı-illegal
bir partidir ve amacı bütün partiler gibi siyasal
iktidarı ele geçirmek ve teokratik bir biçime
sahip faşist bir devlet yapılanması gerçekleştirmektir."(4)
"Analizin" devamında, yazarın FGP olarak
kısalttığı "yarı-illegal Fethullah Gülen
Partisi"nin stratejik ve taktik yapısının
ele alındığı bölümde ise gerçekten okuyanı "hayran
bırakacak" bölümler mevcuttur, aynen aktarıyoruz:
"F.Gülen kendi hareketinin iktidar mücadelesini
üç stratejik aşamaya bölmüş ve her aşamaya uygun
olarak bir taktik tarz geliştirmiş ve mevcut stratejik
aşamaya uymayan taktik ve yöntemleri yasaklamıştır.
Bu noktada kendi hareketi içerisinde bir bilinç
oluşturmuştur. Bu stratejik aşamalar Stratejik
Savunma, Stratejik Denge ve Stratejik Saldırı
aşamalarıdır ve "Tarikat Kapısı"na yani
iktidardan önceki aşamaya denk düşerler."(5)
Gerçekten enfes bir
salata değil mi? "Bütün partiler gibi siyasal
iktidarı ele geçirip teokratik bir biçime sahip
faşist bir devlet yapılanması gerçekleştirmeyi
amaçlayan yarı- illegal Fethullah Gülen Partisi"(?!)
ve halk savaşının üç temel aşaması (6)...
Bu tür "dahice analizlerin" gündemi
doldurduğu ve sapla samanın birbirine karıştığı
yerde, doğal olarak gerçek siyasal hedefler gözden
kaçmaktadır. Bu kaotik ortam, özellikle Haziran
Halk Direnişi sonrası mücadeleye katılan genç
devrimci ve sosyalistler için salgın bir hastalık
kadar ciddi tehlike oluşturmaktadır. Büyük bir
coşkuyla kendini yetiştirmeye çalışan genç devrimci
ve sosyalistin, bolca emek ve vakit harcayarak
yaptığı okumalarda genellikle bu tür "dahice
analizlerle" karşılaşması, ülkedeki kriz
ortamının kaynağını, cemaatlerde, gizemli imamlarda,
özcesi sınıflardan ve sermaye gruplarından başka
her yerde aramasına yol açmaktadır.
Oysa bilindiği gibi Marksist-Leninistler, siyasal
hedeflerini boş dedikodular üzerinden değil, tarihsel
maddeci yöntemin ışığında yapılan somut sınıf
tahlilleriyle oluştururlar. Marksist-Leninstlere
göre tarih, bir takım kişilerin ya da cemaatlerin
değil, sınıf mücadelelerinin tarihidir.
Dolayısıyla gün itibariyle yaşanan siyasal krizini
anlamak için ya da en basitinden AKP-Cemaat çatışmasının
gerçekte hangi odaklar arasında yaşandığını kavrayabilmek
için, iktidar odaklarının gerçekte kimler olduğuna
yani görünen siyaset aktörlerinin temsil ettikleri
sermaye çevrelerine bakmak gerekmektedir.
Biz bu çalışmamızda, çok boyutlu olan bu çatışmanın
bu boyutuna, sınıfsal zeminine özetle bakacağız.
Bu konuda detaylı bir tahlil yapmak elbette yazımızın
kapsamını aşacaktır. Konuyu çeşitli biçimlerde,
Barikat'ın bu sayısında ele aldık, başka yazılarımızda
da ele alacağız. Bu yazımızda, asıl olarak sınıfsal
zemine bakacağız; yapacağımız yalnızca doğru olduğunu
düşündüğümüz yöntemle, sürece göz atmaktan ibarettir.
Yaşanan Krizin
Sınıfsal Temelleri
Yaşanan çelişki ve çatışmayı daha iyi kavrayabilmek
için AKP hükümetinin sınıf temellerine bakmak
gerekmektedir. AKP'nin sınıfsal bileşkesi, nasıl
bir koalisyon olduğu anlaşılmadan yaşanan siyasal
krizi ve onun toplumsal zemini anlamak mümkün
değildir.
Bu bağlamda, İkinci emperyalist paylaşım savaşı'ndan
bu yana ülkemizde iktisadi-toplumsal değişimin
bazı temel dönüm noktalarına ve bu noktalarda
sermaye birikim süreçlerine, bu süreçleri desteklenen
sermaye unsurlarına çok kısa olarak göz atmakta
yarar var.
Bilindiği gibi 1946
yılıyla beraber Türkiye'de, bir dönem kapandı
ve yeni bir dönem açıldı. Kemalizm, "ulus
devlet" projesidir; bu "ulus devlet"in
sınıfsal temeli, Türk burjuvazisidir. Bu açıdan,
1920-1930 yılları arasında yürütülen "devlet
eliyle yerli burjuva yetiştirme"(7) politikası
ve bunu takiben 1930'lar da devreye giren "devlet
kapitalizmi", bir başka ifadeyle kalkınma
planlarıyla şekillenen "korumacı-devletçi
sanayileşme politikası", yeni sömürgecilikle
geride kalmıştır.
Korkut Boratav, bir dönüm noktası olarak nitelediği
1946 yılı ile birlikte oluşan iktisadi tabloyu
şöyle tasvir ediyor:
"1946 yılına salt iktisadi bakımdan da bir
dönüm noktası niteliği kazandıran özellik, 16
yıldır kesintisiz olarak izlenen kapalı, korumacı,
dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının
adım adım gevşetildiği; ithalatın serbestleştirilerek
büyük ölçüde artırıldığı; dış açıkların kronikleşmeye
başladığı; dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı
sermaye yatırımları ile ayakta duran bir ekonomik
yapının yerleşmesi olmuştur. Bu dönemde serbestleşmeye
yönelen bir dış ticaret rejiminin sonucu olarak,
iç pazara dayalı bir sanayileşme programı değil,
dış pazarlara dönük ve tarıma, madenciliğe, alt
yapı yatırımlarına ve inşaat sektörüne öncelik
veren bir kalkınma anlayışı gündemdedir.
(…) Savaş sonuna 250 milyon dolarlık, yani 1946
ithalat hacminin iki mislinden daha fazla bir
döviz rezervi ile giren ve 1946 yılında da 100
milyon dolara yakın bir dış ticaret fazlası veren
Türkiye'nin, hiçbir ekonomik mantığa dayanmadığı
halde yoğun bir dış yardım arama çabasına girmesi,
önce Truman Doktrini, sonra da Marshall Planı
çerçevesi içinde yardım almaya başlaması, CHP
ve DP hükümetleri dönemlerinde kesintisiz olarak
ve aynı yaklaşım içinde süregelmiştir.
(…) Bu gelişmeler
Türkiye'nin, beynelmilel kapitalizmin savaş sonrası
kurulan üst organlarına üye olması ve ülkenin
Batılı (ve özellikle Amerikalı) uzman ve danışmanların
sürekli bir uğrak yeri haline gelmesi ile birlikte
gelişmiştir."(8)
Elbette bu yılın bir dönüm noktası özelliği taşıması
ve Boratav'ın tasvir ettiği tablo tesadüf eseri
değildir. Bu Kemalist dönemin sermaye birikimi
üzerinden oluşan kapitalizmin yeni bir düzeyidir.
Yeni sömürgecilik, yeni bir sermaye birikim sürecidir
ve bu süreç kendine özgü sınıfsal zemin ve sorunları
ortaya çıkarmıştır. Emperyalizm 1. ve 2. bunalım
dönemlerinde toplumsal süreç, feodal veya yarı-feodal,
bağımlı ülkeler sömürge ve yarı-sömürge, emperyalizm
dışsal olgudur; III. bunalım döneminde ise toplumsal
süreç kapitalizmdir, yeni sömürgecilik bunun üzerinden
biçim almış, emperyalizm içsel olgudur.
Mahir Çayan Yoldaş şöyle diyor: "Yankee emperyalizmi
özellikle 1946'dan sonra yeni- sömürgecilik metodunu
geliştirdi. Ve bu yeni-sömürgecilik politikasını
Truman, Marshall doktrinleri ve askeri paktlarla,
ikili anlaşmalarla tezgahladı.
Bu politikanın esası, daha az masrafla, daha geniş
pazar imkanı sağlayan, daha sistemli ve ulusal
savaşlara yol açmayacak, daha üst seviyeye çıkmış
emperyalizmin politikalarını daha fazla tatmin
etmeye dayanmaktadır. En temel metodu sermaye
ihraç ve transferinin takribindeki değişikliktir.
Sermayenin 5-6 elemanı arasında yeni bir oran
yaratılmıştır. Şöyle ki savaş öncesi nakit sermaye
ihracı, sermayenin isim, patent hakkı, yedek parça,
teknik bilgi, teknik eleman, vs. gibi diğer elemanlarına
kıyasla çok daha fazla yer tutarken, savaş sonrası
dönemde özellikle 1960'dan sonra bu işleyiş tersine
dönmüş, nakit sermaye ihracının dışındaki sermayenin
yukarıda özetlediğimiz elemanları ağırlık kazanmıştır.
Bugün geri bıraktırılmış ülkelerde, yabancı nakit
sermaye oranının yerli nakit sermayeye oranla
çok az olduğu fakat mutlak dışa bağımlı birçok
sanayi kuruluşu mevcuttur. (Örneğin oto sanayi).
Birkaç yüzde yüz dışa bağımlı temel sanayi tesisi
kurulmakta ve bunlara bağımlı olmaya mahkum hafif
ve orta sanayi belli ölçülerde geliştirilmektedir.
(Bu sermaye kuruluşlarının temelinde ise yabancı
sermayenin nakit sermaye dışında kalan elemanları
yatmaktadır).
Kısaca özetlediğimiz
bu yeni sömürgecilik metodu, bir yandan emperyalizmin
ülkeye iyice yerleşmesi (yani emperyalizmin sadece
dışsal bir olgu değil aynı zamanda içsel bir olgu
haline gelmesi) sonucunu doğururken, öte yandan
geri bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş döneme kıyasla,
izafi olarak -feodalizmin etkin olduğu eski sömürgecilik
dönemine kıyasla- belli ölçülerde pazarın genişlemesine
paralel olarak toplumsal üretim ve nispi refahı
artırmıştır."(9)
1946-1958 arasında, 2. paylaşım savaşı sonrası
ortaya çıkan sosyalist bloğa karşı mevzilerini
sağlamlaştırmaya çalışan -özellikle Avrupa'da-
emperyalizm, 1958 sonrası yeni-sömürge ülkelere
daha yoğun yöneldiğini görüyoruz. Ülkemiz açısından
söylemek gerekirse, Kemalist dönemin sermaye birikimi
üzerinden biçim alan kapitalizm, yeni sömürgecilikle
hızlandı ve 1960'lı yıllarda egemen oldu. Bu yıllarda
emperyalist tekellerin, çokuluslu şirketlerin
sayısında ve etkinliğinde ciddi anlamda artış
gözlemlenmekte ve bu artış 1970'ler boyunca devam
etmektedir.
"Çokuluslu şirketler özellikle 1958'den sonra
hızla gelişmiştir. Yabancı ülkelerdeki ortaklıklara
bu gelişimin bir göstergesi olarak alınırsa, ABD'deki
187 çokuluslu tekelin yabancı ülkelerde imalat
sanayindeki ortaklıkları toplam olarak 1901'de
47, 1929'da 467, 1950'de 988, 1958'de 1891 iken
bu sayı 1967'de 3646'ya ulaşmıştır.
(…) Sermayenin ulusal
sınırları aşması ve çokuluslu şirketler III. bunalım
dönemine özgü değildir. I. ve II. bunalım dönemlerinde
de dış ülkelere mal ve sermaye ihracı yapılırdı;
ayırıcı nitelik dış ülkelerde üretim birimlerinin
kurulması, üretimin çokuluslaştırılmasıdır. Şirketlerin
kazanç kaynaklarında meydana gelen değişim bunu
açıkça gösterir. 1914'de uluslararası şirketlerin
%90 yatırımı mali kazanç (portfolio) ile ilgilidir.
II. yeniden paylaşım savaşı sonrası mali kazanç
yerini doğrudan yatırıma bırakmıştır. 1970'lere
varıldığında doğrudan yatırım tüm yatırımların
%75'ine ulaşmıştır."(10)
Böylece, Kemalist dönemde ortaya çıkan ticaret
burjuvazisi, giderek sanayici konuma yükselmiş;
bu süreç emperyalizmden bağımsız değil, onun kucağında
yaşanmıştır. Tekelci ve işbirlikçi karaktere sahip
burjuvazi, elbette tek başına iktidarı elinde
tutamamıştır. Kapitalizm yukarıdan aşağı, emperyalizmin
çıkarlarına göre biçim alırken, adım adım feodalizm
çözülme süreci yaşadı; ama böyle de olsa, bu süreçte
tekelci burjuvazi, feodal toprak sahipleriyle
ittifak içindedir. Bu gerici ittifak, yani egemen
sınıflar bloğu, oligarşidir. Bu ittifak, özelikle
12 Mart açık faşizmiyle tekelci sermaye lehine
bozulmuştur; 12 Mart açık faşizmi hem yükselen
devrimci hareketi kırmak, hem de içsel olgu olan
emperyalizm ve yerli tekelci sermayenin çıkarlarını
tesis etmek için örgütlendi. Bu süreç, emperyalist-kapitalist
sistemin yaşadığı kriz ve bu krizin ülkemize yansıması;
"ithal ikameci kalkınma" modelin tıkanması
ve yerini "ihracata yönelik sanayileşme"
modeline bırakması, neo-liberal politikanın yeni
bir sömürü ve egemenlik biçimi olarak hakim olmasıyla
yeni boyut kazandı; artık emperyalizm ve işbirlikçi
tekelci sermaye egemenliği tümden kurmuştur, oligarşinin
sınıfsal bileşkesi daralmıştır.
3. bunalım dönemi, düz bir hat üzerinden gelişmedi,
ilerlemedi. Yeni sömürgeci (bağımlı) kapitalizm,
çeşitli sermaye birikim süreçlerinden geçti. Yeni
sömürge kapitalizmde kriz içseldir, süreklidir;
ama sürekli kriz kimi dönemlerde derinleşir ve
her kriz süreci yeni sömürgeci kapitalizm için
"yeniden yapılanma"yı içerir. Her kriz
süreci adeta yeni bir sermaye birikim modeliyle
aşıldı, sömürü ve egemenlik biçimleri yeniden
biçim alır. Bu açıdan, 1958, 1970, 1980 yılları
sadece sürekli krizin dibe vurduğu yıllar değil,
sadece toplumsal ve siyasal sürecin yeniden örgütlendiği
aşamalar (yapılan devülasyonlardan tutalım oligarşik
devletin yeniden biçim almasına -12 Mart, 12 Eylül
açık faşizmi gibi) değil, aynı zamanda yeni sermaye
birikim süreçleridir. Her sermaye birikim süreci
sınıfsal yapıya yeni unsurlar katıyor, ya da eksiltiyor.
Tüm bu süreçler, yukarıdan aşağı kapitalizmin
gelişme ve feodalizm adım adım çözülme eğilimiyle
iç içe yaşanıyor. Tekelci sermaye, sanayi ve mali
sermaye adım adım gelişiyor; 1970'li yıllarda
sanayici sermaye, 24 Ocak ve 12 Eylül sonrası,
neo-liberal politikalarla birlikte mali sermaye
giderek ön plana çıkıyor. Sınıf ilişkileri, sömürü
ve egemenlik biçimleri, devlet ve toplum örgütlenmesi
buna göre biçim alıyor, yeni sömürgeci kapitalizm
yeniden kendini örgütlüyor, yeni çelişki ve ilişki
biçimleri ortaya çıkıyor.
İşte tüm bu süreçler sürekli kriz içinde, oligarşik
yapı içinde sürekli sorunlara zemin sunuyor. Başka
tarihsel, toplumsal ve siyasal çelişki dinamikleriyle
birlikte, işaret ettiğimiz bu zemin, oligarşi
içi çelişki ve çatışmalara yön veriyor; çok daha
önemlisi, bu çelişki ve çatışmaya, başta orta
sınıflar olmak üzere, tüm toplum ortak edilmeye
çalışılıyor. Kemalizm-liberalizm, CHP geleneği-
AP, ANAP, DYP, AKP geleneği, Ergenekon- AKP, AKP-Cemaat
tüm bu çelişki ve çatışmalarda bunları görmek
mümkündür.
Buradan bir adım daha öteye gidelim...
Hiç bir dönem, ne kapitalizmin ilk filiz verdiği
dönem, ne egemen olduğu dönem, ne de günümüzde,
"ulusal pazar" için ulusal bir burjuva
sınıf ortaya çıkmadı. Türk burjuvazisi, baştan
itibaren "ulusal/milli" ya da "demokratik"
değil, emperyalizmin işbirlikçisi, ırkçı, şövenist
ve ilhakçıdır. Bundan dolayı ne demokratik bir
geleneğe sahiptir, ne de ulusaldır. Böyle bir
sınıf olmadı, bir başka ifadeyle politik bir güç
olarak hiç bir süreçte yer almadı.
Bununla birlikte, yeni sömürgecilik, içsel tüm
dinamikleri çarpıttı, emperyalizm içsel olgu oldu
ve ortaya çıkan yeni sömürge kapitalizm mevcut
toplumun alt yapısı oldu. Bu yeni sömürgeci kapitalizmin
asıl omurgası, emperyalist tekeller ve onunla
iç içe işbirlikçi yerli tekellerdir. Hem egemen
sınıf bloğu hem de azınlık yönetimi olarak oligarşi,
bu omurganın kendisidir. Ama yeni sömürge kapitalizmi
bu omurga ile sınırlı ele almak kapitalizmi bilmemektir;
bu omurga, yani emperyalist sermaye ve tekelci
sermaye, pazar ilişkisi içinde, yukarıdan aşağı,
tüm burjuva sınıfları, burjuva ve orta burjuvaziyi
kendine bağlar; bu sınıflarla bin bir ilişki içinde
olur.
Anlaşılacağı, tarihsel ve siyasal olarak mevcut
olmamış bir "ulusal burjuvazi" tam da
bu ilişki içinde ortaya çıkamaz. Örneğin, emperyalizmin
1. ve 2. bunalım döneminde, sömürge ve yarı sömürge
ülkelerde, daha çok orta burjuvaziye dayanan bir
"ulusal burjuvazi" tarihsel ve siyasal
bir rol oynarken, ülkemizde, yeni sömürge Türkiye'de
hem bu sınıf yoktur ("ulusal burjuvazi"
yoktur, "orta burjuvazi" değil), hem
de böylesi bir rol oynamamıştır, oynayamaz. Bundan
dolayı, 1. ve 2. bunalım döneminde, anti-emperyalist
anti-feodal devrimler, feodalizm ve komprador/
işbirlikçi kapitalizme yönelip, sosyalizm için,
bir "ara aşama" olarak, kapitalizmin
"özgür gelişimini" sağlarken, 3. ve
4. bunalım dönemlerinden bundan söz edemeyiz.
Halk devrimi, yeni sömürge kapitalizme yönelir,
onun omurgası olan emperyalizm ve oligarşiye yönelir,
"demokratik bir kapitalizm" için değil,
kapitalizmi tümden ortadan kaldırmayı, halkın
iktidarı ele almasının hemen "ertesi günü",
hiç bir "ara aşama" yaşamadan, "kapitalizmin
özgür gelişimini" değil, adım adım sosyalizmi
inşa etmeyi önüne koyar.
Devam edelim...
Bu açıdan yeni sömürgecilik,
Anadolu burjuvazisini adım adım emperyalist ve
tekelci sermayeye bağladı. Bir yandan tarımda
kapitalistleşme yaşanırken, öte yandan orta Anadolu
kentlerinde sanayileşme politikaları uygulamaya
kondu. Emperyalist yardımların ve akıl hocalarının
desteğiyle kurulan organize sanayi bölgelerinde
ortaya çıkan küçük "şirketçikler" bunlardır.
Bunlar, bir yandan emperyalist ve yerli tekelci
sermayeye, üretim ve pazar ilişkisi içinde "yan
destek", "ara mal" üzeren ve pazarlayan
oldu; öte yandan adım adım yönünü tekelci sermayeye
döndü, tekelleşme süreci yaşadı.
Daha sonra ortaya
çıkan "Anadolu kaplanları" gibi isimlerle
de anılan bu sınıf, AKP'nin dayandığı güçlerden
biri olacaktır.
Konuyu daha iyi kavramak
için bir örnek üzerinden yürüyelim. Bu "şirketçiklere"
Boydak Holding'i örnek olarak gösterebiliriz.
Holdingin geçmişine bakıldığında, Kayseri'nin
Hacılar köyünde doğup büyümüş, ilkokul birinci
sınıftan terk bir marangoz çırağı olan Mustafa
Boydak'ı göreceğiz. Mustafa Boydak'ın kardeşleriyle
birlikte kurdukları marangoz atölyesinin bugün
"Boydak Holding" halini almış olması
kesinlikle kapitalizmin bir fırsatlar sistemi
olduğunun ve her marangoz çırağının bir gün tekelci
kapitalist olabileceğinin göstergesi değildir.
1956 yılında Kayseri'nin
ilk sanayi bölgesi kuruldu ve tüm küçük zanaatçılar
buraya yerleştirildi. Boydak Kardeşler'in ilk
atölyelerini kurma öyküleri de burada başlıyor.
1960'lar ve '70'ler boyunca küçük bir kuruluşa
sahip olmanın ötesine pek geçemeyen Hacılar'lı
Boydak kardeşler, 1979 devalüasyonu ve 1980 24
Ocak kararları ile birlikte dışa açıldılar. Bugün
holdingin yıllık cirosu 6 milyon TL civarındadır
ve bünyesinde, aralarında İstikbal, Bellona, Mondi,
HES Kablo (Hacılar Elektrik Sanayi), Türkiye Finans
Katılım Bankası gibi kuruluşların olduğu 38 şirket
bulundurmaktadır.
Devletin özel sektöre
desteğinin kurumsallaştığı 1950'lerin ikinci yarısından
itibaren Boydak benzeri kuruluşlar Anadolu'nun
çeşitli yerlerindeki sanayi bölgelerinde ortaya
çıkmaya başladı. Bunlar yüzde yüz dışa bağımlı,
temel sanayi tesislerine bağımlı olmaya mahkum
hafif ve orta sanayi kuruluşlarıdır. Bunların
yanı sıra, 1956 sonrasında hızla artan kent nüfusu
özellikle taşrada hizmetler sektöründe (inşaat
da buraya dahildir) önemli bir patlama yaratmıştır.
1960'lar ve '70'ler
boyunca sanayi ve hizmetler sektörlerinin tarım
karşısında ciddi bir gelişme kaydettiğini görmek
mümkündür. 1960-61'de sanayinin cari fiyatlarla
GSMH'dan payı %17.5, tarımın payı %36.5 iken,
1976'da bu oran sanayi için %21,2, tarım için
%27'dir, Yine 1976 yılına gelindiğinde hizmetler
sektörünün milli hasıladan aldığı payın %50'yi
aştığını görüyoruz. İstihdam alanında, sektörün
faal nüfustan aldığı payın da 1960'da %15,4 iken,
1980'e gelindiğinde % 29,5'e yükselmiştir.(11)
1950'lerin sonundan
itibaren ortaya çıkmaya başlayan ve 1920'lerden
beri "devlet eliyle yetiştirilip" emperyalist
ortaklıklarda bulunan Koç Holding gibi tekellere
bağımlı olarak gelişen bu taşra şirketleri, 1960
ve 70'lerin içe dönük, dışa bağımlı genişleme
yıllarında ciddi sayılabilecek miktarda sermaye
biriktirmiş, 1977-79 bunalımı ve takip eden 24
Ocak Kararları'ndan sonra dışa açılmış ve özellikle
ABD emperyalizminin Arap coğrafyasında sosyalizm
korkusuyla besleyip büyüttüğü Bahreyn, Katar,
Birleşik Arap Emirlikleri menşeli şirketlerle
ortaklıklara girerek ve 1980'ler boyunca gözle
görülür bir büyüme gerçekleştirmişler, 1990'lara
gelindiğinde ise Türkiye ekonomisinde önemli ölçüde
pay sahibi olmaya başlamışlardır. Artık bu şirketler
gazetelerde, televizyonlarda "Anadolu Kaplanları"
olarak anılmaya başlanacaklardır.
Siyaset alanında ise
ilk olarak Refah Partisi'nde, daha sonra Fazilet
Partisi'nde ve 2000 yılında Fazilet Partisi 1.
Olağan Kongresi'nde "yenilikçi kanat"
olarak, Mustafa Boydak'ın hemşerisi olan ve uzun
yıllar İslami Kalkınma Bankası'nda görev yapmış
Abdullah Gül öncülüğündeki hizipte yer almışlardır.
2001 yılında ise de AKP'yi oluşumuna katkı sundular
ve 2002 Kasımında iktidara geldiler.
Anlaşılacağı üzere,
bugün Türk burjuvazisi, iki kaynaktan beslenerek
egemenlik kurmuştur. Birincisi, Koç holding örneğinde
(siz bunu sadece Koç holding değil, Sabancı, Çukurova,
Doğuş, İş bankası, Eczacıbaşı, A. Doğan gibi okuyun)
olduğu gibi, 1920-30 döneminde ortaya çıkan, "İstanbul
sermayesi" gibi adlarla da tanımlanan, TÜSİAD'ın
ana gövdesini oluşturduğu sermaye; ikincisi ise,
Boydak holding örneğinde (siz bunu sadece Boydak
holding değil, Çalık, Kombasan, Koza, İpek gibi
okuyun) olduğu gibi, 1960'lı yıllarda ortaya çıkan
ve 1980-90 sürecinde tekelleşen, MÜSİAD'ın ana
gövdesini oluşturduğu sermaye. Bu sermaye grupları,
her kriz ve sermaye birikim sürecinde yeniden
biçim alıyor, yeni çelişki ve çatışmalar içine
giriyor. Bununla birlikte, bu sermaye grupları,
emperyalizmle çeşitli ilişki kuruyor, hem kapitalizmin
iç evrimi ("ithal ikameci model" ya
da "ihracata yönelik sanayileşme" süreçlerine
bağlı olarak), hem bölgesel gelişme ve yeni imkanlar,
hem de oligarşinin emperyalist- kapitalist sistem
içinde aldığı yer ya da uluslararası iş bölümüne
uygun olarak sermaye yeniden yapılanıyor.
AKP, bu sermayenin
yani eski ve yeni tekelci sermayenin partisidir,
asıl olarak bu sınıfın temsilcisidir. Sadece bu
sınıfı değil, burjuva ve orta burjuvazinin bir
kısmını çatısı altında toplamıştır. Bu anlamda
hem sınıfsal olarak, hem de son AKP-cemaat çatışmasında
ortaya çıktığı üzere, siyasetten de bir koalisyondur.
Yeni Sermaye Örgütleri;
ASKON, TUSKON, MÜSİAD
Tıpkı işçi sınıfının
örgüte duyduğu ihtiyaç gibi, sermaye sınıfı da
örgüte ihtiyaç duyar. Yine tıpkı işçi sınıfı gibi,
sermaye sınıfı da örgütlülüklerini, yasal partiler,
dernekler, sendikalar biçiminde oluşturabileceği
gibi, uluslararası kuruluşlar ve yeraltı örgütlülükleri
biçiminde de olabilir. İşçi sınıfı örgütleriyle
sermaye örgütleri arasındaki temel fark, işçi
sınıfı örgütü sömürü düzenin sonlandırılması ve
emeğin kurtuluşu için mücadele ederken, sermaye
örgütleri sömürü düzeninin sorunsuz biçimde devamı
için sermayenin birtakım ihtiyaçlarını karşılamak
amacıyla kurulmaktadır.
Burada sermaye örgütleri
derken "derin devlet" ya da "paralel
yapı" gibi uydurma, işin özünü örten, devletin
asıl niteliğini gizleyen kavramları kastetmiyoruz.
Kastettiğimiz örgütler ağırlıkla, sermaye kuruluşlarının
yönetici kadrolarını yetiştirmek, ticari bağlantılar
sağlamak, istihbarat akışı sağlamak, siyasal lobicilik
faaliyetleri yürütmek gibi amaçlar doğrultusunda
oluşturulmakta ve genel olarak "hizmet etme"
gayesi taşıdıkları iddiasındadırlar.(12)
Sözünü ettiğimiz sermaye
örgütlerine bir örnek olarak, Rotary Kulüp'ü gösterebiliriz.
Kulüp 1905 yılında ABD'nin Illinois eyaletinde
Paul Harris öncülüğünde kurulmuş ve 10 yıl içinde
tüm Amerika'ya yayılmış ve Rotary Kulüpleri Birliği
adını almıştır. Ekim Devrimi'nin dünyayı sarstığı
1917 yılında "tüm dünyada hizmet yapmak"
amacıyla bir bağış fonu oluşturan Rotary Kulüpleri
Birliği, 1922 yılında Rotary International halini
aldı. Türkiye'de de faal olan Rotary International,
bugün 160'dan fazla ülkede 33.976 Rotary Kulübü
ve 1,2 milyon üye barındırmaktadır. Yılda toplanan
bağış miktarı ise, kulübün kendi ifadesiyle 80
milyon doları geçmektedir. Kulübün temel şiarı
ise yine kendi ifadeleriyle "Kendinden Önce
Hizmet" biçimindedir.
Rotary International,
1997'den beri her yıl İstanbul Boğaziçi Üniversitesi'nde
bir Gençlik Forumu düzenlemektedir. Yaklaşık 70
liseden 200'e yakın öğrenci, öğretmenlerinin yaratıcı
ve zeki oldukları yönündeki tavsiyeleri doğrultusunda
foruma davet edilmektedir. Gün boyu süren forumda,
sekizerli-onarlı gruplara ayrılan öğrenciler,
önceden belirlenen bir konu üzerinde iki seans
grup çalışması yapmakta ve gün sonunda bu çalışmaların
sonuçlarını tüm katılımcılara sunmaktadırlar.
Bu çalışma sonunda seçilen bazı gençler lider
yetiştirme programlarına gönderilmekte, bazılarıyla
temas bir biçimde sürdürülmektedir.
Sermayenin iç örgütlenmesinde
dinsel motiflerin kullanılması da aynı biçimde,
"yeni" ya da "ülkemize özgü"
bir şey değildir. Dünyada pek çok sermaye örgütü
çeşitli dinsel motifler kullanarak örgütlenmekte
ve yine aynı motifler sayesinde örgütün bir ülkedeki
mensubu ile dünyanın bir başka ülkesindeki bir
başka mensubu arasında ortak bir zemin oluşturulabilmektedir.
Burada dikkat çekmeye
çalıştığımız, bu türlü örgütlenme yöntemlerinin
zaten kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıcından
beri var olduğu, kesinlikle Fethullah Gülen'in
yada bugün AKP etrafında saf tutan sermaye sahiplerinin
cin fikirlerinden doğmamış olduğudur. Sermaye
bu tür örgütler olmadan varlığını sürdüremez,
sermaye var oldukça onun örgütleri de var olacaklardır.
Şimdi de Anadolu'da
1950'lerin ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya
başlayan ve 1980'lerle birlikte serpilip 4. bunalım
dönemi ile birlikte siyaset sahasına çıkan yeni
burjuvazinin örgütlenme metotlarına kısaca bakalım.
"Avrupa İstikrar
Girişimi"(13) adlı burjuva kuruluşunun, Abdullah
Gül'ün de memleketi olan Kayseri'nin Hacılar kasabasındaki
sınai gelişimi ve buradaki İslamî ilişkileri inceleyen
raporda, buradaki İslam motifli sermaye unsurları
"İslami kalvinistler" olarak tanımlanıyor
ve "İslami idealler ve 1980'lerin ilk yıllarında
ortaya yeni orta sınıfın maddi çıkarları arasında
giderek büyüyen bir ilişki"(14) olduğu vurgulanıyor.
Raporda ayrıca şu
ifadelere yer veriliyor:
"Sanayi havzaları
ortak bir siyasi görüşün de paylaşıldığı yerlerdir.
(…) Hacılar'da (hem birbiriyle rekabet eden hem
de birlikte çalışan) iş adamlarını birbirine bağlayan
şey, aynı dini paylaşmaları ve yerel toplumlarıyla
gurur duymaları. Gerçekten bu ikisini birbirinden
belirgin biçimde ayırmak çok güç. Hacılar müftüsü,
yapılan yıllık bir toplantıda islami girişimciliğin
erdemleri hakkında konuşurken, dinleyenlerin kafasında
iş hayatının ve kültürün iç içe geçtiğine dair
hiçbir soru işareti kalmıyor. Aynı dinamikler,
şehirdeki zengin örgütlü hayatta (dernekler, vakıflar
vs.) da, burada yaşayanların sınırlı kaynaklarını
kalkınma amacıyla bir araya getirmede sağladıkları
üstün başarıda da açık olarak görülüyor.
Hacılar'da sivil toplumun
ana temsilcisi, 18 yönetim kurulu üyesi de ilin
en önemli iş adamlarından (biri de müftünün oğlu)
ve belediye başkanından oluşan Hacılar Yardımlaşma
Derneği bulunuyor. Derneğin amacı eğitimi ve dini
yaygınlaştırmak ve bunu da çok etkin biçimde gerçekleştiriyor.
Her yıl, Hacılar'dan 345 öğrenciye Türkiye'deki
üniversitelerde okuması için burs sunuluyor. Başka
bölgelerden gelerek Hacılar'da çalışan öğretmenlerin
kalması için 15 yeni lojman yaptırılıyor. Kasaba
camiinin bakımı için para, müftüye lojman veriliyor.
Söz konusu harcamalar oldukça önemli meblağlara
ulaşmakta. 2004 yılında Derneğin bütçesi 1,1 milyon
USD'den fazlaydı.
(…) Açıkça görüldüğü
gibi Hacılar'da yaşayanlar toplumlarının geleceğiyle
ilgili bir vizyonu paylaşıyorlar. Bu vizyonu gerçekleştirmek
için gereken kaynaklara da sahip durumdalar. Bugün
Türkiye'nin en büyük 500 şirketinden 9'u Hacılar'lı
ailelere ait."(15)
Tablo bu şekildedir.
Sanırız bu yerel dernek üzerinden, İslam motifli
sermaye örgütü derken ne kastettiğimiz şimdi daha
iyi anlaşılmıştır. Bu küçük dernek çok daha geniş
ve güçlü örgütler de öz itibariyle bu yerel dernekle
aynı işlevi görmektedirler.
1950'lerin ikinci
yarısında devletin desteğiyle bu gibi küçük Anadolu
kasabalarında sanayi bölgeleri kurulurken, emperyalizm,
"sanayi havzalarının ortak bir siyasi görüşün
de paylaşıldığı yerler" olduğunu gayet iyi
bilmekteydi. Ve en büyük korkusunu da bu siyasi
görüşün komünizm olması oluşturuyordu. Zira İkinci
Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası tüm dünyada
komünizm heyulası güçlenmişti ve Türkiye'de de
1930'larda "devlet kapitalizmi" esas
alınarak uygulanan 1. Beş Yıllık Kalkınma Planı
ile bizzat Sovyet mühendislerce kurulan Sümerbank
ve benzeri kamu iktisadi teşekkülleri bu küçük
kasabalarda yeni oluşmakta olan işçi sınıfı için
"kötü" birer örnek teşkil etmekteydiler.
Böylesi bir ortamda emperyalizm, kendi eliyle
ve tümden kendine bağımlı olarak oluşturduğu yeni
sermaye sınıfının iç örgütlülüğünde islam motiflerini
teşvik etti. Böylece zaten muhafazakar kitleye
sahip Anadolu coğrafyasında, yeni oluşturlan sanayi
havzalarında "paylaşılan siyasi görüş"
siyasal islam olacaktı. Küçük kasabalarda oluşturulan
sanayi havzalarında sermaye sınıfı için teşvik
edilen siyasal islam örgütlenmeleri, beklendiği
biçimde işçi sınıfına da sirayet edecek, yeni
yeni ortaya çıkan -daha doğrusu çıkarılan - ve
bir komünist partisinden yoksun olan taşra işçileri,
feodal ilişkilerin de etkisiyle küçük kasabaların
büyük başlarının cemaatlerine üye olacak, camilerine
devam edecek ve aldıkları azıcık maaşın bir kısmını
"hizmet" için bu cemaatlere vereceklerdi.
Cemaatler de bu yoksul işçilerin zeki çocuklarını
alacak, burs sağlayıp üniversiteye gönderecek
ve gelişen şirketlerinde belirli pozisyonlarda
değerlendireceklerdi. Ayrıca Türkiye'de gelişen
siyasal İslam örgütleri, Ortadoğu'da komünizm
tehlikesine karşı desteklenen diğer siyasal İslam
örgütleriyle belirli bir koordinasyon da sağlayabilirdi.
Özcesi emperyalizm elverişli toprağa siyasal İslam
tohumları ekerek, bir taşla bolca kuş vuracaktı.
Bu dönemde emperyalizm
tarafından teşvik edilen nur hareketi yeni doğan
bu sermaye sınıfının temel örgütlülüğünü oluşturmuş,
1990'larda bu yeni sermaye sınıfının siyaset alanına
çıkışıyla hızla gelişmiştir. Daha sonra bir kısmı
"Gülen Hareketi" ya da "Cemaat"
olarak karşımıza çıkacak olan Nur Hareketi'nin
temel çıkış noktası budur. Yani Nurculuk, aslında
Said-i Nursi'den çok Harry Truman'dan ilham almıştır.
2005 yılında Avrupa İstikrar Girişimi'nin raporunda
Kayseri'deki nurcu örgütlenmeden şöyle söz edilmektedir:
"Hareketin Türkiye'de sayıları 5-6 milyon
arasında olduğu tahmin edilen taraftarı var. Nur
öğrencileri dershanelerde nurcu metinleri çözümlemek
ve yorumlamak amacıyla toplanıyor. Kayseri'deki
Nurcu dershanelerin sayısı 1970 yılında 2 iken,
2000 yılında 60'a ulaşmış. Eğitimli sınıf içinde
kendine yer bularak güçlenen bu topluluklar, aynı
zamanda ticari bağlantılar için de kullanılıyor;
iş olanakları, hatta iş için sermaye bile sağlanıyor."(16)
1990'lara gelindiğinde
Anadolu Sermayesi'nin temel ilişki ağını sözü
edilen Nur Hareketi sağlıyordu. Ancak siyaset
alanına bu tür bir cemaat örgütüyle çıkmak mümkün
değildi. Bu noktada, mayasında pragmatizm olan
bu cemaatler, önceleri AP, ANAP gibi partiler
içinde, sonra da RP, AKP gibi partiler içinde
yer aldılar.
Anadolu Sermayesi'nin
1980'lerdeki hızlı gelişimi dolayısıyla, "babasıyla"
yani TÜSİAD(17) bileşeni olan tekelci sermayeyle
arasında bir ölçüde pazar rekabeti doğmuştu. Bu
rekabet 4. bunalım döneminde kurulan yeni dengelerle
birlikte üstü örtülü bir siyasal rekabete dönüştü..
Bu bağlamda, 1990 yılıyla birlikte TÜSİAD'a alternatif
olarak İstanbul merkezli MÜSİAD(18) adlı bir dernek
kurulmuştur. Bunu takiben 1990'lı yıllar boyunca
Anadolu'nun çeşitli yerlerinde oluşturulan Nurcu
sermaye dernekleri de 2005 yılında bir araya getirilerek
TUSKON'u(19) oluşturmuşlar, 1998 yılında da yine
Anadolu menşeli küçük ölçekli sermaye kuruluşlarının
bir kısmı ASKON(20) adlı örgütlülükle bir araya
gelmişlerdir.
Bu ve benzeri açık
örgütler, bu sermaye çevrelerinin görünen yüzleridir.
Bunlar dışında da cemaat örgütlenmelerini sürdürmüşlerdir.
Şu bilinmelidir ki, bu tür açık ya da örtülü örgütler
olmadan, sermaye çevrelerinin kadro yetiştirmesi,
ticari ve siyasal ilişki ağları oluşturması, herhangi
bir ihale alması ve ön önemlisi siyasal üst yapıda
söz söylemesi mümkün olmaz. Anadolu burjuvazisinin
İslam motifli, açık ve örtülü sermaye örgütleri,
cemaatleri, tarikatları, Kemalist dönemde yetişten
ve yeni sömürgecilikle birlikte tekelleşen sermayesinin
bir asra yakın zamandır işlettiği örgütlerden
özü itibariyle kesinlikle farklı değildir.
Göze çarpan biçimsel
fark şundan kaynaklanmaktadır: Türkiye'nin ilk
kuşak tekelci burjuvaları cumhuriyetin ilk yıllarından
beri devlet eliyle yetiştirilmiş, kadroları siyasal
üst yapının ve bürokrasinin her kilit noktasına
yine devlet eliyle yerleştirilmiş ya da tersten
bu noktalarda görev yapan bürokrasi kadroları
bu sermaye kuruluşlarının ortağı haline getirilmişken,
emperyalizmin 4. bunalım dönemiyle birlikte siyasal
alana çıkan Anadolu burjuvaları, eski kadroların
tasfiyesi ve yerlerine yerleşme sürecinde bu örgütleri
kullanmışlardır. Yani iktidarın yeni ortakları,
1920'lerde yaşanın aksine, yani "devlet eliyle
burjuva yaratma" değil, Anadolu burjuvazisi
devletin imkanlarını da kullanarak gelişmiş ve
bunu dinamik ve acımasız bir biçimde, herkesin
gözü önünde yapmışlardır.
AKP: Tekelci Sermayenin
İktidarı
Yazımızın önceki bölümlerinde,
2002 yılında Türkiye'de hükümet etme görevinin
eski ve yeni tekelci sermayeye teslim edildiğini
belirtmiştik. Demek istediğimizin net olarak anlaşılması
için 2002 yılının güz aylarında tekelci basının
yaptığı yayınlara bakmak yeterli olacaktır. Bu
yayınlarda temel ortak özellik, hiç birinin, AKP'nin
seçimleri kazanıp kazanmayacağına dair en ufak
bir soru işareti barındırmamasıdır. Heyecanla
sorgulanan ve tartışılan şey ise, Tayyip Erdoğan'ın
nasıl yapıp da siyasi yasağını atlatarak meclise
gireceğidir. Yani 2002 yılı Ekim ayındaki bir
gazeteyi okuyan kimse, 3 Kasım'da yapılacak seçimleri
sandıklar kurulmadan çok daha önceden AKP'nin
kazanmış olduğunu fark edecektir.
Bu tesadüf değildir.
2001 yılının önemli bir dönüm noktası olduğunu
biliyoruz. Bu süreç, sürekli krizin derinleştiği,
merkez burjuva partilerin çöktüğü, bölgesel gelişmelerin
yeni boyut kazandığı bir süreçtir. AKP'nin de
tam bu yılda kurulmuş olması tesadüf değildir.
AKP, önce emperyalizmden icazet aldı, Kemal Dervişin
IMF programını savundu, tekelci sermayeye güvence
verdi. Ve kriz içinde, çöken DSP, ANAP, DYP karşısında,
2002 yılında iktidar oldu. Bu geleneksel burjuva
çizgisini biraz aşan durumdu; "hükümet"
oldu, ama "iktidar" olması süreç işiydi.
Bundan emperyalizme, tekelci sermayeye, geleneksel
devlet yapısı içindeki çeşitli iktidar odaklarına
güvence verdi. Neo-liberal programda ısrar etti,
24 Ocak karalarıyla devreye giren özelleştirme
programlarını sürdürdü, devlet aygıtını, sürekli
faşizmi emperyalizm ve tekelci sermayenin yeni
ihtiyaçlarına göre "yeniden yapılandırdı,
ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarını "eşbaşkan"
olarak savundu ve "Sürekli Özgürlük Operasyonu"
kapsamında yürüteceği "teröre karşı savaş"
alanlarında destek oldu, anti-terör perspektifine
ülke içinde işlerlik kazandırmak için yasal düzenlemeler
yaptı. Böylece toplum ve devlet yeniden dizayn
edildi. Tabi bu bir günde olmadı; önce "geçiş
süreci" yaşadı, sonra 2010-11 yılında, "ustalık"
olarak tanımladığı süreçte egemen oldu. Bu süreç,
aynı zamanda, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi,
sadece eski tekelci sermaye değil, 1980 sonrası
adım adım tekeleşen sermaye sınıfa dayandı, onların
çıkarını temsil etti. Yeni sermaye kesimi daha
aç, daha hoyrat, daha saldırgandır: bu aynı zamanda
üretim ve pazar ilişkisinde yeni sorunların kaynağıdır.
Anadolu Sermayesi
ve AKP, Emperyalizmin bugüne dek görülen en vahşi
ve ölümcül bunalımını yaşadığı bu döneme saldırganlığı
ve dinamik örgütlülüğüyle uygun düşmesinin yanında,
taşıdığı İslami motiflerle günün savaş sahası
olma özelliği taşıyan Ortadoğu'da da etkin olarak
kullanılabilecek bir örnek olarak emperyalizmin
ilgisini çekmiştir.
Gerçekten de AKP hükümet
ettiği yıllar boyunca emperyalizmin kendisinden
beklediğini büyük ölçüde yeterli biçimde yerine
getirmiştir. Aşağıdaki grafik, özelleştirme miktarının
yıllara göre dağılımını göstermektedir(21). Görüleceği
gibi
yanlızca geçtiğimiz yıldaki özelleştirme miktarı,
1986-2003 yılları arasında yapılan toplam özelleştirmenin
bir buçuk katıdır.
AKP'nin böylesi bir
özelleştirme programını uygulamaya koyabilmesi
için ülkenin nasıl bir yapısal değişikliğe uğraması
gerektiğini tahmin etmek zor değildir. Yapılan
bu değişiklikler, doğal olarak geçmiş döneme ait
bürokrasi kadrolarının da tasfiyesini içermektedir.
Tasfiye edilecek kadroların ise nasıl doldurulacağını
öngörmek mümkündür.
Yıllarca, "AKP
bürokrasi içinde kadrolaşıyor, cemaatçiler her
yere yayılıyor" diyerek koparılan yaygara
asıl itibariyle, bir gizli cemaatin komplosu olmaktan
uzaktır. Aslında söz konusu olan iktidarın ortağı
olan sermaye sınıfının restore ettiği bürokrasi
kademelerine kendi yetiştirdiği kadroları, daha
örgütlü ve eğitimli olduğu için, bu koalisyonda
AKP ile cemaatin kendi kadrolarını yerleştirmesidir.
Bundan öncesinde de yöntemi bir miktar farklı
olmakla birlikte aynı işlem yapılmaktaydı. Sonuçta
bu tasfiye ve restorasyon dönemi boyunca, devletin
yeni bürokrasi kadrolarını, bekleneceği gibi,
o güne dek Anadolu Sermayesi'nin temel kadro ihtiyacını
karşılayan Nur Hareketi yani bir diğer deyişle
Gülen Cemaati sağlamıştır.
Değişiklikten memnun
olan Kayseri Hacılar'lı Mustafa Boydak, 2011 seçimleri
arefesinde Bugün gazetesine verdiği röportajda
"Tayip Bey delikanlı bir insan"(22)
diyor ve ekliyordu: "Devlet bürokrasisi çok
değişti. Anlatamam yani. Hükümetin hızına ayak
uydurabilmek için 9 yılda olağanüstü değişti.
Artık her işimi kendim yapabiliyorum. Eski yılları
da bildiğim için böyle konuşuyorum."(23)
Ancak Boydak'ın yıllar
yılı "delikanlı" bildiği T. Erdoğan'a
dair fikri kısa zaman sonra değişecektir. 2011
seçimlerinden altı ay sonra "kırılma"
başlayacaktır.
Kırılma:17 Aralık
Yukarıda her sermaye
birikim sürecinin yeni sorun ve yeni imkanlar
yarattığına işaret etmiştik. 2007 yılı da aslında
böylesi bir süreçtir. 2002 yılında TÜSİAD'ın da
desteğiyle iktidara gelen Anadolu Sermayesi, 2007'ye
gelindiğinde artık siyasal gücünü kullanarak yeni
hamleler peşindedir, ana gövdesini TÜSİAD'ın oluşturduğu
İstanbul sermayesine saldırmakta, önemli ihalelerin
neredeyse tamamını kendi holdinglerinin almasını
sağlamaktaydı.
Nihayet TÜSİAD'ın
ana gövdesini oluşturduğu tekelci burjuvazisi
eğer harekete geçmezse kendisini var eden devlet
bürokrasisini tamamen kaybedeceğini anlayarak
müdahaleye yeltendi. 2007 yılında yaşanan, cumhuriyet
mitingleri, 27 Nisan Muhtırası ve AKP'ye açılan
kapatma davası gibi olaylar bu çelişkinin bir
biçimde tezahürü olarak yorumlanmalıdır. Ancak
AKP dışında yaratılabilecek herhangi bir siyasal
alternatifin bulunmayışı, emperyalizmin de yaşananlar
karşısında tarihsel işbirlikçilerinden yana tavır
almayışı, bu tekelci burjuvazisinin tekrar AKP
ile birlikte hareket etmeye yöneltmiştir. Ancak
bu birliktelik, AKP'yi ve Anadolu Sermayesi'ni,
hasımlarına karşı yumuşatmamış, 2007 seçimlerinden
başarıyla çıkan AKP çok daha pervasız bir saldırı
durumuna geçmiştir.
Burada atlanmaması
gereken bir detay, 2008 Temmuzunda Başbakan Erdoğan'ın
Rahmi Koç ile ilgili olarak, "Bu ülkede bu
insanların pirimi yok, bu böyle bilinsin."(24)
biçiminde bir ifade kullanmış olmasıdır. Son telefon
tapelerinden de anlaşıldığı üzere, benzere söz
ve tavır, her kriz sürecinde devam etmiştir. T.
Erdoğan öncesinde herhangi bir başbakanın Koç
hakkında bu biçimde konuştuğunu hatırlamak kolay
değildir.
2012 yılında da TÜSİAD,
Roboski katliamıyla ilgili olarak alışık olmadığımız
biçimde hassasiyet göstermiş, bu bağlamda zamanın
TÜSİAD başkanı Ümit Boyner "Vatandaş Uludere'de
ne olduğunu anlamak, Afyon'daki patlamanın arka
planını sebeplerini öğrenmek, bunların sorumlularını
bilmek ister."(25) şeklinde açıklama yapmış,
Erdoğan'ın buna ilişkin yorumu ise, "Öğrenmek
hakkımızdır falan. Kimin hakkı nedir, nereye kadardır?
Onun ölçüsünü Ümit Boyner belirlemeyecek. O, işine
baksın." biçiminde olmuştu.
AKP ile birlikte iktidarını
perçinleyen, devlet bürokrasisini büyük ölçüde
restore ederek kendi yetiştirdiği kadroları yerleştiren
Anadolu Sermayesi 2007 yılını takiben geçen süreçte
ciddi bir büyüme yakalamıştır. Bu gelişim aynı
zamanda yeni sorun ve çelişkilere kaynaklı etmiştir;
son yaşanan AKP ve cemaat çatışmasında bu vardır.
Ancak bu kez hükümetin
teslim edildiği unsurların başı bozukluğu, gitgide
otoriterleşen tutumları ve Ortadoğu'da İsrail'i
pas ederek, emperyalizmin tek ortağı olma yönündeki
ısrarcı hamlelerin, emperyalizmin çizmiş olduğu
sınırları zaman zaman aşması (Mısır, Suriye, Hamas
örnekleri budur), özellikle Suriye'de kendi başlarına
hareket etme arayışına girmeleri, ciddi bir büyüme
gerçekleştirmiş olan ve vahşi dinamizmi yerini
istikrar arayışına bırakan Anadolu Sermayesi'ni
zor durumda bırakmış ve bu durum dolayısıyla yeni
krizlere kaynaklık etmiştir.
Bu kırılma 17 Aralıktan
çok önce başlamıştır. Kırılma sürecinin başlangıcın
2012 yılının başına kadar götürebiliriz. Kamuoyunda
Oslo Krizi olarak anılan ve MİT müsteşarı Hakan
Fidan'ın TMK 10. madde ile yetkili savcılığa ifadeye
çağrılmasının ardından, hükümetin TMK'da değişikliğe
gitmesiyle gelişen gerilimi aslında yaşanan kırılmanın
ilk gözle görülür yansısıdır.
O tarihten itibaren
Anadolu Sermayesi ile TÜSİAD ve TOBB arasında
ciddi yakınlaşmalar görülmektedir. En son olarak,
TÜPRAŞ'a çıkarılan yüksek vergi cezasına en ciddi
tepkiler Boydak Grubu tarafından dillendirilmiş
ve bunun üzerine Boydak Grubuna ait 3 işletme
hakkında vergi incelemesi başlatılmıştır. TÜSİAD'ın
17 Aralık öncesinden itibaren başlayan ve 17 Aralık'ı
takip eden günlerde de devam eden açıklamalarına,
buna bağlı olarak başbakanın TÜSİAD aleyhindeki
beyanlarına ve özellikle Koç Holding'e bağlı olan
TÜPRAŞ'a çıkarılan yüksek vergi cezasına bakmak
söz konusu çatışmanın zemini açısından yeterli
olacaktır.
Cemaat burada yalnızca
bürokrasi kadrolarını elinde bulunduran operasyonel
güçtür. F. Gülen'in 1952 sonrası "komünizmle
mücadele derneği" içinde, emperyalizmin "yeşil
kuşak" projesi içinde rol aldığı, tam da
bundan dolayı, her dönem emperyalizm ve mevcut
iktidarın yanında olduğu bilinmektedir. Emperyalizm
ve oligarşi, daha doğrusu bu güçlerin önemli bir
kısmı, neo-liberal sömürü modeli içinde "mafyalaşan"
bir T. Erdoğan'ı da istememektedirler. Bu kadar
açık hırsızlık, İran'a yönelik ambargonun rüşvet
karşılığı delinmesi sistem için de sorunludur.
Bundan dolayı, emperyalizm ve oligarşi'nin önemli
bir kesimi "AKP'ye evet, T. Erdoğan'a hayır"
biçiminde formüle edeceğimiz bir seçenek peşindedir.
Ama 17 Aralık ile başlayan bu kırılma, nereye
sıçrayacağı belirsizdir. Yani evdeki hesap çarşıya
uymuyor; T. Erdoğan direniyor, saldırganlaşıyor,
"tek parti-tek adam" da ısrar ediyor,
buna karşılık her gün yeni pislik ortalığa dökülüyor.
Sonuç
Yaşanan, nereden bakarsak
bakalım neo- liberal sömürünün, bu sömürü üzerine
kurulan düzenin krizidir. Yeni sömürge kapitalizm
kriz üretiyor, bu kriz bazı süreçlerde derinleşiyor
ve yeni çatışma dinamikleri oluşturuyor. Bu anlamda,
aslında AKP ve cemaat çatışması, bu krizin dışa
yansımasıdır, çatışmanın sadece bir boyutudur.
Kriz her alanı vuruyor;
sadece siyasal değil, aynı zamanda ekonomik ve
sosyal boyutları kapsıyor. Neo-liberal sömürü
düzeni, aynı zamanda vahşi sömürü ve yağma düzenidir;
"rüşvet ve yolsuzluk" bu düzenin "yan
unsuru"dur. AKP koalisyonu sömürüden ve iktidardan
pay alma kavgasıyla içten vurulunca meşruluğu
kalmadı, seçimde kaç oy aldığı önemsizleşti; hiç
şüphesiz AKP en çok da aldığı oy üzerinden bu
süreci kurtarmaya çalışıyor, aldığı oyı "her
şey" yapıyor. Takke düştü kel görüldü; gerçek
açığa çıktı, rüşvet, yolsuzluk, yağma düzeni ortaya
çıktı. Bu aynı zamanda AKP'nin çöküşüdür. Bu süreçte
görüldü ki, sadece AKP değil, sürekli faşizmin
tüm iktidar odakları tel tel döküldü, faşizmin
birer örtüsü olan burjuva kavramlar, "parlamento,
kuvvetler ayrılığı, demokrasi, özgürlük"
gibi tüm kavramlar yerle bir oldu. Ortaya çıkan
gerçek ise, devletin, oligarşik/ faşist devletin
çetelerin toplamı olduğudur; bu çetelerin tümü
halk düşmanıdır.
Dün yan yana sömürüden
pay alanlar, bu yağma düzenini kuranlar, birlikte
işçi sınıfı ve halklara düşmanlık yapanlar, birlikte
emperyalizmin ajanlığını yapıp Ortadoğu'da halklara
düşmanlık yapanlar, Taksimde, Gezide, Haziran
günlerinde, Roboskide, Pariste, Rojavada halka
saldıran, zulüm yapanların bu kez, birbirine karşı
nasıl acımasız ve kirli savaş yürüttükleri ortaya
çıktı. Dün, devrimcilere, Kürt yurtseverlerine,
hatta oligarşi içi çatışmada bir kesime kirli
tezgahlar kuranlar, bu kez birbirine kuruyor.
Dün "benim polisim kahramanlık yaptı"
diyenler, bugün o polisleri sürüyor. Birbirini
kasetlerle vuruyor; pişkinlik ve arsızlıkta sınır
tanımıyorlar. "Adalet mülkün temelidir";
Adalet sermayenin, kirli oyunları yapanların,
arsız ve hırsızların koruyucusu oluyor. "Özgür
basın"; koca bir yalan oluyor, asimetrik
savaşta birer silah oluyor.
Bu çatışmadan demokrasi
çıkar mı? Çıkmaz. Oligarşi içi çatışmadan, hem
sınıfsal nedenlerle, hem de siyasal nedenlerle
demokrasi çıkmaz. Dün AKP-Ergenekon çatışmasında
demokrasi çıkmadı, bugün AKP-cemaat çatışmasında
demokrasi çıkmaz. Tam tersine siyasal erk tekellerde
toplanıyor, ortaya dökülen pisliği örtmek için
internet yasaklarından tutalım, MİT yasasına kadar
her adımda "demokrasi" biçim olmaktan
çıkıyor, katı bir diktatörlük gerçeği ortaya çıkıyor.
Bu aynı zamanda kavramlar
savaşıdır; kavramlar hedef şaşırtmak, pisliği
örtmek için ortalıkta dolaşıyor. Örneğin "paralel
devlet" kavramı tam da budur. Bunun rüşvet,
yolsuzluk ve yağmayı örtmek için devreye sokulduğu
açıktır. Bu kavramı, bazı kesimlerin, örneğin
yurtsever hareketin de kullanması şaşırtıcıdır.
Halbuki, AKP'nin ve T. Erdoğan'ın dilinde "paralel
devlet" ilk kez, Kürt özgürlük hareketine,
"demokratik özerklik" hamlesi karşısında
kullanıldı; şimdi ise aynı kavram, suç ortağına,
cemaate karşı kullanılıyor. Başta Kürt özgürlük
hareketi olmak üzere, kimi liberal çevrelerde
bu kavrama sarılıyor; böylece güncel olan "rüşvet
ve yolsuzluk" örtülmüyor, çok daha vahimi
devletin özü çarpıtılıyor. Sadece bu değil, "siyasal
mühendislik", "dış düşman" gibi
kavramlar tümden başka amaçlara hizmet ediyor,
bilinçlerin çarpıtılması için güncelleştiriliyor.
Tüm bunlara karşı,
devrimci bir yerde durmak önem kazanıyor...
AKP, ayakta durmak
için, bir başka taktiğe başvuruyor: Gezi ve Haziran
halk direnişiyle AKP-cemaat çatışmasını aynı yere
bağlıyor. Oligarşi ve AKP sonunun Haziran'da ayağa
kalkan halkın elinden geleceğini gayet iyi bildiğinden
o tarihten beri direnişi ehlileştirme çabasına
girmektedir. Koç Divan Oteli'nin kapısını açmakla
övünmekte, Zaman Gazetesi, bilboardları polisle
direnişçinin birlikte gazete okudukları anlamsız
resimlerle doldurmaktadır. Sonuçta hepsi Gezi'yi
yedeklemeye çalışmaktadırlar. Halbuki, ikisi ayrıdır.
Gezi ve Haziran halk direnişi, bu ülkenin onurudur,
direniş ve başkaldırıdır. Burada "dış destek"
aramak sürekli faşizmin karakterinde vardır, ama
bu "destek" bulunamaz.
Bu kirli düzen içinde
tek temiz hareket devrimci harekettir; onun bir
parçası olan devrimci sosyalizmdir. 40 yılı aşkın
bu rezil düzene karşı şavaşıyoruz; biz devrimcilerin
eline bu tür hiç bir pislik bulaşmadı. Bizim kirli
pazarlıklar içinde, şu ya da bu güçlerle masa
altında ilişkilerimiz yoktur. Biz, doğru yerde,
doğru kavramlarla kendimizi ifade ediyoruz; bu
bizim onurumuzdur.
İşçi sınıfı ve halk
örgütsüz olsa da artık direnmeyi öğrenmiştir.
Gezi ve Haziran halk direnişi yolu açmıştır, bu
yoldan ilerlemek görevimizdir. Sömürücüler, emperyalizmin
işbirlikçileri arasındaki kırılmayı büyütmeli,
sömürü zincirini kırmalıyız. Bizim için, AKP,
bu sömürü düzenin bir parçasıdır, tek başına AKP
değil, bu sömürü düzenini yıkmak asıl hedefimizdir.
Bu kırılmadan bugün
küçük kıvılcımlar çıkmaktadır. Kıvılcımı yangına
dönüştürmeliyiz. Türkiye ve Kürdistan'ı değil,
tüm Orta- doğu'yu özgürleştirmeliyiz; bunun için
devrimci yangınlara ateş taşımalıyız.
DİPNOTLAR:
1) Öcalan: Bu Ateşe
Benzin Taşımayacağız, 11 Ocak 2014 Radikal
2) Kürt Hareketi Başbakanı
Karşısına Alamaz, 14 Ocak 2014 Birgün
3) 29 Ocak 2014 tarihli
TBMM 54. Birleşim Tutanağı, Birinci Oturum
4) Fethullah Gülen
Cemaati ve AKP'den Devlete Büyük Komplo, Kemal
Erdem, sendika.org, 4 Ocak 2014
5) Ibidem
6) Stratejik Savunma,
Stratejik Denge ve Stratejik Saldırı aşamaları,
temel ilkeleri Mao Tse Tung tarafından ortaya
konmuş olan Uzun Süreli Halk Savaşı'nın ya da
diğer bir değişle Direniş Savaşı'nın, temel aşamalarıdır.
Bkz. "Mao Tse Tung arkadaş gösterdi ki, düşmanla
bizim aramızdaki güç dengesinde meydana gelecek
değişikliğe uygun olarak, Direniş Savaşı, stratejik
savunma, stratejik durumu-koruma ve stratejik
saldırı olmak üzere üç aşamadan geçecektir."
(Yaşasın Halk Savaşının Zaferi, Lin Piao)
7) Kemalizm'in "devlet
eliyle yetiştirilen bu milli burjuvaları"nın
yüzleri aslında İzmir İktisat Kongresi'nin temel
tezlerine dönüktür. İzmir İktisat Kongresi'nin
açış nutkunda Mustafa Kemal, genç cumhuriyetin
"ecnebi sermayelerine lâzım gelen teminatı
vermeye hazır" olduğunu bildiriyordu. Buna
uygun 1920-1930 yılları arasında kurulan 201 "yerli"
anonim şirketten 66'sı yabancı sermaye ortaklığında
kurulmuştur ve bunlar tüm şirketlerin toplam ödenmiş
sermayelerinin %43'ünü oluşturmaktadır.
8) Türkiye Tarihi
4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, İktisat Tarihi(1908-1980),
Korkut Boratav
9) Kesintisiz Devrim
II-III, B-Emperyalizmin Üçüncü Bunalım Dönemi
ve Leninist Çizgi, I- Emperyalizmin Üçüncü Bunalım
Dönemi, Mahir Çayan
10) Türkiye Devrimi'nin
Acil Sorunları - I
11) Bkz. Türkiye Tarihi
4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, İktisat Tarihi(1908-1980),
Korkut Boratav
12) İşçi sınıfına
ve halka karşı suç işleme konusunda ise bu örgütler
ciddi bir iş görmez, zira o alanda sermayenin
elinde koskocaman bir devlet aygıtı vardır ve
bu aygıtın işçi sınıfına ve halka karşı işlediği
tüm suçlar, "teferruatlı" görüntüsüne
rağmen, "derin" olmak şöyle dursun,
gayet de "sığ"dır.
13) European Stability
Initiative Berlin - Brussells - Istanbul
14) İslami Kalvinistler
Orta Anadolu'da Değişim ve Muhafazakarlık, Avrupa
İstikrar Girişimi, 19 Eylül 2005, Berlin - İstanbul
15) Ibidem
16) Ibidem
17) Türk Sanayicileri
ve İşadamları Derneği
18) Müstakil Sanayici
ve İşadamları Derneği
19) Türkiye İşadamları
ve Sanayiciler Konfederasyonu
20) Anadolu Aslanları
İşadamları Derneği
21) Bkz. Özelleştirme
İdaresi Başkanlığı
22) Mustafa Boydak
Bugün'e Konuştu, Perihan Çakıroğlu, 11 Haziran
2011
23) Ibidem
24) Erdoğan'dan Koç'a:
İlkel ve Ayrımcı, Radikal, 4 Temmuz 2008
25) Erdoğan: Ümit
Boyner İşine Baksın, Radikal, 17 Eylül 2012
|