Kürt
Ulusunun özgürlük sorunu, Newroz ve A. Öcalan'ın
mesajı nedeniyle, bir kez daha, yakıcı biçimde
güncel yerini aldı. Hiç şüphesiz, bugün, sadece
Newroz mesajı ve onun içeriğine yönelik değil,
Kürt ulusunun özgürlük sorunun birçok boyutuyla
güncel tartışmalar sürüyor, sürecek. Bu tartışmalar
içinde bir başka boyut var, adeta kavramlar karışmış
durumda, bu tartışma ve kavram kargaşası içinde,
sözcükler havada uçuşuyor. Öte yandan, sorunun
muhatabı olan güçler başta olmak üzere, yeni bir
irade savaşı yaşanıyor. Bu toz bulut içinde, biz,
görüneni, yüzeyde olanı değil; özü, bu sürecin
daha önemli halkalarını yakalamak, buradan devrimci
sosyalizmin güncel tutumlarını belirlemek zorundayız.
Bir kez daha, bunu
yapacağız.
21 Mart Newroz, sadece,
başta Kürt halkı olmak üzere, Ortadoğu halklarının
özgürlük mücadelesini ifade etmedi, etmiyor; bu
temelde bir dizi tartışma ve arayışında yolunu
açıyor. 21 Mart 2013 Newrozu bu anlamda yeni tartışma
ve saflaşmaların da yolunu açtı; Kürt özgürlük
sorunu ve yurtsever hareket için "yeni bir
dönemi", kendi ifadeleriyle "yeni dönemin
miladını" ifade ediyor. Bu Newroz'da, Diyarbakır'da
2 milyon insanın şahitliğinde, A. Öcalan'ın okunan
mesajı, bu yeni tartışma ve saflaşmada ana halka,
yeni dönemin ilk adımı oldu. Hiç şüphesiz, çeşitli
biçimler alarak bu eksende tartışma ve irade savaşı
sürecektir.
Bu açıdan, burada
bu mesajı ya da bildiriyi ele almakta yarar vardır.
En son söyleyeceğimizi
baştan söyleyelim. A. Öcalan'ın okunan mesajı,
ya da bildirisi, özünde "yeni" bir şey
değil, son 15 yılda değişik kavramlarla savunduğu
görüşlerinin kristalize olmuş, hatta yine bu 15
yıllık süreçte çizmiş olduğu zikzakların en geri
biçimlerinden biridir. A. Öcalan'ın düşünsel ve
ideolojik evrimini az çok izleyen biri, bu tespiti
yapar ve bu doğrudur. Devrimci sosyalizmin son
15 yıllık tüm değerlendirmelerinde, daha özel
bir vurgu yaparak ifade edelim, 1999 ve İmralı
savunmalarından bu yana olan değerlendirmelerinde
(ki A. Öcalan'ın düşünsel ve ideolojik evrimin
başlangıcını 1993'lerden başlatmak mümkündür),
bu gerçeği defalarca görmek mümkündür. Bu açıdan,
aşağıda ele alacağımız görüş ve eleştiriler, bizim
için "yeni" değildir, bilinenin devrimci
eleştirilerimizin yeni biçimlerde yeniden ifade
edilmesidir. Ama yine bu son 15 yıllık evrimin
içinde, özellikle yurtsever hareket için, 21 Mart
ve Newroz'un yeni bir dönem olacağı, Kürt özgürlük
sorunun yeni mecrada yeni sorunlarla karşı karşıya
geleceği açıktır.
Oligarşi, devlet adına
MİT, Kürt halkının mücadelesi sonucu A. Öcalan
ile görüşmeler başlattı. Son yıllarda sürekli
gelişim içinde olan, hem gerilla savaşı hem de
halk hareketi ve ayaklanmalarla sömürgeci oligarşiye
karşı en önemli direniş odağı olan yurtsever hareketin
önemli adımlar attığı ve önemli kazanımlar elde
ettiği açıktır. En son yurtsever tutsakların başlatmış
olduğu ve halkında yüksek katılımı ile süren açlık
grevi direnişi, oligarşinin A. Öcalan ile görüşmelere
başlamasının yolunu açtı. Başka yazılarımızda
ifade ettiğimiz üzere, Kürt halkının irademiz
dediği A. Öcalan ile doğrudan görüşmeler yapılması,
bu görüşmelerin içeriğinden bağımsız olarak, olumludur,
Kürt halkının ve yurtsever hareketin bir kazanımıdır.
Görüşmelerin kendisi, içeriğinden bağımsız olarak,
hem A. Öcalan'a yönelik, hem de yurtsever harekete
yönelik yürütülen kirli ve kara propagandanın
yerle bir olması, oligarşinin sömürge savaşındaki
tüm tezlerinin çökmesi anlamına gelmektedir. İçeriği
tartışılır, tartışırız, eleştiririz, ama 30 yıl
süren sömürge savaşının geldiği yerde bu bir kazanımdır.
Burada soru şudur:
bu görüşmelerde oligarşi ne hedeflemektedir, yurtsever
hareket ve Kürt halkı ne hedeflemektedir?
İşte bu ana soru,
birçok şeyi açığa çıkaracak, sorunun nasıl ele
alınması gerektiği hakkında bize bir zemin sunacaktır.
Oligarşinin ve AKP'nin Kürt Ulusunun özgürlük
sorununun çözümü adına somut bir politikası, projesi
yoktur. Son 10 yılda olmadığı gibi atılan bu somut
adıma rağmen hala da yoktur. Daha doğrusu, oligarşi
için bu adım ve politika, Kürt Ulusunun özgürlüğü
sorunun, eşitlik ve özgürlük temelinde çözümü
değildir. Emperyalizmin desteğiyle oluşturulan
bu politika, özünde yurtsever hareketin silahsızlandırılması,
buna karşılık küçük kırıntı ile tasfiyedir. Kürt
halkı ise, buna razı olamaz, olmamalıdır, olmayacaktır.
Hem mücadelenin ulaşmış olduğu evre, hem oluşan
ulusal bilinç ve çeşitli kazanımlar, hem de bölgesel
gelişmeler, bu tasfiye projesine karşı direnmeyi,
daha somut ve ileri hedefler için mücadele etmeyi
gerektirmektedir. Ama ortada olan gerçek ise,
A. Öcalan somutunda yurtsever hareket bugün politik
program olarak en geri noktadadır. "İmralı"
yada "çözüm süreci" olarak tanımlanan
bu sürecin en zayıf ve sorunlu noktasından biri
buradır.
Oligarşinin A. Öcalan
ile doğrudan görüşmesi, bir gizem perdesi içinde,
yeni beklentilerin de yolunu açtı, özellikle Kürt
halkında umudu yükselti, "barış" için
daha güçlü bir zemin, politik zemini zayıf ama
psikolojik zemini güçlü bir duruma yol açtı. Bununla
birlikte, önce "İmralı görüşme notları"
sonra Newroz mesajı, aynı zamanda yeni tartışma
ve ayrışmaların yolunu açtı. Ve bu süreç hızından,
ağırlığından hiç bir şey kaybetmeden, daha çok
silahların susması ve geri çekilme ekseninde devam
ediyor.
Gelelim A. Öcalan'ın
Newroz mesajına ya da bildirisine...
Bu mesaj, yukarıda
ifade ettiğimiz görüşmelerin sonucu ortaya çıktı.
A. Öcalan, 3. BDP heyetiyle yaptığı görüşmede
bu mesaj ya da bildiriyi hazırlayacağını önceden
ifade etti, üzerinde çalıştı ve en son MİT eliyle,
önce MİT ve T. Erdoğan'ın bizzat okuyup onay vermesiyle
BDP'ye ulaştırıldı. İki dilde, Kürtçe ve Türkçe
Diyarbakır meydanında 2 milyon insanın şahitliğinde
okundu.
Böylesi kısa bildiri
ve mesajlar, doğal olarak kendi içinde az çok
ajitasyon içerir, bildiride bu var. Ayrıca, kimi
zaman tarihin çarpıtılmasıyla birlikte, iki halkın,
Türk ve Kürt halkının kardeşliğine yönelik ajitasyon
ve ortak değerlere işaret olumludur. Bu açıdan,
Newroz bildirisi, yurtsever hareketi ve A. Öcalan'ı
hedefleyen özel savaşın imal ettiği bir dizi olumsuz
kavram ve niteleme dönemini de geride bırakan
bir işlev görmüştür. Burada kardeşliğe yönelik
kimi vurgular, belki egemen ideoloji ve onun yönlendirdiği
politik kültür için şaşkınlık ve yeni soru işareti
olabilir, ama bizim için, sol ve devrimci güçler
için, Kürt halkını az çok tanıyan Türk halkı için
bunlar ne sürprizdir, ne de yeni bir "keşif"tir.
Ama her şey bununla
sınırlı değildir. A. Öcalan'ın bu mesajı, aynı
zamanda ciddi politik yanlışlıklar ve zayıflıklar
içermektedir; dahası, "yeni dönem" ve
"yeni strateji" için göstermiş olduğu
referanslar çürük ve sorunludur.
A. Öcalan, bu bildiriyi,
stratejik bir yerden ele almış, dünyaya, Ortadoğu,
Türkiye ve Kürdistan'a buradan bakmış ve ona göre
bir yön tayin etmiştir. Bu yön, burjuva demokrasisini
aşmayan, kardeşlik söylemiyle, kendini oligarşiye
bağlayan bir stratejik bakıştır. Bu bakış en ilerisinden
burjuva demokratik bir programa (ki bu açıdan
da oldukça zayıftır) denk düşer; Kürt ulusunun
özgürlüğü açısından ise, sorunlu ve geri bir programı
içerir. Her satırında, özgür olmayan birinin özgür
olmayan, net kavramlardan uzak, adeta "yumuşatarak"
kavramların içinin boşaltıldığı bir yaklaşımı
görmek (A. Öcalan özgür değil, tutsaktır. Devrimci
bir tutsak, tutsaklık koşullarında da özgürce
görüşlerini yazar, programını, ilke ve tutumlarını
savunur. Devrimcilerin mahkeme karşısında savunmaları
bu konuda en somut örnektir. Ancak, söz konusu
A. Öcalan olunca, bu politik duruştan söz edemeyiz.
A. Öcalan, toplam, yani 21 Mart çağrısı ile birlikte
9 kez ilan edilen ateşkes süreçlerinde, İmralı
savunmalarında ifadesini bulan politik duruş ve
programatik tezlerinde- "demokratik cumhuriyet,
Kürt sorunu dil sorunudur, demokrasinin öncüsü
ABD ve İngiltere'dir, UKKTH geçersizdir"
gibi-, günlük siyasetin bir çok örneğinde oligarşiyi
en önemli yerde tutar, oligarşinin açık söyledikleriyle
birlikte verdiği ya da Öcalan'ın aldığı mesajı
veri kabul eder, siyaseti de ona göre kurgular.
Pragmatizmle birlikte bu özellik, zeki ve birikimli
Öcalan'ın ana özelliklerinden biridir. Bu özelliğe
sahip Öcalan, özgür olmayan Öcalan, özgür ve açık
ifadeden uzak, muğlak kavramlara, bir çeşit ezop
diline başvuruyor. Bu haliyle sadece bir tür kendi
dışında hiç kimsenin "anlamadığı" bir
kişilik olmakla kalmıyor, çok daha önemlisi yurtsever
hareketi, Kürt halkını yoruyor, kavram kargaşalığı
içinde politik program ve taktiklerin içini boşaltıyor),
oligarşi ile yapmış olduğu görüşme ve aldığı mesajlara
göre konum ve söylem belirlemek gerçeği vardır.
Bu önemlidir ve zayıf
noktadır. Bu bir yana, Newroz mesajı/ya da bildirisinin
omurgası iki ana halkadan oluşuyor. Biri, modernite
ve demokratik modernitedir; diğeri silahların
susmasıdır. Bu iki ana halka için dönüp tarihten
almış olduğu referanslar ise sorunludur. Toplamda,
Öcalan, kendini ve yurtsever hareketi oligarşiye
bağlayan bir yerde durmaktadır; stratejik olarak
durduğu yer burasıdır. Buna destek sunan her tarihsel
referans, "misak-ı milli", "İslam
hukuku" gibi referanslar hem daha önce yurtsever
hareketin söylem ve değerlendirmeleriyle taban
tabana zıttır, hem de bugünü açıklamaktan, bugün
için yeni bir toplum projesine zemin olmaktan
uzaktır.
SİLAHLI DİRENİŞİN
ROLÜ BİTTİ Mİ?
Öcalan'dan aktaralım:
"Bugün artık
yeni bir Türkiye'ye, yeni bir Ortadoğu'ya ve yeni
bir geleceğe uyanıyoruz.
Artık silahlar sussun"
"Bugün yeni bir
dönem başlıyor.
Silahlı direniş sürecinden,
demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.
Siyasi, sosyal ve
ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik
hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir
anlayış gelişiyor."
"Artık silahlar
sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun"
noktasına geldik."
"Yeni mücadelenin
zemini fikir, ideoloji ve demokratik siyasettir,
büyük bir demokratik hamle başlatmaktır."
Sık sık, birden fazla
kez tekrarlanan bu sözler, güncel veya dönemsel
bir taktik değil, stratejik bir yönelimdir. Bugün
oligarşi için de en önemli adım, hatta tek önemli
adım da budur, yani silahlı mücadelenin son bulmasıdır.
Bu çağrı ve adımın aylarca yapılan görüşmeler
sonrası yeniden ("yeniden" diyoruz;
çünkü bu adımın benzeri daha önce 1999 yılında
yaşandı) güncelleştiği de bir gerçektir. Bu anlamda,
artık bu "yeni dönemde" silahlı mücadele,
silahlı direniş, devrimci halk savaşı gibi, hatta
tüm bunlara zemin olan sömürgecilik gibi kavramlar
geride kalmış, bunun yerini "fikir ve ideolojinin"
aldığı, "demokratik siyaset" öne çıkmış,
silahsız bir demokrasi savaşımı stratejisi benimsenmiştir.
Bunun için yeni bir
adım atılıyor ve silahlı güçlerin "dışarı",
"sınır dışına" çekilmesi çağrısı yapılıyor:
"Ben, bu çağrıma
kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki;
artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset
öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır
ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir."
"Bu bir son değil,
yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil,
daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır."
Burada taktik değil,
stratejik bakış ve yönelim vardır. Burada bir
taktik olarak ateşkes ve geri çekilmeden daha
öte, siyasal mücadelede silahın gündemden çıkması,
bu yönelim içinde silahlara veda vardır.
Peki bu silahlara
veda stratejisi yeni mi ya da bugüne mi ait?
Hayır, özünde sorunu
böylesi bir stratejik tanımlama ile ifade etme,
A. Öcalan için yeni değildir, İmralı Savunmalarında
bu ana yönelim var, dahası 12 Ağustos 1999 "dışarı
çekilme çağrısı" da bu ana yönelimin pratikleşme
süreciydi. O günlerde bu ana yönelim "stratejik
mi", "taktik mi" ekseninde çok
tartışıldı. Özellikle yurtsever çevrelerde "Başkanın
bir bildiği var, bu bir taktik" gibi sözlerle,
şaşkınlıklar biraz hafifletilmek istendi. İmralı
Savunmalarında, ABD ve İngiltere demokrasinin
öncüsü ilan edildi, Kemalizm'e övgüler dizildi,
Kürt ayaklanmaları resmi ideolojin dilinden kötülendi,
ulusların kendi kaderini tayin hakkı reddedildi,
Marksizm-Leninizm "aşıldı". Liberal
demokrasi her şey yapıldı, silahlara veda edildi,
"barış grupları" teslim oldu, 500-600
gerillanın kaybına yol açan geri çekilme pratiği
yaşandı. O gün de "yeni dönem" denildi,
"demokratik siyaset" denildi. Sadece
isim, bayrak ve simgeler değil, bunların temsil
ettiği ideoloji ve politik program da değişti.
Peki, o günlerde oligarşinin
söylemi neydi? Tıpkı bugünlerde olduğu gibi, "silahlar
sussun, sonra demokrasi gelecek".
Gerilla güçleri büyük
kayıplar vererek geri çekildi, Kürt ulusunun özgürlük
sorunu hasır altı edildi, sanki bu sorun yokmuş
gibi davranıldı, "zamana yayarak çürütme"
stratejisi izlendi. Yurtsever harekette karmaşa
yaşandı, hatta kendi içinde, özünde İmralı Savunmalarından
beslenen Amerikancı çözüm arayışını savunanlar
(O. Öcalan ve ekibi) çıkardı. İsimler, simgeler,
bayraklar değişti; çünkü artık "yeni bir
dönem" vardı ve bu "yeni dönemde"
bunlar geride kalmıştı.
Peki, tüm bunlar oldu
da, oligarşi, burjuva demokrasisi mi getirdi,
Kürt ulusunun özgürlük sorununu mu çözdü?
Hayır, tam tersine
"demokrasi" söylemden öteye gitmedi,
devlet adım adım sömürge tipi faşizm ekseninde
yeniden yapılandı, bu süreç devam ediyor. Resmi
ağızlar, Genelkurmay "düşük yoğunluklu savaş"
demişti; ama Öcalan'ın İmralı Savunmalarıyla oligarşi
bu kez savaşı kazandığını, "zaferini"
ilan etmişti. Kürt sorunu politik gündemden hızla
düştü, yeni bir çözümsüzlük süreci derinleşti.
AKP bu zeminde iktidar oldu, T. Erdoğan "bir
şeyi düşünmezseniz sorun olmaktan çıkar"
dedi. Ancak, tüm bunlara karşı, ciddi bir politik
kırılma yaşanmasına karşı, yurtsever hareket 2004
Haziranında yeniden silahlı mücadeleye başladı,
önce yurtsever hareketin yaşadığı karmaşa son
buldu, politik hedefler küçüldü, ama artık daha
net bir yürüyüş ve mücadele programı vardı. Tüm
bunlara bağlı olarak, yeni bir gelişme, yeni bir
halklaşma yaşandı. Gerilla güçleri korundu ve
gelişti. Kürt halkı gerillanın etrafında saf tuttu,
adım adım halklaştı, serhildanlar örgütlendi,
seçim başarıları kazanıldı ve bugüne gelindi.
Bugün, Kürt halkı için, yurtsever hareket için,
tüm zorla tasfiye operasyonlarına rağmen en güçlü
aşama yaşanıyor diyebiliriz. Yurtsever hareket
dört parçada örgütlü tek güçtür; Rojava'da Kürtler
kendi özyönetimini inşa ediyor, doğu ve güneyde
örgütlü güçtür, kuzeyde ise sömürgeci oligarşi
karşısında tek etkili güçtür, halklaşmıştır.
Bu gelişmenin yolunu
ne açtı? 40 yıllık tarihte ve yaşanan İmralı kırılmasına
rağmen, 2004 yılında başlayan ve bugüne kadar
gelen süreçte görüldü ki, silahlı mücadele bu
yolu açtı...
Öcalan, 1999 yılında
da, bugün de aynı şeyleri söylüyor, hatta benzer
bir taktik süreç yaşanıyor. 1999 yılında söyledikleri
yaklaşık 15 yıllık tarihsel pratikle doğrulanmadı,
yalanlandı. Yaşanan bu tarihsel süreç, silahlara
veda değil, silahların hala güncel ve devrimci
bir rol oynadığını ispatladı. Çünkü sömürgecilik
silahlı halk savaşının kaçınımaz sonucu olarak
tel tel dökülse de devam ediyor, Kürt Ulusunun
ulusal demokratik hakları hala yok sayılıyor,
burjuva demokrasisi hala bir hayal. Eğer böylesi
bir toplumsal-siyasal zeminde silahlı mücadele
sürmeseydi, ne Kürt halkının mücadelesi bu düzeye
gelebilirdi, ne de MİT, devlet adına Öcalan ile
masaya otururdu. Tüm bunlar silahlı mücadelenin
temel olduğu, ancak silahsız mücadelenin de bunu
tamamladığı güçlü bir zeminde gelişti.
Kürt Ulusunun, ulusal
bilinç ve örgütlenmesinin bir hayli yol aldığı
bir gerçektir. Bu gerçeği görerek yeni mücadele
yöntemleri de zorunludur. Bu anlamda, mücadele
sürekli gelişir, yeni unsurlar kazanır, yeni biçimler
alır. Ama Kürt ulusu için silah ve silahlı mücadele
hala stratejik bir yerde durmaktadır. Kazanılan
her şeyde silah ana unsur, tek değil fakat ana
unsur olmuştur; bırakalım yeni kazanımları, kazanımların
korunmasının yolu da silahların siyasette önemli
bir unsur olmasına bağlıdır.
Düşünelim...
Kürt coğrafyasının,
Kürt Ulusunun iradesine rağmen parçalanma ve paylaşılması
son mu buldu? Hayır. Devletlerarası sömürge statüsü
devam ediyor mu? Ediyor. İki parçada, bu statü
kırıldı (Kürtler bugün iki alanda egemen ulus
konumuna yükseliyor. Biri, emperyalizmle iç içe,
onlara dayanarak güneyde yaşanan uluslaşmadır.
Bu parçada Kürtler, Kürt burjuvazisinin önderliğinde
egemen ulus konumuna yükselmiş, buna bağlı federal
bir yönetime sahiptir. Bu tarihte yok sayılmış
Kürtler için bir kazanımdır. İkincisi Rojava'da
yaşanıyor. 19 Temmuz devrimi ile Rojava'da Kürtler
kendi özyönetim organlarını oluşturuyor. Öcalan'ın
"demokratik özerklik"ten uzaklaşması
ve soyut bir "demokratik cumhuriyet"
demesi, her iki örnekten çok ama çok geridir),
ama en büyük parçada hala devam ediyor. Ortadoğu'da
her egemen ulusun, Türklerin, Arapların, Farsların
"ulus devlet"leri ve silahlı güçleri
vardır, ama Öcalan'ın "demokratik cumhuriyet"ten
"konfederalizme" kadar tüm stratejilerinde
ne "ulus devlet" vardır, ne de Kürt
ulusu ve ülkesinin parçalanması son bulur. Newroz
çağrısında ifade edilen "yeni stratejide"
silah yoktur, Kürtlere silah değil, "fikir,
ideoloji" önerilmektedir.
Tüm devrim deneyleri
gösterdi ki, politika iki ana biçimde yapılır,
politik mücadelenin iki ana biçimi vardır. Biri
silahlı, diğeri barışçıl yöntemler. İkisi karşı
karşıya gelmez, getirilemez. Kürt halkı için bunca
kazanımda da iki ana yöntemin iç içe uygulanmasının
önemi çok açıktır; zaten devrimci halk savaşı
da budur, gerilla savaşı ile devrimci halk hareketinin
bütünlüğüdür.
Biz kez daha ifade
ediyoruz: sömürgecilik kırılmadan, Kürt ulusu
egemen ulus konumuna yükselmeden, faşizm tasfiye
olmadan, Kürtler ve Türkler arasında eşit ve özgür
bir yeni ilişki inşa edilmeden silahlara veda
Kürt halkı için intihardır.
Kürt coğrafyasının
her bir parçasında, toplamda bölgesel her gelişmede
bu ana tez, yeniden ve yeniden onaylanmaktadır.
A. Öcalan ise, silahlı
savaşımı tümden ortadan kaldıracak bir yönelim
içindedir. Bu stratejik bir hatadır.
Bu Newroz mesajının
en önemli halkasıdır...
İkinci önemli halka
ise "modernizm" ve buna karşı geliştirmek
istediği "demokratik modernite"dir.
POST-MODERN KAVRAM:
"MODERNİTE"
Öcalan'a göre, bunca
kan ve gözyaşının nedeni "kapitalist modernite"dir,
bu "modernite" daha önce yaşanan uygarlık
ve içinde "İslam hukukunun" olduğu "kardeşlik
hukukunu" bozmuştur. Ancak gelinen yerde
kapitalist modernite çökmüş, eskimiştir; bunun
yerini, eski uygarlık ve hukuktan beslenen "demokratik
modernite" almalıdır; tüm ezilenler, bunu
inşa etmelidir.
"Etnik ve tek
uluslu coğrafyalar oluşturmak, bizim aslımızı
ve özümüzü inkar eden modernitenin hedeflediği
insanlık dışı bir imalattır.
Yok sayan, inkar eden,
dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan
kan Türk'üne, Kürt'üne, Laz'ına, Çerkes'ine bakmadan
insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor."
"Kapitalist moderniteye
dayalı son yüzyılın baskı, imha ve asimilasyon
politikaları; halkı bağlamayan dar bir seçkinci
iktidar elitinin, tüm tarihi ve de kardeşlik hukukunu
inkar eden çabalarını ifade etmektedir. Günümüzde
artık tarihe ve kardeşlik hukukuna ters düştüğü
iyice açığa çıkan bu zulüm cenderesinden ortaklaşa
çıkış yapmak için hepimizin, Ortadoğu'nun temel
iki stratejik gücü olarak kendi öz kültür ve uygarlıklarına
uygun şekilde demokratik modernitemizi inşa etmeye
çağırıyorum."
Öcalan, her şeyden
önce post-modern bir yerden soruna bakıyor ve
buna uygun bir dil kullanıyor. "Modernite",
"demokratik modernite", "seçkinci
iktidar eliti" gibi kavram ve tanımlamaların
özünde böylesi bir yanı vardır. Neden bu dil ve
üslup? Neden açık ve net kavramlar değil de, post-modern
dil ve kavramlar? Bizce Öcalan rolünü bilinçli
oynuyor. Bu kavramları, yukarıda ifade ettiğimiz
gibi, hem devletle ilişkiyi dikkate alarak "ezop
dili" kullanıyor, hem de "yumuşatarak"
kavramların altını boşaltıyor, yeni bir söylem
tutturuyor. Sömürgecilik, Kemalizm, faşizm, ulus
devlet, kapitalizm gibi kavramlar Öcalan'ın literatüründen
çıkıyor ve eskiyor; bunların yerini "modernite",
"seçkin iktidar eliti" gibi kavramlar
alıyor.
Kavramların hiç masum
olmadığını biliyoruz!
Peki, bu "kapitalist
modernite" yani kapitalizm ve onun oluşturduğu
"ulus devlet" dahil bir çok şey, eski
uygarlıklardan, örneğin Kürtlerle Türklerin hukukunun
oluştuğu Osmanlı İmparatorluğundan daha mı geridir?
Öcalan, "kapitalist modernite"yi eleştirip
her şeyin nedeni olarak gösterirken, "eski
uygarlık", "İslam hukuku", "Misak-ı
Milli" gibi kavramlara dönerken, "dün
iyi" ama "bugün kötü" derken, bugünün
inşası için, "demokratik moderniteyi"
inşa için eskiye dönerken, burayı referans alırken
büyük bir yanılgı yaşıyor.
Kapitalizm, tarihsel
olarak feodalizmden ileridir; Kemalizm ve ulus
devletin inşası, Osmanlı hanedanlığından ileridir.
Bu bir realitedir ve siz tarihi geriye döndüremezsiniz.
Feodal toplumun sadece ekonomik yapısı için değil,
oluşturduğu değerler sistemi açısından da, kapitalizm
ve onun oluşturduğu değerler daha ileridir. Kapitalizm,
kapitalist sömürü üzerinden biçim alan ulus devlet,
kapitalist- emperyalist sömürgecilik, bireycilik,
pozitif felsefe vb bir realitedir; bu realite,
feodalizmden, feodal sömürü, feodal sömürgecilik,
din, tarikat gibi eski toplumun ana çizgilerinden
daha ileridir. Hiç şüphesiz, bu "ileri"
olma hali, tarihseldir, toplumların evrimi ve
oluşumu açısından ileridir. Yoksa burada anlatmak
istediğimiz kapitalizmin yaratmış olduğu sonuçlar,
yapmış olduğu yıkım vb açısından ifade etmiyoruz.
Çünkü biz biliyoruz, her ilerleme, bir kısım insanların,
sınıfların yıkımıyla olur. Ama siz tarihsel evrimi
durduramazsınız, "eski uygarlıkların"
kapitalist uygarlıktan ileri ve demokratik olduğunu
savunamazsınız. Öcalan bunu yapıyor, eskinin bugünden
daha demokratik olduğunu savunuyor, oradan yalan
yanlış bir şeyler alıyor, kendi projesi olan,
içeriği de bir hayli tartışmalı olan "demokratik
modernite"ye dayanak yapıyor.
Hiç şüphesiz, kapitalizm
ve onun üzerinden biçim alan egemenlik biçimleri,
örneğin "ulus devlet" ve "sömürgecilik",
bazı ulus ya da halkları yok sayıyor, eziyor,
onları baskı altına alıyor. Bu tarihsel süreç,
sadece işçi sınıfı ve emekçileri sömürme ve baskı
altına alma değil, aynı zamanda başka ulus ve
halkları yok sayma, onların üzerinde egemenlik
kurma sürecidir. Türk ulus devleti, Kemalizm,
burjuva uluslaşma sürecidir; bu Osmanlı Hanedanlığından,
cemaat toplum biçiminden ileridir. Ancak, bu aynı
zamanda, işçi sınıfı ve emekçiler için açık sömürü,
bu coğrafyada, Ermeni, Rum, Yahudi gibi toplumlar
için mübadele, soykırım, onların sermayesini zorla
talan etmedir, Kürtler için "azınlık"
bile olmamadır, inkar ve imhadır. Sosyalistler
kapitalizme ve tüm sonuçlarına cepheden savaş
açarlar. Ama bunu yaparken, daha eski toplum biçimlerini,
örneğin feodalizm ve Osmanlı sömürgeciliğini kutsamazlar,
bugünü inşa ederken bunları referans almazlar.
POST-MODERN ÇÖZÜM:
"DEMOKRATİK MODERNİTE"
Peki, Öcalan "kapitalist
moderniteye" karşı ne öneriyor? Önerisinde
sosyalizm (ki sosyalizm de modernitenin bir parçasıdır;
moderniteyi çağdaş toplumlar olarak ele alırsak,
kapitalist ve sosyalist toplum ve devlet bunun
iki biçimidir) yok. Ne var: "demokratik modernite"
"Demokratik moderniteyi
inşaaya çağırıyorum"
"Tüm ezilen halkları,
sınıf ve kültür temsilcilerini; en eski sömürge
ve ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri,
tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini,
işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dıştalanan
herkesi çıkışın yeni seçeneği olan demokratik
modernite sisteminde yer tutmaya, zihniyet ve
formunu kazanmaya çağırıyorum."
"Ortadoğu ve
Orta Asya kendi öz tarihine uygun, bir çağdaş
modernite ve demokratik düzen aramaktadır. Herkesin
özgürce ve kardeşçe bir arada yaşayacağı yeni
bir model arayışı, ekmek ve su kadar nesnel bir
ihtiyaç haline gelmiştir. Bu modele yine Anadolu
ve Mezopotamya coğrafyasının, ondaki kültür ve
zamanın öncülük etmesi, onu inşa etmesi kaçınılmazdır."
"Demokratik modernite"
nedir, nasıl bir toplum biçimidir? Bu kapitalizmden
farklı mı, sosyalizm mi? Hiç biri değil. Her şeyin,
tüm kötülüklerin anasının "kapitalist modernite"
olduğunu söyleyen Öcalan, kapitalizm dışında bir
şey önermiyor. Öcalan'ın "demokratik modernite"
dediği, kapitalizmin demokratikleşmesidir. Kapitalizm
içinden, aşılmış olan "ulus devlet"
gibi urlar çıkacak, kapitalizm koşullarında, daha
barışçıl, eşit ve özgür, yani "demokratik
kapitalist" bir toplum inşa edilecek. Bu
bir ütopyadır ve bir gram bilimsel değeri yoktur.
Kapitalizmin kendisi sömürüye dayalı, eşitsizliği,
baskıyı, egemenliği her gün üreten bir sistemdir.
Kapitalizm, üretim araçları üzerinden kapitalist
mülkiyete dayanır, işçi sınıfı ve tüm ezilenleri
sömürür, onlar üzerinden egemenlik kurar, eşit
ve özgür olmayan ilişkileri yayar. Kapitalist
devletlerin tüm biçimi, ister burjuva demokrasisi
olsun (ki burjuva demokrasisi, emperyalist çağda
artık geride kalmıştır, günümüz 4. bunalım döneminde
bir hayaldir) ister faşizm olsun, tümü sömürü
ve eşitsizliği derinleştirir, egemenliği her alana
yayar, işçi ve tüm ezilenler üzerinde baskı ve
şiddeti kurar. Sömürgecilik, yarı sömürgecilik,
3. ve 4. bunalım döneminde ise yeni sömürgecilik
kapitalizmin birer ürünüdür. Kapitalizme karşı
çıkmadan onun sömürü ve tüm egemenlik biçimlerini
kırıp atmadan, sömürü, eşitsizlik, özgürlüğün
inkarı ortadan kalkmaz, halklar arasında eşit
ve özgür ilişkiler inşa etmek hayal olmaktan öteye
geçmez.
Bu anlamda "demokratik
modernite" çok kaba ve basit bir ütopyadır.
Peki, kimler bu "demokratik
moderniteyi" inşa edecek? İşçi sınıfı, kadınlar,
tarikatlar, ezilen mezhepler, ezilen halklar,
tüm ezilenler.
Çağrı tüm ezilenlere,
ama içinden öyleleri var ki, bırakalım "demokratik
modernite"yi "kapitalist modernite"den
daha geri konumdadırlar. Gerici, dinci tarikatlar
nasıl "demokratik modernite"yi inşa
edecekler?
Bu bir yana, bu çağrı
bilimsel de değildir. İşçi sınıfı kendi toplum
düzeni için savaşır; bu sosyalizmdir. Sadece işçi
sınıfı değil, tüm ezilenler demokratik bir toplum
için, bize göre sosyalizm için, bu ülkede rol
oynayacaklardır. İşçi sınıfı önderliğinde (ki
işçi sınıfının önderliğinin bilimsel gerekçeleri
vardır, bilimsel gerekçelere dayanır) tüm ezilenler,
Kürtler, Aleviler, farklı inanç ve kültür sahipleri,
sadece işçi sınıfı değil, kent ve kır yoksulları,
esnaf, zanaatkar, aydın, küçük işletme sahipleri,
küçük ve orta boy tarım işletme sahipleri, halk
devriminde rol oynarlar ve devrimin ertesi günü
sosyalizmin inşası başlar. Ancak bunun için önce
mevcut düzen, yeni sömürge düzen, alt yapıdan
üst yapıya kadar parçalanır, yıkılır, dağıtılır,
yeni toplum bunun üzerinden inşa olur. Ama Öcalan'da
ne eski ve kapitalist düzeni yıkma vardır, ne
de yeni ve bilimsel toplum olan sosyalizmi kurma
vardır. O, içinde gerici güçlerinde olduğu kesimlerle,
kapitalist sömürünün devam ettiği, ama daha "demokratik"
bir sömürü ve egemenlik biçimin olduğu "demokratik
modernite" yi inşa etmek istiyor.
Bu "demokratik
modernite" de devlet olacak mı? Öcalan'ın,
Kürtler için devleti, sosyalist ya da kapitalist
bir Kürt devletini reddettiği, "devletsiz"
bir sistem, en azından Kürtler için "devletsiz
bir sistem" savunduğu bilinmektedir. Ayrıca
biliniyor, en son BDP heyetiyle yapmış olduğu
görüşme notlarında "demokratik cumhuriyeti
savunuyorum" diyor ve "demokratik özerkliği"
bir kenara atıyor. Bu durumda, bu "demokratik
modernite" de Kürtlerin statüsü ne olacak?
Bu sorunun yanıtı yok; daha doğrusu, Kürt ulusu
için "bağımsız devlet, federasyon, özerklik"
dışında, statüsüz bir burjuva demokrasisi içinde,
bireysel hakla sınırlı bir demokrasi öneriyor.
"Demokratik modernite"de Kürtler, bireysel
haklarla sınırlı, statüsüz bir yerde duruyor.
Bu haliyle, bırakalım burjuva demokrasisini, Güney
ve Rojava'daki kazanımların da gerisinde "demokratik
modernite" ile Kürtler yetinecek.
Öcalan, gelecek toplum
tasarımını bugünden, bilimsel verilerden değil,
düne takılarak, tarihin içinde sorunlu olan "hukuklara"
takılarak inşa etmeye çalışıyor.
Bunun için tarihe,
eskiye, "İslam hukuku" na, "Misak-ı
Milliye" gidiyor...
İSLAM HUKUKU MU
YENİ VE DEMOKRATİK BİR HUKUK MU?
Öcalan'ın İslamcı
olmadığı, hatta din ve İslam'ın devrimci eleştirisini
yaptığı (bu konuda, Öcalan'ın devrimci dönemine
ait bir kitabı vardır) bilinmektedir. Ancak siyasal
pragmatizm, başka konularda olduğu gibi, bu konuda
da Öcalan'ı neo-Osmanlıcılıkla, bu temelde İslam'la
yollarını buluşturuyor.
"Bugün kadim
Anadolu'yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli
ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki
ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna
dayanmaktadır."
"Gerçek anlamda,
bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, ret, zorla
asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır."
Hiç şüphesiz bu alıntıda,
Öcalan'ın İslamcı olduğu sonucu çıkmaz. Hatta
alıntının birinci bölümünde tarihsel bir eğilim
ve sonuçtan da bahsedilebilinir. Kürtler ile Türklerin
İslam'la tanışması, din üzerinden ortak değer
ve ortak bir hukukun oluşmasına hizmet ettiği
bir gerçektir. Ama bu hukuk, "İslam hukuku"
sorunludur.
Her şeyden önce, bu
hukuk, İslam'ın iktidarlaşmasıyla egemen ve feodal
bir hukuktur. Ayrıca bu hukuk içinde, Kürtler
ile Türklerin İslam dini ekseninde ortak değerler
oluşsa da, Öcalan'ın ifade ettiği gibi, "bu
kardeşlik hukukunda fetih, inkar, ret, zorla asimilasyon
ve imha yoktur, olmamalıdır." sözleri gerçeği
yansıtmaz. Tam tersine bu İslam hukuku, egemen
ve iktidarlaşmış İslam hukukunda fetih, inkar,
ret, asimilasyon ve imha vardır. Bin yıllık bu
hukukta, İslam adına Anadolu da başka halkları,
daha özel ifade edersek, gayrimüslim halkları
imha, asimilasyon, fetih, inkar vardır. Selçuklulardan
Osmanlıya kurulan bu imparatorluklar, İslam adına
sadece gayrimüslimlere değil, aynı zamanda yoksul
Aleviler başta olmak üzere, diğer inanç sahiplerine
zülüm makinesidir. Çünkü burada İslam, Sünni İslam'dır,
oluşan hukukta, egemen olan hukukta budur.
Ayrıca, bu tarihsel
süreç içinde, Kürtler ve Kürt coğrafyası ne özgürdür,
ne de diğer halklarla eşittir. Tam tersine örneğin
Osmanlılar feodal sömürgeciliği temsil eder, Kürt
beylerine adı konmamış "özerklik" de
16. ile 19. yüzyılda, tam da feodal sömürgeciliğin
bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı Kürt
coğrafyasını işgal eder, buradaki Kürt beylerini
kendine bağlar, bunun için Sünni İslam'ın hukukunu
kullanır. Nitekim Safevi devletine karşı, bir
yandan Kürt ve Alevi beyler imha edilirken, arka
cepheyi sağlama almak için bazı Suni Kürt beyleriyle
anlaşır. İdris-i Bitlisi örneği budur; Yavuz'un
Alevi katliamları budur. Burada oluşan hukuk,
daha sonra Kanuni tarafından ünlü "Hükm-ü
Şeref" adlı emirnamede anlamını bulmuştur.
Bu emirname, Kürler ile Türkler arasında oluşan
hukukun ilk belgesidir; bu belgede, adı konmadan
bir tür "özerklik" vardır, burada Kürt
beyleri para basma, mülkiyetini başkalarına verme
gibi haklara sahiptir. Ama bilinmelidir; bunun
kendisi, Osmanlının feodal sömürgeciliğidir. Kürtlerle
Türkler arasında oluşan bu hukuk, belki bir yanıyla
bir realiteyi ifade eder, ama realitenin kendisi
sorunludur, halklar için eşitlik ve özgürlüğü
ifade etmez.
Bir sömürgeciliği
reddederek, daha eski, arkaik sömürgeciliği savunmak
eğer kötü bir pragmatizm değilse, körlüktür.
Biz bu hukuku değil,
tüm halkların eşitliği ve özgürlüğünü savunuruz.
Bir devrim programı ile geleceği kurgularken,
halklar arasında tüm ortak değerlere, demokratik
adımlara değer veririz, ama tüm bunları yeni bir
toplum için, yeni ve sosyalist toplumun değerleriyle
inşa ederiz. Sadece Kürtler ve Türkler arasında
değil, tüm halklar arasında her türlü baskı ve
egemenlik biçimine karşı çıkarız; tüm halkların
eşit ve özgür olduğu bir toplumu birlikte inşa
etmek için çalışırız.
Hiç şüphesiz Öcalan
"İslam hukuku" na dönerken, birçok insan
ve kesimin yanıldığı gibi, "İslamcı"
olduğu için değil, bunu politik prgratizm açısından
yapıyor, neo-Osmanlıcılık politikalarına kapı
aralıyor.
MİSAK-I MİLLİ NEDİR?
Bunun bir başka örneği
de "Misak-ı Milli" sorunudur.
Önce Öcalan'dan aktaralım:
"Kararlaşmaya
çağırıyorum
Tıpkı yakın tarihte
Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin
öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı'nın
daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini
yaşıyoruz."
"Misak-i Milli'ye
aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak
Arap Cumhuriyeti'nde ağır sorunlar ve çatışmalar
içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri,
Asurileri ve Arapları birleşik bir "Milli
Dayanışma ve Barış Konferansı" temelinde
kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve
kararlaşmaya çağırıyorum."
Birinci olarak, "Misak-ı
Milli" yani "milli yemin" ya da
"ulusal ant" bir hayli tartışmalı bir
konudur. Bazı zaman ya genellemeden ya da bilgi
eksikliğinden, "Misak-ı Milli" denilince,
Lozan sonrası oluşan, daha sonra Hatay'ın ilhak
edilmesiyle ortaya çıkan bugünkü sınırlar sanılmaktadır.
Bu yanılgıdır ve eksik tarih bilgisine dayalıdır.
"Misak-ı Milli", son Osmanlı meclisinin
(Osmanlı Mebusan Meclisi), Erzurum (23 Temmuz
1919) ve Sivas (4 Eylül 1919) Kongre kararlarına
dayanarak 28 Ocak 1920 tarihinde oybirliği ile
almış olduğu ve altı maddeden oluşan bir karardır.
Osmanlı İmparatorluğu çözülür, Balkanlarda, ardından
Arap coğrafyasında toprak kaybeder. Mondros Mütakeresi
ile özellikle Ermenilerin yeni toprak talepleri
vardır. Bu temelde, "Osmanlılık" ve
"İslam" adına, "camia-i Osmaniye
ve İslamiyet'ten ayrılmamak" adına, Ermenilerin
taleplerini ötelemek, Kürtleri kendine bağlamak
için, "vilayeti Şarkiye'de Türk Kürtsüz,
Kürt Türksüz yaşayamaz" denilerek, Osmanlı
sınırlarının belirlenmesini ifade eder. "Misak-ı
Milli" sınırları Trakya ile Kars, Ardahan,
Batum'un halk oylamasıyla "Osmanlı"
ve "İslam"a bağlanmasını, Hatay'ı içine
alan, Halep'e kadar uzanan, bununla birlikte Osmanlı'da
"Musul Vilayeti" olarak bilinen ve Musul,
Kerkük, Süleymaniye'yi içine alan bir bölgeyi
içermektedir.
Öcalan burada 1920'de
alınan bu karara, "Misak-ı Milli"ye
işaret ediyor.
Her şeyden önce "Misak-ı
Milli" sınırları feodal Osmanlı İmparatorluğunun
saltanatını ve hilafeti korumak için çizilmiş
ve o tarihte benimsenmiştir. Bu "Misak-ı
Milli" bir anlamda feodal sömürgeciliğin,
en azından Kürtler için feodal sömürgeciliğin
bir sonucudur. Buradaki Kürt ve Türk'ün birbirine
bağlanması, Yavuz döneminde, İdris-i Bitlisiyle
oluşan hukukun, Suni-İslam üzerinden oluşan hukukun
bir sonucudur. O tarihlerde, 1920'lerde sonradan
da açığa çıktığı üzere, aynı zamanda Kemalizm'in
manifestosu olan bu kararın, Türk ulus devletin
inşasında bir anlamı vardır. Ama 21. yüzyılda
hem Türk, hem de Kürt uluslaşma süreciyle birlikte
düşünürsek, bugün için bir anlamı yoktur, dahası
bu proje Türk burjuvazisinin, tarihsel kökü olan
emperyal hayalinin bir parçasıdır.
Ayrıca biliniyor bugünkü
sınırlar önemli ölçüde 1. Paylaşım Savaşı sonrası
çizildi. Bu sınırlar özellikle Kürtler için meşru
değil; Kürtlerin iradesine rağmen İngiliz, Türk,
Arap egemen sınıfları tarafından çizildi. Bu sınırların
kendisi, sömürgeciliğin belgesidir; Kürtlerin
parçalanması ve paylaşılmasıdır. Yani "Misak-ı
Milli" Kürtler için parçalanma ve paylaşımdır.
Halbuki Kürt ulusunun birleşik bir ülkede yaşaması
en doğal hakkıdır. Bu hakkın kendisi, "Misak-ı
Milli" ile tümden tezattır, onun tam karşısındadır.
Kürtler için meşru olmayan, 1920 yılına atıf yaparak,
bugün Güney Kürdistan sınırları içinde olan Musul,
Kerkük, Süleymaniye'nin "Misak-ı Milli"
adına Türkiye'ye bağlanmasını savunmak gericiliktir,
Türk burjuvazisinin emperyal hayalinin yanında
yer almaktır. Ortadoğu halkları ve Kürtler için
meşru olan, Kürt ulusunun parçalanması değil,
birleşik ve bağımsız biçimde kendi ülkesinde yaşamasıdır.
Kürt ulusu özgürce yaşamalıdır; komşu halklarla
eşit ve özgür bir ilişki kurmalıdır. Bunun dışında
hiç bir şey, hatta "ara çözüm" meşru
değildir ve bu tip arayışlar Kürt halkının stratejik
ve taktik çıkarına aykırıdır.
Geriye, 1920'lere
dönmek, "Misak-ı Milli"ye atıfta bulunmak,
o tarihsel koşullarda da eşit ve özgür olmayan
Kürt ulusunu, "İslam hukuku" ile, İdris-i
Bitlisi ile oluşan hukuku ile bugüne bağlamak,
sömürgeciliğin yumuşatılarak meşrulaştırılmasıdır.
Dün devleti, ulusal
devleti Kürt Ulusu için reddeden, mevcut sınırları
"konfederalizm"le savunan Öcalan, bugün
"Misak-ı Milli" ile, Kürt coğrafyasının
bir kısmının, Musul merkezli Güney Kürdistan'ın
Türkiye'ye bağlanmasını savunuyor. Burada temelde
bu coğrafyada yaşayan halkları bir "kararlaştırmaya"
çağırıyor.
Bu neo-Osmanlıcılıktır.
Öcalan tıpkı İmralı savunmalarında olduğu gibi,
bir kez daha oligarşinin emperyal duygularına
hitap ediyor.
İkinci olarak, "milli
kurtuluş savaşı" Türkler ve Kürtlerin "öncülüğünde"
gerçekleşmedi. Öcalan sadece tarihi çarpıtmıyor,
sömürgeci oligarşi eksenli yeni bir "çözüm"
için egemen ve resmi ideolojin cephaneliğinden
eskimiş tezleri alıyor. Bu resmi tezlerin çürümesinde
en ciddi katkıyı yurtsever hareket vermiştir;
Öcalan, dün savunduklarını bir yana atıyor, çürüyen
resmi tezleri yeniden diriltmeye çalışıyor.
Her şeyden önce "milli
kurtuluş savaşı" bir hayli tartışmalı. Kemalizm,
Türk burjuva sınıfın öncülüğünde, işgale karşı,
sınırlı bir anti- emperyalizmi içeren politik
bir tutumdur. Bir yandan, açık işgale tavır vardır,
ama öte yandan emperyalizmle uzlaşma arayışı vardır.
Bu anlamda, Kemalizm'in anti-emperyalistliği sınırlıdır,
o daha çok anti-Yunan eksenli bir politik tutumdur.
Ama Kemalizm'in bir başka yanı ve ağır basan yanı
daha vardır ve Kemalizm'e de asıl karakterini
veren budur; Kemalizm, başta Kürt ulusu olmak
üzere, işçi sınıfı ve tüm ezilenlere karşı gericidir,
ırkçıdır, şovenisttir.
Bununla birlikte,
bu politik tavırda, açık işgale karşı tutumda
sadece Türkler değil, Kürtler de vardır; ama Kürtlerin,
Kürt burjuva (ki 1920'lerde böyle bir sınıf pek
yoktur, Kürt egemen sınıfı daha çok feodal beylerdir)
ya da Kürt feodal beylerinin bu savaşa "öncülük"
ettiği yalandır. Kemalizm, Kürtlerin desteğini
almıştır, Erzurum, Sivas Kongresi, Amasya Protokolü
bu yöndedir ve bu temelde Kürtlere "özerklik"
sözleri de vermiştir. Ama "milli kurtuluş
savaşına" Kürtler değil, Kemalizm, yani Türk
burjuva sınıf önderlik yapmıştır. Bunun üzerinden
inşa olan "ulus devlet" de "Kürt
ve Türklerin ortak devleti" yada "çok
uluslu" değil, Türk ulus devlettir. Kürtlerin
1925-40 isyanları da, feodal beylerin önderliğinde,
ulusal çıkarlarını savunmasıdır, 1920'lerde verilen
sözlerin yerine gelmemesiyle, Osmanlı döneminde
oluşan hukukun tümden inkar edilmesiyle ortaya
çıkmıştır. Yani, kurulan Türk ulus devlette Kürtlerin
ulusal kimliği ve hakları yoktur ve "milli
kurtuluş savaşının" "Türk ve Kürtlerin
öncülüğünde" yapıldığı tezi yalandır, kandırmacadır.
Bu yalana bugüne kadar
Kemalizm ve onun etkisindeki ulusal sol kesimler
başvurdu; İmralı savunmalarından bu yana Öcalan
bu yalanı tekrar ediyor.
Öcalan diyor ki:
"Ayrıştırmak
isteyenlere karşı birleşeceğiz
Bu toprakların tarihselliğinde
önemli bir yer tutan "BİZ" kavramının
genişliği ve kapsayıcılığı dar, seçkinci iktidar
elitleri eliyle "TEK"e indirgenmiştir.
"BİZ" kavramına eski ruhunu ve pratiğini
vermenin zamanıdır."
Yumuşatma ve ezop
dili bir yana, "İslam hukuku", "Misak-ı
Milli", "Milli Kurtuluş Savaşı",
hatta "Çanakkale" gibi göndermeler,
"bu toprakların tarihselliğinde önemli yer
tutan" bağlardır, ama tüm bunlar sorunludur.
Öcalan'a göre, bu tarihsellik içinde oluşan hukukta
"biz" vardı, yani eskiden, "kapitalist
modernite" öncesi Kürtler ve Türkler eşitti.
Ama bu eşitlik bozuldu, birileri geldi, "kapitalist
modernite" geldi, birileri kışkırttı, örneğin
emperyalistler kışkırttı ve "seçkinci iktidar
eliti" (Kemalizm kavramı burada yeniden unutuluyor,
öteleniyor, kavram adıyla değil, post-modern bir
dille tanımlanıyor) "bizi" "tek"e
indirdi.
Bu sonuç tümden yanlıştır,
ifade ettiğimiz gibi, sadece tarihi çarpıtmak
değil, eski feodal sömürgeciliğe olmayan bir rol
vermek, oradan "demokratik moderniteyi"
inşa için güçlü zemin bulmak arayışıdır.
Öcalan resmi tarihe,
resmi ideolojiye, neo-Osmanlıcılık üzerinden bağlanıyor.
Bunu yaparken de resmi ideolojinin "dış düşman"
tezini kullanıyor, "ayrıştırmak isteyenlere
karşı birleşeceğiz" diyor.
Bununla sınırlı değil...
"Son doksan yılın
tüm hata, eksiklik ve yanlışlıklarına rağmen..."
diyor, "helalleşmeye" ve "kucaklaşmaya"
çağırıyor.
"Son doksan yıl"
TC'nin tüm tarihidir; Kemalizm'dir(1923-45 dönemi),
faşizmdir( 1945 sonrası) bu tarih. Bu tarihte
Kürtler yoktur, inkar edilmiştir, başında sömürge
sopası hiç ama hiç eksik olmamıştır. Bu tarih,
Kürtler ve diğer ulusal topluluklar için, Aleviler
ve diğer ezilen kesimler için, işçi sınıfı ve
emekçiler için "hata, eksik, yanlış"
dan öte bir şeydir; koyu baskıdır, inkardır, imhadır.
Bunların sorumlusu Türk halkı, Türkiye halkı da
değildir; oligarşik devlettir. Türkiye halkı ile
Kürt halkı kucaklaşmalıdır, sömürgeciler bu kucaklaşmayı
dinamitlemişlerdir.. Tüm tarihin acılarının hesabı
da, Kürt ulusu için, ancak Kürt ulusunun demokratik
haklarının tanınmasıyla sorulur. "Helalleşme"
tüm demokratik ve ulusal hakların tanınmasıyla
anlam bulur.
SONUÇ YERİNE
A. Öcalan'ın Newroz
mesajı ve onun arkasındaki ana tezler "yeni"
bir şey ifade etmiyor; Öcalan son 15 yılda savunduklarını
bir kez daha özetle ifade ediyor. Bunu yaparken,
post-modern dil ve kavrama başvuruyor, kavramların
içini boşaltıyor. Öcalan, bu strateji ile en geri
yerden siyaseti kuruyor; bu Kürt halkı ve yurtsever
hareket için olumsuzluğu ifade ediyor.
Ancak, bu mesajla
Kürt ulusunun özgürlük sorununun yeni bir mecraya
girdiği açıktır. Kürt sorunu yeni oyun, yeni açmaz,
yeni hamlelere açıktır. Türkiye ve Mezopotamya
devrimcileri son derece uyanık ve dikkatli olmak
zorundadır.
Bu yeni süreç, "çözüm"
olarak sunuluyor; ancak ortada bir çözüm yoktur.
Asıl ve tek hedefin silahsızlanma olduğu biliniyor.
AKP ve oligarşi için çözüm; "tek ülke-tek
devlet-tek bayrak-tek ulus" ve "terörün
son bulması"dır. Bu mevcut durumun sömürgeciliğin,
sömürge tipi faşizmin devamıdır. Kürt ulusu için
ise çözüm, tüm ulusal ve demokratik haklarının
tanınmasıdır. Bu iki duruş ve konum büyük gerilimlerin
kaynağıdır. Dün olduğu gibi, bugünde bu süreci
asıl olarak mücadele belirleyecektir.
Devrimci sosyalizm
ve devrimci hareket, bu süreci "dıştan izleyen"
olmamalı, sürecin politik öznesi olmalıdır. Bu
açıdan, devrimci sosyalizm, kendi cephesinden
kendi doğrularını her adımda ifade edecek, AKP
ve oligarşiye karşı kavgasını yükseltecek, Kürt
halkıyla kardeşleşme eylemini sürdürecektir.
Halkların kardeşliği
ve mücadelesi için, kendi doğru yolumuzda ilerleyeceğiz;
daha çok eleştiri, daha çok mücadele!
NİSAN 2013
|