GİRİŞ:
KAVRAM VE YÖNTEM
Son altı ayda, Kürt
ulusunun özgürlük sorununda, İmralı görüşmeleri
gündemin baş sırasında yerini aldı. Bu temelde
bir dizi tartışma, spekülasyon yapıldı, ayrışma
ve kavga yaşandı. Ancak, tüm bu tartışma ve ayrışmalarda
yer yer magazine kayma örnekleri olsa da, burjuva
partilerin birbirini kıyasıya yıpratma pratikleri
öne çıksa da, şimdilik "kontrollü" bir
sürecin yaşandığı söylenebilir. Ama bu yanıltıcı
olabilir. Çünkü Kürt ulusunun özgürlük sorunu,
bu ülkede tarihsel ve güncel bir sorun olmakla
kalmayıp, üzerinde en çok istismar ve çatışmaların
yaşandığı sorun konumundadır da.
Bu görüşmelerde devlet
adına MİT görev alıyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu
görüşmeler, daha önceki bir dizi dolaylı ve doğrudan
görüşmelerin devamı, yeni biçim alması olarak
ortaya çıkıyor. Böylece, bir dönemin tartışma
ve politik tutumun ana başlığı olan "hükümet
teröristle görüşmez" tezi tümden iflas etmiş
durumdadır. Oslo görüşmelerinde T. Erdoğan'ın
dilinde "teröristle görüşme olmaz, terörle
mücadele için devletin istihbarat görevlileri
görüşebilir" söylemi de artık geride kaldı.
Kısmen daha açık ve biraz da ne olduğu çok bilinmeyen
"kamuoyunun" daha hazır olduğu bu süreçte
görüşmeler devam ediyor. Bu açıdan yeni durum
ve yeni görüşme biçimi, önceki dolaylı ve doğrudan
görüşmelerin, el altından yapılan görüşmelerin
yeni bir boyut kazandığı düzeyi ifade ediyor.
AKP, "risk aldık,
baldıran zehri içeriz" dedi; CHP, önce "kredi
açıyoruz" dedi, sonra ne dediğini kendisi
de bilmeyen biçimde sürecin karşısında yerini
aldı, "krediyi çektiğini" açıkladı;
MHP ise klasik tutumunu ısrarla devam ettirdi,
ettiriyor. Bu süreç, bu satırların yazıldığı günlerde
hızından bir şey kaybetmeden ve her gün yeni tartışma
ve polemiklere de açık devam ediyor.
Tüm bu tartışma ve
polemikler yer yer çığırını aşsa da doğal; çünkü,
Kürt ulusunun özgürlük sorunu, sık sık ifade ettiğimiz
gibi, hem tarihsel hem de güncel ve yakıcı bir
sorundur. Üstelik bu sorun, hiçbir zaman tek bir
devletin sorunu olmamıştır. Ortadoğu'nun en karmaşık
sorunudur. Bundan dolayı, emperyalistler dahil
birçok güç bu sorunun içindedir, çeşitli istismar
ve spekülasyonlara açıktır.
Bu tartışma içinde,
başlayan sürecin ismi de kondu: İmralı süreci...
MİT'in devlet adına
(T. Erdoğan'ın, "biz görüşmeyiz, devletin
ilgili birimi görüşür, görüştüğümüzü söyleyen
ispat ettin, etmezse şerefsizdir" türünden
söylemleri de dün de bugün de koca bir yalandır.
MİT, devlet adına görüşüyor, "devlet adına"
olan "hükümeti" de içine alıyor. İmralı'ya
kim gidecek, A. Öcalan'a televizyon verilecek
mi gibi her konuda görüş ifade eden T. Erdoğan,
artık bu görüşmeleri gizlemekten de uzaklaşmış
görünüyor) PKK lideri A. Öcalan ile yaptığı bu
görüşmeler İmralı Cezaevinde yapılıyor. Sürecin
adı da bundan dolayı, kamuoyunun hemen benimsediği
gibi, "İmralı süreci" oluyor. Süreci
böyle tanımlamakta bir sakınca yoktur.
Ancak burada şu notu
düşmekte yarar vardır. Bu notu en çok da BARİKAT
okurları için düşüyoruz. "Kürt ulusunun özgürlük
sorunu" ile "İmralı süreci" tanımlamaları
yan yana ilk kez gelmiyor. A. Öcalan'ın Kenya'da,
ABD emperyalizmi, yani CIA tarafından tutsak edilip,
oligarşiye, o dönem iş başında olan Ecevit iktidarına
teslim etmesinden bu yana, yani 15 Şubat komplosundan
bu yana sık sık bu tip tanımlamalar yapılmaktadır.
Başka sol ve devrimci çevrelerin bu konuda yapmış
olduğu tanımlamalar bir yana, devrimci sosyalizm,
Kürt ulusunun özgürlük sorununda İmralı sürecini,
yani A. Öcalan'ın İmralı'da tutsak tutulması ile
başlayan süreci bir dönüm noktası olarak tanımladığı
bilinmektedir. Siyasal tarihe "İmralı savunmaları"
(Bu İmralı savunmasını yurtsever çevreler tarafından
abartılı ve siyasal anlamda hiç de hak etmediği
halde "yüzyılın savunması" olarak tanımlandığı
bilinmektedir. PKK dahil devrimci parti ya da
örgütün savunmalarının yanında, "İmralı savunmaları"
hem politik tutum (yani soruşturma aşamasında
savcılar karşısında, mahkeme aşamasında mahkeme
heyeti karşındaki tutum) hem de içerik olarak
son derece geridir. Hiç şüphesiz bu savunmada
Öcalan'ın ileri sürdüğü ve "demokratik cumhuriyet"
olarak kavramlaştırdığı görüşler, bir dönüm noktasıdır,
devrimcilikten burjuva demokratlığa geçiştir.
Bu "savunmalar" aynı zamanda yurtsever
hareket ile sol ve devrimci hareket arasında var
olan zayıf ilişkilerinde koptuğu, yeni bir ilişki
biçiminin geliştiği bir süreci de ifade eder.
Daha önce devrimci bir konumda olan yurtsever
hareket, devrimci sosyalist hareket ve diğer devrimci
kesimlerle daha yoğun ilişki kurarken, İmralı
sonrası bu ilişki bozulmuş ve daha çok reformistlerle
ilişki kurma dönemi başlamıştır. Devrimci sosyalizmin,
"İmralı savunmaları"na yönelik eleştirisi
hem o günlerde BARİKAT dergisinde yapıldı, hem
de "İmralı Sürecinde Kürt Sorunu" adını
verdiğimiz kapsamlı çalışmamızda ele alındı) olarak
geçen, devrimcilikten düzen içine evirilmeyi ifade
eden görüşler, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi
için bir kırılma, yurtsever hareket için ise,
Marksizm ve Leninizm'den, devrimci bir çizgiden
uzaklaşıp reformist-liberal tezlerle kendine yeni
bir yol çizmedir. Hiç şüphesiz bunun ilk adımları
1993 ve sonrasında uç verdi; ama A. Öcalan somutunda
başlı başına bir çizgiye dönüşmesi İmralı savunmalarıyla
ortaya çıktı. Marksizm-Leninizm ve Ulusların Kendi
Kaderini Tayin Hakkını reddeden, Kemalizm'e övgü
düzen, haklı olan Kürt isyanlarının (Şeyh Sait,
Dersim ve diğerlerini, yani 1925-40 sürecini)
Kemalizm tarafından bastırılmasını meşru gören,
ABD ve İngiltere'yi "demokrasi beşiği"
olarak öven, oligarşiye emperyal hayaller sunan
yeni çizgi, "bağımsız-birleşik-sosyalist
ülke" stratejik hedefini bir yana attı politik
programını, "demokratik cumhuriyet"
üzerine kurdu. İşte, bu süreç, Kürt ulusunun özgürlük
savaşında yeni bir süreçti ve bu süreç, "İmralı
süreci" olarak tanımlandı. Son 14 yılda bu
süreç çeşitli biçimler aldı. Bugün, bu anlamda
ve Kürt ulusunun özgürlük sorununun geldiği yer
açısından, bu süreç, İmralı görüşmeleri ve yeni
adımları içeren bu süreç, "İmralı süreci"
olarak tanımlanabilir.
Bu süreç, belki yer
yer abartılı tanımlamalar yapılsa da, Kürt halkı
ve Türk halkı tarafından kabul gördü. Kürt halkı
için, "barış ve çözüm" kavramları önemlidir;
buna hizmet eden her süreç de büyük bir onay görür.
Milliyetçi, ırkçı, şovenist zehirle kirletilen
Türk halkı ise, görüldü ki, sömürge savaşından
yıpranmış ve kardeşlikten yana tutumunu göstermiştir.
Hiç şüphesiz mevcut durum "çok şey"
değil ama bu eğilimlerin açığa çıkması ve gelişmesi
için olumlu olduğu söylenebilir.
Bugün dönüp bu son
altı aya bakarsak, aşağıda ele alacağız, Kürt
halkının özgürlük mücadelesi ve açlık grevi eylemleri
önemli bir yerde durmaktadır. Bunun üzerinden
yaşanan İmralı görüşmeleri, yer yer "kamuoyuna
açık" gibi tanımlamalar yapılsa da, özünde
yaşanan, son altı ayda, devletin ve AKP'nin tek
taraflı bilgi sızdırması, kamuoyu oluşturması,
"en az" ile süreci kurtarması, bunun
için "beklentileri yükseltmesi", Kürt
yurtsever hareketini sorunun çözümünü istemeyen
göstermesidir. Nereden elde edildiği bilinmez
bilgilerle, köşe yazarları, çeşitli gazete temsilcileri,
"Kürt sorunu" uzmanları sürekli bir
şeyler pompaladılar. Onlar her şeyi biliyor, görüyor;
ama başta yurtsever hareket olmak üzere, sol ve
devrimci çevreler hiç bir şey bilmiyor. Bu süreç,
bir BDP heyetinin, A. Türk ve A. Akat'ın A. Öcalan
ile görüşmesiyle kısmen aydınlanmaya başlandı,
ikinci heyetin (Buldan, Önder ve Tan) İmralı'ya
gitmesi, A. Öcalan'ın Kandil, BDP ve Avrupa örgütlerine
gönderdiği mektuplar, ortaya çıkan İmralı notları
ile yeni boyut kazandı ve yurtsever hareket hem
az çok bilgi sahibi oldu, hem de sorunun öznesi
ve anahtarı oldu, süreçte yerini aldı.
Bu satırların yazıldığı
günlerde, BDP, Avrupa ve Kandil'e gönderilen mektuplar
kamuoyuna yansımadı; bundan dolayı, bu eksende
sağlıklı bir değerlendirme, bugün için ham ve
erkendir. Aşağıda ele alacağımız, ikinci heyetle
A. Öcalan arasında yapılan görüşme notları ise,
şu ana kadar tek resmi belgedir. Bu notları kim
sızdırdı, bu konuda yoğun tartışmalar yaşandı
ve en son BDP kendi sorumluluğunu kabul etti.
İmralı görüşme notları, süreç hakkında az çok
fikir vermektedir, bu açıdan da incelemekte yarar
vardır.
Bu noktada şunu da
ifade etmekte yarar vardır. Böylesi yakıcı ve
ağır bir sorunda, çeşitli spekülasyon ve tartışmalar
içinde, biz, her şeyden önce doğru bir yöntem
sahibi olmalıyız. Bu açıdan "önden"
ya da "arkadan" giden değil, süreci
izlemeli, somut olgulara bağlı değerlendirmeler
yapmalıyız. Bizim için gerçeğe bağlı kalmak sadece
kendimize olan saygının bir gereği değil, aynı
zamanda devrimci politikada temel bir ilkedir.
Buradan bakmak, somut olmayan tartışmalar içinde
olmamak hem sorumluluk, hem de doğru yöntem için
zorunludur.
Aşağıda yapılacak
olan kısa değerlendirmeler bu temelde yapılacaktır.
A) İmralı Görüşmeleri
Öncesi
Kısa Bir Özet:
AKP, 2002 krizi üzerinden,
böylesi bir zemine yaslanarak iktidar oldu. Kriz,
sadece ekonomik ve sosyal boyut değil, aynı zamanda
siyasal boyut da kazanmıştı. O dönemin burjuva
partileri hiç bir soruna çözüm bulamıyor, özellikle
merkez sağ ve sol olarak tanımlanan (DSP, DYP,
ANAP, CHP) büyük bir dağınıklık yaşıyordu. Neo-liberalizmi
savunan, kendine ilk görev olarak emperyalizmle
ilişkileri yeniden kurma ve onlara güven vermeyi
önüne koyan AKP, aslında, oldukça rahat ve olumlu
bir zemin bulmuştu. PKK, ideolojik ve politik
açıdan bir kargaşa yaşıyordu, örgütsel açıdan
dağılma eğilimi içindeydi. Gerilla güçleri Kandil'e
çekilmişti, Kürt sorunu politik gündemden hızla
düşme eğilimi içindeydi. Bu ortamda AKP, nispeten
rahattı. AKP böylesi bir zemin ve ortamda 2002
seçimlerini kazandı ve iktidar oldu.
PKK, yeniden silahlı
mücadele ve gerilla savaşını başlatınca, AKP'nin
yok saydığı, unutturarak sorunun çözüldüğünü sandığı,
"düşünmezsen sorun yoktur" dediği sorun
yeniden gündemin ilk sıralarına tırmandı. PKK,
kendi içinde Amerikancı çözüm arayışı içinde olanları
(O. Öcalan ve ekibini) tasfiye etmişti, önüne
yeni bir mücadele çizgisi koymuştu. Nitekim, bir
yandan yeniden başlayan gerilla savaşı diğer yandan,
bu Amerikancı çözüm arayışı içinde olanların tasfiyesi,
PKK için, karmaşa ve dağılma eğiliminin geride
kaldığını, yeni bir dönemin başladığını işaret
ediyordu. Yeniden başlayan silahlı mücadele, yeni
gelişme dinamikleri yarattı. Böylece, son 8-9
yılda PKK, açılan bu yolda adım adım ilerledi,
önemli hamleler yaptı, gerilla gücünü korudu ve
geliştirdi, halklaştı, kitle gücünü kat be kat
arttırdı, her seçimde başarı kazandı, parlamentoda
önemli bir güç oldu. Burjuva yazarlar, "PKK
uzmanları", MİT'çi otoriteler de bu gerçeği
kabul ediyor: "PKK, artık eski PKK değil,
dal budak saldı" diyorlar.
AKP, artık Kürt ulusunun
özgürlük sorunuyla doğrudan karşı karşıyaydı.
T. Erdoğan ve AKP, bu sorunu yok saymakla bir
yere gidemezdi. Bundan dolayı, o günlerde üzerinden
bir hayli tartışılan, "yeni bir umut"
olarak büyütülen, ünlü Diyarbakır konuşmasını
(12 Ağustos 2005 yılında) yapmıştı. Bu konuşmada:
"...Kürt sorunu bu milletin bir parçasının
değil, hepimizin sorunudur... herkesten önce benim
sorunumdur.. devlet özür dilemeli.." diyordu.
İlk kez bir başbakan "Kürt sorunu" dememişti,
daha önce Demirel de demişti, Özal daha ileri
giderek "federasyon tartışılır" demişti.
Bu anlamda T. Erdoğan'ın "yeni" bir
şey söylediği düşünülemezdi, ama uzun süre hasıraltı
edilen bu sorunun açıkça ifade edilmesi, yine
de bir heyecan yarattı. T. Erdoğan, sonradan bu
sözünden pişmanlık duydu, bir gazeteciye şunu
söyleyecekti: "Ortaya çıkan tepkiden gördüm
ki, Kürt sorunu demiş olmam rahatsızlık yarattı.
Daha başka bir şey bulmalıydım. Ne bileyim; Kürt
kökenli vatandaşlarımın sosyal ve ekonomik sorunları
gibi bir şey..."
Anlaşılacağı gibi,
AKP'nin bu soruna yönelik bir çözüm projesi, ya
da politikası 2005 yıllarında yoktur....
Oligarşi içinde yeni
ve ciddi bir çatlak açılmıştı, hatta bu çatlak,
yani iktidar savaşı meşru zeminden çıkmış, bir
dizi karanlık işler, özellikle de gayrimüslimlere
karşı işlenen cinayetler gündemdeydi. AKP, bu
iktidar kavgasında, mazlumları oynadı, "demokrasi
ve özgürlük" söylemini kullandı. Ama "demokrasi
ve özgürlüğün" AKP iktidarında somut bir
karşılığı yoktu. Hatta, bu süreçte, AKP ile Genelkurmay
yurtsever hareket ile sol ve devrimci hareketin
zorla tasfiyesinde hem fikirdi. Hak gaspları devam
etti, 1 Mayıs yasakları devam etti, Kürt halkına
yönelik sömürge savaşı hızından hiç bir şey kaybetmedi.
2007 yılı bu açıdan
adeta oligarşi içi çatlakta final yılı oldu; Cumhurbaşkanlığı
seçimi, AKP'ye karşı verilen muhtıra bu süreçte
yaşandı...
Ancak, daha sonra
o dönemin Genelkurmay başkanı Y. Büyükanıt'ın
"ben yazdım, siteye kodum" dediği muhtıra
püskürtülünce, AKP'yi kapama davaları tutmayınca,
ünlü Dolmabahçe anlaşması sağlanınca AKP için
yeni bir süreç başladı. AKP adım adım iktidarlaştı
ve yeni bir seçim başarısı kazandı.
Oligarşi içi çatlakta
bazı mevziler kazanan AKP, daha fazla bu sorunu,
yani Kürt sorununu bu haliyle götüremez oldu.
AKP, bir yandan oligarşi içi çatlakta, belki de
en çok Kürt ulusunun özgürlük sorununda Genelkurmayla
daha sıkı anlaştı, öte yandan ABD ile yeni bir
proje geliştirdi. 2009 Ağustosunda başlayan, "iyi
şeyler olacak" denilen bu projenin adı, önce
"Kürt açılımı" oldu, hemen geri adım
atıldı, bu kez "demokratik açılım" oldu,
buradan da geri adım atıldı ve en sonra "milli
birlik ve kardeşlik projesi" oldu.
Yaşanarak görüldü;
bu sözde açılım sürecinde demokratik hiç bir açılım
ve adım somut biçim kazanmadı. "Alevi açılımı",
Alevilerin sistemle bütünleşmesi, sunnileştirme
biçimini aldı ve çöktü. Demokrasi adına işçi ve
emekçi sınıflara yönelik tek ciddi adım atılmadı,
tam tersine sosyal güvenlik yasası, tazminat hakkı
gaspları, sendikaların etkisizleşmesi hız kazandı.
1 Mayıs, büyük bir mücadele, Devrimci sosyalizmin
de içinde yer aldığı devrimci güçlerin sokak sokak
dövüşmesiyle kazanıldı. Sözde "Demokratik
açılım"ın asıl hedefi ise, Kürt ulusunun
özgürlük taleplerin düzen içine çekilmesiydi.
Ve bu sözde "demokratik açılım", özde
tamı tamına bir tasfiye hareketiydi.
Sonradan açığa çıktığı
üzere, yurtsever hareketle Oslo görüşmeleri başta
olmak üzere, bir dizi görüşme yapılmış ve "barış"
umutları büyümüştü. Ama bu sözde "demokratik
açılım" Habur'da yurtsever hareketin inisiyatifi
eline almasıyla çöktü. Takke düştü, kel göründü;
ortada bir "demokratik açılım" yoktu.
Yaşanarak görüldüğü üzere, ortada, ABD emperyalizmin
bölgesel çıkarları ile uyumlu, açık ve net bir
tasfiye projesi vardı. 2009 ile 2012 yılları arası,
her gelişme bunu her açıdan doğruladı.
Dahası var. AKP, 12
Haziran seçimleriyle yeni bir konsepte geçti.
Bu konseptte, politik söylem özünde tüm sömürgecilik
tarihinin hafif makyajlı biçimi ve özetiydi: "Kürt
sorunu çözüldü, Kürt sorunu yok, tek tek vatandaşların
sorunu var, asimilasyon ve inkar artık yok, tek
vatan-tek millet-tek devlet-tek din, son terörist
kalana kadar mücadeleye devam". AKP ve T.
Erdoğan bunları her yerde ifade etti, şimdi de
ediyor. Bununla birlikte, Kürt insanın dinle ilişkisi
istismar edildi. Bir yandan devlet destekli din/İslam
için her şey seferber edildi, cemaatler üzerinden
kendine bağlama çalışmaları hızlandı, diğer yandan
"bunlar din düşmanı, bunların dini Zerdüşt,
Yezidi" denildi, bunlar üzerinden adeta kampanyalar
örgütlendi. Sadece soruna ana yaklaşım ve politik
söylem değil, aynı zamanda yeni bir savaş konsepti
geliştirildi.
12 Haziranda AKP %50'ye
ulaşan büyük bir oy oranına erişti. Bu genel seçimin,
12 Haziran seçiminin iki kazananı vardı; birincisi
AKP, ikincisi yurtsever hareketin başını çektiği
demokrasi ve özgürlük bloğu. CHP, MHP ve asıl
olarak da diğer burjuva partiler kaybetti. AKP,
artık oligarşi içi çatlakta bir kaç adım öne geçmişti,
tek tek oligarşik iktidar odaklarını (polis, ordu,
HSYK, YÖK vb) ele aldı. AKP yoksulardan oy almıştı,
ama o tekelci sermayenin partisiydi, iktidarında
da bunu ispat etmişti. Artık yönetendi, "ötekilerin
partisi" kimliğini bir kenara attı, devlet
partisi kimliğine büründü.
AKP, kendine muhalefet
olan her kesime saldırdı, saldırı devam ediyor.
Oligarşi içi muhalefeti etkisiz hale getirdi,
Balyoz, Ergenekon, YAŞ karalarıyla gücünü gösterdi
ve iktidarlaştı. Sol ve devrimci harekete saldırdı,
örgütlü güçleri çeşitli tezgahlarla kırmaya çalıştı.
Ama en örgütlü güç, yurtsever hareketti, Kürt
ulusunun özgürlük talebi her gün büyümekteydi.
Bundan dolayı, 12 Haziran sonrası, yeni bir savaş
hükümeti kuruldu, adeta 1994 konseptine dönüldü,
Kürtler her gün aşağılandı, ağır küfürlere bizzat
T. Erdoğan'ın ağzından maruz kaldı. Bu süreç,
bugüne dek, İmralı görüşmelerine dek devam etti.
Şimdi hava biraz yumuşamışa benziyor.
Peki, bu süreçte AKP'nin
somut bir projesi var mıydı? Yoktu. AKP, din ve
aşiret ilişkisi üzerinden, "hizmet"
adına rüşvetle Kürtleri kendine bağlamak istedi,
sömürge savaşında ısrar etti; eğer buna "yeni
bir politika" denirse olan buydu.
Yapılan ve yaşanan
sömürge savaşının Kürt ulusuna dayatılmasıdır;
özel savaşın, buna uygun söylem ve saldırıların
yoğunlaşmasıdır. Bunun ürünü olarak, İmralı üzerinde
ağır bir tecrit uygulandı, 10 binin üzerinde yurtsever
tutuklandı, bu haliyle 12 Eylül açık faşizmini
geçti. Gerillaya karşı, sadece özel ve kirli savaş
yürütülmedi, "iç"te ve "dış"ta
operasyonlar sürdü, kimyasal silahlar kullanıldı,
yüzlerce gerilla kaybı yaşandı. Yurtsever hareket
2012 yılını final yılı ilan etti; sömürge savaşına
direndi, "final yılı" olmadı, ama oligarşi
için de zafer hiç olmadı.
Saldırılar parlamentoya
kadar taşındı. Bir yandan el altından, AKP, özellikle
kendi yandaşı, ipleri elinde olan gazete ve temsilcileriyle
"ikinci açılım" söylemine başvurdu,
öte yandan "dokunulmazlığın kaldırılması"
için yeni hamleler yapıldı.
Kürt ulusunun özgürlüğü
ekseninde gerginlik adeta tavan yaptı. 2012 yılı
sonlarında tablo aşağı yukarı buydu.
Tüm bunlar açık, net
tasfiye operasyonlarıdır. AKP ve oligarşi yurtsever
hareketi yok edemeyeceğini biliyor. Ama etki gücünü
kırarak, ABD desteği ile en az zararla tasfiyeyi
dayatıyor.
Ama bu süreçte, yani
son 1,5-2 yılda iki önemli gelişme, Kürt ulusunun
özgürlük sorununda, bu tasfiye operasyonlarını
kırdı. Birincisi, yurtsever hareketin örgütlü
olması, direnmesi, final olmasa da geriye düşmemesidir.
İkincisi ise, Rojava, yani Batı Kürdistan'da yeni
imkanların oluşması, özgür ve demokratik bir ülkenin
o coğrafyada uç vermesidir.
Daha iyi anlaşması
için, iki ara başlık atmanın yararı vardır.
B) Kürt Halkının
Direnişi,
Yolunu Açmıştır
Kürt halkı, yurtsever
hareketin politik alanda yerini almasından bu
yana çeşitli biçimlerde direndi, direniyor. Bu
direniş, modern kapitalist sınıflar ekseninde,
modern bir ideolojinin, milliyetçilikle mesafeli
bir ideolojinin yol gösterdiği Kürt yoksullarının
direnişidir. Elbette, bazı süreçlerde direniş
geriledi, kan kaybetti, hatta ideolojik eksen
değişti; A. Öcalan'ın Kenya'da yakalanması ve
İmralı savunmalarında göstermiş olduğu tutum ve
bu süreçte geliştirdiği "demokratik cumhuriyet"
tezlerinde olduğu gibi şaşkınlık ve karamsarlık
da yaşandı, ama direniş şu ya da bu biçimde sürdü
ve sürekli ileri taşındı.
12 Haziran seçimleriyle
birlikte yeni bir savaş konseptine geçildi; yurtsever
hareket bu tasfiye sürecine direndi. Referandum
ve seçim süreci, sadece politik bir kazanım olmaktan
öte kitleselleşmekte önemli işlevler gördü; bu
anlamda bu kazanım zaten elde vardı. AKP, birilerinin
T. Erdoğan'ı "yanlış yönlendirmesi"
değil, tam da eldeki kazanımları yok etmek için,
yeni anayasa ve olası yeni müzakerede AKP'nin
elinin güçlenmesi için, yeni konsepte başvurdu.
Yukarıda ifade ettik hem politik söylem "Kürt
sorunu var, analar ağlamasın" dan "Kürt
sorunu yok, bunların dini yok, bunlar Zerdüşt,
tek vatan-tek millet-tek devlet-tek din"e
değişti, hem de yeni bir saldırı başladı. Demokratik
kurum ve partilere, barış çadırlarına saldırılar
yoğunlaştı, 10 bini aşkın yurtsever tutuklandı,
gerillaya "nokta operasyonları" söylemiyle
saldırılar hızlandı; ama tüm bunlar halkın, yurtsever
hareketin direnişini kıramadı. AKP, devlet partisiydi,
bu gerçeği en iyi Kürt halkı kavradı, Kürt halkı
AKP' den adım adım uzaklaştı. Her saldırı, şehir
ayaklanmalarıyla karşılık buldu. Öte yandan gerilla
savaşı sömürgeci oligarşiyi sıkıştırdı.
AKP'nin tasfiye projesi
olan "demokratik açılım" projesine karşılık
geliştirilen "demokratik özerklik" bu
sürecin yolunu açtı. Artık Kürt halkı için daha
somut bir demokrasi talebi ve buna bağlı proje
vardı. Soyut "vatandaşlık hakkı", "demokratik
cumhuriyet" değil, içeriği tartışılsa da
daha somut bir demokrasi projesi olarak "demokratik
özerklik" vardı.
Bu noktada şunu ifade
edebiliriz: AKP'nin saldırıları sadece Kürt halkına
değil, Türkiye halklarına da karşıdır. Yeni savaş
konsepti de budur. Bir yandan sol ve devrimci
hareket, yeni ve neo-liberal söylemle iç içe etkisiz
konuma çekilecek, öte yandan Kürt ulusunun özgürlük
talepleri en az sınırda tutulacaktı. Bu kapsamlı
saldırılara karşı en güçlü direnişi Kürt haklı
gösterdi. Bunun en son halkası, 12 Eylül 2012
tarihinde başlayan ve 68 gün süren açlık grevi
direnişidir. Bu direniş sadece yurtsever tutsakların
direnişi değil, buna sahip çıkan Kürt halkının
da direnişidir.
Kürt yurtsever tutsaklar
üç ana talep için açlık grevi başlanmışlardır.
Bu talepler; ana dilde eğitim, ana dilde savunma
hakkı ve A. Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasıdır.
Tüm talepler haklı ve meşrudur; bu temelde direniş
de haklı ve meşrudur.
Açlık grevi direnişinin
motor gücü tutsaklardır; ancak bu talep ve direniş,
Kürt halkı ve demokrasi güçleri tarafından sahiplenilmiş,
AKP'nin Kürt halkına karşı açmış olduğu savaş
ve küfür kampanyasını geriletmiş, dahası bir direniş
odağı olmuştur. AKP'nin özel yönlendirmesiyle
halının altına süpürülmeye çalışılan Kürt sorunu
ve demokratik çözüm yeniden güncelleşmiş, demokratik
bazı haklar (anadilde savunma hakkı) direnişle
kazanılmış, Kürt halkı yeni bir moral ve inisiyatif
kazanmıştır.
Bu süreç aynı zamanda
A. Öcalan ile devletin yeniden görüşme ve masaya
oturmasının yolunu açmıştır.
C) Yeni Bir Adım
Ve Model: Rojava
Kürt sorununun Ortadoğu'nun
en yakıcı ve dinamik sorunu olduğu Rojava'da,
yani Batı Kürdistan'daki gelişmelerle bir kez
daha onay gördü. Bölgesel her gelişme, dört parçaya
bölünen Kürt coğrafyasını şu ya da bu düzeyde
doğrudan etkilemektedir; bunun tersi de doğrudur,
Kürt coğrafyasındaki her gelişme Ortadoğu'yu yine
şu ya da bu oranda etkilemektedir.
Kürt coğrafyası için
mevcut statünün 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı
sonrası oluştuğu bilinmektedir. Bu öyle bir statüko
ki, Alman emperyalizminin, Osmanlı'yı yarı sömürgeleştirme
sürecinde yapmış olduğu demiryolu hattı, Kürtleri
bölen bir hat olmuştur. Ancak, bölgesel her gelişme
ve değişim oluşan bu sömürgeci, devletlerarası
sömürgeci statükoyu delmektedir.
Emperyalizm, reel
sosyalizmin çözülmesiyle saldırı oklarını yeniden
Ortadoğu'ya çevirdi. Ortadoğu ve Kafkaslar'a hakim
olmak önemliydi; "Avrasya'ya hakim olan dünyaya
hakim olur" söylemi bundandı. Bunun için
yeni bir hegemonya savaşı başladı, Ortadoğu yeniden
paylaşıldı, paylaşılıyor; Afganistan, Irak, Libya,
şimdi Suriye, yarın İran bu yeniden paylaşımın
hedefi oldu, oluyor. Bu coğrafya yeniden paylaşılacak.
İç pazara göre biçimlenmiş, emperyalist kapitalist
sisteme emperyalizmin istediği kadar entegre olmayan
ya da buna mesafeli duran "ulusal" kapitalist
pazarlar dışa, yani emperyalizme tam olarak açılacak.
Bunun için sadece açık işgal değil, Libya ve Suriye'de
olduğu gibi, "ılımlı İslam" projesine
bağlı güçlerle işbirliği içinde kitle hareketi
kışkırtılacak, sözkonusu rejimlerin baskıcı niteliklerinden
kaynaklanan kitle muhalefeti ise yozlaştırılıp
emperyalizmin yanına çekilmeye çalışılacak, paralı
kontra askeri güçler devreye sokulacak, açık ya
da gizli emperyalizmin tam destek verdiği yeni
iktidarlar kurulacaktır. Afganistan ve Irak bu
yoldan geçti; Libya işbirlikçi, gerici İslamcı
güçlere teslim edildi, Mısır'da hesaplar tam tutmadı.
Şimdi Suriye için benzer süreç izleniyor, son
iki yılda emperyalizm desteğinde (ABD önderliğinde,
Türkiye, Katar ve S. Arabistan'ın desteği ile)
"iç savaş" kışkırtılmıştır. Ancak, bu
iç savaşta, hesaplar son aylarda biraz tersine
döndü; Esat'ın "son günleri" değil,
muhalif güçlerin dağınıklığı ve paralı askeri
güçlerin zayıflığı söz konusu. Çeşitli hegemonik
güçlerin de içinde yer aldığı bu süreç yeni gelişmelere
gebe.
Tarihi emperyalizm
ve gerici diktatörler değil, eğer kendi kaderini
eline alırsa, ezilen emekçi halklar yazar. Bu
"iç savaş" aynı zamanda bir devrimci
durumu ortaya çıkarıyor. Devrimci durum işçi ve
emekçiler için, halk kitleleri için "bayram
günleri" dir. Rojava' da Kürt halkı, ne Esat
diktatörlüğünü, ne de emperyalizm ve Türkiye'nin
işbirlikçisi Suriye muhalefetini seçti, onlar
kendi kaderini eline aldı, bu iki yanlış yoldan
değil, 3. yoldan, kendi yollarından yürüdü. 3
milyon Kürt halkı kendi yolundan, Serekaniye dışında
nispeten çatışmasız biçimde kendi iktidarını inşa
etti, ediyor. Bu açıdan, son 2 yıl Kürt halkı
için devrim, demokratik halk devrimi sürecidir.
Bu süreç, tüm Kürt coğrafyası içinde kısmen geri
planda kalan Rojava, yani Batı Kürt coğrafyasını
öne çıkardı, demokrasi ve özgürlük için büyük
bir potansiyel açığa çıktı, özgür ve demokratik
bir ülke için mütevazi ama önemli, örnek adımlar
atıldı. Şimdi, adım adım bu süreç yaşanıyor, demokratik
ve özerk bir Rojava inşa ediliyor.
Tek bir Kürt örgütü
yok, birçok kesim var: ama en etkili güç, Demokratik
Birlik Partisi (PYD)'dir. Sadece PYD değil, hatta
sadece Kürtler değil, diğer Kürt örgütleri, bu
coğrafyada yaşayan Süryani, Ermeni gibi halklar
Kürt Yüksek Konseyi çatısı altında toplanıyor.
Politik programlarında "bağımsızlık"
yok, "birleşik bir ülke" yok, üç ana
madde öne çıkıyor; Kürtlerin bir halk olarak kabul
edilmesi, demokratik haklarının güvence altına
alınması ve tüm bunların yeni bir anayasada yerini
alması. Bu açıdan bakılırsa, bu program "demokratik
özerkliktir" ve nihai bir program olmaktan
uzaktır.
Böylesi devrim süreçleri
yeni bir ulus ve yeni bir ülkenin inşasında sıçrama
alanı olur. Esat diktatörlüğü ve "Hür Suriye
Ordusu" denilen çetelere karşı, şimdi 9 kentte
demokratik özerklik inşa ediliyor. Dış savunmayı
öz savunma birlikleri (YPG), iç savunmayı ise
polis ve zabıta birlikleri yapıyor. Kadın, erkek,
özellikle de gençler bu görevleri üsleniyor. Halep,
Arfin, Kobani, Qamışlo, Serekaniye gibi kentlerde,
her köy ve yerleşim alanında Halk Meclisleri kuruluyor.
Eğitim, sağlık, belediyecilik hizmetleri gibi
her alanda demokratik bir çizgi benimseniyor;
Kürtçe başta olmak üzere ana dilde eğitim yapılıyor,
Halk meclislerinde kadın, erkek, genç yerini alıyor,
kararlar tartışılarak alınıyor, mahkemeler, sanat-kültür
demokratik bir niteliğe ulaşıyor, halk belediyeciliği
yaygınlaşıyor.
Kürt halkı buna 19
Temmuz Devrimi diyor....
Yeni bir uluslaşma
süreci yaşanıyor ve yeni bir ülke inşa ediliyor...
Rojava'da Kürt ve
Ortadoğu coğrafyası için yeni bir pencere açılıyor.
Bu yanıyla bu coğrafyaya örnek oluyor...
Ancak tam da bundan
dolayı, Güney'de oluşan burjuva yönetimi, Barzani
önderliğinde Kürt yönetimi dahil, Irak, Türkiye
için bir tehlike oluşturuyor. Şimdilik kardeş
Kürt kavgası pek gözükmüyor, bu Kürt halkı için
olumlu bir şeydir.
Rojava'da yaşanan
bu gelişme TC oligarşisi için hazımsızlık kaynağıdır.
Oligarşinin Suriye'ye yönelik işgal senaryolarının
içinde olması, sadece Esat sonrası bu kapitalist
pazardan pay alma isteğinden değil, sadece emperyalizm
adına koçbaşı rolü oynadığından değil, en az bunlar
kadar Kürt düşmanlığından da kaynaklanıyor. Bir
yandan, emperyalizmle işbirliği yaparak, onları
işgal için iknaya çalışıyor, diğer yandan işbirlikçi
"Hür Suriye Ordusu"nu Kürt kentlerine,
Kürt güçlerin üzerine salıyor, sınırda yığınak
yapıyor, Serekaniye'de olduğu gibi "sınır"
yani demiryolu hattının üzerinden, yani TC sınırları
içinde bu çatışmaya destek veriyor.
Yeni bir müzakere
masasının açılması hiç şüphesiz bu gelişmelerden
bağımsız da değildir.
Zorlu, birçok irade
ve gücün devrede olduğu bir süreçtir bu. Esat
diktatörlüğü gücünü korudukça, AKP ve oligarşinin
süngüsü düşmektedir. Kürtlerin kendi özyönetimini
inşa etmesi ise oligarşi için kabustur. Kabusun
sömürgeci oligarşi için derinleşmesi, başta Türkiye
halkları olmak üzere, Kürt ve diğer halkların
çıkarınadır!
D) Hangi Aşamadayız?
Bu soru süreci anlamak
için önem kazanıyor. Hem, bu konuda daha önceki
yazılarımızdan, hem de yukarıda yapmış olduğumuz
özetten, anlaşılacağı üzere, sömürgeci oligarşi
cephesinde somut bir çözüm projesi yoktur, tam
tersine inkar ve imha siyasetinde ısrar vardır.
10 yılık AKP iktidarı da bu sömürgeci siyasetti
devam ettirmiştir. AKP için, kendi içinde iki
aşamayı ifade den bir yaklaşımdan söz edilebilir;
ama yine de yaşanarak görüldü ki, hala ne AKP'nin
ne de oligarşinin ciddi bir çözüm projesi yoktur,
"çözüm" olarak makyajlanan bu sözde
projeler birer tasfiye projesidir. Böylede olsa,
daha önce çeşitli yazılarımızda ifade ettiğimiz
üzere, özellikle "demokratik açılım"
projesiyle oligarşinin geldiği yer, buna karşılık
Kürt ulusunun özgürlük mücadelesinin ulaştığı
seviye bir "ara aşamayı" ifade etmektedir.
Gerçeğe, somut süreçlere
bağlı kalmak bizim yöntemimiz; ne hayali "çözüm"
umutları pompalamak ne de "bir şey olmaz"
diyerek yaşanan süreçleri görmemek, önemsizleştirmek
bizim işimiz değildir. Mevcut tabloya, sınıfsal
ilişki ve çatışmalara, süreç ve süreçler arasındaki
bağlantılara baktığımızda gördüğümüz şudur: İnkar
ve imha siyasetiyle yol alınamayacak, ama demokratik
bir çözüm için de somut adımların olmadığı, buna
rağmen arayışların şu ya da bu biçimde güncelleştiği
bir aşama, "ara aşama" yaşanmaktadır.
"Ara aşama"
nedir?
Bilinmektedir. Kürt
ulusunun özgürlük sorunu her açıdan güncel ve
yakıcıdır. Tüm demokratik sorunların ana dinamiğidir.
Kürt ulusunun özgürlük sorunu çözülmeden demokrasinin
hiç bir sorunu çözülemez. Tam tersine, Kürt ulusunun
özgürlüğü için atılan her demokratik adım, demokratik
sorunların çözümünde yol açıcı olmaktadır. Tersi
de doğrudur; Kürt ulusunun özgürlüğü için kazanılmış
her mevziden geriye düşüş, işçi ve emekçi sınıflar
için mevzi kayıpları oluyor. Türkiye halkının
milliyetçilikle, ırkçılıkla zehirlenmesi, hiç
şüphesiz en başta sol ve devrimci hareketin bağımsızlık-
demokrasi- sosyalizm kavgasında geri bir yerde
olmasından kaynaklanıyor, ama bu tablo sorunları
da ağırlaştırıyor.
Hem bölgesel gelişme
ve yeni dinamiklerin ortaya çıkması, hem sömürge
savaşının sür-git dayatılması karşısında Kürt
halkının ve örgütlü gücünün direnişi, bu direnişin
kırılamaması oligarşiyi yeni arayışlara itiyor,
çözüm için dinamik ve eğilimleri güçlendiriyor.
Artık klasik sömürgeci tez ve söylem her açıdan
iflas etmiştir; tüm "kırmızı-çizgiler"
bu sorunda çökmüştür. O halde, siyasal ve coğrafi
olarak Ortadoğu'nun merkezinde olan bu sorunu,
yani Kürt ulusunun özgürlük sorununu, kapitalizm
sınırları içinde çözmek, bunu çözerken, emperyalizm
ve oligarşi için "en az zarar"la süreci
kurtarmak ana çıkış noktasıdır. Peki, bunun için,
klasik söylem ve politikaların iflas ettiği yerde,
yerine ne konacaktır? İşte bu belirsizdir. Oligarşinin
ve AKP'nin somut bir politikası ve projesi yoktur.
Buna karşılık, sorunun
tarafı olan Kürt halkı ve yurtsever hareketin
bir çözüm projesi vardır. Bu proje, hem güncel
taleplerle, hem de politik stratejiyle açığa çıkıyor.
Ama burada zayıf karın, politik stratejinin sık
sık değişmesi ve taktik politikalarla karışmasıdır.
Kürt halkı, sadece
bir "halk" değil, örgütlü bir halktır.
Güncel mücadele içinde, en örgütlü demokrasi gücüdür.
Kürt halkı yeni bir ulusal bilince ulaşmıştır,
kendi ulusal kimliğine sahip çıkmaktadır, dünya
ve ülke siyasetinin içindedir, kendi demokratik
haklarının farkındadır. Açık ifade ediyoruz; burada
sorun asıl olarak, bu örgütlü halkın önüne konan
politik stratejidir ve bu alan sorunludur.
İşte burada büyük
bir irade savaşı, inişli çıkışlı bir süreç söz
konusudur. Kürt halkı kendi özgürlük taleplerine
sahip çıkarken, "demokratik açılım"
olarak gündemleşen ve kendi içinde iki taktiği
içeren bu "ara aşama" da oligarşi "kırıntı"
ile avutmaya, geçiştirmeye çalışıyor.
Bu "ara aşamada"
görüşme, müzakere, sürece yayma, talepleri önemsizleştirme,
bilinçleri çarpıtma vb her şey vardır. Bu "ara
aşama" düz bir çizgide yaşanmadı (son 2 yıla
baktığımızda bu görülecektir. Burada oligarşi
iki taktik izledi, yumuşa, yumuşayarak yumuşatma
ve sertleşme, sertleşerek çözümsüzlüğü dayatma),
yaşanmayacaktır. İnişli çıkışlı bir hat üzerinden,
görüşme, müzakere, savaş gerilimleri içinde bir
dizi politika ve politik hamleleri içermektedir,
içerecektir.
Dün Oslo, ateşkes,
barış grupları, yeniden savaş; bugün İmralı görüşmeleri,
Avrupa'da Sakine Cansız ve yoldaşlarının infazı,
içte ve dışta operasyon ve dağların bombalanması,
esirleri verme jestleri, bir dizi tartışma. İşte
tüm bunlar, Kürt ulusunun özgürlüğü değil, bu
anlamda çözüm de değil, ama yeni bir "ara
aşama"dır.
Sanıldığı ve bilinçli
biçimde yanıltıldığı gibi, ortada bir çözüm de
yoktur. Emperyalizm ve sömürgeci oligarşi artık
Kürt ulusunun varlığını kabul eden bir yerdedir;
onlar artık bu gerçeği kabul etmek zorundadır
ve dil ucuyla da olsa kabul ediyorlar. Ancak,
bu "kabul" ediş, ulusal ve demokratik
haklara yansımamıştır, mevcut ne kadar hak varsa
mücadele ile kazanılmıştır. Oligarşi, "Kürt
var, ama hakları yok" noktasındadır, bu noktada
ısrar ediyor, ama bu çok da tutmuyor. Silahlı
bir Kürt hareketi de ne emperyalizmin ne de sömürgeci
oligarşinin işine gelmektedir. Bundan dolayı,
"kırıntı" ile silahlı bir hareketi tümden
tasfiye etmek ana yönelimleridir. Sömürgeci oligarşinin,
AKP'nin "çözüm" dediği de PKK'nin silahsızlandırılmasıdır;
Kürt ulusunun tüm ulusal ve demokratik hakları
değil. "Silahlı mücadelenin miadı doldu"
tezleri de bundan dolayı sık sık, bazen de sol-liberal
söylemle ifade edilmektedir.
Bu çözüm değil, çözümsüzlüktür.
Ulusal ve demokratik halkların bireysel haklara
indirgenmesi, böylece en az ile yetinerek silahlı
güçlerin tasfiye edilmek istenmesi çözüm değil,
aldatmacadır.
Bu aşamada Kürt ulusunun
özgürlük talebi güçlenmiştir, demokratik bir çözüm
eğilimi artık bir olgudur. Kürt ulusunun özgürlüğü
mücadelesinde Kürt halkın temsilcileri vardır;
bunlar açık ve gizli muhatap alınmaktadır.
Bu "ara aşamanın"
çok çetin geçeceği de açıktır...
E) Ara Bölüm:
Görüşme Notları Üzerine
Birkaç Söz
Oligarşik devlet
adına MİT'in A. Öcalan ile yaptığı görüşmeler,
hem devlet hem de A. Öcalan için belirli bir düzeye
geldiğinde, ilk heyet İmralı'ya gitmişti. Türk
ve Akat'ın MİT denetiminde yapmış olduğu bu görüşmenin
ardından, hiç şüphesiz bir süre sonra, görüşmelerin
içeriğine yönelik bazı bölümler yurtsever harekete
yansımıştı; ama bunun dışında kamuoyu, sol ve
devrimci çevreler sorunun içeriği hakkında ciddi
bir bilgi sahibi değildi. Özellikle A. Türk, son
derece haklı biçimde, bir yandan görüşmeler olurken,
Kandil'in bombalanması ve gerilla kayıpların yaşanmasını
eleştiriyor, AKP'yi hassas olmaya davet ediyor;
"Kürtleri bombalayarak sorunu çözemezsiniz"
diyordu.
Oligarşi, AKP bu süreci,
"en az kırıntı" ile çözmek için, Kürt
hareketini "makul" yani "düzen
içi" ve "ehlileşmiş" bir yerde
tutmak istiyor. Bundan dolayı, "Kürtleri
bombalamaktan vazgeçin" gibi çok ama çok
haklı bir sözden A. Türk, hükümet ve T. Erdoğan
tarafından sözde "cezalandırılıyor".
İkinci heyetin oluşumunda bu temelde bir dizi
görüşme, açıklama, irade savaşı yaşanıyor. Nihayet,
ikinci heyet, sol ve devrimci hareketle olan ilişkisiyle
bilinen S. S. Önder, İslamcı geleneğe sahip olan
yurtsever A. Tan ve BDP geleneği içinde yer alan
P. Buldan'dan oluşuyor. Böylece 2 MİT görevlisi
denetiminde yeni bir görüşme yapılıyor. Bu görüşmede
Öcalan, kendi cephesinden süreci anlatıyor, çok
daha önemlisi, Kandil, BDP ve Avrupa örgütlülüğünden
yeniden görüş almak için bir taslak yol haritası
sunuyor.
Bu satırlar yazılırken
bu taslak yol haritası tarafımızdan incelenmemiştir.
Bu taslak yol haritasının son biçim alması için
süreç işlemektedir, bu temelde 3. bir heyetin
hazırlıkları vardır. Biz nihai yol haritasını
önemsiyoruz; buna yönelik değerlendirme ve politik
tutumumuzu bu yol haritasının kamuoyuna yansıması,
bu yol haritası önümüzde olduğu zaman yapacağız.
Bizim spekülasyonla, "önden" ya da "arkadan"
gitmekle işimiz yok. Biz gerçeğe bakarız, gerçeklere
bağlıyız ve hangi sorun olursa olsun, kendi devrimci
duruşumuzdan, devrimci sosyalizm penceresinden
sorunları ele alırız.
Bu arada, 28 Şubat
günü Milliyet gazetesi "İmralı Zabıtları"
ismini koyduğu, 2. heyet ile A. Öcalan arasında
yapılan görüşmelerin notları olduğu anlaşılan
bir belge yayınladı. Bunun üzerinde yeni fırtınalar
koptu. İçerikten çok "kim sızdırdı"
tartışıldı, bu tartışmalar yaşanırken BDP çevrelerinden
bu belgenin elde olan görüşme notlarıyla benzer
olduğu yer yer ifade edildi, hatta E. Kürkçü bu
yönde bir yazı da yazdı. Nihayet, BDP, bu satırlar
yazılırken, bu "görüşme notlarının kendi
cephesinden elde edildiği"ni açıkladı, buna
yönelik içinde parti meclisi üyelerinde bulunduğu
3 kişi görevlerinden uzaklaştırıldı. Böylece belge
de doğrulanmış oldu.
O halde bu belgeyi,
burada ele almakta yarar var. Hem bu belge üzerindeki
olası şaibe ortadan kalktığı için, hem de süreci
daha iyi kavramak ve kendi cephemizden sorunu
yerli yerine koymak için bu zorunludur.
İmralı görüşme notları
olan bu belgeye dönelim...
Bu görüşme notlarında
A. Öcalan, bu görüşmeyi "tarihi toplantı"
olarak tanımlıyor; bu tanımlama daha sonra BDP
çevrelerinde sık sık tekrar edildi. Hiç şüphesiz
önemli bir toplantı; bu görüşmenin önemi, Kürt
ulusunun özgürlük mücadelesinde yeni bir adımı
ifade etmekten kaynaklanıyor.
Baştan başlayalım...
Bu görüşmeler, MİT
ile A. Öcalan arasındaki görüşmeler nasıl başladı?
Yukarıda ifade ettik,
Kürt özgürlük hareketini tasfiye hedefli yeni
saldırı konsepti tutmadı, Kürt halkı direndi,
gerilla direndi, AKP ve oligarşinin saldırıları
tümden kırılamadı, ilan edilen "final"
olmadı, ama Kürt halkı ve öncüsü direndi. Ve böylece
bir kez daha askeri zorla, tasfiye operasyonlarıyla
sorunun çözülmeyeceği açığa çıktı. Bununla birlikte
bölgesel gelişmeler, Suriye sorunu, Rojava'da
özerk alanın oluşması oligarşiyi yeni hesaplara
yöneltti. Oligarşi, "tasfiye demedik, kontrol
edelim" diyor, en az "kırıntı"
ile bu süreci kapamaya çalışıyor; bundan dolayı,
yeni bir müzakerenin kapısını zorunlu olarak açıyor.
Ayrıca bilinmektedir; Kürt halkının serhildanlaşan
direnişi ve yurtsever tutsakların 68 gün süren
açlık grevi direnişi bu görüşmenin yolunu açmıştı.
Oligarşi cephesinden hiç şüphesiz başka hesaplar
da var; yeni ve üst üste seçim süreçleri önümüzde
durmaktadır ve AKP ve T. Erdoğan için bu süreçler
yaşamsaldır.
Ancak görüşme notlarından
okuyoruz, A. Öcalan için durum bu değil, onun
için durum AKP'ye "darbe" (bu "darbe"
kavramı ve tespitini de MİT'çi C. Öneş'den alıyor)
yapıldı, Darbeciler, birçok iktidar odağını ele
geçirdi ve MİT "son kale" kaldı, "Hakan
Fidan yalnız bırakılmamalıydı". AKP ve T.
Erdoğan bu "darbeci" güçler tarafından
yönlendirilmiş ve yurtsever harekete tasfiye dayatılmıştı.
Tüm bunların arkasında ABD, İngiltere ve kont-gerilla
vardı. O halde oyun bozulmalıydı; bundan dolayı
bu sürecin önünü açmak için A. Öcalan'ın kendisi
adım atıyor ve süreç böylece başlıyor.
Görüşme notlarından
okuyalım:
"... Bir darbe
var, fakat derinliğini tam fark edemiyorum. MİT'i
düşürseydiler. Türkiye'de tüm kaleler düşmüş olacaktı.
Hakan Fidan tutuklansa, sonra sıra Başbakan'a
gelecekti. Benim bu süreci canlandırmam, darbeyi
engelleme sorumluluğu... Darbeyi önleyebileceğimi
fark ettim ve süreci başlattım."
"... Kirli işler
dönemini Baykal, AKP'ye devretti. Baykal tarihi
hata yapmıştır. Tayyip Bey kurnaz çıktı. Deniz
Baykal'ı kullandı. Ergenekonun bizden beklentisi
2002'den itibaren savaşı tırmandırmamızdı. Ben
AKP'nin tam olarak oturması ve olgunlaşması için
bilerek bekledim, sabrettim. AKP anlar dedik.
AKP darbe ile uğraşırken başını belaya/derde sokmayalım
dedik. Onlar darbelerle uğraştılar. 2007, 2009
hatta 2011'e kadar seçim hesapları, oy hesapları
yaptılar. Ben geri çekildim. Benim çekilmem AKP'nin
istismarından dolayıdır. KCK de PKK de dürüst
ve fedakardır ama savaşı tam yapamadı, yetersiz
kaldı; barış meselesinde de dirayetsiz kaldılar.
Sıkıldım geri çekildim. Onlara ağır kelime kullanmıştım.
Süreci esastan bozan güç kim diye baktım. Savcının...
7 Şubat MİT'e darbesi... Ben bir darbeyi sezdim.
Cezaevi müdürüne 'Hakan Bey'i (MİT Müsteşarı Hakan
Fidan'ı kastediyor) yalnız bırakmamak gerekir'
dedim. Sözlü, yazılı iletişime geçtim, 5 ay önce
tekrar kanal açıldı, diyalog başladı"
"... Kontrgerilla
ABD merkezlidir. Yargı ve emniyeti ele geçirdiler.
MİT askerlerden güçlü çıktı, savcı çağırdı gitmediler.
Bana göre bir direniştir. Erdoğan bunların burnundan
fitil fitil çıkarır. İnşallah diyelim..."
"... AKP'nin
çıkışları yanlıştır. Son bir buçuk yılda büyük
bir savaşa yüklendiler. Nihai tasfiye operasyonları
yaptılar. Sayın Başbakanı buna inandıran ekip
(2011'de) PKK'yi bitireceğiz' dedi. 10 bin kişiyi
(KCK) içeriye aldılar, Bu güç MİT'e de darbe planladı.
Ben hemen devreye girdim, 'bu darbedir' dedim.
Ergenekon'dan farkı yok. Başbakan MİT'e darbe
yapılınca sıranın kendisine geldiğini gördü, Başbakan
vatana ihanet suçundan tutuklanacaktı. (Durdu
yeniden söze başladı) Genelkurmay Başkanının (İlker
Başbuğ'u kastetti) tutuklanması da budur. O güce
Cevat Öneş 'darbe' dedi. Bu yüzden ben devreye
girdim, yardımcı olayım dedim."
Uzun aktarma yaptık,
ama bu zorunlu. Öcalan sık sık aynı vurguyu yapıyor,
aynı mantıktan aynı sonuca gidiyor. Bir dil sürçmesi
değil, bir amacını aşan söz değil, bir sürece
bakıyor, devlet yapısına bakıyor, iç ve dış bağlantıları
tespit ediyor ve bir sonuca ulaşıyor. Uzun da
olsa alıntı bundan zorunlu oldu.
Burada genişçe bir
parantez açarak alıntılarda yer alan ve hangi
türünden olursa olsun "sol" söylem ve
politika açısından hiçbir biçimde açıklanamayacak
olan "AKP'yi kurtarma", ya da "MİT'i,
Hakan Fidan'ı kurtarma" ifadeleri üzerinde
biraz duralım.
Uzun süredir A. Öcalan'ın
yazılarını ve konuşmalarını takip edenler açısından
sürpriz ya da orijinal olmayan bu ifadeler elbette
ki "sol"a ait değildir. Neo-liberalizmin
ülkemizdeki en azgın uygulayıcısı, ABD'nin her
tür projesinin Ortadoğu'daki baş aktörü, İsrail'in
müttefiki AKP'nin ya da başından itibaren halk
düşmanı bir organizasyon olarak kurulup bugüne
gelen MİT'in "kurtarılması" gibi bir
kaygı, "sol" adına en son duyumsanabilecek,
ifade edilebilecek bir şeydir. Bu cümlelerden
hareketle o halde "sağcıdır" diye kolayca
kestirip atmadan önce bu cümlelerin arka planını
biraz açmakta yarar var. Çünkü politika bu denli
basit değildir.
Yurtsever hareketin,
dünya sosyalist hareketinin 1990-91'de sosyalist
bloğun dağılmasıyla adım adım sosyalizmden uzaklaştığı,
giderek kendini salt ulusal kurtuluşçulukla sınırlayan
bir çizgiye çekildiği biliniyor. 1999'da A. Öcalan'ın
yakalanmasının ardından savunulan "demokratik
cumhuriyet" tezleriyle bu uzaklaşma doruk
noktasına ulaşmıştı. Aynı süreç, yurtsever hareket
içinde Kürt burjuvazisinin politik olarak en etkin
olduğu döneme de denk düşer. Ama yurtsever hareket
bundan ibaret değildir. Çünkü her şeyden önce
bir gerilla hareketidir ve oldukça etkin, geniş
bir halk desteğine sahiptir. Yine çok büyük bir
politik deneyime sahiptir. İşte gerilla ve halk
dinamiği üzerinden savrulduğu bu uçtan uzaklaşan
yurtsever hareket, buna rağmen ideolojik anlamda
aynı performansta olamadı. Yer yer "Sosyalizmde
Israr İnsan Olmakta Isrardır" gibi sloganları
kullansa da kapitalizm sınırları içindeki bir
çözüm fikrini hiç reddetmedi.
Bir bütün olarak kapitalist
devleti ortadan kaldırarak yeni bir sistem kurmayı
hedeflemeyen, varolan sistem içinde kendi tarzınca
bir "yaşam alanı" açmayı hedefleyen
bu yaklaşım tarzının mevcut devlet yapısı veya
sistem içinde kendine dayanaklar, destekler ya
da bu amacına doğru kimi mevzileri elde etmesini
sağlayacak geçici partnerler araması da kendi
içinde mantıklıydı. Yani bu mantıktan hareketle
yurtsever hareketin devleti, onun MİT gibi herhangi
bir kurumunu ya da onun herhangi bir süreçte iktidar
olan partisini (AKP gibi) "birlikte bir süreç
örebileceği" bir partner olarak görmesi akıl
dışı bir durum değildir. Kendi politik tercihleri
açısından tutarsız değildir. Özü itibariyle kapitalizmi
reddetmeyen bir hareketin, onun herhangi bir partisi
ya da devlet biçimiyle yan yana gelebilmesi olanaksız
değildir. Kaldı ki demokratik cumhuriyet tezleriyle
yurtsever hareket, böylesi bir buluşmayı zaten
önüne koymuştur. Gelinen noktada gerilla savaşının
ve uluslararası dengelerin zorlamasıyla devlet,
bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Elbette devlet
bu tercihinden geri dönebilir de; Ama bu süreci
uzatmaktan başka bir anlama gelmez.
Sosyalizmi uzak ya
da yakın bir hedef olmaktan çıkaran yaklaşımıyla
kimi zaman oligarşi içi çelişkilerden, kimi zaman
emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmaya
çalışan yurtsever hareket, bu anlayıştan hareketle
oligarşinin ya da emperyalizmin kimi kesimlerini,
politikalarını destekleyen açıklamaları daha önce
de yapmıştı. Turgut Özal'dan Yeni Demokrasi Hareketi'ne
kadar birçok farklı "destek" açıklaması
yapan yurtsever hareket sözcülerinden belki de
en kötüsü, Murat Bozlak'ın, ABD'nin Irak işgaline
destek veren sözleriydi.
İşte tüm bunlardan
dolayı A. Öcalan'ın sözleri yeni, ya da sürpriz
değildir. Çok kabaca ifade edecek olursak Kürtlerin
işine yarayan ya da yarayabilecek olan her gelişme
bizce desteklenebilir düşüncesinin değişik ifadeleridir
bunlar. Reel politik açısından bakıldığında ise
tablo hiç de bu kadar basit değildir.
Örneğin Rojova'daki
gelişmelere politik olarak egemen olan yurtsever
hareket, ABD'nin basit bir maşası olma çizgisinden
oldukça bilinçli olarak uzak durmaktadır. İmralı
görüşmelerinin başlamasının ardından ABD işbirlikçisi
ÖSO ile ittifaka giden PYD, yine de Suriye devleti
ile olduğu kadar ÖSO'ya bağlı gruplarla yer yer
çatışmaya devam etmekte, kendi egemenliğindeki
toprakların ÖSO tarafından kullanılmasına izin
vermemekte ve kendi egemenlik alanları dışındaki
çatışmalara katılmamaktadır.
Kısacası yurtsever
hareket, emperyalizm ya da oligarşi ile tüm kapıları
kapatmamaya özen gösterirken seçtiği yönelim basitçe
onların her istediğini yapma, mutlak bir işbirliği
vb. değildir. Tüm bunlar yurtsever hareketin A.
Öcalan'ın yazdıklarında somutlaşan oldukça daraltılmış
hedeflerine ulaşmak için MİT ya da AKP'yi kurtarma
ifadesini sanırız açıklamaktadır. Bir devrimle
devleti parçalamak gibi bir hedefiniz değil de,
onu dönüştürmek gibi bir hedefiniz varsa, o devletin
istihbaratı ya da iktidar partisi, ortaklaşa bir
şeyleri yapabildiğiniz ölçüde "işinize yarıyorsa"
onu korumayı, kollamayı gözetebilirsiniz. A. Öcalan'ın
yaptığı da budur. Çok ilginç bir benzetme olabilir
ama Afganistan'a medeniyet götürüyorlar diye ABD
işgalini destekleyen Fazıl Say'dan yaklaşım olarak
farklı değildir.
Burada bu uzunca parantezi
kapayarak yeniden İmralı zabıtlarını değerlendirmeye
devam edelim.
Her şeyden önce eğer
A. Öcalan'ın ileri sürdüğü gibi, AKP 2002 ile
2011 yılları arasında Ergenekonla mücadele etti
ve bu mücadelede AKP'nin elinin güçlenmesi için,
"... AKP'nin tam olarak oturması ve olgunlaşması
için bilerek bekle(mek), sabret(mek)" varsa,
AKP'nin anlaması için "AKP darbe ile uğraşırken
başını belaya/derde sokma(mak)" varsa, bu
taktik politika tümden yanlıştır.
Sürecin böyle işlemediğini
biliyoruz. AKP, 2002 yılında iktidar olduğunda,
PKK'nin geri çekilmesinin üzerinde, bu geri çekilmenin
avantajlarıyla iktidar olduğu bir gerçek. Ama
bu süreçte aynı zamanda, bizzat A. Öcalan'ın yaptığı
"İmralı savunmaları" ve bu temelde yaşanan
ideolojik-politik kargaşanın da olduğu bir gerçek.
Amerikancı çözüm arayanların (O. Öcalan ve ekibinin)
aslında en güçlü ideolojik dayanağı da "İmralı
savunmaları"dır. AKP ile Ergenekoncular iktidar
kavgası içinde oldu; bu kavga siyasal sürecin
en önemli unsurlarından da biriydi. Ama AKP güçlensin
ve otursun diye alan açmak doğru bir taktik de
değildir. PKK, belki bu kavgada bazı süreçlerde
örneğin eylem gücünü kontrol ederek, bir tarafa
güç vermiş ya da tersinden vermemiş de olabilir.
Ama bilinen gerçek, 2004 yılından sonra PKK'nin
yeni bir anlayışla yeniden silahlı mücadeleye
başlamasıdır. Ayrıca, AKP ile "oturan"
neo-liberal düzendir ve bu sadece işçi sınıfı
ve emekçiler için değil, Kürt halkı ve tüm ezilenler
için hayırlı bir şey olmadığı açıktır.
A. Öcalan'ın bu kadar
oligarşi içi çelişkilere dahil olması, buradan
bir stratejik ve taktik yönelimler içinde olması
doğru değildir. Ama bu A. Öcalan da sık sık karşımıza
çıkan bir özelliktir.
Bununla birlikte,
Öcalan'a göre, 12 Haziran seçim süreciyle başlayan
1,5-2 yıldan bu yana devam eden süreçte uygulana
konsept, sivri ucu Kürt halkı ve yurtsever güç
olan ama sol ve devrimci hareketi de kapsayan
yeni savaş konsepti, devletin ve AKP hükümetinin
işi değil, devlet içinde, bir çok iktidar odağını
ele alan güçlerin, yani kont-gerilla'dan F. Gülen'e
uzanan güçlerin T. Erdoğan'ı yanlış yönlendirmesinden
kaynaklıdır. Bu güçler, devlet içinden "bir
ekip" T. Erdoğan'ı kandırıyor, Kürt hareketinin
zorla tasfiyesine "inandırıyor" ve KCK
operasyonları bundan dolayı yapılıyor. Bu operasyonlar
MİT'e rağmen yapılıyor, buradan MİT'e darbe yapılıyor.
MİT direniyor, T. Erdoğan sıra kendine geleceğini
ve "vatana ihanet" suçundan tutuklanacağını
düşünüyor ve direniyor. T. Erdoğan başkasına benzemiyor,
polis ve yargıyı ele geçiren güçlerin "burnundan
fitil fitil getirileceğini" ileri sürüyor.
Bu güçlerin arkasında kim var? ABD ve İngiltere
var. "Darbe" zaten buralarda tezgahlanıyor,
bazı cemaatleri (Nurcuları örneğin) de ele geçiriyor.
Bu "darbeyi" önlemek de A. Öcalan'a
düşüyor, cezaevi müdürüne "Hakan beyi yalnız
bırakmamak gerek" diyor ve süreci başlatıyor.
AKP'nin son 1,5-2
yılda yani 12 Haziran seçimleriyle birlikte yeni
bir savaş konseptine geçtiği biliniyor. Bu savaş
konsepti, T. Erdoğan'a rağmen değil, onun birileri
tarafından "inandırılmasıyla" değil,
oligarşinin, tüm iktidar odaklarının sömürge savaşında
ısrar etmesiyle uygulandı. Bu savaş konsepti içinde
cumhurbaşkanlığı, hükümet, Genelkurmay, MİT ve
diğer iktidar odakları ve elbette ki emperyalizm
var. Kürt halkına, işçi ve emekçi sınıflara, bunların
öncü güçlerine yönelik bu yeni saldırı konseptinde
oligarşi içindeki çeşitli iktidar odakları arasında
bir uyum da var. Nitekim bunlara yönelik çeşitli
örgütlenmeler, birimler var, eşgüdümlü çalışmalar,
medyadan tutalım, dinin nasıl istismar edileceğine
kadar her alanda merkezi bir yönlendirme ve saldırı
var. Bu konsept değişmiş de değil, hala devam
ediyor. Ayrıca çok daha önemli bir gerçek var,
bu konsept değişse bile sömürge savaşı devam ediyor.
Biz asıl olarak stratejik
bir yerden sorunlara bakarız. Sömürgecilik sürüyor
mu, sürüyor. Farklı dönemlerde farklı konseptler
olabilir; bu göz önünde bulundurulur, hatta taktik
politikalarda da bu önemli bir unsur olur, ama
ana yönelim buna göre olmaz. A. Öcalan için ana
yönelimler tam da buna göredir. Nitekim sık sık
"barış için çalışmalıyız" derken, ana
yönelimini buna göre kurarken, "devrimci
halk savaşın"dan da bahsetmesi biraz da bundandır.
Yurtsever hareketin
bu sürece, bu yeni savaş konseptine direndiği
bir gerçektir. Yurtsever hareketin işi de, görevi
de budur. AKP son 10 yılda bu savaşı, sömürge
savaşını sürdüren güçtür; AKP, sömürgeciliğin
devamı için halklara düşman bir partidir. AKP'nin
"demokrasi ve özgürlük" ile de, daha
net bir tanımla ifade edelim, "burjuva demokrasisiyle"
de uzaktan yakından ilişkisi yoktur. AKP oligarşi
içinde iktidar savaşına girdi ve kazandı; hepsi
bu. Bu iktidar savaşında "demokrasi ve özgürlük"
söylemini de kullandı. Ama sadece "kullandı",
demokrasi ve özgürlük için ciddi bir adım atmadı.
Tam tersine bir yandan neo-liberal düzeni oturturken
öte yandan bunun üzerinden politik ve sosyal alanı
yeniden örgütledi. Eğitimden tutalım, kadına kadar,
sağlıktan tutalım dinin sosyal yaşamda yerini
genişletmesine kadar, her alanda yeni bir örgütlülük
yaşandı, yaşanıyor. Ama çok daha önemlisi, AKP,
faşizmi, sömürge tipi faşizmi ortadan kaldırmıyor,
tam tersine emperyalizm ve yerli tekelci sermaye
lehine, işçi sınıfı ve emekçileri, Kürt halkını
ve tüm ezilenleri baskı altına almak için yeniden
yapılandırıyor. Yurtsever hareketin görevi, bu
anlamda AKP'yi kurtarmak, onun örgütlediği neo-liberal
düzenin "oturmasını beklemek" değildir,
Onun Ergenekonla tutuştuğu iktidar kavgasında
"taraf olmak, zımni destek sunmak" değil,
onu teşhir etmek, onun başını çektiği sömürge
savaşına direnmek, onun etkisini kırmaktır.
MİT için özel bir
parantez açarak devam edelim. MİT, demokrasi ve
özgürlük için "son kale" değildir. MİT,
oligarşinin ya da başka ifade ile sömürge tipi
faşizmin en etkili kurumudur. Bu gerçek bugün
için değil, tüm tarihsel süreçler için geçerlidir.
Bu devletin mayasında, özünde diktatörlük, gericilik,
emperyalizme uşaklık, işçi sınıfı ve emekçilere,
Kürt ulusu ve tüm ezilenlere düşmanlık vardır.
İster bonapartist karaktere sahip olan Kemalist
diktatörlükte, ister yeni sömürgecilik üzerinden
biçim alan sömürge tipi faşizmde, her ikisinden
de asıl olan, baskıcı, ırkçı, şovenist, gerici,
komplocu, işçi sınıfı ve halklara düşman olması,
emperyalizme köle olmasıdır. Bu, İttihat ve Terakki
geleneğidir, Karakol Teşkilatı, MAH, kont-gerilla,
Ergenekon, MİT bu geleneğin çeşitli biçimleri,
örgütleridir. Bu gelenek, bu devlet geleneği ne
kadar özgürlükçü ve demokrat ise, MİT' de o kadar
özgürlükçü ve demokrattır. MİT, başka iktidar
odakları gibi, bu devletin, sömürge tipi faşizmin,
oligarşik diktatörlüğün sadece bir parçasıdır,
önemli bir parçasıdır. Bu iktidar odakları her
zaman uyum içinde de olmaz, bazen çatışırlar;
Ergenekon ile AKP çatışması budur. Ama tüm bu
odaklar, işçi sınıfı ve emekçiler karşısında,
Kürt halkı ve tüm ezilenler karşısında ortak paydada
buluşurlar. Bu keyfiyet de değil, sınıfsal bir
zorunluluktur.
Bizim işimiz MİT'i
kurtarmak değil, onu dağıtmak, halk düşmanı yüzünü
açığa çıkarmaktır. Biz MİT''i biliriz; sorgu odalarından,
işkence tezgahlarından, örtülü operasyonlardan,
faili meçhul ölümlerden, bin bir komplodan, devrimcilere
yönelik karalama kampanyalarından biliriz. Kürt
halkına zulümden, 12 Mart ve 12 Eylül cuntalarından,
6-7 Eylül katliamından, kanlı pazar, 1 Mayıs,
Beyazıt, Gazi, Ümraniye katliamlarından biliriz.
Tüm kirli işlerde MİT'in imzası vardır. MİT, bu
ülkede, barışın, demokrasinin, özgürlüğün değil,
baskının, korkunun, komplonun, işkencenin, işbirlikçiliğin
temsilcisidir.
MİT kısaca halk düşmanıdır;
görevi de budur. MİT bu görevi yaparken, şiddetten
başka bir şey bilmez de değildir. MİT, oligarşinin,
faşizmin adeta "gizli aklı"dır, "kara
kutusu"dur. O, oligarşinin iç ve dış politik
eğilimlerinin belirlenmesinde "analiz"
yapar, söz sahibidir. Daha iyi anlaşılsın diye
ifade ediyoruz. Tam da bundan dolayı, H. Fidan
sürekli T. Erdoğan, A. Gül ve diğer iktidar sahipleriyle
görüşür, bundan dolayı "demokrasinin en önemli
kurumu" gibi görünen parlamentodan çeşitli
yasaların çıkmasında, perde arkasında MİT görev
yapar, dış politikada rol oynar.
Hakan Fidan'ın KCK
soruşturmalarında hedef olduğu, bu süreçte AKP
ile F. Gülen cemaati arasında bir çelişki, mevzi
kapma savaşı olduğu açık; bu çatışmada, iplerin
ucu ABD'nin mi, İsrail'in mi, yoksa cemaatlerin
mi elindedir bilinmez ve çok da önemli değildir.
Ama bu mevzi savaşı AKP'ye "darbe" olmadığı
gibi, bizim işimiz Hakan Fidan'ı kurtarmak da
değildir. Bizim işimiz MİT'i aklamak, ona "özgürlükçü"
bir paye vermek, onu "demokrasi güçleri"
arasında görmek, ona destek vermek, onu "yalnız
bırakmamak" değildir. Bizim işimiz tam tersine
onu teşhir etmek, dağıtmaktır.
A. Öcalan, oligarşi
içi çelişkiyi öylesine abartılı ve sübjektif ele
alıyor ki, MİT'e olan inancı o kadar güçlü ki,
Sakine Cansız ve yoldaşlarının infazında "MİT
olamaz" diyebiliyor, asıl şüphelerin bunun
dışında eski Ergenekoncularda aranmasını işaret
ediyor.
A. Öcalan, oligarşi
içi çelişkiyi, çeşitli iktidar odakları arasındaki
çelişkiyi, birinci olarak çok büyütüyor ve abartıyor,
ikinci ve çok daha vahimi ise, büyütmüş olduğu
bu çelişkiler üzerinden siyaset kuruyor, dönemsel
ve güncel politikalar üretiyor, stratejik eğilimleri
belirliyor. Böyle olunca, iki yanlıştan, iki halk
düşmanından, Ergenekoncu gericilik ve AKP'li gericilikten
birine karşı birini destekliyor.
A. Öcalan ile MİT
yetkilileri neden görüştü?
Bu sorunun yanıtı,
A. Öcalan için başka, oligarşi için başka olabilir.
Ama oligarşinin bu adımının bir keyfiyet içermediği,
zorunluluk olduğu, bu zorunluluk olma halinin
de uzun yıllara dayandığı, ta 1990'lı yıllara
dayandığı bilinmektedir. AKP'nin de "Öcalan
bizi darbeden kurtarsın" diye bu görüşmelere
başlamadığı açıktır. AKP görüşmelerden çok önce
oligarşi içi iktidar kavgasında ipi eline almıştı.
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, içte, Kürt halkının
ve gerillanın direnişi olmasaydı, dışta Rojava'nın
özgürleşmesi gündeme gelmeseydi ve Ortadoğu'nun
yeni dengelere gebe olduğu gerçeği olmasaydı,
oligarşinin bir adım atmayacağı açıktır. Dahası,
Kürt halkının, onun örgütlü gücünün direnişi ile
başta Cumhurbaşkanlığı (siz bunu biraz da yeni
anayasa ve "başkanlık sistemi" ile birlikte
düşünün) seçimi olmak üzere, üst üste 3 seçimin
önümüzde olması arasındaki bağı görmek de gereklidir.
Küçük bir hatırlatma: Oslo görüşmeleri ile 12
Haziran seçimleri arasında doğrudan bir ilişki
olduğunu bugün herkes bilmektedir. 12 Haziran
seçimi oldu, hem de seçim sürecinin son günlerinde
AKP tam tersine döndü, savaş hükümeti kurdu, "Kürt
sorunu yok..." dedi, sömürge savaşını dayattı.
Bu tesadüf olmasa gerek!
Bu görüşmeler, oligarşi
ve AKP tarafından sık sık "silahların bırakılması
hedefli görüşme" olarak tanımlandı. Demek
ki, oligarşi bir adım atarken kırk kez düşünüyor,
bir dizi hesap yapıyor ve adımı ona göre atıyor.
Ortada bir keyfiyet yok, T. Erdoğan'ın canı istediği
için bu görüşmeler yapılmıyor, bir dizi nesnel
ve öznel olguya bağlı, bir dizi hesap var işin
içinde. Bu görüşmelerin, oligarşi için "silahların
bırakılması", böyle bir hedefi olabilir,
önemli olan yurtsever hareketin buna nasıl yaklaşacağıdır.
Görüşme notlarından
anlaşılan, oligarşinin "silahların bırakılması"
dayatmasına karşı bir direniş eğilimi var, A.
Öcalan için "silahsızlanma" değil, bir
"geri çekiliş ve yeni bir ateşkes" sürecidir.
Ayrıca bunun "parlamento" ve "komisyonlara"
bağlanması eski hatalardan alınan bir ders olarak
görülüyor. Öcalan; "Çekilmeden çekilmeye
fark var. tek taraflı bir çekilme olmayacak. Çekilme
parlamento kararı ile olacak. Başbakanın dediği
çekilsinler onlara karışmayız demesiyle olmaz.
TBMM onaylayacak, çekilme komisyonla olacak."
diyor. Öyle anlaşılıyor, burası sorunlu bir alan
olacaktır.
Biliniyor: A. Gül,
T. Erdoğan ve hükümet yetkilileri, MİT ile Öcalan
görüşmeleri için, "silahların bırakılması
için samimiyet testine" işaret ediyor. Yani
diyorlar ki, A. Öcalan için "liderliğini
ispat etsin", yurtsever hareketi ikna etsin
ve silahları bıraktırsın. Bunun için "süreci
başlatan", sömürgeci oligarşi ile görüşmek
için talep eden Öcalan'ı "samimiyet testine"
tabi tutuyor.
Ne Öcalan'ın ne de
yurtsever hareketin "samimiyet testine"
ihtiyacı yoktur. Halkların eşitliği ve kardeşliği
için oligarşinin, AKP'nin, A. Gül'ün, T. Erdoğan'ın
samimiyet testine ihtiyacı vardır.
Burada şunu ifade
edelim: Kürt hareketinin silahsızlanması Kürt
halkı için intihardır. Tüm kazanımlar, en son
tartıştığımız görüşmeler bile silahlı mücadelenin
gücüyle kazanılmıştır. Yurtsever hareket, kendi
içindeki liberal eğilimlere rağmen bu gerçeği
biliyor ve ifade ediyor.
Daha yakıcı soru şudur:
bu görüşmelerde A. Öcalan ve yurtsever hareket
için hedef, ya da ana talep ne olacaktır? Kürt
halkı için nasıl bir statüko masadadır?
Yazdık, söyledik;
"demokratik özerklik" bir demokrasi
projesidir. Bu proje, kapitalizmin sınırlarını
aşmıyor, sosyalizm ise hiç değildir. Kapitalizm
koşullarında, burjuva demokrasisi içinde ortaya
çıkan bir projedir, burjuva demokratik bir programı
ifade ediyor.
Peki, bu orijinal
ve "yeni" bir model mi? Hayır, değil.
Bu konuda iki somut model ve örnekleri var.
Birincisi, sosyalizmin
kazanımlarıdır. Sosyalizm deneylerinde, ulusal
ve demokratik sorunlar, ulusların kendi kaderini
tayin hakkı temelinde, üç ana başlıkta çözüme
kavuşmuştur. Bağımsız devlet kurma, federasyon
ve bölgesel özerklik biçiminde. Yine sosyalizm
deneyinde tüm bunların ara tonları vardır; ama
bir sınıflandırma yaparsak bu üç biçim öne çıkar.
Fakat bu üç biçim de, daha doğru ifade edersek,
komünizme geçiş süreci olan sosyalizmde biçim
alıyor. Yani bu üç çözüm biçimi, çok daha önemli
olarak, ezen ve ezilen ayrımının tümden kalktığı
bir toplum için ortaya çıkıyor, ekonomik alanda
sosyalist üretim, politik ve sosyal alanda sosyalist
toplum, sosyalist demokrasi içinde yerini alıyor.
Bu anlamda en ileri çözüm modelleridir.
Kapitalist modelde
ise, sömürü ve eşitsizlik var, ama burjuva düzeni,
burjuva sınırlar içinde, farklılıklara siyasal
anlamda imkan tanıyor, her ulus ya da ulusal topluluk,
kapitalizm altında kendini az çok ifade ediyor.
Çok tartışılan Katalanlar, İrlanda, hatta Bask
örnekleri az çok bunlara denk düşüyor. Yurtsever
hareketin, "demokratik özerklik" modeli,
bunlara yakındır. Bu örnekler sosyalizm deneyleriyle
kıyaslanırsa çok ama çok geri örneklerdir.
Ama dikkat edelim,
ister sosyalizm deneylerinin kazanımları olsun,
isterse burjuva devrimler sürecinin kazanımları
olsun, hangi biçimde olursa olsun, her bir örnek
bir statükoyu ifade ediyor.
Kürtler, bir ulustur,
ulusal ve demokratik hakları meşrudur. Kürt ulusunun
yaşadığı bir ülke vardır, bu ülke bölünmüştür.
Kürt ulusu, hangi parçada olursa olsun, tüm ulusal
ve demokratik haklara sahip olmalıdır. Kürt ulusu,
kendi kaderini nasıl isterse öyle tayin eder;
bağımsızlık, federasyon, özerklik. Bunda söz ve
yetki Kürt ulusuna aittir. Biz demokratik ve sosyalist
bir Kürt ülkesinden yanayız; bu açıdan "demokratik
özerklik" bize göre, Kürt ulunu için geri
bir programdır. Ama böyle de olsa, kapitalizm
sınırları içinde, Kürt ulusu için demokratik bir
statüdür. Yurtsever hareketin politik programının
merkezinde "demokratik özerklik" olmasını,
içinde eleştiri hakkımız olmak kaydıyla anlarız,
bu programın Kürt ulusuna kazandırdıklarıyla destekler,
eksik ve geri yanlarıyla da eleştiririz.
Peki, Öcalan, bu noktada,
görüşme notlarında nerede duruyor?
Görüşme notlarından
aktaralım:
"...Peki biz
ileride ne yapacağız. Kürtler kendilerini özgürce
ifade edecek ve yönetecektir. Şu anda yasa dayatırsak
büyük alerji yaratır. İleride olabilir. Mesela
AB yerel yönetim özerklik şartı ki buna şerhi
kaldırırlarsa bu mesele önemli ölçüde çözülür."
"... bu bir rejim
değişikliği olacak. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet,
1950 çok partili hayata geçişten çok daha önemli,
bu hepsinden daha derinlikli olacak. Başarılı
olursak, yepyeni bir Cumhuriyete... Radikal demokrasi,
tam demokrasi, Anadolu ve Mezopotamya'nın tam
demokratikleşmesi, hazırlığım bu yönde. Şimdiye
kadar olanlar ısınma hareketi idi. Bütün felsefi
ve örgütsel birikimimi bu yönde PKK'yi hazırlamak
ve dönüştürmek için kullanıyorum. Bu en köklü
adım. Demokratik kurtuluş ve demokratik yaşam
süreci. ben bu deyimi rastgele seçmedim. Zamanında
söyledim anlamadılar. Anlamış olsaydılar, Ergenekon
olmazdı, AKP bunları diyor ama çok yüzeysel bakıyor.
Benim çok inatçı olduğumu biliyorsunuz. Ben ilk
günden Demokratik Cumhuriyeti savundum, onlar
beni anlamadılar; "APO'yu bitirdik"
dediler. Stratejik hatalar yaptılar. Ergenekon'a
saptılar umarım bu sefer böyle olmaz..."
Tek tek gidelim...
Öcalan'ın sözleriyle
"...Radikal demokrasi, tam demokrasi, Anadolu
ve Mezopotamya'nın tam demokratikleşmesi,.."
reformlarla değil, ancak bir devrimle olur. Devrim
olmadan, mevcut düzen baştan aşağı yıkılıp yerine
yeni ve sosyalist bir toplum inşa edilmeden Anadolu
ve Mezopotamya'nın tam özgürleşmesi, iki halkın
tam demokrasi yolunda ilerlemesi mümkün değildir.
Burada Öcalan ile
kavramlar üzerinden tartışmanın da anlamı yoktur;
çünkü Öcalan'da kavramlar çok da önemli değildir.
Ama ifade edelim: "tam demokrasi" sosyalizmde
mümkün değildir, "tam demokrasi" ancak
bir sınıf diktatörlüğü olan demokrasinin aşılmasıdır.
Bu toplumların hangi aşamasında mümkündür? Bu
"yarı-devlet" olan proletarya/halk demokrasisinin
kendi kendini eritmesiyle, yok etmesiyle, daha
doğru ifade ile söylersek sönümlenmesiyle mümkündür.
Tam demokrasi, komünist aşamada mümkündür. Anadolu
ve Mezopotamya'nın bu aşamaya gelmesi için çok
ama çok yol vardır; bu yol reformlarla değil,
devrimlerle kat edilir. Bunun için önce önüne
bir devrim programı koyacaksın, reform değil.
Öcalan çizgisi ise, burjuva demokrasisidir, devrimi
değil, reformu önüne koymaktadır. "Radikal
demokrasi" kavramı ise liberal-anarşizan
ideolojik cephanelikten alınmış bir kavramdır.
Şimdilik bunun üzerinde konuşmak burada çok da
gerekli değildir. Öcalan'ın ideolojik-teorik evrimini
izleyen biri, Öcalan'ın her akımdan, marksizm,
anarşizm, liberalizm, feminizm gibi her akımdan
bir şeyler aldığını, buradan aldığı kavramları
rastgele kullandığını, bu yanıyla da eklektik
bir yapıya sahip olduğunu bilir, hatta sık sık
kavramları da değiştirir.
Yukarıda aktardığımız
alıntıdan anlaşılacağı ise, böylesi bir program
ve mantalite değil, Kürt ve Türk halkının ilişkilerini
yeni bir tanımlama ile, en ilerisinden burjuva
demokratik bir tanımlama ile yeniden kurgulamaktır.
Bunun ismi de olsa olsa, mevcut burjuva düzenin
devam ettiği, bir rejim değişikliğidir. Öcalan'ın
verdiği örnekler de budur: "...bu bir rejim
değişikliği olacak. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet,
1950 çok partili hayata geçişten çok daha önemli,
bu hepsinden daha derinlikli olacak. Başarılı
olursak, yepyeni bir Cumhuriyete..."
Gerçekten, iki ulusun,
Kürt ve Türk ulusunun mevcut TC sınırları içindeki
varoluşunun burjuva demokratik program temelinde,
teorik olarak, yeniden kurmak mümkündür ve böylesi
bir burjuva cumhuriyet, Öcalan'ın ifadesiyle ifade
edelim, "demokratik cumhuriyet"tir.
Öcalan'ın politik stratejisi de budur. Bunun için
teorik olarak devrim şart değil; ama bir gerçeği
ifade edelim, teorik olanın her zaman pratik karşılığı
olmaz, bir devrim olmadan da bu coğrafyada eşit
ve özgür ilişki kurulmaz.
Peki, diyelim teorik
olarak mümkün olan "demokratik cumhuriyet"te
Kürtlerin statüsü ne olacak? İşte emperyalizm
ve AKP'nin "demokratik açılım" projesine
karşılık geliştirilen "demokratik özerklik"
projesi bu soruya az çok bir yanıtı ifade ediyor.
Böyle bir statü olmazsa, yani Kürt ulusu, kendi
yaşadığı bölgede "demokratik özerklik"
içinde kendi kendini, burjuva demokratik program
çerçevesinde (bu program sosyalist değil) yönetmezse,
o "demokratik cumhuriyet" de olmaz.
Kürtler ve Türkler arasında ilişki de yeniden
inşa edilemez.
Peki, görüşme notlarında
bu model, yani "demokratik özerklik"
(bağımsızlık ve federasyondan çok daha geri de
olsa) var mı? Hayır, yok. Ne var? Yasal ve anayasal
bazı düzenlemeyi ifade eden "Kürt reformu"
var; bu "Kürt reformuna" Öcalan çok
inanmışa benziyor.
MİT ile yapılan görüşmelerde
Öcalan nerede duruyor?
Görüşme notlarından
anladığımız "demokratik özerklik" noktasında
değil, İmralı savunmalarında ifade ettiği "demokratik
cumhuriyet" noktasında duruyor. MİT heyeti
karşısında "demokratik cumhuriyeti"
savunduğunu ifade ediyor. Burada Kürt ulusunun
ulusal ve demokratik hakları, kollektif hakları
var mı? Hayır, yok; tek tek bireylerin hakları
var, "Kürt reformu" yapılacak, "demokrasinin
standartı yükselecek" ve adım adım "demokratik
cumhuriyet" inşa edilecek. Görüşme notlarında
yok, ama başka "şartlara" bağlamayla
düşünürsek, kamuoyunda ifade edilen "merdiven
stratejisi" işleyecek. Bir yandan "demokratik
cumhuriyet" bireysel hak ve özgürlük temelinde
genişleyecek, öte yandan yurtsever hareket düzen
içine tümden çekilecek.
Eğer bunlar olursa
(ki 4. yargı reformu paketinde bazı demokratik
adımların atılacağı söyleniyordu; ama boş çıktı,
"Kürt reformu" için tek adım atılmadı.
Şu ana kadar sürecin önünü açmak için tüm olumlu
adımları Kürt hareketi atıyor, oligarşi cephesinde
bir şey yok) burjuva düzen devam edecek, neo-liberal
sömürü devam edecek, ama "rejim" değişecek.
Bu rejim değişliği, tıpkı "Tanzimat, Meşrutiyet,
Cumhuriyet (siz bunu Kürt ulusunun tüm haklarının
reddedilip sömürgeciliğin dayatıldığı bonapartist
diktatörlük olarak okuyun-BARİKATIN NOTU), 1950
çok partili hayata geçiş (yine siz bunu, sömürge
tipi faşizm olarak okuyun-BARİKATIN NOTU)"
gibi olacak.
Peki, bu "rejim
değişikliği" için neler lazım?
Bazı anayasal ve yasal
değişiklikler. Bunun başında yeni anayasa geliyor.
Bu yeni anayasa da "Kürt ulusu" tanımı,
kavramı, ifadesi yer almalı mı? Örneğin Kandil
bu gibi net kavram ve tanımlara ihtiyaç duyuyor,
ama Öcalan bu tip kavramlarda ısrar etmeyi "klasik
kaygı" olarak tanımlıyor. Yeni anayasa için
önerdiği kısa ve muğlak tanımlamalar. Örneğin
1924 anayasasındaki vatandaşlık tanımı ile yetinmeyi
savunuyor. Hak ve özgürlüklerin sınırını genişleten
başka adımlar, "Kürt reformu" temelinde
atılabilir. Tüm bunların en ilerisinden "anayasal
vatandaşlık" ve anayasal bir çözüm olduğu
açıktır.
Burada hala Kürt ulusu
için bir statü yok...
Başka ne lazım? AB
yerel yönetim özerklik şartına oligarşinin koymuş
olduğu şerhin kalması. İşte çözüm bu: "...
Şu anda yasa dayatırsak büyük alerji yaratır.
İleride olabilir. Mesela AB yerel yönetim özerklik
şartı ki buna şerhi kaldırırlarsa bu mesele önemli
ölçüde çözülür."
Öcalan "demokratik
özerklikten" daha geri bir yere gidiyor,
az önce ifade etiğimiz bazı yasal ve anayasal
çalışmalarla eşitlik ve özgürlük temelinde "tam
demokrasi"ye ulaşılacağını sanıyor.
Gelinen bu yer, bunca
mücadele ve bilinç sonrası hayal kırıklığıdır...
Ama Öcalan'ın zihinsel
sürecini az çok izleyen biri için bunlar şaşırtıcı
değildir.
Bunlar demokrasinin
sınırlarının kesmen genişlemesidir, birer reformdur,
hepsi bu kadar!
Öcalan bu reformları
AKP'nin yapacağına inanıyor. Ama her liberal gibi
o da yanılıyor. Çünkü, hala AKP'nin somut bir
demokratikleşme programı yok, Kürt ulusu için
somut bir projesi yok, tam tersine içte ve dışta
gericidir. AKP için "Kürt sorunu yok, Kürt
vatandaşların sorunu var, terörle mücadele, uzantılarıyla
müzakere" stratejisi de budur. Yani siz bunu
inkar ve imha siyasetine devam, en az "kırıntı"
ile bu devasa sorundan kurtulma ve yurtsever hareketi
tasfiye stratejisi olarak okuyun.
F) İmralı Görüşmeleri
Ve
Devrimci Tavrımız
İmralı görüşmelerine
bir bütün olarak baktığımızda, her şeyden önce
Kürt ulusunun özgürlük sorununda bir taraf olan,
Kürt halkının politik temsilcisi yurtsever hareketin
resmi bir muhataplık içinde olması sevindiricidir,
politik bir kazanımdır. Yurtsever hareket, önderliği,
yönetici kadroları, çeşitli kurum ve örgütleriyle
Kürt halkının temsilcileridir. Politik stratejisi
ve çizgisi, taktik yönelim ve tavrı ne olursa
olsun, bu bir gerçektir. Biz bu gerçeği şu ya
da bu nedenle atlamayız; biz, yurtsever hareketin
stratejik çizgisi ve taktik politikalarına yönelik
devrimci eleştirimiz ne olursa olsun, bu gerçeği
teslim ederiz. Yurtsever hareket, bu temsiliyeti,
devrimci bir çizgide başlattı, ama geldiği yer
reformist bir çizgidir.
Yurtsever hareketin
İmralı savunmaları öncesi devrimci çizgisi bu
kazanımda çıkış noktasıdır. Bu devrimci çizgi,
devrimci sosyalizme yakın, devrimci bir programın
Kürt coğrafyasında somut biçim aldığı bir çizgidir.
Bu devrimci çizgide, sadece Kürdistan devrimi
ve sorunlarına yönelik değil, Türkiye, bölge,
dünya'ya yönelik, sosyalizme yönelik olumlu bir
yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. İmralı savunmaları
ve sonrası ise, bu devrimci çizgi aşınmış, A.
Öcalan somutunda, devrimci zeminden hızla düzen
içi zemine evirilmiş, burjuva demokratik bir çizgiye
dönüşmüştür. Hiç şüphesiz ulusal bir harekettir
ve içinde birçok eğilimi barındırmaktadır. Ama
egemen olan eğilim, post- modern reformizmdir,
silahlı reformizmdir, çeşitli ve karmaşık tanımlamalar
içerse de, hatta sık sık değişse de, özünde burjuva
demokratik bir programa sahiptir.
Hiç şüphesiz, sömürgeciliğin,
inkar ve imha siyasetinin devamı olan, ret ve
inkarın bir biçimi olan "teröristlerle görüşmeyiz"
politikası gelinen aşamada iflas etmiştir. Tel
tel dökülen, tüm tezleri tek tek çürüyen sömürgeciliğin
bu ideolojik tutumu da iflas etmiştir. Bu Kürt
ulusunun özgürlüğü kavgasında önemli bir adımdır.
Kürt ulusu, ulusal ve demokratik hak ve özgürlükleri
kazanacaktır; bu süreçte, bu kazanımlarda örgütlü
mücadele yol gösterecektir, göstermektedir. Bundan
dolayı, içeriğinden bağımsız ifade ediyoruz: bu
devasa sorunda masanın bir tarafında örgütlü Kürt
hareketinin olması zorunludur ve kazanımdır.
Yaşanan süreç tamı
tamına budur.
Bu anlamda, oligarşinin,
A. Öcalan ile görüşmesi, sorunun demokratik çözümü
için, tekrar ediyoruz, içeriğinden bağımsız önemlidir.
Devrimci sosyalizm bunu desteklemektedir.
Ama her şey bu değildir.
Bu "ara aşamada" yurtsever hareketin,
daha özel ifade edelim, A. Öcalan çizgisinin,
burjuva demokratik bir yerde durduğu açıktır.
Asıl sorun ve devrimci kaygı da buradadır. Oligarşi,
en az zararla süreci kendi lehine dönüştürmek
isterken, yurtsever hareketin geri konumda, "barış,
bireysel haklar, anayasal vatandaşlık" gibi
bir konumda olması sorunludur.
Daha somut ifade edelim.
AKP'nin "demokratik açılım" projesine
karşı geliştirilen "demokratik özerklik"
bu görüşmede nerede durmaktadır?
Sosyalist bir çözümden
bahsetmiyoruz, burjuva sınırlar içinde bir çözüm
için bu soruya net yanıt üretmek zorunludur. Bu
soruya yukarıda az çok yanıt verdik. Ortadoğu'da
gelişmeleri, Kürt coğrafyasında ortaya çıkan yeni
imkan ve olanakları dikkate alırsak, bırakalım
stratejik bir yerden bakmayı, "reel politika"
açısından bile, kapitalizm sınırları içinde Kürt
ulusu için bir statünün ortaya çıkması zorunludur.
Demokratik özerklik, kapitalizm sınırları içinde
demokrasi projesidir, Kürt ulusu için bir statüdür.
Ama siz bunu bir yana atar ve örneğin ne olduğu
çok da bir anlam ifade etmeyen "anayasal
vatandaşlık" noktasında durursanız, belki
kısmi demokratik haklar elde edilebilir, ama Kürt
ulusu için ulusal ve demokratik bir statü elde
edemezsiniz.
Bu anlamda, bu aşamada,
en azından bu satırların yazıldığı günlerde, bu
konuda ciddi kaygıların olduğunu söyleyebiliriz.
Önce AKP ve MİT, çeşitli biçimde "demokratik
özerklikten vazgeçildiği"ni yaydı; bu karmaşa
ve bulanık hava A. Türk'ün A. Öcalan ile görüşme
sonrası "talepler makul, devletin kabul edebileceği
talepler" açıklaması bir fikir verdi. Ama
çok daha önemlisi, "kim sızdırdı" tartışması
bir yana görüşme notlarında, A. Öcalan "demokratik
cumhuriyeti savundum, yasal düzenlemelerde, Kürt
reformunda demokratik özerklik dayatması doğru
değil.." türünden sözleri bir anlam ifade
etmektedir. Ayrıca Kandil'in bu yönde kaygı ve
eleştirilerinin olduğu bilinmektedir; BDP'nin,
Newroz kutlamalarında temel slogan olarak "Öcalan'a
Özgürlük, Kürtlere Statü" derken, bu kaygıları
doğru bir yere çekmeye çalıştığı da açıktır.
Bir kez daha ifade
ediyoruz: bugün yurtsever hareket, en ilerisinden
"demokratik özerklik" derken bile özünde
"ara çözüm" sunmaktadır. Demokratik
özerklik, kapitalizm sınırlarını aşmayan, ama
bu sınırlar içinde Kürt ulusu için demokratik
bir statükoyu ifade eden bir projedir. Bu projenin
stratejik hedef olmaktan çıkması, sorunu "demokrasinin
sınırları geliştirme, anayasal vatandaşlık"
gibi bir yerden ele almak, Kürt ulusuna en az
ile yetinmeyi sunmaktır. Bizim için bu kabul edilemezdir.
Biz, soruna stratejik
bir yerden bakıyoruz, güncel ve dönemsel süreç
ve taktik politikalarını da buradan ele alıyoruz.
Kürtler bir ulus, Kürtlerin yaşadığı coğrafya
ise, bölümmüş olsa da bir ülkedir. İki ülke-iki
devrim; işte bizim ufuk çizgimiz budur. Sosyalizm
deneylerinde de büyük bir kazanım olarak ortaya
çıkan Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını savunuyoruz.
Bu anlamda, bağımsız örgütlenme dahil tüm demokratik
haklarda söz ve karar Kürt ulusuna aittir. Devrimci
bir çizgide "bağımsız-birleşik-sosyalist
ülke" stratejik hedefine tam destek veririz.
Tüm "ara çözüm" arayışlarını (ki "demokratik
özerklik" dahil, yurtsever hareketin arayışı
budur) bu ufuktan eleştiririz.
Oligarşi ilan ediyor:
"hedef silahsızlandırmak".
Bu soyut bir şey değil;
oligarşinin her zaman hedefi de bu olmuştur, olur.
Oligarşinin bu tasfiye projesi, bugüne kadar,
zorla, şiddetle olmuştur, şimdi işin rengi biraz
değişti, şiddetin yanına "görüşme" de
kondu, bununla bu amaca ulaşmak istiyor. "Silahların
miadını doldurduğu" tezleri tümden karşı
devrimci adımlardır. Sömürgecilik tel tel dökülmektedir,
ama hala yıkılmış da değildir. Halklar silahlanmadan
bırakalım devrimi, demokrasi bile kurumlaşamaz.
Tüm sömürgeciler silahlı güçlere sahipken Kürt
halkının silahsızlanması kabul edilemez.
Ateşkes gibi taktik
politikalardan söz etmiyoruz; Kürt halkının silahsızlanmasından
söz ediyoruz, Kürt halkının silahsızlanması intiharıdır,
kabul edilemez.
Devrim, pazarlık konusu
olamaz. Biz Kürtleri bir ulus, yaşadığı coğrafyayı
da bir ülke görüyoruz; bu nesnel bir gerçektir.
Bizim için Kürt coğrafyası ile Türk coğrafyası
komşu ama ayrıdır; biz, emperyalizm ve sömürgeciliğin
çizmiş olduğu sınırları da meşru görmüyoruz. Biz,
Türkiye'de halk devrimini hedefliyoruz; dost ve
düşmana bunu bir programla ilan ediyoruz. Devrimler
halkların meşru hakkıdır; Kürt halkının asıl kurtuluşu,
ulusal ve demokratik devrimdedir. Bunun dışında
tüm arayışlar, "demokratik cumhuriyet, demokratik
özerklik" gibi tüm arayışlar "ara çözümdür",
kapitalizmin sınırlarını aşamaz.
Yurtsever hareket
ya devrimi önüne koyacak ya reformu. Hem devrimci
halk savaşı hem "demokratik cumhuriyet"
yan yana olamaz. Devrim, reformlar için bir pazarlık
konusu yapılamaz; reformlar devrim içindir, devrime
hizmet eder. Devrimci bir yöntem olan silahlı
mücadele de pazarlık konusu olamaz. Silahlı mücadelenin
kendi koşulları vardır; sömürgecilik kırılırsa,
faşizm tasfiye olursa elbette silahlı mücadele
işlevini yitirir. Ama sömürgecilik hala ayaktaysa,
Kürt ulusunun ulusal ve demokratik hakları söz
konusu değilse, silahlı mücadele meşrudur, haktır.
Devrim ve devrimci
bir yöntem, araç olan silahlı mücadele halkların
yolunu açar...
Oligarşi ilan ediyor:
"silahları bırakın, ondan sonra demokratik
adımlar daha rahat atılır".
Bu bir kandırmacadır.
Sömürgeciliğin tüm tarihi de bu kandırmacanın
sayısız örnekleriyle doludur, hatta bu oligarşinin
başlı başına bir özelliği, çizgisidir. Tarihten
binlerce örnek vermek de gerekmez; bu söylem ve
dayatma yeni de değildir. A. Öcalan'ın tutsak
düşmesi sonrası, İmralı'da yapmış olduğu "geri
çekilme" süreci hala akıllardadır. Tıpkı
bugün olduğu gibi, o günlerde de "silahı
bırakın demokratikleşme olacak" dendi; bu
geri çekilmede 500'ü aşkın gerilla yaşamını yitirdi,
bunca yıl geçti, AKP üç kez seçim kazandı, ama
hala "demokratikleşme" ufukta yok. Yakın
tarihe gelelim. 12 Eylül referandumunda AKP ne
dedi? "İleri demokrasi" dedi, devrim
şehitlerinden mektuplar okudu, ağladı, "demokrasi
geliyordu". Ama hala ortada "demokrasi"
yok. Roboski, Kürt sorununda kanayan yara, bu
yara sarılmadan demokratik adımda atılmaz. Roboski'nin
suçluları biliniyor, Başbakanlık, Genelkurmay.
Peki, 1,5 yıl sonra açıklanan rapor nedir? Rapor'un
başbakanlık ile Genelkurmayın hazırladığı, parlamentoda
AKP grubunun imzaladığı biliyor. Roboski'yi örten
bir mantıki anlayış barış için adım atar mı, "demokratikleşme"
yaşanır mı?
Bunlar güncel örneklerdir.
Bilimsel olan ise şudur: burjuvazi, tekelci burjuvazi
ne anti-emperyalist ne de demokratik bir özelliğe
sahiptir. Bu burjuvazi ve onun politik temsilcileri,
yani burjuva partiler, AKP, CHP, MHP ve diğerleri
burjuva demokrasisini inşa edemez. "Demokrasi"
onların dilinde yalan ve kandırmaca aracıdır.
AKP neo-liberal düzeni savundu, onu her alanda
egemen kıldı. Neo-liberal düzen ile burjuva demokrasisi
çatışır; neo-liberalizm burjuva demokrasisinde
değil, "demokrasi" örtüsü altında sömürge
tipi faşizmde anlam bulur. Bundan AKP'nin "ileri
demokrasisi" tutmadı, yalan açığa çıktı,
sömürge tipi faşizm her gün daha koyulaştı. Roboski'yi
ört, "çözüm süreci" de ve sustur; "demokrasi"
de burjuva demokrat yazarlara bile ağır baskı
yap, sokak teröründe ısrar et, sol ve devrimcilere,
yurtseverlere saldır, "çözüm" de, sınır
içi sınır dışı bomba yağdır; "aman Habur
olmasın" de, tek yanlı, Kürt hareketinin
tek yanlı atmış olduğu adımları sansürle, hatta
lehine kullan. İşte "demokratikleşme ve çözüm
süreci".
Öcalan, devlete, MİT'e
inanabilir, Kürt halkını da az çok inandırabilir,
ama biz inanmıyoruz.
Bu ülkeye demokrasi
gelecek, halk için demokrasi gelecek; demokrasi
devrimle gelecek!
Yeni İmralı görüşmeleri,
bu temelde başlayan süreç karmaşık ve sorunlu
olacak. Devrimci ve sol hareket içinde bir dönüm
noktasıdır, süreç yeni gelişmelere gebedir; hazırlıklı
olmak zorunludur.
Bu açıdan, İmralı
görüşmeleri yeni bir sınav olacaktır, olmaktadır...
Devrimci sosyalizm,
bu süreçte, her adımı kendi penceresinden, işçi
sınıfı ve halkın penceresinden ele alacak, dost
ve düşman karşısında sadece ve sadece gerçeklere
bağlı kalıp, Türkiye halkı ile Kürt halkının kardeşliği
ve birlikte mücadelesi için çalışacaktır.
|