Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

6 (67). Sayı /Haziran-Temmuz 2013

       GİRİŞ: KAVRAM VE YÖNTEM
        Son altı ayda, Kürt ulusunun özgürlük sorununda, İmralı görüşmeleri gündemin baş sırasında yerini aldı. Bu temelde bir dizi tartışma, spekülasyon yapıldı, ayrışma ve kavga yaşandı. Ancak, tüm bu tartışma ve ayrışmalarda yer yer magazine kayma örnekleri olsa da, burjuva partilerin birbirini kıyasıya yıpratma pratikleri öne çıksa da, şimdilik "kontrollü" bir sürecin yaşandığı söylenebilir. Ama bu yanıltıcı olabilir. Çünkü Kürt ulusunun özgürlük sorunu, bu ülkede tarihsel ve güncel bir sorun olmakla kalmayıp, üzerinde en çok istismar ve çatışmaların yaşandığı sorun konumundadır da.
        Bu görüşmelerde devlet adına MİT görev alıyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu görüşmeler, daha önceki bir dizi dolaylı ve doğrudan görüşmelerin devamı, yeni biçim alması olarak ortaya çıkıyor. Böylece, bir dönemin tartışma ve politik tutumun ana başlığı olan "hükümet teröristle görüşmez" tezi tümden iflas etmiş durumdadır. Oslo görüşmelerinde T. Erdoğan'ın dilinde "teröristle görüşme olmaz, terörle mücadele için devletin istihbarat görevlileri görüşebilir" söylemi de artık geride kaldı. Kısmen daha açık ve biraz da ne olduğu çok bilinmeyen "kamuoyunun" daha hazır olduğu bu süreçte görüşmeler devam ediyor. Bu açıdan yeni durum ve yeni görüşme biçimi, önceki dolaylı ve doğrudan görüşmelerin, el altından yapılan görüşmelerin yeni bir boyut kazandığı düzeyi ifade ediyor.
        AKP, "risk aldık, baldıran zehri içeriz" dedi; CHP, önce "kredi açıyoruz" dedi, sonra ne dediğini kendisi de bilmeyen biçimde sürecin karşısında yerini aldı, "krediyi çektiğini" açıkladı; MHP ise klasik tutumunu ısrarla devam ettirdi, ettiriyor. Bu süreç, bu satırların yazıldığı günlerde hızından bir şey kaybetmeden ve her gün yeni tartışma ve polemiklere de açık devam ediyor.
        Tüm bu tartışma ve polemikler yer yer çığırını aşsa da doğal; çünkü, Kürt ulusunun özgürlük sorunu, sık sık ifade ettiğimiz gibi, hem tarihsel hem de güncel ve yakıcı bir sorundur. Üstelik bu sorun, hiçbir zaman tek bir devletin sorunu olmamıştır. Ortadoğu'nun en karmaşık sorunudur. Bundan dolayı, emperyalistler dahil birçok güç bu sorunun içindedir, çeşitli istismar ve spekülasyonlara açıktır.
        Bu tartışma içinde, başlayan sürecin ismi de kondu: İmralı süreci...
        MİT'in devlet adına (T. Erdoğan'ın, "biz görüşmeyiz, devletin ilgili birimi görüşür, görüştüğümüzü söyleyen ispat ettin, etmezse şerefsizdir" türünden söylemleri de dün de bugün de koca bir yalandır. MİT, devlet adına görüşüyor, "devlet adına" olan "hükümeti" de içine alıyor. İmralı'ya kim gidecek, A. Öcalan'a televizyon verilecek mi gibi her konuda görüş ifade eden T. Erdoğan, artık bu görüşmeleri gizlemekten de uzaklaşmış görünüyor) PKK lideri A. Öcalan ile yaptığı bu görüşmeler İmralı Cezaevinde yapılıyor. Sürecin adı da bundan dolayı, kamuoyunun hemen benimsediği gibi, "İmralı süreci" oluyor. Süreci böyle tanımlamakta bir sakınca yoktur.
        Ancak burada şu notu düşmekte yarar vardır. Bu notu en çok da BARİKAT okurları için düşüyoruz. "Kürt ulusunun özgürlük sorunu" ile "İmralı süreci" tanımlamaları yan yana ilk kez gelmiyor. A. Öcalan'ın Kenya'da, ABD emperyalizmi, yani CIA tarafından tutsak edilip, oligarşiye, o dönem iş başında olan Ecevit iktidarına teslim etmesinden bu yana, yani 15 Şubat komplosundan bu yana sık sık bu tip tanımlamalar yapılmaktadır. Başka sol ve devrimci çevrelerin bu konuda yapmış olduğu tanımlamalar bir yana, devrimci sosyalizm, Kürt ulusunun özgürlük sorununda İmralı sürecini, yani A. Öcalan'ın İmralı'da tutsak tutulması ile başlayan süreci bir dönüm noktası olarak tanımladığı bilinmektedir. Siyasal tarihe "İmralı savunmaları" (Bu İmralı savunmasını yurtsever çevreler tarafından abartılı ve siyasal anlamda hiç de hak etmediği halde "yüzyılın savunması" olarak tanımlandığı bilinmektedir. PKK dahil devrimci parti ya da örgütün savunmalarının yanında, "İmralı savunmaları" hem politik tutum (yani soruşturma aşamasında savcılar karşısında, mahkeme aşamasında mahkeme heyeti karşındaki tutum) hem de içerik olarak son derece geridir. Hiç şüphesiz bu savunmada Öcalan'ın ileri sürdüğü ve "demokratik cumhuriyet" olarak kavramlaştırdığı görüşler, bir dönüm noktasıdır, devrimcilikten burjuva demokratlığa geçiştir. Bu "savunmalar" aynı zamanda yurtsever hareket ile sol ve devrimci hareket arasında var olan zayıf ilişkilerinde koptuğu, yeni bir ilişki biçiminin geliştiği bir süreci de ifade eder. Daha önce devrimci bir konumda olan yurtsever hareket, devrimci sosyalist hareket ve diğer devrimci kesimlerle daha yoğun ilişki kurarken, İmralı sonrası bu ilişki bozulmuş ve daha çok reformistlerle ilişki kurma dönemi başlamıştır. Devrimci sosyalizmin, "İmralı savunmaları"na yönelik eleştirisi hem o günlerde BARİKAT dergisinde yapıldı, hem de "İmralı Sürecinde Kürt Sorunu" adını verdiğimiz kapsamlı çalışmamızda ele alındı) olarak geçen, devrimcilikten düzen içine evirilmeyi ifade eden görüşler, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi için bir kırılma, yurtsever hareket için ise, Marksizm ve Leninizm'den, devrimci bir çizgiden uzaklaşıp reformist-liberal tezlerle kendine yeni bir yol çizmedir. Hiç şüphesiz bunun ilk adımları 1993 ve sonrasında uç verdi; ama A. Öcalan somutunda başlı başına bir çizgiye dönüşmesi İmralı savunmalarıyla ortaya çıktı. Marksizm-Leninizm ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını reddeden, Kemalizm'e övgü düzen, haklı olan Kürt isyanlarının (Şeyh Sait, Dersim ve diğerlerini, yani 1925-40 sürecini) Kemalizm tarafından bastırılmasını meşru gören, ABD ve İngiltere'yi "demokrasi beşiği" olarak öven, oligarşiye emperyal hayaller sunan yeni çizgi, "bağımsız-birleşik-sosyalist ülke" stratejik hedefini bir yana attı politik programını, "demokratik cumhuriyet" üzerine kurdu. İşte, bu süreç, Kürt ulusunun özgürlük savaşında yeni bir süreçti ve bu süreç, "İmralı süreci" olarak tanımlandı. Son 14 yılda bu süreç çeşitli biçimler aldı. Bugün, bu anlamda ve Kürt ulusunun özgürlük sorununun geldiği yer açısından, bu süreç, İmralı görüşmeleri ve yeni adımları içeren bu süreç, "İmralı süreci" olarak tanımlanabilir.
        Bu süreç, belki yer yer abartılı tanımlamalar yapılsa da, Kürt halkı ve Türk halkı tarafından kabul gördü. Kürt halkı için, "barış ve çözüm" kavramları önemlidir; buna hizmet eden her süreç de büyük bir onay görür. Milliyetçi, ırkçı, şovenist zehirle kirletilen Türk halkı ise, görüldü ki, sömürge savaşından yıpranmış ve kardeşlikten yana tutumunu göstermiştir. Hiç şüphesiz mevcut durum "çok şey" değil ama bu eğilimlerin açığa çıkması ve gelişmesi için olumlu olduğu söylenebilir.
        Bugün dönüp bu son altı aya bakarsak, aşağıda ele alacağız, Kürt halkının özgürlük mücadelesi ve açlık grevi eylemleri önemli bir yerde durmaktadır. Bunun üzerinden yaşanan İmralı görüşmeleri, yer yer "kamuoyuna açık" gibi tanımlamalar yapılsa da, özünde yaşanan, son altı ayda, devletin ve AKP'nin tek taraflı bilgi sızdırması, kamuoyu oluşturması, "en az" ile süreci kurtarması, bunun için "beklentileri yükseltmesi", Kürt yurtsever hareketini sorunun çözümünü istemeyen göstermesidir. Nereden elde edildiği bilinmez bilgilerle, köşe yazarları, çeşitli gazete temsilcileri, "Kürt sorunu" uzmanları sürekli bir şeyler pompaladılar. Onlar her şeyi biliyor, görüyor; ama başta yurtsever hareket olmak üzere, sol ve devrimci çevreler hiç bir şey bilmiyor. Bu süreç, bir BDP heyetinin, A. Türk ve A. Akat'ın A. Öcalan ile görüşmesiyle kısmen aydınlanmaya başlandı, ikinci heyetin (Buldan, Önder ve Tan) İmralı'ya gitmesi, A. Öcalan'ın Kandil, BDP ve Avrupa örgütlerine gönderdiği mektuplar, ortaya çıkan İmralı notları ile yeni boyut kazandı ve yurtsever hareket hem az çok bilgi sahibi oldu, hem de sorunun öznesi ve anahtarı oldu, süreçte yerini aldı.
        Bu satırların yazıldığı günlerde, BDP, Avrupa ve Kandil'e gönderilen mektuplar kamuoyuna yansımadı; bundan dolayı, bu eksende sağlıklı bir değerlendirme, bugün için ham ve erkendir. Aşağıda ele alacağımız, ikinci heyetle A. Öcalan arasında yapılan görüşme notları ise, şu ana kadar tek resmi belgedir. Bu notları kim sızdırdı, bu konuda yoğun tartışmalar yaşandı ve en son BDP kendi sorumluluğunu kabul etti. İmralı görüşme notları, süreç hakkında az çok fikir vermektedir, bu açıdan da incelemekte yarar vardır.
        Bu noktada şunu da ifade etmekte yarar vardır. Böylesi yakıcı ve ağır bir sorunda, çeşitli spekülasyon ve tartışmalar içinde, biz, her şeyden önce doğru bir yöntem sahibi olmalıyız. Bu açıdan "önden" ya da "arkadan" giden değil, süreci izlemeli, somut olgulara bağlı değerlendirmeler yapmalıyız. Bizim için gerçeğe bağlı kalmak sadece kendimize olan saygının bir gereği değil, aynı zamanda devrimci politikada temel bir ilkedir. Buradan bakmak, somut olmayan tartışmalar içinde olmamak hem sorumluluk, hem de doğru yöntem için zorunludur.
        Aşağıda yapılacak olan kısa değerlendirmeler bu temelde yapılacaktır.

        A) İmralı Görüşmeleri Öncesi
        Kısa Bir Özet:

        AKP, 2002 krizi üzerinden, böylesi bir zemine yaslanarak iktidar oldu. Kriz, sadece ekonomik ve sosyal boyut değil, aynı zamanda siyasal boyut da kazanmıştı. O dönemin burjuva partileri hiç bir soruna çözüm bulamıyor, özellikle merkez sağ ve sol olarak tanımlanan (DSP, DYP, ANAP, CHP) büyük bir dağınıklık yaşıyordu. Neo-liberalizmi savunan, kendine ilk görev olarak emperyalizmle ilişkileri yeniden kurma ve onlara güven vermeyi önüne koyan AKP, aslında, oldukça rahat ve olumlu bir zemin bulmuştu. PKK, ideolojik ve politik açıdan bir kargaşa yaşıyordu, örgütsel açıdan dağılma eğilimi içindeydi. Gerilla güçleri Kandil'e çekilmişti, Kürt sorunu politik gündemden hızla düşme eğilimi içindeydi. Bu ortamda AKP, nispeten rahattı. AKP böylesi bir zemin ve ortamda 2002 seçimlerini kazandı ve iktidar oldu.
        PKK, yeniden silahlı mücadele ve gerilla savaşını başlatınca, AKP'nin yok saydığı, unutturarak sorunun çözüldüğünü sandığı, "düşünmezsen sorun yoktur" dediği sorun yeniden gündemin ilk sıralarına tırmandı. PKK, kendi içinde Amerikancı çözüm arayışı içinde olanları (O. Öcalan ve ekibini) tasfiye etmişti, önüne yeni bir mücadele çizgisi koymuştu. Nitekim, bir yandan yeniden başlayan gerilla savaşı diğer yandan, bu Amerikancı çözüm arayışı içinde olanların tasfiyesi, PKK için, karmaşa ve dağılma eğiliminin geride kaldığını, yeni bir dönemin başladığını işaret ediyordu. Yeniden başlayan silahlı mücadele, yeni gelişme dinamikleri yarattı. Böylece, son 8-9 yılda PKK, açılan bu yolda adım adım ilerledi, önemli hamleler yaptı, gerilla gücünü korudu ve geliştirdi, halklaştı, kitle gücünü kat be kat arttırdı, her seçimde başarı kazandı, parlamentoda önemli bir güç oldu. Burjuva yazarlar, "PKK uzmanları", MİT'çi otoriteler de bu gerçeği kabul ediyor: "PKK, artık eski PKK değil, dal budak saldı" diyorlar.
        AKP, artık Kürt ulusunun özgürlük sorunuyla doğrudan karşı karşıyaydı. T. Erdoğan ve AKP, bu sorunu yok saymakla bir yere gidemezdi. Bundan dolayı, o günlerde üzerinden bir hayli tartışılan, "yeni bir umut" olarak büyütülen, ünlü Diyarbakır konuşmasını (12 Ağustos 2005 yılında) yapmıştı. Bu konuşmada: "...Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepimizin sorunudur... herkesten önce benim sorunumdur.. devlet özür dilemeli.." diyordu. İlk kez bir başbakan "Kürt sorunu" dememişti, daha önce Demirel de demişti, Özal daha ileri giderek "federasyon tartışılır" demişti. Bu anlamda T. Erdoğan'ın "yeni" bir şey söylediği düşünülemezdi, ama uzun süre hasıraltı edilen bu sorunun açıkça ifade edilmesi, yine de bir heyecan yarattı. T. Erdoğan, sonradan bu sözünden pişmanlık duydu, bir gazeteciye şunu söyleyecekti: "Ortaya çıkan tepkiden gördüm ki, Kürt sorunu demiş olmam rahatsızlık yarattı. Daha başka bir şey bulmalıydım. Ne bileyim; Kürt kökenli vatandaşlarımın sosyal ve ekonomik sorunları gibi bir şey..."
        Anlaşılacağı gibi, AKP'nin bu soruna yönelik bir çözüm projesi, ya da politikası 2005 yıllarında yoktur....
        Oligarşi içinde yeni ve ciddi bir çatlak açılmıştı, hatta bu çatlak, yani iktidar savaşı meşru zeminden çıkmış, bir dizi karanlık işler, özellikle de gayrimüslimlere karşı işlenen cinayetler gündemdeydi. AKP, bu iktidar kavgasında, mazlumları oynadı, "demokrasi ve özgürlük" söylemini kullandı. Ama "demokrasi ve özgürlüğün" AKP iktidarında somut bir karşılığı yoktu. Hatta, bu süreçte, AKP ile Genelkurmay yurtsever hareket ile sol ve devrimci hareketin zorla tasfiyesinde hem fikirdi. Hak gaspları devam etti, 1 Mayıs yasakları devam etti, Kürt halkına yönelik sömürge savaşı hızından hiç bir şey kaybetmedi.
        2007 yılı bu açıdan adeta oligarşi içi çatlakta final yılı oldu; Cumhurbaşkanlığı seçimi, AKP'ye karşı verilen muhtıra bu süreçte yaşandı...
        Ancak, daha sonra o dönemin Genelkurmay başkanı Y. Büyükanıt'ın "ben yazdım, siteye kodum" dediği muhtıra püskürtülünce, AKP'yi kapama davaları tutmayınca, ünlü Dolmabahçe anlaşması sağlanınca AKP için yeni bir süreç başladı. AKP adım adım iktidarlaştı ve yeni bir seçim başarısı kazandı.
        Oligarşi içi çatlakta bazı mevziler kazanan AKP, daha fazla bu sorunu, yani Kürt sorununu bu haliyle götüremez oldu. AKP, bir yandan oligarşi içi çatlakta, belki de en çok Kürt ulusunun özgürlük sorununda Genelkurmayla daha sıkı anlaştı, öte yandan ABD ile yeni bir proje geliştirdi. 2009 Ağustosunda başlayan, "iyi şeyler olacak" denilen bu projenin adı, önce "Kürt açılımı" oldu, hemen geri adım atıldı, bu kez "demokratik açılım" oldu, buradan da geri adım atıldı ve en sonra "milli birlik ve kardeşlik projesi" oldu.
        Yaşanarak görüldü; bu sözde açılım sürecinde demokratik hiç bir açılım ve adım somut biçim kazanmadı. "Alevi açılımı", Alevilerin sistemle bütünleşmesi, sunnileştirme biçimini aldı ve çöktü. Demokrasi adına işçi ve emekçi sınıflara yönelik tek ciddi adım atılmadı, tam tersine sosyal güvenlik yasası, tazminat hakkı gaspları, sendikaların etkisizleşmesi hız kazandı. 1 Mayıs, büyük bir mücadele, Devrimci sosyalizmin de içinde yer aldığı devrimci güçlerin sokak sokak dövüşmesiyle kazanıldı. Sözde "Demokratik açılım"ın asıl hedefi ise, Kürt ulusunun özgürlük taleplerin düzen içine çekilmesiydi. Ve bu sözde "demokratik açılım", özde tamı tamına bir tasfiye hareketiydi.
        Sonradan açığa çıktığı üzere, yurtsever hareketle Oslo görüşmeleri başta olmak üzere, bir dizi görüşme yapılmış ve "barış" umutları büyümüştü. Ama bu sözde "demokratik açılım" Habur'da yurtsever hareketin inisiyatifi eline almasıyla çöktü. Takke düştü, kel göründü; ortada bir "demokratik açılım" yoktu. Yaşanarak görüldüğü üzere, ortada, ABD emperyalizmin bölgesel çıkarları ile uyumlu, açık ve net bir tasfiye projesi vardı. 2009 ile 2012 yılları arası, her gelişme bunu her açıdan doğruladı.
        Dahası var. AKP, 12 Haziran seçimleriyle yeni bir konsepte geçti. Bu konseptte, politik söylem özünde tüm sömürgecilik tarihinin hafif makyajlı biçimi ve özetiydi: "Kürt sorunu çözüldü, Kürt sorunu yok, tek tek vatandaşların sorunu var, asimilasyon ve inkar artık yok, tek vatan-tek millet-tek devlet-tek din, son terörist kalana kadar mücadeleye devam". AKP ve T. Erdoğan bunları her yerde ifade etti, şimdi de ediyor. Bununla birlikte, Kürt insanın dinle ilişkisi istismar edildi. Bir yandan devlet destekli din/İslam için her şey seferber edildi, cemaatler üzerinden kendine bağlama çalışmaları hızlandı, diğer yandan "bunlar din düşmanı, bunların dini Zerdüşt, Yezidi" denildi, bunlar üzerinden adeta kampanyalar örgütlendi. Sadece soruna ana yaklaşım ve politik söylem değil, aynı zamanda yeni bir savaş konsepti geliştirildi.
        12 Haziranda AKP %50'ye ulaşan büyük bir oy oranına erişti. Bu genel seçimin, 12 Haziran seçiminin iki kazananı vardı; birincisi AKP, ikincisi yurtsever hareketin başını çektiği demokrasi ve özgürlük bloğu. CHP, MHP ve asıl olarak da diğer burjuva partiler kaybetti. AKP, artık oligarşi içi çatlakta bir kaç adım öne geçmişti, tek tek oligarşik iktidar odaklarını (polis, ordu, HSYK, YÖK vb) ele aldı. AKP yoksulardan oy almıştı, ama o tekelci sermayenin partisiydi, iktidarında da bunu ispat etmişti. Artık yönetendi, "ötekilerin partisi" kimliğini bir kenara attı, devlet partisi kimliğine büründü.
        AKP, kendine muhalefet olan her kesime saldırdı, saldırı devam ediyor. Oligarşi içi muhalefeti etkisiz hale getirdi, Balyoz, Ergenekon, YAŞ karalarıyla gücünü gösterdi ve iktidarlaştı. Sol ve devrimci harekete saldırdı, örgütlü güçleri çeşitli tezgahlarla kırmaya çalıştı. Ama en örgütlü güç, yurtsever hareketti, Kürt ulusunun özgürlük talebi her gün büyümekteydi. Bundan dolayı, 12 Haziran sonrası, yeni bir savaş hükümeti kuruldu, adeta 1994 konseptine dönüldü, Kürtler her gün aşağılandı, ağır küfürlere bizzat T. Erdoğan'ın ağzından maruz kaldı. Bu süreç, bugüne dek, İmralı görüşmelerine dek devam etti. Şimdi hava biraz yumuşamışa benziyor.
        Peki, bu süreçte AKP'nin somut bir projesi var mıydı? Yoktu. AKP, din ve aşiret ilişkisi üzerinden, "hizmet" adına rüşvetle Kürtleri kendine bağlamak istedi, sömürge savaşında ısrar etti; eğer buna "yeni bir politika" denirse olan buydu.
        Yapılan ve yaşanan sömürge savaşının Kürt ulusuna dayatılmasıdır; özel savaşın, buna uygun söylem ve saldırıların yoğunlaşmasıdır. Bunun ürünü olarak, İmralı üzerinde ağır bir tecrit uygulandı, 10 binin üzerinde yurtsever tutuklandı, bu haliyle 12 Eylül açık faşizmini geçti. Gerillaya karşı, sadece özel ve kirli savaş yürütülmedi, "iç"te ve "dış"ta operasyonlar sürdü, kimyasal silahlar kullanıldı, yüzlerce gerilla kaybı yaşandı. Yurtsever hareket 2012 yılını final yılı ilan etti; sömürge savaşına direndi, "final yılı" olmadı, ama oligarşi için de zafer hiç olmadı.
        Saldırılar parlamentoya kadar taşındı. Bir yandan el altından, AKP, özellikle kendi yandaşı, ipleri elinde olan gazete ve temsilcileriyle "ikinci açılım" söylemine başvurdu, öte yandan "dokunulmazlığın kaldırılması" için yeni hamleler yapıldı.
        Kürt ulusunun özgürlüğü ekseninde gerginlik adeta tavan yaptı. 2012 yılı sonlarında tablo aşağı yukarı buydu.
        Tüm bunlar açık, net tasfiye operasyonlarıdır. AKP ve oligarşi yurtsever hareketi yok edemeyeceğini biliyor. Ama etki gücünü kırarak, ABD desteği ile en az zararla tasfiyeyi dayatıyor.
        Ama bu süreçte, yani son 1,5-2 yılda iki önemli gelişme, Kürt ulusunun özgürlük sorununda, bu tasfiye operasyonlarını kırdı. Birincisi, yurtsever hareketin örgütlü olması, direnmesi, final olmasa da geriye düşmemesidir. İkincisi ise, Rojava, yani Batı Kürdistan'da yeni imkanların oluşması, özgür ve demokratik bir ülkenin o coğrafyada uç vermesidir.
        Daha iyi anlaşması için, iki ara başlık atmanın yararı vardır.

        B) Kürt Halkının Direnişi,
        Yolunu Açmıştır

        Kürt halkı, yurtsever hareketin politik alanda yerini almasından bu yana çeşitli biçimlerde direndi, direniyor. Bu direniş, modern kapitalist sınıflar ekseninde, modern bir ideolojinin, milliyetçilikle mesafeli bir ideolojinin yol gösterdiği Kürt yoksullarının direnişidir. Elbette, bazı süreçlerde direniş geriledi, kan kaybetti, hatta ideolojik eksen değişti; A. Öcalan'ın Kenya'da yakalanması ve İmralı savunmalarında göstermiş olduğu tutum ve bu süreçte geliştirdiği "demokratik cumhuriyet" tezlerinde olduğu gibi şaşkınlık ve karamsarlık da yaşandı, ama direniş şu ya da bu biçimde sürdü ve sürekli ileri taşındı.
        12 Haziran seçimleriyle birlikte yeni bir savaş konseptine geçildi; yurtsever hareket bu tasfiye sürecine direndi. Referandum ve seçim süreci, sadece politik bir kazanım olmaktan öte kitleselleşmekte önemli işlevler gördü; bu anlamda bu kazanım zaten elde vardı. AKP, birilerinin T. Erdoğan'ı "yanlış yönlendirmesi" değil, tam da eldeki kazanımları yok etmek için, yeni anayasa ve olası yeni müzakerede AKP'nin elinin güçlenmesi için, yeni konsepte başvurdu. Yukarıda ifade ettik hem politik söylem "Kürt sorunu var, analar ağlamasın" dan "Kürt sorunu yok, bunların dini yok, bunlar Zerdüşt, tek vatan-tek millet-tek devlet-tek din"e değişti, hem de yeni bir saldırı başladı. Demokratik kurum ve partilere, barış çadırlarına saldırılar yoğunlaştı, 10 bini aşkın yurtsever tutuklandı, gerillaya "nokta operasyonları" söylemiyle saldırılar hızlandı; ama tüm bunlar halkın, yurtsever hareketin direnişini kıramadı. AKP, devlet partisiydi, bu gerçeği en iyi Kürt halkı kavradı, Kürt halkı AKP' den adım adım uzaklaştı. Her saldırı, şehir ayaklanmalarıyla karşılık buldu. Öte yandan gerilla savaşı sömürgeci oligarşiyi sıkıştırdı.
        AKP'nin tasfiye projesi olan "demokratik açılım" projesine karşılık geliştirilen "demokratik özerklik" bu sürecin yolunu açtı. Artık Kürt halkı için daha somut bir demokrasi talebi ve buna bağlı proje vardı. Soyut "vatandaşlık hakkı", "demokratik cumhuriyet" değil, içeriği tartışılsa da daha somut bir demokrasi projesi olarak "demokratik özerklik" vardı.
        Bu noktada şunu ifade edebiliriz: AKP'nin saldırıları sadece Kürt halkına değil, Türkiye halklarına da karşıdır. Yeni savaş konsepti de budur. Bir yandan sol ve devrimci hareket, yeni ve neo-liberal söylemle iç içe etkisiz konuma çekilecek, öte yandan Kürt ulusunun özgürlük talepleri en az sınırda tutulacaktı. Bu kapsamlı saldırılara karşı en güçlü direnişi Kürt haklı gösterdi. Bunun en son halkası, 12 Eylül 2012 tarihinde başlayan ve 68 gün süren açlık grevi direnişidir. Bu direniş sadece yurtsever tutsakların direnişi değil, buna sahip çıkan Kürt halkının da direnişidir.
        Kürt yurtsever tutsaklar üç ana talep için açlık grevi başlanmışlardır. Bu talepler; ana dilde eğitim, ana dilde savunma hakkı ve A. Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasıdır. Tüm talepler haklı ve meşrudur; bu temelde direniş de haklı ve meşrudur.
        Açlık grevi direnişinin motor gücü tutsaklardır; ancak bu talep ve direniş, Kürt halkı ve demokrasi güçleri tarafından sahiplenilmiş, AKP'nin Kürt halkına karşı açmış olduğu savaş ve küfür kampanyasını geriletmiş, dahası bir direniş odağı olmuştur. AKP'nin özel yönlendirmesiyle halının altına süpürülmeye çalışılan Kürt sorunu ve demokratik çözüm yeniden güncelleşmiş, demokratik bazı haklar (anadilde savunma hakkı) direnişle kazanılmış, Kürt halkı yeni bir moral ve inisiyatif kazanmıştır.
        Bu süreç aynı zamanda A. Öcalan ile devletin yeniden görüşme ve masaya oturmasının yolunu açmıştır.

        C) Yeni Bir Adım Ve Model: Rojava
        Kürt sorununun Ortadoğu'nun en yakıcı ve dinamik sorunu olduğu Rojava'da, yani Batı Kürdistan'daki gelişmelerle bir kez daha onay gördü. Bölgesel her gelişme, dört parçaya bölünen Kürt coğrafyasını şu ya da bu düzeyde doğrudan etkilemektedir; bunun tersi de doğrudur, Kürt coğrafyasındaki her gelişme Ortadoğu'yu yine şu ya da bu oranda etkilemektedir.
        Kürt coğrafyası için mevcut statünün 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası oluştuğu bilinmektedir. Bu öyle bir statüko ki, Alman emperyalizminin, Osmanlı'yı yarı sömürgeleştirme sürecinde yapmış olduğu demiryolu hattı, Kürtleri bölen bir hat olmuştur. Ancak, bölgesel her gelişme ve değişim oluşan bu sömürgeci, devletlerarası sömürgeci statükoyu delmektedir.
        Emperyalizm, reel sosyalizmin çözülmesiyle saldırı oklarını yeniden Ortadoğu'ya çevirdi. Ortadoğu ve Kafkaslar'a hakim olmak önemliydi; "Avrasya'ya hakim olan dünyaya hakim olur" söylemi bundandı. Bunun için yeni bir hegemonya savaşı başladı, Ortadoğu yeniden paylaşıldı, paylaşılıyor; Afganistan, Irak, Libya, şimdi Suriye, yarın İran bu yeniden paylaşımın hedefi oldu, oluyor. Bu coğrafya yeniden paylaşılacak. İç pazara göre biçimlenmiş, emperyalist kapitalist sisteme emperyalizmin istediği kadar entegre olmayan ya da buna mesafeli duran "ulusal" kapitalist pazarlar dışa, yani emperyalizme tam olarak açılacak. Bunun için sadece açık işgal değil, Libya ve Suriye'de olduğu gibi, "ılımlı İslam" projesine bağlı güçlerle işbirliği içinde kitle hareketi kışkırtılacak, sözkonusu rejimlerin baskıcı niteliklerinden kaynaklanan kitle muhalefeti ise yozlaştırılıp emperyalizmin yanına çekilmeye çalışılacak, paralı kontra askeri güçler devreye sokulacak, açık ya da gizli emperyalizmin tam destek verdiği yeni iktidarlar kurulacaktır. Afganistan ve Irak bu yoldan geçti; Libya işbirlikçi, gerici İslamcı güçlere teslim edildi, Mısır'da hesaplar tam tutmadı. Şimdi Suriye için benzer süreç izleniyor, son iki yılda emperyalizm desteğinde (ABD önderliğinde, Türkiye, Katar ve S. Arabistan'ın desteği ile) "iç savaş" kışkırtılmıştır. Ancak, bu iç savaşta, hesaplar son aylarda biraz tersine döndü; Esat'ın "son günleri" değil, muhalif güçlerin dağınıklığı ve paralı askeri güçlerin zayıflığı söz konusu. Çeşitli hegemonik güçlerin de içinde yer aldığı bu süreç yeni gelişmelere gebe.
        Tarihi emperyalizm ve gerici diktatörler değil, eğer kendi kaderini eline alırsa, ezilen emekçi halklar yazar. Bu "iç savaş" aynı zamanda bir devrimci durumu ortaya çıkarıyor. Devrimci durum işçi ve emekçiler için, halk kitleleri için "bayram günleri" dir. Rojava' da Kürt halkı, ne Esat diktatörlüğünü, ne de emperyalizm ve Türkiye'nin işbirlikçisi Suriye muhalefetini seçti, onlar kendi kaderini eline aldı, bu iki yanlış yoldan değil, 3. yoldan, kendi yollarından yürüdü. 3 milyon Kürt halkı kendi yolundan, Serekaniye dışında nispeten çatışmasız biçimde kendi iktidarını inşa etti, ediyor. Bu açıdan, son 2 yıl Kürt halkı için devrim, demokratik halk devrimi sürecidir. Bu süreç, tüm Kürt coğrafyası içinde kısmen geri planda kalan Rojava, yani Batı Kürt coğrafyasını öne çıkardı, demokrasi ve özgürlük için büyük bir potansiyel açığa çıktı, özgür ve demokratik bir ülke için mütevazi ama önemli, örnek adımlar atıldı. Şimdi, adım adım bu süreç yaşanıyor, demokratik ve özerk bir Rojava inşa ediliyor.
        Tek bir Kürt örgütü yok, birçok kesim var: ama en etkili güç, Demokratik Birlik Partisi (PYD)'dir. Sadece PYD değil, hatta sadece Kürtler değil, diğer Kürt örgütleri, bu coğrafyada yaşayan Süryani, Ermeni gibi halklar Kürt Yüksek Konseyi çatısı altında toplanıyor. Politik programlarında "bağımsızlık" yok, "birleşik bir ülke" yok, üç ana madde öne çıkıyor; Kürtlerin bir halk olarak kabul edilmesi, demokratik haklarının güvence altına alınması ve tüm bunların yeni bir anayasada yerini alması. Bu açıdan bakılırsa, bu program "demokratik özerkliktir" ve nihai bir program olmaktan uzaktır.
        Böylesi devrim süreçleri yeni bir ulus ve yeni bir ülkenin inşasında sıçrama alanı olur. Esat diktatörlüğü ve "Hür Suriye Ordusu" denilen çetelere karşı, şimdi 9 kentte demokratik özerklik inşa ediliyor. Dış savunmayı öz savunma birlikleri (YPG), iç savunmayı ise polis ve zabıta birlikleri yapıyor. Kadın, erkek, özellikle de gençler bu görevleri üsleniyor. Halep, Arfin, Kobani, Qamışlo, Serekaniye gibi kentlerde, her köy ve yerleşim alanında Halk Meclisleri kuruluyor. Eğitim, sağlık, belediyecilik hizmetleri gibi her alanda demokratik bir çizgi benimseniyor; Kürtçe başta olmak üzere ana dilde eğitim yapılıyor, Halk meclislerinde kadın, erkek, genç yerini alıyor, kararlar tartışılarak alınıyor, mahkemeler, sanat-kültür demokratik bir niteliğe ulaşıyor, halk belediyeciliği yaygınlaşıyor.
        Kürt halkı buna 19 Temmuz Devrimi diyor....
        Yeni bir uluslaşma süreci yaşanıyor ve yeni bir ülke inşa ediliyor...
        Rojava'da Kürt ve Ortadoğu coğrafyası için yeni bir pencere açılıyor. Bu yanıyla bu coğrafyaya örnek oluyor...
        Ancak tam da bundan dolayı, Güney'de oluşan burjuva yönetimi, Barzani önderliğinde Kürt yönetimi dahil, Irak, Türkiye için bir tehlike oluşturuyor. Şimdilik kardeş Kürt kavgası pek gözükmüyor, bu Kürt halkı için olumlu bir şeydir.
        Rojava'da yaşanan bu gelişme TC oligarşisi için hazımsızlık kaynağıdır. Oligarşinin Suriye'ye yönelik işgal senaryolarının içinde olması, sadece Esat sonrası bu kapitalist pazardan pay alma isteğinden değil, sadece emperyalizm adına koçbaşı rolü oynadığından değil, en az bunlar kadar Kürt düşmanlığından da kaynaklanıyor. Bir yandan, emperyalizmle işbirliği yaparak, onları işgal için iknaya çalışıyor, diğer yandan işbirlikçi "Hür Suriye Ordusu"nu Kürt kentlerine, Kürt güçlerin üzerine salıyor, sınırda yığınak yapıyor, Serekaniye'de olduğu gibi "sınır" yani demiryolu hattının üzerinden, yani TC sınırları içinde bu çatışmaya destek veriyor.
        Yeni bir müzakere masasının açılması hiç şüphesiz bu gelişmelerden bağımsız da değildir.
        Zorlu, birçok irade ve gücün devrede olduğu bir süreçtir bu. Esat diktatörlüğü gücünü korudukça, AKP ve oligarşinin süngüsü düşmektedir. Kürtlerin kendi özyönetimini inşa etmesi ise oligarşi için kabustur. Kabusun sömürgeci oligarşi için derinleşmesi, başta Türkiye halkları olmak üzere, Kürt ve diğer halkların çıkarınadır!

        D) Hangi Aşamadayız?
        Bu soru süreci anlamak için önem kazanıyor. Hem, bu konuda daha önceki yazılarımızdan, hem de yukarıda yapmış olduğumuz özetten, anlaşılacağı üzere, sömürgeci oligarşi cephesinde somut bir çözüm projesi yoktur, tam tersine inkar ve imha siyasetinde ısrar vardır. 10 yılık AKP iktidarı da bu sömürgeci siyasetti devam ettirmiştir. AKP için, kendi içinde iki aşamayı ifade den bir yaklaşımdan söz edilebilir; ama yine de yaşanarak görüldü ki, hala ne AKP'nin ne de oligarşinin ciddi bir çözüm projesi yoktur, "çözüm" olarak makyajlanan bu sözde projeler birer tasfiye projesidir. Böylede olsa, daha önce çeşitli yazılarımızda ifade ettiğimiz üzere, özellikle "demokratik açılım" projesiyle oligarşinin geldiği yer, buna karşılık Kürt ulusunun özgürlük mücadelesinin ulaştığı seviye bir "ara aşamayı" ifade etmektedir.
        Gerçeğe, somut süreçlere bağlı kalmak bizim yöntemimiz; ne hayali "çözüm" umutları pompalamak ne de "bir şey olmaz" diyerek yaşanan süreçleri görmemek, önemsizleştirmek bizim işimiz değildir. Mevcut tabloya, sınıfsal ilişki ve çatışmalara, süreç ve süreçler arasındaki bağlantılara baktığımızda gördüğümüz şudur: İnkar ve imha siyasetiyle yol alınamayacak, ama demokratik bir çözüm için de somut adımların olmadığı, buna rağmen arayışların şu ya da bu biçimde güncelleştiği bir aşama, "ara aşama" yaşanmaktadır.
        "Ara aşama" nedir?
        Bilinmektedir. Kürt ulusunun özgürlük sorunu her açıdan güncel ve yakıcıdır. Tüm demokratik sorunların ana dinamiğidir. Kürt ulusunun özgürlük sorunu çözülmeden demokrasinin hiç bir sorunu çözülemez. Tam tersine, Kürt ulusunun özgürlüğü için atılan her demokratik adım, demokratik sorunların çözümünde yol açıcı olmaktadır. Tersi de doğrudur; Kürt ulusunun özgürlüğü için kazanılmış her mevziden geriye düşüş, işçi ve emekçi sınıflar için mevzi kayıpları oluyor. Türkiye halkının milliyetçilikle, ırkçılıkla zehirlenmesi, hiç şüphesiz en başta sol ve devrimci hareketin bağımsızlık- demokrasi- sosyalizm kavgasında geri bir yerde olmasından kaynaklanıyor, ama bu tablo sorunları da ağırlaştırıyor.
        Hem bölgesel gelişme ve yeni dinamiklerin ortaya çıkması, hem sömürge savaşının sür-git dayatılması karşısında Kürt halkının ve örgütlü gücünün direnişi, bu direnişin kırılamaması oligarşiyi yeni arayışlara itiyor, çözüm için dinamik ve eğilimleri güçlendiriyor. Artık klasik sömürgeci tez ve söylem her açıdan iflas etmiştir; tüm "kırmızı-çizgiler" bu sorunda çökmüştür. O halde, siyasal ve coğrafi olarak Ortadoğu'nun merkezinde olan bu sorunu, yani Kürt ulusunun özgürlük sorununu, kapitalizm sınırları içinde çözmek, bunu çözerken, emperyalizm ve oligarşi için "en az zarar"la süreci kurtarmak ana çıkış noktasıdır. Peki, bunun için, klasik söylem ve politikaların iflas ettiği yerde, yerine ne konacaktır? İşte bu belirsizdir. Oligarşinin ve AKP'nin somut bir politikası ve projesi yoktur.
        Buna karşılık, sorunun tarafı olan Kürt halkı ve yurtsever hareketin bir çözüm projesi vardır. Bu proje, hem güncel taleplerle, hem de politik stratejiyle açığa çıkıyor. Ama burada zayıf karın, politik stratejinin sık sık değişmesi ve taktik politikalarla karışmasıdır.
        Kürt halkı, sadece bir "halk" değil, örgütlü bir halktır. Güncel mücadele içinde, en örgütlü demokrasi gücüdür. Kürt halkı yeni bir ulusal bilince ulaşmıştır, kendi ulusal kimliğine sahip çıkmaktadır, dünya ve ülke siyasetinin içindedir, kendi demokratik haklarının farkındadır. Açık ifade ediyoruz; burada sorun asıl olarak, bu örgütlü halkın önüne konan politik stratejidir ve bu alan sorunludur.
        İşte burada büyük bir irade savaşı, inişli çıkışlı bir süreç söz konusudur. Kürt halkı kendi özgürlük taleplerine sahip çıkarken, "demokratik açılım" olarak gündemleşen ve kendi içinde iki taktiği içeren bu "ara aşama" da oligarşi "kırıntı" ile avutmaya, geçiştirmeye çalışıyor.
        Bu "ara aşamada" görüşme, müzakere, sürece yayma, talepleri önemsizleştirme, bilinçleri çarpıtma vb her şey vardır. Bu "ara aşama" düz bir çizgide yaşanmadı (son 2 yıla baktığımızda bu görülecektir. Burada oligarşi iki taktik izledi, yumuşa, yumuşayarak yumuşatma ve sertleşme, sertleşerek çözümsüzlüğü dayatma), yaşanmayacaktır. İnişli çıkışlı bir hat üzerinden, görüşme, müzakere, savaş gerilimleri içinde bir dizi politika ve politik hamleleri içermektedir, içerecektir.
        Dün Oslo, ateşkes, barış grupları, yeniden savaş; bugün İmralı görüşmeleri, Avrupa'da Sakine Cansız ve yoldaşlarının infazı, içte ve dışta operasyon ve dağların bombalanması, esirleri verme jestleri, bir dizi tartışma. İşte tüm bunlar, Kürt ulusunun özgürlüğü değil, bu anlamda çözüm de değil, ama yeni bir "ara aşama"dır.
        Sanıldığı ve bilinçli biçimde yanıltıldığı gibi, ortada bir çözüm de yoktur. Emperyalizm ve sömürgeci oligarşi artık Kürt ulusunun varlığını kabul eden bir yerdedir; onlar artık bu gerçeği kabul etmek zorundadır ve dil ucuyla da olsa kabul ediyorlar. Ancak, bu "kabul" ediş, ulusal ve demokratik haklara yansımamıştır, mevcut ne kadar hak varsa mücadele ile kazanılmıştır. Oligarşi, "Kürt var, ama hakları yok" noktasındadır, bu noktada ısrar ediyor, ama bu çok da tutmuyor. Silahlı bir Kürt hareketi de ne emperyalizmin ne de sömürgeci oligarşinin işine gelmektedir. Bundan dolayı, "kırıntı" ile silahlı bir hareketi tümden tasfiye etmek ana yönelimleridir. Sömürgeci oligarşinin, AKP'nin "çözüm" dediği de PKK'nin silahsızlandırılmasıdır; Kürt ulusunun tüm ulusal ve demokratik hakları değil. "Silahlı mücadelenin miadı doldu" tezleri de bundan dolayı sık sık, bazen de sol-liberal söylemle ifade edilmektedir.
        Bu çözüm değil, çözümsüzlüktür. Ulusal ve demokratik halkların bireysel haklara indirgenmesi, böylece en az ile yetinerek silahlı güçlerin tasfiye edilmek istenmesi çözüm değil, aldatmacadır.
        Bu aşamada Kürt ulusunun özgürlük talebi güçlenmiştir, demokratik bir çözüm eğilimi artık bir olgudur. Kürt ulusunun özgürlüğü mücadelesinde Kürt halkın temsilcileri vardır; bunlar açık ve gizli muhatap alınmaktadır.
        Bu "ara aşamanın" çok çetin geçeceği de açıktır...

        E) Ara Bölüm:
        Görüşme Notları Üzerine Birkaç Söz
        Oligarşik devlet adına MİT'in A. Öcalan ile yaptığı görüşmeler, hem devlet hem de A. Öcalan için belirli bir düzeye geldiğinde, ilk heyet İmralı'ya gitmişti. Türk ve Akat'ın MİT denetiminde yapmış olduğu bu görüşmenin ardından, hiç şüphesiz bir süre sonra, görüşmelerin içeriğine yönelik bazı bölümler yurtsever harekete yansımıştı; ama bunun dışında kamuoyu, sol ve devrimci çevreler sorunun içeriği hakkında ciddi bir bilgi sahibi değildi. Özellikle A. Türk, son derece haklı biçimde, bir yandan görüşmeler olurken, Kandil'in bombalanması ve gerilla kayıpların yaşanmasını eleştiriyor, AKP'yi hassas olmaya davet ediyor; "Kürtleri bombalayarak sorunu çözemezsiniz" diyordu.
        Oligarşi, AKP bu süreci, "en az kırıntı" ile çözmek için, Kürt hareketini "makul" yani "düzen içi" ve "ehlileşmiş" bir yerde tutmak istiyor. Bundan dolayı, "Kürtleri bombalamaktan vazgeçin" gibi çok ama çok haklı bir sözden A. Türk, hükümet ve T. Erdoğan tarafından sözde "cezalandırılıyor". İkinci heyetin oluşumunda bu temelde bir dizi görüşme, açıklama, irade savaşı yaşanıyor. Nihayet, ikinci heyet, sol ve devrimci hareketle olan ilişkisiyle bilinen S. S. Önder, İslamcı geleneğe sahip olan yurtsever A. Tan ve BDP geleneği içinde yer alan P. Buldan'dan oluşuyor. Böylece 2 MİT görevlisi denetiminde yeni bir görüşme yapılıyor. Bu görüşmede Öcalan, kendi cephesinden süreci anlatıyor, çok daha önemlisi, Kandil, BDP ve Avrupa örgütlülüğünden yeniden görüş almak için bir taslak yol haritası sunuyor.
        Bu satırlar yazılırken bu taslak yol haritası tarafımızdan incelenmemiştir. Bu taslak yol haritasının son biçim alması için süreç işlemektedir, bu temelde 3. bir heyetin hazırlıkları vardır. Biz nihai yol haritasını önemsiyoruz; buna yönelik değerlendirme ve politik tutumumuzu bu yol haritasının kamuoyuna yansıması, bu yol haritası önümüzde olduğu zaman yapacağız. Bizim spekülasyonla, "önden" ya da "arkadan" gitmekle işimiz yok. Biz gerçeğe bakarız, gerçeklere bağlıyız ve hangi sorun olursa olsun, kendi devrimci duruşumuzdan, devrimci sosyalizm penceresinden sorunları ele alırız.
        Bu arada, 28 Şubat günü Milliyet gazetesi "İmralı Zabıtları" ismini koyduğu, 2. heyet ile A. Öcalan arasında yapılan görüşmelerin notları olduğu anlaşılan bir belge yayınladı. Bunun üzerinde yeni fırtınalar koptu. İçerikten çok "kim sızdırdı" tartışıldı, bu tartışmalar yaşanırken BDP çevrelerinden bu belgenin elde olan görüşme notlarıyla benzer olduğu yer yer ifade edildi, hatta E. Kürkçü bu yönde bir yazı da yazdı. Nihayet, BDP, bu satırlar yazılırken, bu "görüşme notlarının kendi cephesinden elde edildiği"ni açıkladı, buna yönelik içinde parti meclisi üyelerinde bulunduğu 3 kişi görevlerinden uzaklaştırıldı. Böylece belge de doğrulanmış oldu.
        O halde bu belgeyi, burada ele almakta yarar var. Hem bu belge üzerindeki olası şaibe ortadan kalktığı için, hem de süreci daha iyi kavramak ve kendi cephemizden sorunu yerli yerine koymak için bu zorunludur.
        İmralı görüşme notları olan bu belgeye dönelim...
        Bu görüşme notlarında A. Öcalan, bu görüşmeyi "tarihi toplantı" olarak tanımlıyor; bu tanımlama daha sonra BDP çevrelerinde sık sık tekrar edildi. Hiç şüphesiz önemli bir toplantı; bu görüşmenin önemi, Kürt ulusunun özgürlük mücadelesinde yeni bir adımı ifade etmekten kaynaklanıyor.
        Baştan başlayalım...
        Bu görüşmeler, MİT ile A. Öcalan arasındaki görüşmeler nasıl başladı?
        Yukarıda ifade ettik, Kürt özgürlük hareketini tasfiye hedefli yeni saldırı konsepti tutmadı, Kürt halkı direndi, gerilla direndi, AKP ve oligarşinin saldırıları tümden kırılamadı, ilan edilen "final" olmadı, ama Kürt halkı ve öncüsü direndi. Ve böylece bir kez daha askeri zorla, tasfiye operasyonlarıyla sorunun çözülmeyeceği açığa çıktı. Bununla birlikte bölgesel gelişmeler, Suriye sorunu, Rojava'da özerk alanın oluşması oligarşiyi yeni hesaplara yöneltti. Oligarşi, "tasfiye demedik, kontrol edelim" diyor, en az "kırıntı" ile bu süreci kapamaya çalışıyor; bundan dolayı, yeni bir müzakerenin kapısını zorunlu olarak açıyor. Ayrıca bilinmektedir; Kürt halkının serhildanlaşan direnişi ve yurtsever tutsakların 68 gün süren açlık grevi direnişi bu görüşmenin yolunu açmıştı. Oligarşi cephesinden hiç şüphesiz başka hesaplar da var; yeni ve üst üste seçim süreçleri önümüzde durmaktadır ve AKP ve T. Erdoğan için bu süreçler yaşamsaldır.
        Ancak görüşme notlarından okuyoruz, A. Öcalan için durum bu değil, onun için durum AKP'ye "darbe" (bu "darbe" kavramı ve tespitini de MİT'çi C. Öneş'den alıyor) yapıldı, Darbeciler, birçok iktidar odağını ele geçirdi ve MİT "son kale" kaldı, "Hakan Fidan yalnız bırakılmamalıydı". AKP ve T. Erdoğan bu "darbeci" güçler tarafından yönlendirilmiş ve yurtsever harekete tasfiye dayatılmıştı. Tüm bunların arkasında ABD, İngiltere ve kont-gerilla vardı. O halde oyun bozulmalıydı; bundan dolayı bu sürecin önünü açmak için A. Öcalan'ın kendisi adım atıyor ve süreç böylece başlıyor.
        Görüşme notlarından okuyalım:
        "... Bir darbe var, fakat derinliğini tam fark edemiyorum. MİT'i düşürseydiler. Türkiye'de tüm kaleler düşmüş olacaktı. Hakan Fidan tutuklansa, sonra sıra Başbakan'a gelecekti. Benim bu süreci canlandırmam, darbeyi engelleme sorumluluğu... Darbeyi önleyebileceğimi fark ettim ve süreci başlattım."
        "... Kirli işler dönemini Baykal, AKP'ye devretti. Baykal tarihi hata yapmıştır. Tayyip Bey kurnaz çıktı. Deniz Baykal'ı kullandı. Ergenekonun bizden beklentisi 2002'den itibaren savaşı tırmandırmamızdı. Ben AKP'nin tam olarak oturması ve olgunlaşması için bilerek bekledim, sabrettim. AKP anlar dedik. AKP darbe ile uğraşırken başını belaya/derde sokmayalım dedik. Onlar darbelerle uğraştılar. 2007, 2009 hatta 2011'e kadar seçim hesapları, oy hesapları yaptılar. Ben geri çekildim. Benim çekilmem AKP'nin istismarından dolayıdır. KCK de PKK de dürüst ve fedakardır ama savaşı tam yapamadı, yetersiz kaldı; barış meselesinde de dirayetsiz kaldılar. Sıkıldım geri çekildim. Onlara ağır kelime kullanmıştım. Süreci esastan bozan güç kim diye baktım. Savcının... 7 Şubat MİT'e darbesi... Ben bir darbeyi sezdim. Cezaevi müdürüne 'Hakan Bey'i (MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı kastediyor) yalnız bırakmamak gerekir' dedim. Sözlü, yazılı iletişime geçtim, 5 ay önce tekrar kanal açıldı, diyalog başladı"
        "... Kontrgerilla ABD merkezlidir. Yargı ve emniyeti ele geçirdiler. MİT askerlerden güçlü çıktı, savcı çağırdı gitmediler. Bana göre bir direniştir. Erdoğan bunların burnundan fitil fitil çıkarır. İnşallah diyelim..."
        "... AKP'nin çıkışları yanlıştır. Son bir buçuk yılda büyük bir savaşa yüklendiler. Nihai tasfiye operasyonları yaptılar. Sayın Başbakanı buna inandıran ekip (2011'de) PKK'yi bitireceğiz' dedi. 10 bin kişiyi (KCK) içeriye aldılar, Bu güç MİT'e de darbe planladı. Ben hemen devreye girdim, 'bu darbedir' dedim. Ergenekon'dan farkı yok. Başbakan MİT'e darbe yapılınca sıranın kendisine geldiğini gördü, Başbakan vatana ihanet suçundan tutuklanacaktı. (Durdu yeniden söze başladı) Genelkurmay Başkanının (İlker Başbuğ'u kastetti) tutuklanması da budur. O güce Cevat Öneş 'darbe' dedi. Bu yüzden ben devreye girdim, yardımcı olayım dedim."
        Uzun aktarma yaptık, ama bu zorunlu. Öcalan sık sık aynı vurguyu yapıyor, aynı mantıktan aynı sonuca gidiyor. Bir dil sürçmesi değil, bir amacını aşan söz değil, bir sürece bakıyor, devlet yapısına bakıyor, iç ve dış bağlantıları tespit ediyor ve bir sonuca ulaşıyor. Uzun da olsa alıntı bundan zorunlu oldu.
        Burada genişçe bir parantez açarak alıntılarda yer alan ve hangi türünden olursa olsun "sol" söylem ve politika açısından hiçbir biçimde açıklanamayacak olan "AKP'yi kurtarma", ya da "MİT'i, Hakan Fidan'ı kurtarma" ifadeleri üzerinde biraz duralım.
        Uzun süredir A. Öcalan'ın yazılarını ve konuşmalarını takip edenler açısından sürpriz ya da orijinal olmayan bu ifadeler elbette ki "sol"a ait değildir. Neo-liberalizmin ülkemizdeki en azgın uygulayıcısı, ABD'nin her tür projesinin Ortadoğu'daki baş aktörü, İsrail'in müttefiki AKP'nin ya da başından itibaren halk düşmanı bir organizasyon olarak kurulup bugüne gelen MİT'in "kurtarılması" gibi bir kaygı, "sol" adına en son duyumsanabilecek, ifade edilebilecek bir şeydir. Bu cümlelerden hareketle o halde "sağcıdır" diye kolayca kestirip atmadan önce bu cümlelerin arka planını biraz açmakta yarar var. Çünkü politika bu denli basit değildir.
        Yurtsever hareketin, dünya sosyalist hareketinin 1990-91'de sosyalist bloğun dağılmasıyla adım adım sosyalizmden uzaklaştığı, giderek kendini salt ulusal kurtuluşçulukla sınırlayan bir çizgiye çekildiği biliniyor. 1999'da A. Öcalan'ın yakalanmasının ardından savunulan "demokratik cumhuriyet" tezleriyle bu uzaklaşma doruk noktasına ulaşmıştı. Aynı süreç, yurtsever hareket içinde Kürt burjuvazisinin politik olarak en etkin olduğu döneme de denk düşer. Ama yurtsever hareket bundan ibaret değildir. Çünkü her şeyden önce bir gerilla hareketidir ve oldukça etkin, geniş bir halk desteğine sahiptir. Yine çok büyük bir politik deneyime sahiptir. İşte gerilla ve halk dinamiği üzerinden savrulduğu bu uçtan uzaklaşan yurtsever hareket, buna rağmen ideolojik anlamda aynı performansta olamadı. Yer yer "Sosyalizmde Israr İnsan Olmakta Isrardır" gibi sloganları kullansa da kapitalizm sınırları içindeki bir çözüm fikrini hiç reddetmedi.
        Bir bütün olarak kapitalist devleti ortadan kaldırarak yeni bir sistem kurmayı hedeflemeyen, varolan sistem içinde kendi tarzınca bir "yaşam alanı" açmayı hedefleyen bu yaklaşım tarzının mevcut devlet yapısı veya sistem içinde kendine dayanaklar, destekler ya da bu amacına doğru kimi mevzileri elde etmesini sağlayacak geçici partnerler araması da kendi içinde mantıklıydı. Yani bu mantıktan hareketle yurtsever hareketin devleti, onun MİT gibi herhangi bir kurumunu ya da onun herhangi bir süreçte iktidar olan partisini (AKP gibi) "birlikte bir süreç örebileceği" bir partner olarak görmesi akıl dışı bir durum değildir. Kendi politik tercihleri açısından tutarsız değildir. Özü itibariyle kapitalizmi reddetmeyen bir hareketin, onun herhangi bir partisi ya da devlet biçimiyle yan yana gelebilmesi olanaksız değildir. Kaldı ki demokratik cumhuriyet tezleriyle yurtsever hareket, böylesi bir buluşmayı zaten önüne koymuştur. Gelinen noktada gerilla savaşının ve uluslararası dengelerin zorlamasıyla devlet, bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Elbette devlet bu tercihinden geri dönebilir de; Ama bu süreci uzatmaktan başka bir anlama gelmez.
        Sosyalizmi uzak ya da yakın bir hedef olmaktan çıkaran yaklaşımıyla kimi zaman oligarşi içi çelişkilerden, kimi zaman emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmaya çalışan yurtsever hareket, bu anlayıştan hareketle oligarşinin ya da emperyalizmin kimi kesimlerini, politikalarını destekleyen açıklamaları daha önce de yapmıştı. Turgut Özal'dan Yeni Demokrasi Hareketi'ne kadar birçok farklı "destek" açıklaması yapan yurtsever hareket sözcülerinden belki de en kötüsü, Murat Bozlak'ın, ABD'nin Irak işgaline destek veren sözleriydi.
        İşte tüm bunlardan dolayı A. Öcalan'ın sözleri yeni, ya da sürpriz değildir. Çok kabaca ifade edecek olursak Kürtlerin işine yarayan ya da yarayabilecek olan her gelişme bizce desteklenebilir düşüncesinin değişik ifadeleridir bunlar. Reel politik açısından bakıldığında ise tablo hiç de bu kadar basit değildir.
        Örneğin Rojova'daki gelişmelere politik olarak egemen olan yurtsever hareket, ABD'nin basit bir maşası olma çizgisinden oldukça bilinçli olarak uzak durmaktadır. İmralı görüşmelerinin başlamasının ardından ABD işbirlikçisi ÖSO ile ittifaka giden PYD, yine de Suriye devleti ile olduğu kadar ÖSO'ya bağlı gruplarla yer yer çatışmaya devam etmekte, kendi egemenliğindeki toprakların ÖSO tarafından kullanılmasına izin vermemekte ve kendi egemenlik alanları dışındaki çatışmalara katılmamaktadır.
        Kısacası yurtsever hareket, emperyalizm ya da oligarşi ile tüm kapıları kapatmamaya özen gösterirken seçtiği yönelim basitçe onların her istediğini yapma, mutlak bir işbirliği vb. değildir. Tüm bunlar yurtsever hareketin A. Öcalan'ın yazdıklarında somutlaşan oldukça daraltılmış hedeflerine ulaşmak için MİT ya da AKP'yi kurtarma ifadesini sanırız açıklamaktadır. Bir devrimle devleti parçalamak gibi bir hedefiniz değil de, onu dönüştürmek gibi bir hedefiniz varsa, o devletin istihbaratı ya da iktidar partisi, ortaklaşa bir şeyleri yapabildiğiniz ölçüde "işinize yarıyorsa" onu korumayı, kollamayı gözetebilirsiniz. A. Öcalan'ın yaptığı da budur. Çok ilginç bir benzetme olabilir ama Afganistan'a medeniyet götürüyorlar diye ABD işgalini destekleyen Fazıl Say'dan yaklaşım olarak farklı değildir.
        Burada bu uzunca parantezi kapayarak yeniden İmralı zabıtlarını değerlendirmeye devam edelim.
        Her şeyden önce eğer A. Öcalan'ın ileri sürdüğü gibi, AKP 2002 ile 2011 yılları arasında Ergenekonla mücadele etti ve bu mücadelede AKP'nin elinin güçlenmesi için, "... AKP'nin tam olarak oturması ve olgunlaşması için bilerek bekle(mek), sabret(mek)" varsa, AKP'nin anlaması için "AKP darbe ile uğraşırken başını belaya/derde sokma(mak)" varsa, bu taktik politika tümden yanlıştır.
        Sürecin böyle işlemediğini biliyoruz. AKP, 2002 yılında iktidar olduğunda, PKK'nin geri çekilmesinin üzerinde, bu geri çekilmenin avantajlarıyla iktidar olduğu bir gerçek. Ama bu süreçte aynı zamanda, bizzat A. Öcalan'ın yaptığı "İmralı savunmaları" ve bu temelde yaşanan ideolojik-politik kargaşanın da olduğu bir gerçek. Amerikancı çözüm arayanların (O. Öcalan ve ekibinin) aslında en güçlü ideolojik dayanağı da "İmralı savunmaları"dır. AKP ile Ergenekoncular iktidar kavgası içinde oldu; bu kavga siyasal sürecin en önemli unsurlarından da biriydi. Ama AKP güçlensin ve otursun diye alan açmak doğru bir taktik de değildir. PKK, belki bu kavgada bazı süreçlerde örneğin eylem gücünü kontrol ederek, bir tarafa güç vermiş ya da tersinden vermemiş de olabilir. Ama bilinen gerçek, 2004 yılından sonra PKK'nin yeni bir anlayışla yeniden silahlı mücadeleye başlamasıdır. Ayrıca, AKP ile "oturan" neo-liberal düzendir ve bu sadece işçi sınıfı ve emekçiler için değil, Kürt halkı ve tüm ezilenler için hayırlı bir şey olmadığı açıktır.
        A. Öcalan'ın bu kadar oligarşi içi çelişkilere dahil olması, buradan bir stratejik ve taktik yönelimler içinde olması doğru değildir. Ama bu A. Öcalan da sık sık karşımıza çıkan bir özelliktir.
        Bununla birlikte, Öcalan'a göre, 12 Haziran seçim süreciyle başlayan 1,5-2 yıldan bu yana devam eden süreçte uygulana konsept, sivri ucu Kürt halkı ve yurtsever güç olan ama sol ve devrimci hareketi de kapsayan yeni savaş konsepti, devletin ve AKP hükümetinin işi değil, devlet içinde, bir çok iktidar odağını ele alan güçlerin, yani kont-gerilla'dan F. Gülen'e uzanan güçlerin T. Erdoğan'ı yanlış yönlendirmesinden kaynaklıdır. Bu güçler, devlet içinden "bir ekip" T. Erdoğan'ı kandırıyor, Kürt hareketinin zorla tasfiyesine "inandırıyor" ve KCK operasyonları bundan dolayı yapılıyor. Bu operasyonlar MİT'e rağmen yapılıyor, buradan MİT'e darbe yapılıyor. MİT direniyor, T. Erdoğan sıra kendine geleceğini ve "vatana ihanet" suçundan tutuklanacağını düşünüyor ve direniyor. T. Erdoğan başkasına benzemiyor, polis ve yargıyı ele geçiren güçlerin "burnundan fitil fitil getirileceğini" ileri sürüyor. Bu güçlerin arkasında kim var? ABD ve İngiltere var. "Darbe" zaten buralarda tezgahlanıyor, bazı cemaatleri (Nurcuları örneğin) de ele geçiriyor. Bu "darbeyi" önlemek de A. Öcalan'a düşüyor, cezaevi müdürüne "Hakan beyi yalnız bırakmamak gerek" diyor ve süreci başlatıyor.
        AKP'nin son 1,5-2 yılda yani 12 Haziran seçimleriyle birlikte yeni bir savaş konseptine geçtiği biliniyor. Bu savaş konsepti, T. Erdoğan'a rağmen değil, onun birileri tarafından "inandırılmasıyla" değil, oligarşinin, tüm iktidar odaklarının sömürge savaşında ısrar etmesiyle uygulandı. Bu savaş konsepti içinde cumhurbaşkanlığı, hükümet, Genelkurmay, MİT ve diğer iktidar odakları ve elbette ki emperyalizm var. Kürt halkına, işçi ve emekçi sınıflara, bunların öncü güçlerine yönelik bu yeni saldırı konseptinde oligarşi içindeki çeşitli iktidar odakları arasında bir uyum da var. Nitekim bunlara yönelik çeşitli örgütlenmeler, birimler var, eşgüdümlü çalışmalar, medyadan tutalım, dinin nasıl istismar edileceğine kadar her alanda merkezi bir yönlendirme ve saldırı var. Bu konsept değişmiş de değil, hala devam ediyor. Ayrıca çok daha önemli bir gerçek var, bu konsept değişse bile sömürge savaşı devam ediyor.
        Biz asıl olarak stratejik bir yerden sorunlara bakarız. Sömürgecilik sürüyor mu, sürüyor. Farklı dönemlerde farklı konseptler olabilir; bu göz önünde bulundurulur, hatta taktik politikalarda da bu önemli bir unsur olur, ama ana yönelim buna göre olmaz. A. Öcalan için ana yönelimler tam da buna göredir. Nitekim sık sık "barış için çalışmalıyız" derken, ana yönelimini buna göre kurarken, "devrimci halk savaşın"dan da bahsetmesi biraz da bundandır.
        Yurtsever hareketin bu sürece, bu yeni savaş konseptine direndiği bir gerçektir. Yurtsever hareketin işi de, görevi de budur. AKP son 10 yılda bu savaşı, sömürge savaşını sürdüren güçtür; AKP, sömürgeciliğin devamı için halklara düşman bir partidir. AKP'nin "demokrasi ve özgürlük" ile de, daha net bir tanımla ifade edelim, "burjuva demokrasisiyle" de uzaktan yakından ilişkisi yoktur. AKP oligarşi içinde iktidar savaşına girdi ve kazandı; hepsi bu. Bu iktidar savaşında "demokrasi ve özgürlük" söylemini de kullandı. Ama sadece "kullandı", demokrasi ve özgürlük için ciddi bir adım atmadı. Tam tersine bir yandan neo-liberal düzeni oturturken öte yandan bunun üzerinden politik ve sosyal alanı yeniden örgütledi. Eğitimden tutalım, kadına kadar, sağlıktan tutalım dinin sosyal yaşamda yerini genişletmesine kadar, her alanda yeni bir örgütlülük yaşandı, yaşanıyor. Ama çok daha önemlisi, AKP, faşizmi, sömürge tipi faşizmi ortadan kaldırmıyor, tam tersine emperyalizm ve yerli tekelci sermaye lehine, işçi sınıfı ve emekçileri, Kürt halkını ve tüm ezilenleri baskı altına almak için yeniden yapılandırıyor. Yurtsever hareketin görevi, bu anlamda AKP'yi kurtarmak, onun örgütlediği neo-liberal düzenin "oturmasını beklemek" değildir, Onun Ergenekonla tutuştuğu iktidar kavgasında "taraf olmak, zımni destek sunmak" değil, onu teşhir etmek, onun başını çektiği sömürge savaşına direnmek, onun etkisini kırmaktır.
        MİT için özel bir parantez açarak devam edelim. MİT, demokrasi ve özgürlük için "son kale" değildir. MİT, oligarşinin ya da başka ifade ile sömürge tipi faşizmin en etkili kurumudur. Bu gerçek bugün için değil, tüm tarihsel süreçler için geçerlidir. Bu devletin mayasında, özünde diktatörlük, gericilik, emperyalizme uşaklık, işçi sınıfı ve emekçilere, Kürt ulusu ve tüm ezilenlere düşmanlık vardır. İster bonapartist karaktere sahip olan Kemalist diktatörlükte, ister yeni sömürgecilik üzerinden biçim alan sömürge tipi faşizmde, her ikisinden de asıl olan, baskıcı, ırkçı, şovenist, gerici, komplocu, işçi sınıfı ve halklara düşman olması, emperyalizme köle olmasıdır. Bu, İttihat ve Terakki geleneğidir, Karakol Teşkilatı, MAH, kont-gerilla, Ergenekon, MİT bu geleneğin çeşitli biçimleri, örgütleridir. Bu gelenek, bu devlet geleneği ne kadar özgürlükçü ve demokrat ise, MİT' de o kadar özgürlükçü ve demokrattır. MİT, başka iktidar odakları gibi, bu devletin, sömürge tipi faşizmin, oligarşik diktatörlüğün sadece bir parçasıdır, önemli bir parçasıdır. Bu iktidar odakları her zaman uyum içinde de olmaz, bazen çatışırlar; Ergenekon ile AKP çatışması budur. Ama tüm bu odaklar, işçi sınıfı ve emekçiler karşısında, Kürt halkı ve tüm ezilenler karşısında ortak paydada buluşurlar. Bu keyfiyet de değil, sınıfsal bir zorunluluktur.
        Bizim işimiz MİT'i kurtarmak değil, onu dağıtmak, halk düşmanı yüzünü açığa çıkarmaktır. Biz MİT''i biliriz; sorgu odalarından, işkence tezgahlarından, örtülü operasyonlardan, faili meçhul ölümlerden, bin bir komplodan, devrimcilere yönelik karalama kampanyalarından biliriz. Kürt halkına zulümden, 12 Mart ve 12 Eylül cuntalarından, 6-7 Eylül katliamından, kanlı pazar, 1 Mayıs, Beyazıt, Gazi, Ümraniye katliamlarından biliriz. Tüm kirli işlerde MİT'in imzası vardır. MİT, bu ülkede, barışın, demokrasinin, özgürlüğün değil, baskının, korkunun, komplonun, işkencenin, işbirlikçiliğin temsilcisidir.
        MİT kısaca halk düşmanıdır; görevi de budur. MİT bu görevi yaparken, şiddetten başka bir şey bilmez de değildir. MİT, oligarşinin, faşizmin adeta "gizli aklı"dır, "kara kutusu"dur. O, oligarşinin iç ve dış politik eğilimlerinin belirlenmesinde "analiz" yapar, söz sahibidir. Daha iyi anlaşılsın diye ifade ediyoruz. Tam da bundan dolayı, H. Fidan sürekli T. Erdoğan, A. Gül ve diğer iktidar sahipleriyle görüşür, bundan dolayı "demokrasinin en önemli kurumu" gibi görünen parlamentodan çeşitli yasaların çıkmasında, perde arkasında MİT görev yapar, dış politikada rol oynar.
        Hakan Fidan'ın KCK soruşturmalarında hedef olduğu, bu süreçte AKP ile F. Gülen cemaati arasında bir çelişki, mevzi kapma savaşı olduğu açık; bu çatışmada, iplerin ucu ABD'nin mi, İsrail'in mi, yoksa cemaatlerin mi elindedir bilinmez ve çok da önemli değildir. Ama bu mevzi savaşı AKP'ye "darbe" olmadığı gibi, bizim işimiz Hakan Fidan'ı kurtarmak da değildir. Bizim işimiz MİT'i aklamak, ona "özgürlükçü" bir paye vermek, onu "demokrasi güçleri" arasında görmek, ona destek vermek, onu "yalnız bırakmamak" değildir. Bizim işimiz tam tersine onu teşhir etmek, dağıtmaktır.
        A. Öcalan, oligarşi içi çelişkiyi öylesine abartılı ve sübjektif ele alıyor ki, MİT'e olan inancı o kadar güçlü ki, Sakine Cansız ve yoldaşlarının infazında "MİT olamaz" diyebiliyor, asıl şüphelerin bunun dışında eski Ergenekoncularda aranmasını işaret ediyor.
        A. Öcalan, oligarşi içi çelişkiyi, çeşitli iktidar odakları arasındaki çelişkiyi, birinci olarak çok büyütüyor ve abartıyor, ikinci ve çok daha vahimi ise, büyütmüş olduğu bu çelişkiler üzerinden siyaset kuruyor, dönemsel ve güncel politikalar üretiyor, stratejik eğilimleri belirliyor. Böyle olunca, iki yanlıştan, iki halk düşmanından, Ergenekoncu gericilik ve AKP'li gericilikten birine karşı birini destekliyor.
        A. Öcalan ile MİT yetkilileri neden görüştü?
        Bu sorunun yanıtı, A. Öcalan için başka, oligarşi için başka olabilir. Ama oligarşinin bu adımının bir keyfiyet içermediği, zorunluluk olduğu, bu zorunluluk olma halinin de uzun yıllara dayandığı, ta 1990'lı yıllara dayandığı bilinmektedir. AKP'nin de "Öcalan bizi darbeden kurtarsın" diye bu görüşmelere başlamadığı açıktır. AKP görüşmelerden çok önce oligarşi içi iktidar kavgasında ipi eline almıştı. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, içte, Kürt halkının ve gerillanın direnişi olmasaydı, dışta Rojava'nın özgürleşmesi gündeme gelmeseydi ve Ortadoğu'nun yeni dengelere gebe olduğu gerçeği olmasaydı, oligarşinin bir adım atmayacağı açıktır. Dahası, Kürt halkının, onun örgütlü gücünün direnişi ile başta Cumhurbaşkanlığı (siz bunu biraz da yeni anayasa ve "başkanlık sistemi" ile birlikte düşünün) seçimi olmak üzere, üst üste 3 seçimin önümüzde olması arasındaki bağı görmek de gereklidir. Küçük bir hatırlatma: Oslo görüşmeleri ile 12 Haziran seçimleri arasında doğrudan bir ilişki olduğunu bugün herkes bilmektedir. 12 Haziran seçimi oldu, hem de seçim sürecinin son günlerinde AKP tam tersine döndü, savaş hükümeti kurdu, "Kürt sorunu yok..." dedi, sömürge savaşını dayattı. Bu tesadüf olmasa gerek!
        Bu görüşmeler, oligarşi ve AKP tarafından sık sık "silahların bırakılması hedefli görüşme" olarak tanımlandı. Demek ki, oligarşi bir adım atarken kırk kez düşünüyor, bir dizi hesap yapıyor ve adımı ona göre atıyor. Ortada bir keyfiyet yok, T. Erdoğan'ın canı istediği için bu görüşmeler yapılmıyor, bir dizi nesnel ve öznel olguya bağlı, bir dizi hesap var işin içinde. Bu görüşmelerin, oligarşi için "silahların bırakılması", böyle bir hedefi olabilir, önemli olan yurtsever hareketin buna nasıl yaklaşacağıdır.
        Görüşme notlarından anlaşılan, oligarşinin "silahların bırakılması" dayatmasına karşı bir direniş eğilimi var, A. Öcalan için "silahsızlanma" değil, bir "geri çekiliş ve yeni bir ateşkes" sürecidir. Ayrıca bunun "parlamento" ve "komisyonlara" bağlanması eski hatalardan alınan bir ders olarak görülüyor. Öcalan; "Çekilmeden çekilmeye fark var. tek taraflı bir çekilme olmayacak. Çekilme parlamento kararı ile olacak. Başbakanın dediği çekilsinler onlara karışmayız demesiyle olmaz. TBMM onaylayacak, çekilme komisyonla olacak." diyor. Öyle anlaşılıyor, burası sorunlu bir alan olacaktır.
        Biliniyor: A. Gül, T. Erdoğan ve hükümet yetkilileri, MİT ile Öcalan görüşmeleri için, "silahların bırakılması için samimiyet testine" işaret ediyor. Yani diyorlar ki, A. Öcalan için "liderliğini ispat etsin", yurtsever hareketi ikna etsin ve silahları bıraktırsın. Bunun için "süreci başlatan", sömürgeci oligarşi ile görüşmek için talep eden Öcalan'ı "samimiyet testine" tabi tutuyor.
        Ne Öcalan'ın ne de yurtsever hareketin "samimiyet testine" ihtiyacı yoktur. Halkların eşitliği ve kardeşliği için oligarşinin, AKP'nin, A. Gül'ün, T. Erdoğan'ın samimiyet testine ihtiyacı vardır.
        Burada şunu ifade edelim: Kürt hareketinin silahsızlanması Kürt halkı için intihardır. Tüm kazanımlar, en son tartıştığımız görüşmeler bile silahlı mücadelenin gücüyle kazanılmıştır. Yurtsever hareket, kendi içindeki liberal eğilimlere rağmen bu gerçeği biliyor ve ifade ediyor.
        Daha yakıcı soru şudur: bu görüşmelerde A. Öcalan ve yurtsever hareket için hedef, ya da ana talep ne olacaktır? Kürt halkı için nasıl bir statüko masadadır?
        Yazdık, söyledik; "demokratik özerklik" bir demokrasi projesidir. Bu proje, kapitalizmin sınırlarını aşmıyor, sosyalizm ise hiç değildir. Kapitalizm koşullarında, burjuva demokrasisi içinde ortaya çıkan bir projedir, burjuva demokratik bir programı ifade ediyor.
        Peki, bu orijinal ve "yeni" bir model mi? Hayır, değil. Bu konuda iki somut model ve örnekleri var.
        Birincisi, sosyalizmin kazanımlarıdır. Sosyalizm deneylerinde, ulusal ve demokratik sorunlar, ulusların kendi kaderini tayin hakkı temelinde, üç ana başlıkta çözüme kavuşmuştur. Bağımsız devlet kurma, federasyon ve bölgesel özerklik biçiminde. Yine sosyalizm deneyinde tüm bunların ara tonları vardır; ama bir sınıflandırma yaparsak bu üç biçim öne çıkar. Fakat bu üç biçim de, daha doğru ifade edersek, komünizme geçiş süreci olan sosyalizmde biçim alıyor. Yani bu üç çözüm biçimi, çok daha önemli olarak, ezen ve ezilen ayrımının tümden kalktığı bir toplum için ortaya çıkıyor, ekonomik alanda sosyalist üretim, politik ve sosyal alanda sosyalist toplum, sosyalist demokrasi içinde yerini alıyor. Bu anlamda en ileri çözüm modelleridir.
        Kapitalist modelde ise, sömürü ve eşitsizlik var, ama burjuva düzeni, burjuva sınırlar içinde, farklılıklara siyasal anlamda imkan tanıyor, her ulus ya da ulusal topluluk, kapitalizm altında kendini az çok ifade ediyor. Çok tartışılan Katalanlar, İrlanda, hatta Bask örnekleri az çok bunlara denk düşüyor. Yurtsever hareketin, "demokratik özerklik" modeli, bunlara yakındır. Bu örnekler sosyalizm deneyleriyle kıyaslanırsa çok ama çok geri örneklerdir.
        Ama dikkat edelim, ister sosyalizm deneylerinin kazanımları olsun, isterse burjuva devrimler sürecinin kazanımları olsun, hangi biçimde olursa olsun, her bir örnek bir statükoyu ifade ediyor.
        Kürtler, bir ulustur, ulusal ve demokratik hakları meşrudur. Kürt ulusunun yaşadığı bir ülke vardır, bu ülke bölünmüştür. Kürt ulusu, hangi parçada olursa olsun, tüm ulusal ve demokratik haklara sahip olmalıdır. Kürt ulusu, kendi kaderini nasıl isterse öyle tayin eder; bağımsızlık, federasyon, özerklik. Bunda söz ve yetki Kürt ulusuna aittir. Biz demokratik ve sosyalist bir Kürt ülkesinden yanayız; bu açıdan "demokratik özerklik" bize göre, Kürt ulunu için geri bir programdır. Ama böyle de olsa, kapitalizm sınırları içinde, Kürt ulusu için demokratik bir statüdür. Yurtsever hareketin politik programının merkezinde "demokratik özerklik" olmasını, içinde eleştiri hakkımız olmak kaydıyla anlarız, bu programın Kürt ulusuna kazandırdıklarıyla destekler, eksik ve geri yanlarıyla da eleştiririz.
        Peki, Öcalan, bu noktada, görüşme notlarında nerede duruyor?
        Görüşme notlarından aktaralım:
        "...Peki biz ileride ne yapacağız. Kürtler kendilerini özgürce ifade edecek ve yönetecektir. Şu anda yasa dayatırsak büyük alerji yaratır. İleride olabilir. Mesela AB yerel yönetim özerklik şartı ki buna şerhi kaldırırlarsa bu mesele önemli ölçüde çözülür."
        "... bu bir rejim değişikliği olacak. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, 1950 çok partili hayata geçişten çok daha önemli, bu hepsinden daha derinlikli olacak. Başarılı olursak, yepyeni bir Cumhuriyete... Radikal demokrasi, tam demokrasi, Anadolu ve Mezopotamya'nın tam demokratikleşmesi, hazırlığım bu yönde. Şimdiye kadar olanlar ısınma hareketi idi. Bütün felsefi ve örgütsel birikimimi bu yönde PKK'yi hazırlamak ve dönüştürmek için kullanıyorum. Bu en köklü adım. Demokratik kurtuluş ve demokratik yaşam süreci. ben bu deyimi rastgele seçmedim. Zamanında söyledim anlamadılar. Anlamış olsaydılar, Ergenekon olmazdı, AKP bunları diyor ama çok yüzeysel bakıyor. Benim çok inatçı olduğumu biliyorsunuz. Ben ilk günden Demokratik Cumhuriyeti savundum, onlar beni anlamadılar; "APO'yu bitirdik" dediler. Stratejik hatalar yaptılar. Ergenekon'a saptılar umarım bu sefer böyle olmaz..."
        Tek tek gidelim...
        Öcalan'ın sözleriyle "...Radikal demokrasi, tam demokrasi, Anadolu ve Mezopotamya'nın tam demokratikleşmesi,.." reformlarla değil, ancak bir devrimle olur. Devrim olmadan, mevcut düzen baştan aşağı yıkılıp yerine yeni ve sosyalist bir toplum inşa edilmeden Anadolu ve Mezopotamya'nın tam özgürleşmesi, iki halkın tam demokrasi yolunda ilerlemesi mümkün değildir.
        Burada Öcalan ile kavramlar üzerinden tartışmanın da anlamı yoktur; çünkü Öcalan'da kavramlar çok da önemli değildir. Ama ifade edelim: "tam demokrasi" sosyalizmde mümkün değildir, "tam demokrasi" ancak bir sınıf diktatörlüğü olan demokrasinin aşılmasıdır. Bu toplumların hangi aşamasında mümkündür? Bu "yarı-devlet" olan proletarya/halk demokrasisinin kendi kendini eritmesiyle, yok etmesiyle, daha doğru ifade ile söylersek sönümlenmesiyle mümkündür. Tam demokrasi, komünist aşamada mümkündür. Anadolu ve Mezopotamya'nın bu aşamaya gelmesi için çok ama çok yol vardır; bu yol reformlarla değil, devrimlerle kat edilir. Bunun için önce önüne bir devrim programı koyacaksın, reform değil. Öcalan çizgisi ise, burjuva demokrasisidir, devrimi değil, reformu önüne koymaktadır. "Radikal demokrasi" kavramı ise liberal-anarşizan ideolojik cephanelikten alınmış bir kavramdır. Şimdilik bunun üzerinde konuşmak burada çok da gerekli değildir. Öcalan'ın ideolojik-teorik evrimini izleyen biri, Öcalan'ın her akımdan, marksizm, anarşizm, liberalizm, feminizm gibi her akımdan bir şeyler aldığını, buradan aldığı kavramları rastgele kullandığını, bu yanıyla da eklektik bir yapıya sahip olduğunu bilir, hatta sık sık kavramları da değiştirir.
        Yukarıda aktardığımız alıntıdan anlaşılacağı ise, böylesi bir program ve mantalite değil, Kürt ve Türk halkının ilişkilerini yeni bir tanımlama ile, en ilerisinden burjuva demokratik bir tanımlama ile yeniden kurgulamaktır. Bunun ismi de olsa olsa, mevcut burjuva düzenin devam ettiği, bir rejim değişikliğidir. Öcalan'ın verdiği örnekler de budur: "...bu bir rejim değişikliği olacak. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, 1950 çok partili hayata geçişten çok daha önemli, bu hepsinden daha derinlikli olacak. Başarılı olursak, yepyeni bir Cumhuriyete..."
        Gerçekten, iki ulusun, Kürt ve Türk ulusunun mevcut TC sınırları içindeki varoluşunun burjuva demokratik program temelinde, teorik olarak, yeniden kurmak mümkündür ve böylesi bir burjuva cumhuriyet, Öcalan'ın ifadesiyle ifade edelim, "demokratik cumhuriyet"tir. Öcalan'ın politik stratejisi de budur. Bunun için teorik olarak devrim şart değil; ama bir gerçeği ifade edelim, teorik olanın her zaman pratik karşılığı olmaz, bir devrim olmadan da bu coğrafyada eşit ve özgür ilişki kurulmaz.
        Peki, diyelim teorik olarak mümkün olan "demokratik cumhuriyet"te Kürtlerin statüsü ne olacak? İşte emperyalizm ve AKP'nin "demokratik açılım" projesine karşılık geliştirilen "demokratik özerklik" projesi bu soruya az çok bir yanıtı ifade ediyor. Böyle bir statü olmazsa, yani Kürt ulusu, kendi yaşadığı bölgede "demokratik özerklik" içinde kendi kendini, burjuva demokratik program çerçevesinde (bu program sosyalist değil) yönetmezse, o "demokratik cumhuriyet" de olmaz. Kürtler ve Türkler arasında ilişki de yeniden inşa edilemez.
        Peki, görüşme notlarında bu model, yani "demokratik özerklik" (bağımsızlık ve federasyondan çok daha geri de olsa) var mı? Hayır, yok. Ne var? Yasal ve anayasal bazı düzenlemeyi ifade eden "Kürt reformu" var; bu "Kürt reformuna" Öcalan çok inanmışa benziyor.
        MİT ile yapılan görüşmelerde Öcalan nerede duruyor?
        Görüşme notlarından anladığımız "demokratik özerklik" noktasında değil, İmralı savunmalarında ifade ettiği "demokratik cumhuriyet" noktasında duruyor. MİT heyeti karşısında "demokratik cumhuriyeti" savunduğunu ifade ediyor. Burada Kürt ulusunun ulusal ve demokratik hakları, kollektif hakları var mı? Hayır, yok; tek tek bireylerin hakları var, "Kürt reformu" yapılacak, "demokrasinin standartı yükselecek" ve adım adım "demokratik cumhuriyet" inşa edilecek. Görüşme notlarında yok, ama başka "şartlara" bağlamayla düşünürsek, kamuoyunda ifade edilen "merdiven stratejisi" işleyecek. Bir yandan "demokratik cumhuriyet" bireysel hak ve özgürlük temelinde genişleyecek, öte yandan yurtsever hareket düzen içine tümden çekilecek.
        Eğer bunlar olursa (ki 4. yargı reformu paketinde bazı demokratik adımların atılacağı söyleniyordu; ama boş çıktı, "Kürt reformu" için tek adım atılmadı. Şu ana kadar sürecin önünü açmak için tüm olumlu adımları Kürt hareketi atıyor, oligarşi cephesinde bir şey yok) burjuva düzen devam edecek, neo-liberal sömürü devam edecek, ama "rejim" değişecek. Bu rejim değişliği, tıpkı "Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet (siz bunu Kürt ulusunun tüm haklarının reddedilip sömürgeciliğin dayatıldığı bonapartist diktatörlük olarak okuyun-BARİKATIN NOTU), 1950 çok partili hayata geçiş (yine siz bunu, sömürge tipi faşizm olarak okuyun-BARİKATIN NOTU)" gibi olacak.
        Peki, bu "rejim değişikliği" için neler lazım?
        Bazı anayasal ve yasal değişiklikler. Bunun başında yeni anayasa geliyor. Bu yeni anayasa da "Kürt ulusu" tanımı, kavramı, ifadesi yer almalı mı? Örneğin Kandil bu gibi net kavram ve tanımlara ihtiyaç duyuyor, ama Öcalan bu tip kavramlarda ısrar etmeyi "klasik kaygı" olarak tanımlıyor. Yeni anayasa için önerdiği kısa ve muğlak tanımlamalar. Örneğin 1924 anayasasındaki vatandaşlık tanımı ile yetinmeyi savunuyor. Hak ve özgürlüklerin sınırını genişleten başka adımlar, "Kürt reformu" temelinde atılabilir. Tüm bunların en ilerisinden "anayasal vatandaşlık" ve anayasal bir çözüm olduğu açıktır.
        Burada hala Kürt ulusu için bir statü yok...
        Başka ne lazım? AB yerel yönetim özerklik şartına oligarşinin koymuş olduğu şerhin kalması. İşte çözüm bu: "... Şu anda yasa dayatırsak büyük alerji yaratır. İleride olabilir. Mesela AB yerel yönetim özerklik şartı ki buna şerhi kaldırırlarsa bu mesele önemli ölçüde çözülür."
        Öcalan "demokratik özerklikten" daha geri bir yere gidiyor, az önce ifade etiğimiz bazı yasal ve anayasal çalışmalarla eşitlik ve özgürlük temelinde "tam demokrasi"ye ulaşılacağını sanıyor.
        Gelinen bu yer, bunca mücadele ve bilinç sonrası hayal kırıklığıdır...
        Ama Öcalan'ın zihinsel sürecini az çok izleyen biri için bunlar şaşırtıcı değildir.
        Bunlar demokrasinin sınırlarının kesmen genişlemesidir, birer reformdur, hepsi bu kadar!
        Öcalan bu reformları AKP'nin yapacağına inanıyor. Ama her liberal gibi o da yanılıyor. Çünkü, hala AKP'nin somut bir demokratikleşme programı yok, Kürt ulusu için somut bir projesi yok, tam tersine içte ve dışta gericidir. AKP için "Kürt sorunu yok, Kürt vatandaşların sorunu var, terörle mücadele, uzantılarıyla müzakere" stratejisi de budur. Yani siz bunu inkar ve imha siyasetine devam, en az "kırıntı" ile bu devasa sorundan kurtulma ve yurtsever hareketi tasfiye stratejisi olarak okuyun.

        F) İmralı Görüşmeleri Ve
        Devrimci Tavrımız
        İmralı görüşmelerine bir bütün olarak baktığımızda, her şeyden önce Kürt ulusunun özgürlük sorununda bir taraf olan, Kürt halkının politik temsilcisi yurtsever hareketin resmi bir muhataplık içinde olması sevindiricidir, politik bir kazanımdır. Yurtsever hareket, önderliği, yönetici kadroları, çeşitli kurum ve örgütleriyle Kürt halkının temsilcileridir. Politik stratejisi ve çizgisi, taktik yönelim ve tavrı ne olursa olsun, bu bir gerçektir. Biz bu gerçeği şu ya da bu nedenle atlamayız; biz, yurtsever hareketin stratejik çizgisi ve taktik politikalarına yönelik devrimci eleştirimiz ne olursa olsun, bu gerçeği teslim ederiz. Yurtsever hareket, bu temsiliyeti, devrimci bir çizgide başlattı, ama geldiği yer reformist bir çizgidir.
        Yurtsever hareketin İmralı savunmaları öncesi devrimci çizgisi bu kazanımda çıkış noktasıdır. Bu devrimci çizgi, devrimci sosyalizme yakın, devrimci bir programın Kürt coğrafyasında somut biçim aldığı bir çizgidir. Bu devrimci çizgide, sadece Kürdistan devrimi ve sorunlarına yönelik değil, Türkiye, bölge, dünya'ya yönelik, sosyalizme yönelik olumlu bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. İmralı savunmaları ve sonrası ise, bu devrimci çizgi aşınmış, A. Öcalan somutunda, devrimci zeminden hızla düzen içi zemine evirilmiş, burjuva demokratik bir çizgiye dönüşmüştür. Hiç şüphesiz ulusal bir harekettir ve içinde birçok eğilimi barındırmaktadır. Ama egemen olan eğilim, post- modern reformizmdir, silahlı reformizmdir, çeşitli ve karmaşık tanımlamalar içerse de, hatta sık sık değişse de, özünde burjuva demokratik bir programa sahiptir.
        Hiç şüphesiz, sömürgeciliğin, inkar ve imha siyasetinin devamı olan, ret ve inkarın bir biçimi olan "teröristlerle görüşmeyiz" politikası gelinen aşamada iflas etmiştir. Tel tel dökülen, tüm tezleri tek tek çürüyen sömürgeciliğin bu ideolojik tutumu da iflas etmiştir. Bu Kürt ulusunun özgürlüğü kavgasında önemli bir adımdır. Kürt ulusu, ulusal ve demokratik hak ve özgürlükleri kazanacaktır; bu süreçte, bu kazanımlarda örgütlü mücadele yol gösterecektir, göstermektedir. Bundan dolayı, içeriğinden bağımsız ifade ediyoruz: bu devasa sorunda masanın bir tarafında örgütlü Kürt hareketinin olması zorunludur ve kazanımdır.
        Yaşanan süreç tamı tamına budur.
        Bu anlamda, oligarşinin, A. Öcalan ile görüşmesi, sorunun demokratik çözümü için, tekrar ediyoruz, içeriğinden bağımsız önemlidir. Devrimci sosyalizm bunu desteklemektedir.
        Ama her şey bu değildir. Bu "ara aşamada" yurtsever hareketin, daha özel ifade edelim, A. Öcalan çizgisinin, burjuva demokratik bir yerde durduğu açıktır. Asıl sorun ve devrimci kaygı da buradadır. Oligarşi, en az zararla süreci kendi lehine dönüştürmek isterken, yurtsever hareketin geri konumda, "barış, bireysel haklar, anayasal vatandaşlık" gibi bir konumda olması sorunludur.
        Daha somut ifade edelim. AKP'nin "demokratik açılım" projesine karşı geliştirilen "demokratik özerklik" bu görüşmede nerede durmaktadır?
        Sosyalist bir çözümden bahsetmiyoruz, burjuva sınırlar içinde bir çözüm için bu soruya net yanıt üretmek zorunludur. Bu soruya yukarıda az çok yanıt verdik. Ortadoğu'da gelişmeleri, Kürt coğrafyasında ortaya çıkan yeni imkan ve olanakları dikkate alırsak, bırakalım stratejik bir yerden bakmayı, "reel politika" açısından bile, kapitalizm sınırları içinde Kürt ulusu için bir statünün ortaya çıkması zorunludur. Demokratik özerklik, kapitalizm sınırları içinde demokrasi projesidir, Kürt ulusu için bir statüdür. Ama siz bunu bir yana atar ve örneğin ne olduğu çok da bir anlam ifade etmeyen "anayasal vatandaşlık" noktasında durursanız, belki kısmi demokratik haklar elde edilebilir, ama Kürt ulusu için ulusal ve demokratik bir statü elde edemezsiniz.
        Bu anlamda, bu aşamada, en azından bu satırların yazıldığı günlerde, bu konuda ciddi kaygıların olduğunu söyleyebiliriz. Önce AKP ve MİT, çeşitli biçimde "demokratik özerklikten vazgeçildiği"ni yaydı; bu karmaşa ve bulanık hava A. Türk'ün A. Öcalan ile görüşme sonrası "talepler makul, devletin kabul edebileceği talepler" açıklaması bir fikir verdi. Ama çok daha önemlisi, "kim sızdırdı" tartışması bir yana görüşme notlarında, A. Öcalan "demokratik cumhuriyeti savundum, yasal düzenlemelerde, Kürt reformunda demokratik özerklik dayatması doğru değil.." türünden sözleri bir anlam ifade etmektedir. Ayrıca Kandil'in bu yönde kaygı ve eleştirilerinin olduğu bilinmektedir; BDP'nin, Newroz kutlamalarında temel slogan olarak "Öcalan'a Özgürlük, Kürtlere Statü" derken, bu kaygıları doğru bir yere çekmeye çalıştığı da açıktır.
        Bir kez daha ifade ediyoruz: bugün yurtsever hareket, en ilerisinden "demokratik özerklik" derken bile özünde "ara çözüm" sunmaktadır. Demokratik özerklik, kapitalizm sınırlarını aşmayan, ama bu sınırlar içinde Kürt ulusu için demokratik bir statükoyu ifade eden bir projedir. Bu projenin stratejik hedef olmaktan çıkması, sorunu "demokrasinin sınırları geliştirme, anayasal vatandaşlık" gibi bir yerden ele almak, Kürt ulusuna en az ile yetinmeyi sunmaktır. Bizim için bu kabul edilemezdir.
        Biz, soruna stratejik bir yerden bakıyoruz, güncel ve dönemsel süreç ve taktik politikalarını da buradan ele alıyoruz. Kürtler bir ulus, Kürtlerin yaşadığı coğrafya ise, bölümmüş olsa da bir ülkedir. İki ülke-iki devrim; işte bizim ufuk çizgimiz budur. Sosyalizm deneylerinde de büyük bir kazanım olarak ortaya çıkan Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını savunuyoruz. Bu anlamda, bağımsız örgütlenme dahil tüm demokratik haklarda söz ve karar Kürt ulusuna aittir. Devrimci bir çizgide "bağımsız-birleşik-sosyalist ülke" stratejik hedefine tam destek veririz. Tüm "ara çözüm" arayışlarını (ki "demokratik özerklik" dahil, yurtsever hareketin arayışı budur) bu ufuktan eleştiririz.
        Oligarşi ilan ediyor: "hedef silahsızlandırmak".
        Bu soyut bir şey değil; oligarşinin her zaman hedefi de bu olmuştur, olur. Oligarşinin bu tasfiye projesi, bugüne kadar, zorla, şiddetle olmuştur, şimdi işin rengi biraz değişti, şiddetin yanına "görüşme" de kondu, bununla bu amaca ulaşmak istiyor. "Silahların miadını doldurduğu" tezleri tümden karşı devrimci adımlardır. Sömürgecilik tel tel dökülmektedir, ama hala yıkılmış da değildir. Halklar silahlanmadan bırakalım devrimi, demokrasi bile kurumlaşamaz. Tüm sömürgeciler silahlı güçlere sahipken Kürt halkının silahsızlanması kabul edilemez.
        Ateşkes gibi taktik politikalardan söz etmiyoruz; Kürt halkının silahsızlanmasından söz ediyoruz, Kürt halkının silahsızlanması intiharıdır, kabul edilemez.
        Devrim, pazarlık konusu olamaz. Biz Kürtleri bir ulus, yaşadığı coğrafyayı da bir ülke görüyoruz; bu nesnel bir gerçektir. Bizim için Kürt coğrafyası ile Türk coğrafyası komşu ama ayrıdır; biz, emperyalizm ve sömürgeciliğin çizmiş olduğu sınırları da meşru görmüyoruz. Biz, Türkiye'de halk devrimini hedefliyoruz; dost ve düşmana bunu bir programla ilan ediyoruz. Devrimler halkların meşru hakkıdır; Kürt halkının asıl kurtuluşu, ulusal ve demokratik devrimdedir. Bunun dışında tüm arayışlar, "demokratik cumhuriyet, demokratik özerklik" gibi tüm arayışlar "ara çözümdür", kapitalizmin sınırlarını aşamaz.
        Yurtsever hareket ya devrimi önüne koyacak ya reformu. Hem devrimci halk savaşı hem "demokratik cumhuriyet" yan yana olamaz. Devrim, reformlar için bir pazarlık konusu yapılamaz; reformlar devrim içindir, devrime hizmet eder. Devrimci bir yöntem olan silahlı mücadele de pazarlık konusu olamaz. Silahlı mücadelenin kendi koşulları vardır; sömürgecilik kırılırsa, faşizm tasfiye olursa elbette silahlı mücadele işlevini yitirir. Ama sömürgecilik hala ayaktaysa, Kürt ulusunun ulusal ve demokratik hakları söz konusu değilse, silahlı mücadele meşrudur, haktır.
        Devrim ve devrimci bir yöntem, araç olan silahlı mücadele halkların yolunu açar...
        Oligarşi ilan ediyor: "silahları bırakın, ondan sonra demokratik adımlar daha rahat atılır".
        Bu bir kandırmacadır. Sömürgeciliğin tüm tarihi de bu kandırmacanın sayısız örnekleriyle doludur, hatta bu oligarşinin başlı başına bir özelliği, çizgisidir. Tarihten binlerce örnek vermek de gerekmez; bu söylem ve dayatma yeni de değildir. A. Öcalan'ın tutsak düşmesi sonrası, İmralı'da yapmış olduğu "geri çekilme" süreci hala akıllardadır. Tıpkı bugün olduğu gibi, o günlerde de "silahı bırakın demokratikleşme olacak" dendi; bu geri çekilmede 500'ü aşkın gerilla yaşamını yitirdi, bunca yıl geçti, AKP üç kez seçim kazandı, ama hala "demokratikleşme" ufukta yok. Yakın tarihe gelelim. 12 Eylül referandumunda AKP ne dedi? "İleri demokrasi" dedi, devrim şehitlerinden mektuplar okudu, ağladı, "demokrasi geliyordu". Ama hala ortada "demokrasi" yok. Roboski, Kürt sorununda kanayan yara, bu yara sarılmadan demokratik adımda atılmaz. Roboski'nin suçluları biliniyor, Başbakanlık, Genelkurmay. Peki, 1,5 yıl sonra açıklanan rapor nedir? Rapor'un başbakanlık ile Genelkurmayın hazırladığı, parlamentoda AKP grubunun imzaladığı biliyor. Roboski'yi örten bir mantıki anlayış barış için adım atar mı, "demokratikleşme" yaşanır mı?
        Bunlar güncel örneklerdir. Bilimsel olan ise şudur: burjuvazi, tekelci burjuvazi ne anti-emperyalist ne de demokratik bir özelliğe sahiptir. Bu burjuvazi ve onun politik temsilcileri, yani burjuva partiler, AKP, CHP, MHP ve diğerleri burjuva demokrasisini inşa edemez. "Demokrasi" onların dilinde yalan ve kandırmaca aracıdır. AKP neo-liberal düzeni savundu, onu her alanda egemen kıldı. Neo-liberal düzen ile burjuva demokrasisi çatışır; neo-liberalizm burjuva demokrasisinde değil, "demokrasi" örtüsü altında sömürge tipi faşizmde anlam bulur. Bundan AKP'nin "ileri demokrasisi" tutmadı, yalan açığa çıktı, sömürge tipi faşizm her gün daha koyulaştı. Roboski'yi ört, "çözüm süreci" de ve sustur; "demokrasi" de burjuva demokrat yazarlara bile ağır baskı yap, sokak teröründe ısrar et, sol ve devrimcilere, yurtseverlere saldır, "çözüm" de, sınır içi sınır dışı bomba yağdır; "aman Habur olmasın" de, tek yanlı, Kürt hareketinin tek yanlı atmış olduğu adımları sansürle, hatta lehine kullan. İşte "demokratikleşme ve çözüm süreci".
        Öcalan, devlete, MİT'e inanabilir, Kürt halkını da az çok inandırabilir, ama biz inanmıyoruz.
        Bu ülkeye demokrasi gelecek, halk için demokrasi gelecek; demokrasi devrimle gelecek!
        Yeni İmralı görüşmeleri, bu temelde başlayan süreç karmaşık ve sorunlu olacak. Devrimci ve sol hareket içinde bir dönüm noktasıdır, süreç yeni gelişmelere gebedir; hazırlıklı olmak zorunludur.
        Bu açıdan, İmralı görüşmeleri yeni bir sınav olacaktır, olmaktadır...
        Devrimci sosyalizm, bu süreçte, her adımı kendi penceresinden, işçi sınıfı ve halkın penceresinden ele alacak, dost ve düşman karşısında sadece ve sadece gerçeklere bağlı kalıp, Türkiye halkı ile Kürt halkının kardeşliği ve birlikte mücadelesi için çalışacaktır.

 

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
YönetimYeri: Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL