"Mahir, Ulaş, Hüseyin,
Saffet, Hüdai, Sabahattin, Ahmet, Ertan, Sinan,
Nihat; Atilla, Tamer, Doğan, Ercan, Kadir, Ahmet,
Fehmi, Nurettin, Bedrettin; tüm parti şehitlerimize..."
A)
Giriş:
Toplumların
tarihini belirleyen sınıf mücadelesidir. Tarihin
eğilimi, sınıf mücadelesi içinde, sayısız irade
ve çatışmanı ifadesi olarak belirlenir. Tarih
dün ve yaşanan an'a aittir; buradan çıkan sonuçlarla
gelecek biçim alır. Ne dün ve bugün, ne de gelecek
öznel istek ve taleplerimizle ele alınamaz, daha
doğrusu öznel istek ve taleplerle belirlenemez.
Her süreç, üzerinden yükseldiği nesnel bir zemine
sahiptir ve bu nesnel zemin üzerinden, her sınıf
ve katmana ait, sayısız öznel irade ve politik
güç çatışır; bu çatışma yaşanan süreci belirler.
Bundan dolayı, ne yaşanan tarihsel süreçler, geride
kalan süreçler öznel biçimde, bugünün ihtiyaçları
ya da bugün için oluşturduğumuz bir kurgu içinde
ele alınabilir; ne de bugün, tarihten ve üzerine
bastığımız nesnel zeminden soyut, bir hayal dünyası
içinde, kökten ve tarihten kopuk biçimde ortaya
çıkar. Bugün, yaşadığımız an, yaşadığımız süreç,
nesnel bir zemin üzerinden biçim alıyor; bu nesnel
zemin, sınıf mücadelesinin tüm ana ve yan unsurlarıyla,
sayısız politik irade ve güçlerin çatışma dinamiklerini
göre belirleniyor.
Tarihsel
akış süreklidir, bir yerde durmaz, donmaz; her
gün, her an, içinde bulunduğumuz nesnel ve öznel
koşullar içinde biçim alır, yeniden ve yeniden
üretilir. Tarih ve sınıf mücadelesi düz bir hat
üzerinde ilerlemez, birçok olay ve süreç, "kes-yapıştır"
yöntemiyle birbirine eklenemez; sayısız irade
ve güçlerin çatışması içinde sarmal, girift ilişki
içinde, ilerleme ve gerileme diyalektiği içinde
biçim alır, devinir.
Tarihin
yönü ileridir; ama eğer bu doğrultuya biçim verecek
olan geleceğin temsilcileri nesnel ve öznel olarak
ortaya çıkmamışsa, ya da bu dinamiğe sahip değilse,
bu sürece yön veremiyorsa, tarih ve sınıf mücadelesi
pekala geriye düşebilir. Böylece, "yeni"
adına "geri" ve "eski"nin
birçok görünümü yaşanır.
Burada
devrimci sosyalizm görevi; tarih bilincine sahip
olup, bu nesnel ve öznel koşulların sağlam ve
bilimsel bir sentezini yapmak, tarihe yön vermek
için, doğru politik önermeler üzerinden, devrimci
politik iradeyi sınıf mücadelesinin ana unsuru
olarak örgütlemektir.
Durduğumuz
yer burasıdır; tüm görevler buna göre biçim alır.
Ya
tarihin nesnesi, bizim dışımızda akıp giden sınıf
mücadelesi içinde bir "yan unsur" ya
da tarihin öznesi, sınıf mücadelesinin bir ana
unsuru olacağız. Kızıldere'den Haziran'a akan,
40 yılı aşan tarihimizin sadece bu iki onurlu
halkasının değil, bu tarihsel zincirin tamamının
bizlerin önüne koyduğu ana politik ders: tarihin
öznesi olmaktır..
Hiçbir
deney, hiçbir süreç, kaba bir tekrar ile yenilenmez;
yaşanan her deney ve süreç, bugün için politik
dersler içerir. Devrimci sosyalizm bu derslerle
yeni deney ve süreçleri inşa etmek, örgütlemek,
bu anlamda tarihin öznesi olmanın kavgasını verir,
veriyor. Bu anlamda, somut koşullardan bağımsız,
soyut bir tartışma ya da sözde "tarih yazımı"
bizim işimiz olmadı, olmayacak; ya da son yıllarda
sol ve devrimci harekette bazı olumsuz örnekleri
olduğu gibi, sürece hizmet etmeyen, spekülatif,
"internet tartışmaları" da bizim işimiz
değildir.
Biz
onurlu bir tarihin, şehitlerimizle zenginleşen
mücadelenin ürünüyüz. Şehitlerimiz ve emekle yaratılan
tarihimizle onur duyuyoruz. Tarih hep olumlu yanları
içermez; tarihin içinde eksik ve yanlış yanlar
da vardır. Söz konusu kendi tarihimiz olunca,
eksik ve yanlış yanlarımıza da sahip çıkarak,
elbette eleştirel yaklaşımla ders alıyor ve geleceği
inşa ediyoruz. Tüm tarihimize övgüler düzmek,
ne doğrudur ne de devrimcidir. Böylesi övgüler
her şeyden önce bu tarihin öznesi, yaratıcısı
şehitlerimizin yüzünü kızartır; bunu biliyoruz.
Kırk yılı aşkın bir tarihi arkamızda bıraktık.
Her adımı, her süreci bizimdir; doğrusu da yanlışı
da bizimdir.
Bu
onurlu tarihin yazıcıları şehitlerimizdir; onlara
borcumuz vardır. Bu borç hiç bitmeyecektir. Bu
ülkeden emperyalizmi kökten söküp atmadan, oligarşiyi
baştan aşağı yıkmadan; özgür ve sosyalist bir
ülkeyi inşa etmeden bu borç ödenmez. Bu tarihi
bireyler değil, örgütlü güçler, kitleler yarattı.
Uzun bir yoldur; bu yolda binlerce iz vardır.
Emperyalizm ve oligarşiye kurşun atanlar, işkencede
direnenler, tutsaklıkta parti bayrağını yükseklerde
tutanlar, ekmeğini aşını paylaşanlar; kısaca bu
onurlu tarihe emeği ve bilinciyle katkı sunan
herkese selam olsun.
Tarihimize
bakıyoruz, bakacağız, buradan güç alıp geleceği
inşa edeceğiz. Tarihten, politik çizgimizden,
şehitlerimizden besleneceğiz; bugünü de, geleceği
de kazanacağız!
B)
Özet 1: 1970'lerde Dünya
1970
dünyasında ortaya çıkan olgular önemli ölçüde
2. Paylaşım Savaşı ve sonrasında biçim almıştır.
2. Paylaşım Savaşı, emperyalizmin hegemonya krizini
çözmek için, dünyanın yeniden paylaşılması temelinde
güncelleşmiştir. Bu Paylaşım Savaşı sadece emperyalistler
arası bir savaş değil, aynı zamanda, Ekim Devrimi
ile dünyanın 1/6'sında zafer kazanan sosyalizmin
yeryüzünden silinmesi amacıyla sosyalizme karşı
bir savaştır. Ancak, her savaş kendi yıkıntıları
içinde yeni bir dünya oluşturur; sosyalizm, bu
yıkıntılar içinde, faşizm ve savaşın yakıcı sonuçlarına
karşı halkların mücadelesiyle yeni bir hamle yaparak
kapitalizmin sınırlarını daralttı. Bir yandan,
emperyalist-kapitalist sistem büyük bir sarsıntı
ve yıkım yaşarken, ABD emperyalizmi bu savaştan
en karlı emperyalist ülke olarak çıktı; öte yandan,
sosyalizm, dünyanın 1/3'ünde iktidar oldu. Hiç
şüphesiz, sosyalizmin bu iktidarlaşması, kapitalist
pazarı daralttı; ama bu henüz "sosyalizmin
zaferi" anlamını taşımıyordu. Sosyalizmin
zaferi, bu ülkelerde sınıfsız bir toplum için,
bir geçiş süreci olan sosyalizm döneminin başarısına
bağlıdır.
Böylece,
savaş sonrası iki dünya oluştu. Bir yanda, ABD
emperyalizmi, emperyalist-kapitalist sistemde
önderliği eline aldı ve ABD emperyalizmin önderliğinde,
emperyalist-kapitalist sistem yeniden organize
edildi. Diğer yanda ise, sosyalizm artık dünyanın
1/3'ünde maddi bir güçtür, emperyalist-kapitalist
sisteme karşı ulusal ve devrimci kurtuluş savaşları
önemli bir alternatiftir. Tüm sınıfsal ve ulusal
çelişkiler bu temelde yeniden biçim aldı.
Savaş
içinde, yeni emperyalist-kapitalist dünya için
ilk adımlar atıldı. ABD emperyalizminin önderliğinde,
ekonomik, siyasal, askeri ayakları olan ( IMF,
DB, NATO gibi örgütlenmeler, bunun ekonomik, siyasal
ve askeri ayakları oldu), asıl olarak, sosyalizm
ve ulusal/devrimci kurtuluş hareketlerine karşı
entegrasyon yaşanırken, bununla birlikte, sömürgeler
cephesinde, eski sömürgecilik bir yana atıldı,
yeni sömürgecilik geliştirildi. Marshall yardımı
ve Truman doktrini sadece yıkılan kapitalist dünyayı
onarmak amacı gütmedi, aynı zamanda, "askeri
yardım" ve ikili anlaşmalarla yeni sömürgecilik
örgütlendi.
ABD
emperyalizmi önderliğinde gelişen yeni sömürgecilik,
her ne kadar emperyalist-kapitalist sistemi tümden
felç eden, 1929 büyük krizi sürecinde uç vermişse
de, asıl olarak, emperyalist-kapitalist sistemin
daralan pazar sorununu çözmek ve emperyalist işgali
gizlemek için, 2. Paylaşım Savaşı sonrası güncelleşti
ve sürece egemen oldu. Böylece, emperyalist sömürgeciliğin
iki biçimi, sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik
geride kaldı, bunlar üzerinden yeni sömürgecilik
inşa edildi. Yeni sömürgeciliğin ön plana çıkması,
eski sömürgeciliğin tümden ortadan kalktığı anlamına
gelmemektedir. Bazı ülkelerde hala eski sömürgecilik
devam etmekte, ancak yeni sömürgecilik karşısında
ikinci planda kalmaktadır. Yeni sömürgecilik,
kapitalizmin yaşadığı pazar sorununu, "iç
pazarı" geliştirme temelinde çözmek için
güncelleşti; hiç şüphesiz bu süreç kendine özgü
ilişkileri de ortaya çıkardı.
Kapitalizm
kriz üretir; kriz kapitalizmde içseldir ve bazı
süreçlerde kriz derinleşir. Kriz ile emperyalist
savaş arasında doğrudan ilişki vardır; emperyalist
savaşlar, kapitalizmin krizini çözmek için bir
yoldur. Bununla birlikte, eşitsiz ve dengesiz
gelişim kapitalizmde içseldir. Kapitalizm, hem
sektörler arasında, hem de tek tek ulusal pazara
hakim olan kapitalist ülkeler arasında eşit olmayan,
ve dengesiz bir gelişimi içerir. Bu eşitsiz ve
dengesiz gelişim, tek tek ulusal pazarların dünya
pazarı etrafında birbirine bağlanmasıyla tümden
açığa çıktı. Böylece, daha geri emperyalist ülke
hızla daha ileri ülkeyi yakaladı, pazar savaşında
yerini aldı. İnsanlığın yaşadığı iki büyük Paylaşım
Savaşı bunun ürünüdür. 2. Paylaşım Savaşı sonrası
oluşan dünya tablosu, özel olarak da sosyalizmin
maddi bir güç olması, yeni bir dünya savaşını
engelledi. Ancak, bir dünya savaşı çıkmasa da,
yıkım ve tahribat olarak dünya savaşlarını geride
bırakan bölgesel savaşlar bu dönemde ön plana
çıktı.
Her
kriz ve savaş sonrası, kapitalizm kendini yeniden
üretir; çünkü kriz geçici olarak çözülmüş, tahrip
olan üretim araçları ve maddi imkanların yeniden
üretilme süreci yaşamıştır. Üretim araçlarının
yenilenmesi ve savaşın yıkımının onarılması kapitalizmin
kar oranlarını yükseltir. Sosyalizm ve devrimci
ulusal kurtuluş savaşları karşısında kapitalizm
kendini onarırken, "bilimsel ve teknik devrim"
olarak tanımlanan süreçle, üretim güçlerinin sınırlı
gelişmesini sağlamış ve kapitalizm için toparlanma
süreci yaşanmıştır. Bu süreç, yani 1945-70 süreci,
kimi çevrelerce "kapitalizmin altın çağı"
olarak tanımlanır. Ancak, bu gelişme, kapitalizmde
içsel olan kriz ve eşitsiz gelişim yasası sonucu
1970'lerde tıkanmış ve yeni bir kriz sarmalına
yol açmıştır. Böylece, bir yandan ABD emperyalizminin
mutlak önderliği, Avrupa ve Japon emperyalizminin
gelişimi ile nispi üstünlüğe dönüşürken, öte yandan
tüm emperyalist-kapitalist sistem tıkandı. Kapitalizmin
yaşadığı bu krize karşı kapitalizmin bulduğu çözüm,
neo-liberalizmdir.
1970'lerde
yaşanan bu tıkanma/krizde sadece kapitalizmin
içsel ve sürekli dinamikleri değil, sosyalizm
ve özellikle Vietnam devriminde somutlaşan ulusal
devrimci kurtuluş savaşlarının emperyalizme vurduğu
darbelerin de rolü vardır.
C) Özet 2: 1970'lerde Türkiye
Türkiye;
emperyalizme yeni sömürgecilikle, ekonomik, siyasal,
kültürel, askeri tüm alanlarda bağımlı, orta düzeyde
kapitalizmin geliştiği bir ülkedir. Faşizm, bu
ilişkiler üzerinden biçim alan, farklı süreçlerde
farklı biçim alsa da süreklik gösteren devlet
biçimidir.
Ülkemiz,
ABD emperyalizminin öncülüğünde geliştirilen yeni
sömürgeciliğin ilk uygulandığı ülkelerden biridir.
2. Paylaşım Savaşı sonrası, geleceğini emperyalist-kapitalist
sistem içinde, sosyalizme karşı "ileri karakol"
olma konumunda gören Türk burjuvazisi, yeni sömürgecilik
sürecini gönüllü benimsemiş ve bu süreçte emperyalizmin
ülke içinde toplumsal dayanağı olmuştur. Yeni
sömürgecilik, 1923-45 sürecinde gelişen devlet
kapitalizmi ve buna dayalı birikim üzerinden yükselmiştir.
Eğer bu birikim, bu kapitalistleşme süreci olmasa
yeni sömürgecilik bu kadar uygun bir zemin bulamazdı.
Yeni sömürgeci kapitalizm yukarıdan aşağı, emperyalizme
bağımlı, iç pazarın genişlemesi ekseninde gelişti
ve sömürü ve sınıf ilişkilerine bu temelde yeniden
biçim verdi. Bir yandan, kapitalizm, yukarıdan
aşağı gelişirken, bu temelde, yarı-feodal tüm
ilişkiler adım adım çözüldü; sanayi kapitalizmi
üretimin motor gücü oldu, fabrika sistemi gelişti,
kırsal alandan şehirlerin kenar semtlerine ucuz
emek gücü yoğunlaştı, işçi sınıfı nicel olarak
gelişti. Öte yandan, bu kapitalist gelişme, ticaret
burjuvazisini geride bıraktı, sanayi ve mali sermaye
tekelci karakter kazandı. Artık emperyalizm dışsal
bir olgu değildir. Emperyalizm, sermaye ve tüm
ilişkileriyle her alanda içseldir. İkili ve gizli
anlaşmalar, askeri ve mali yardım programları,
emperyalist sermayenin giderek üretim dahil tüm
alanlarda söz sahibi olması, bu temelde yasalar,
NATO içinde yer alma gibi tüm gelişmeler bu sürecin
ürünüdür. Bu öyle bir ilişkidir ki, emperyalizm
ile onun dayanağı olan oligarşiyi, yani egemen
sınıflar bloğunu birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Ancak,
özelikle 1960 sonrası "ithal ikameci"
modele göre gelişen kapitalizm, içsel çelişkilerinin
yoğunlaşması sonucu 1970'lerde tıkanmıştır. En
yetkili ağızların ifadesiyle "70 sente muhtaç"
bir ekonomi söz konusudur. Dış borç yükselmiş
ve emperyalist çevrelerde kaygı yaratmıştır. Dış
ödeme açığı, 1963 sonrası en yüksek günlerini
yaşamakta, 300 milyon dolara ulaşmaktadır. İşsizlik
giderek büyümektedir, küçük üretici hızla iflas
edip çözülmekte, örneğin 1968-69 yılında iflas
eden işletme sayısı %62,5 artmıştır. İşçi sınıfının
mücadelesiyle reel ücretlerde 1963 sonrası sürekli
yükselme söz konusudur; sanayi burjuvazisi bundan
son derece rahatsızdır. 1960 sonrası, "planlı
kalkınma" desteği ile sanayi burjuvazisi
ön plana çıkar; gayri safi milli hasıla içinde,
1960-70 döneminde, tarımın payı %37'den %26'ya
düşerken, sanayinin payı %16'dan %22'ye çıkar.
Bu aynı zamanda, kırsal alanda çözülmekte olan
feodal bağımlılıklardan kurtulan nüfusun, şehirlere
yığılması anlamına gelmektedir. 1960'da kent nüfusu
%25,2, kır nüfusu %74,8 iken 1970'te bu oran %35,7
ve % 64,3'tür. 1960-72 yılları arasında tarımda
çalışan nüfus oranı %74,9'dan %67,8'e düşerken,
sanayide ise %8,3'den %10,6'ya çıkmıştır. Sadece
bu değil; bu temelde, sermaye piyasasının bu yönde
dönüşmesi için 1963'de yasa hazırlanır ve bu yasa
1967'de çıkar. Ama sanayi burjuvazisinin taleplerin
hala bitmemiştir. Yabancı sermaye için yeni yasalar
çıkarken (1951 ve 1954) sosyal hakların budanması
oligarşinin en önemli hedefidir. 61 anayasası,
DP iktidarına tepki gösteren orta sınıfların ve
devrimci -milliyetçi kesimlerin desteği ve işçi-emekçilerin
az çok rolüyle kısmi hak ve özgürlükleri içermiş;
yeni sömürgeciliği ve resmi ideolojiyi meşrulaştıran
"lüks" ilan edilmiştir. Oligarşi içi
çelişkiler ise büyümüş, sadece ekonomik kriz değil,
siyasal kriz de süreklilik kazanmıştır. CHP, kendi
içinde CGP (Cumhuriyetçi Güven Partisi), AP içinden
bazı milletvekilleriyle birlikte MNP (Milli Nizam
Partisi) bu süreçte çıkmıştır.
Ve
böylece, hem emperyalizme tam bağımlılık içinde
gelişen yeni sömürgeci kapitalizmin, "ithal
ikameci modelin" tıkanması, hem de yukarıda
ifade ettiğimiz gibi, emperyalist-kapitalist sistemi
tümden etkileyen genel ve sürekli krizin ülkemize
yansıması sonucu, alt yapıdan üst yapıya kadar
her alanda kriz sarmalına girilmiştir. Ne yönetenler
eskisi gibi yönetebilmekte, ne de yönetilenler
eskisi gibi yönetilmek istemektedir; "toplumsal
gelişme ekonomik gelişmeyi aşmıştır". Hem
ekonomik ve siyasal kriz, hem de yükselen toplumsal
hareketler (bu toplumsal hareketler, işçi ve gençlik
başta olmak üzere tüm halkın tepkisini içerir;
sınıfsal ve anti-emperyalist özellik öne çıkar)
emperyalizm ve oligarşi için yeni arayışları gündemleştirmektedir.
12 Mart açık faşizmi bu arayışın sonucudur; emperyalizm
ve tekelci sermayenin çözüm yoludur.
Aynı
zamanda bu süreç, kapitalizme özgü modern sınıf
ilişkilerini ortaya çıkarmıştır. Kemalizm, Türk
burjuvazisinin resmi politikasıdır. Kapitalizm
devletsiz gelişemez; 1923'de kurulan, bonapartist
nitelikli Kemalist diktatörlük, yani burjuvazi
ve feodal toprak sahiplerine dayalı, ancak burjuvazinin
yolunu açan, "tek ulus-tek devlet-tek dil"
anlayışı ile biçimlenen ulus devlet, kapitalizminin
gelişmesinin hizmetindedir. Bir başka ifade ile
zayıf, iç dinamikten yoksun, ilkel birikim sürecini
yaşayan kapitalizm, kendi devletini, Kemalist
burjuva devlet eliyle örgütlenmektedir. Bu süreçte,
ticari karakterde olan kapitalizm, 2. Paylaşım
Savaşı sonrası, emperyalizme bağımlı biçimde sanayi
kapitalizmine dönüşürken, egemen sınıf ilişkileri
yeni biçim aldı; ticaret burjuvazisi, büyük tefeci-tüccar
ve feodal toprak sahipleri, yeni sömürgecilikle
birlikte tekelci sermaye ve feodal kalıntılar
ittifakına, azınlık iktidarı olan oligarşiye dönüştü.
Yeni sömürgeci kapitalizmin omurgası oligarşidir;
oligarşi dışında diğer sermaye ise, bu kapitalist
pazar etrafında bin bir bağla oligarşiye bağlandı.
Egemen sınıf bloğu olan oligarşinin içinde, feodalizmin
ağırlığı, yukarıdan aşağı gelişen kapitalizmin
gücüne paralel hızla azaldı, ama bu aynı zamanda
oligarşi içi çatışmanın da yolunu açtı. Bununla
birlikte, liman kentlerinde ve genellikle demiryolu,
ulaşım gibi alanda yoğunlaşan işçi sınıfı, kapitalizmin
gelişmesine bağlı olarak giderek sanayi proletaryası
etrafında sınıfsal yoğunlaşma yaşadı. Yukarıdan
aşağı gelişen kapitalizm, köylülüğün sınıfsal
ayrışmasını hızlandırdı, kırsal alanda tarım işçileri
ve kır yoksullarının yanı sıra, yaygın küçük ve
orta köylülük ortaya çıktı. Kırsal alandan kentlere
göç hızlandı, kır yoksulları kentlerin kenar mahallelerinde,
"yedek sanayi ordusu" olarak konumlandı.
Anlaşılacağı
üzere bu süreç kapitalizmin egemen olduğu, bununla
birlikte pre-kapitalist ilişkilerin çözülme yaşadığı
bir süreçtir. Feodalizm, adım adım, yukarıdan
aşağı, evrimci tarzda çözülürken, kapitalizme
ait sınıflar, kapitalist sömürü ve ilişkilere
bağlı olarak yerini almıştır. Artık,1960'lı yıllar,
sanayi kapitalizmin egemen olduğu, ama bununla
birlikte pre-kapitalist ilişkilerin kendini şu
ya da bu düzeyde koruduğu yıllardır. Bu kapitalistleşme
süreci giderek hızlanmış ve 1965-70 sürecinde
bu temelde sınıfsal çelişkiler, yeni bir dünya
arayışı, sosyalizm ve devrimci ulusal kurtuluş
savaşlarının da güçlü etkisi ile yoğunlaşmıştır.
Yani,1970 yılına gelindiğinde, oligarşi içi çelişkiler,
tekelci sermayenin sömürüden daha fazla pay alma
talepleriyle hızlanırken, aynı zamanda işçi, köylü,
gençliğin sınıfsal tepkileri düzenin sınırlarını
zorlamış, Kürt ulusal özgürlük mücadelesi yeni
bir arayış içine girmiştir. 15-16 Haziran büyük
işçi direnişi ve grevler, "toprak işleyenin
su kullananındır" diyerek yapılan toprak
işgalleri, Karadeniz'den Ege'ye uzanan küçük üretici
mitingleri, DEV-GENÇ'de somutlaşan gençliğin demokratik
hak arayışı, "Doğu'da jandarma zulmüne son"
mitingleri, 6. filonun protestosunda ifadesini
bulan anti-emperyalist gösteriler, bu sürecin
yaygın ve düzenin sınırlarını zorlayan kitle eylemleridir.
Kendiliğindenci yönü ağır basan bu kitle hareketleri,
giderek devrimci ve sosyalist hareketle daha güçlü
bağlar kurmaktadır.
İşte
12 Mart açık faşizmi; bu koşullarda, yükselen
işçi ve halk muhalefetini bastırmak ve oligarşi
içi çelişkileri tekelci sermaye lehine çözmek
için, emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermaye
tarafından örgütlendi. Bu aynı zamanda sömürge
tipi faşizmin açık icrası demektir.
Sömürge
tipi faşizm; demokratik hiç bir niteliği olmayan,
Kemalist diktatörlüğün tüm baskıcı yanlarını alarak,
2. Paylaşım Savaşı sonrası, yeni sömürgecilik
üzerinden kendini gizlemek ve yeni sömürgeciliğin
gelişmesi için "demokratik" maske takarak,
içsel olgu olan emperyalizme ve işbirlikçi oligarşiye
(tekelci sermaye ve büyük toprak sahiplerine)
dayanan devlet biçimidir. Yani, 2. Paylaşım Savaşı
sonrası, bir burjuva devleti, Kemalist diktatörlük,
bir başka burjuva devlete, faşizme dönüşmüştür.
12 Mart açık faşizmi ise, emperyalizm ve işbirlikçi
tekelci sermayenin ipin ucunu elinden kaçırdığı
süreçte, sürekli faşizmin kendini gizleme ihtiyacı
duymadan açık icrasıdır.
D)
Devrimci Parti:
Türkiye
Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi
Bugün
Türkiye devrimci hareketi tarihini birçok döneme
ayırmak mümkündür. Ancak, 1970'li yıllara döner
ve sorunu o tarihsel süreçte ele alırsak (71 silahlı
devrimci atılımı ve sonrasını, yani 1971-72 ile
günümüz arasındaki tarihsel dönemi, kendi içinde
birçok aşama/ya da süreçlere ayırmak mümkündür.
Ama burada konumuz bu değildir ve bu süreçler
başka çalışmaların konusu olacaktır), 71 devrimci
atılımı ile bir dönemin kapandığı yeni bir dönemin
başladığını çok net ifade edebiliriz.
71
devrimci atılımı öncesi sol ve devrimci hareketin
tarihinde, TKP ve TİP önemli bir yer tutar. TKP'nin
1920'de kuruluşunda somutlaşan devrimci ve komünist
politik irade, devrimimiz için önemli bir adım
ve başlangıçtır. TKP'nin, Ekim Devrimi'nin etkisiyle
kurulduğu, sadece yurtdışı değil, İstanbul ve
Anadolu da dağınık bir tablo oluşturan örgütlülüğü
çatısı altında topladığı bilinmektedir. Ancak,
TKP, başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, Kemalizm'e
yaklaşımı, aşamalı devrimcilik anlayışı, burjuva
demokratik devrime abartılı ve yanlış yaklaşımı,
liberal ve ütopik sosyalizmin etkileri gibi bazı
alanlarda son derece sorunludur. Bu temeldeki
ideolojik-politik yanlışlıkları bir yana bırakıldığında,
hiç şüphesiz Ekim Devriminin oluşturduğu dalgadan
da beslenen kuruluş iradesi son derece önemli
bir yer tutar. Ancak her şey bu değildir. M. Suphi
ve yoldaşlarının Kemalist iktidar tarafından komplo
ile Karadeniz'de katledilmesi, sadece Kemalist
burjuvazinin gerici karakterini ifade etmekle
kalmaz, aynı zamanda uzlaşma eğiliminin ağır bastığı
bir sürecin de önünü açar. TİP ise, bu mirasın
izlerini taşır. Keskin "sosyalist devrim"
tezlerinin arka planı ise, kalkınmacı-evrimci
bir sosyalizm anlayışı, devrimci yöntemlerin bir
yana atıldığı parlamenter yöntemin adeta tek yöntem
olarak benimsendiği, revizyonizmde ifadesini bulan
resmi sosyalizme tam bağımlılık, Kemalizm ve CHP
ile uzlaşma siyasetinin izlendiği bir çizgi söz
konusudur.
Hiç
şüphesiz bu tarih bizimdir.
Bu
tarih, doğru ve yanlışın sentezidir. TKP kuruluşu,
sadece M. Suphi değil, daha sonra H. Kıvılcımlı
gibi devrimcilerin yaşamları birer kazanımken;
yukarıda ifade ettiğimiz uzlaşmacı, Kemalizm'e
soldan destek verme anlayış ve pratiği, kalkınmacı
ve evrimci sosyalizm anlayışı, Kürt sorununda
"Kürt ayaklanmaları İngiliz kışkırtması"
diyerek Kemalizm'e destek veren, utanılası sosyal
şoven miras gibi yanlarının ise reddedilmesi gereklidir.
Ancak
bu süreç, bir yandan sol ve devrimci hareketin
nesnel/toplumsal zeminden güç alarak kitleselleştiği,
bu anlamda TİP ve FKF'nin önemli rol oynadığı
bir süreç olsa da, aynı zamanda yeni yol arayışlarının
hızlandığı bir süreçtir. Sol Kemalizm'in (Kemalizm
ve sosyalizmin sentezi arayışı YÖN'de en açık
ifadesini bulur; bu akımın ideolojik önderliğini
Doğan Avcıoğlu yapmaktadır) ve resmi sosyalizmin
temsilcileri YÖN ve TİP'tir. Devrimci gençlik
dinamik bir güçtür, hızla politikleşmekte, üniversite
işgal eylemleriyle militan bir yerde durmaktadır.
İşçi sınıfı nicel gelişim içindedir, ABD emperyalizminin
fonlarından beslenen TÜRK-İŞ, çözülmekte, bazı
sendikalar DİSK'i kurmakta (1967 yılında kurulan
DİSK'in politik gücü örgütlediği işçi sayısından
daha büyüktür); bu işçi hareketi için önemli bir
adımdır. DİSK'i kapatmak için çıkarılan yasaya
karşı örgütlenen 15-16 Haziran direnişi ise, DİSK'i
aşmış, asıl olarak TÜRK-İŞ'in egemen olduğu fabrikalarda
direniş yoğunlaşmış, gençlik dahil halkı kucaklamıştır.
15-16 Haziran direnişi, kendiliğindenci işçi-kitle
eylemidir ve belki de en önemli politik sonucu,
işçi sınıfının "kendisi için sınıf"
olma yolunda "devrimci partiye" olan
ihtiyaçtır. Kanlı Pazar'da olduğu gibi oligarşi/faşizm,
ırkçı-İslamcı güçleri "yedek" ve kontra
faaliyetin bir parçası olarak kullansa da, anti-emperyalist
kitle eylemleri artık, "Koka Kola protestosu"
ya da "19 Mayıs yürüyüşü"nü aşmıştır.
Hızla yükselen kitle hareketi, hızlı bir politikleşme
süreci ile iç içe yaşanmaktadır. İlk ve önemli
kopuş, "devrimin karakteri" eksenli
olan sosyalist devrim-MDD tartışma ve ayrışmasıdır.
Ancak ayrışma ve kopuş bununla sınırlı değildir.
SD ve MDD tezleri özünde birbirine yakın tezlerdir
ve bunu izleyen yeni ayrışmalar gündemdir. Küba,
Vietnam devrimleri ve devrimci ulusal kurtuluş
hareketlerinin politik etkisi ise, tüm bu tartışma
ve ayrışma süreçleri üzerinde şu ya da bu biçimde
iz bırakmaktadır. Ancak tüm bu tartışma ve ayrışmanın
merkezinde "devrim sorunu" ve bunun
çeşitli alt başlıkları bulunmaktadır. Eleştirel
bir tarzla bu siyasal tarihin geri ve yanlış yanları
reddedilmeden, devrimci kopuş ve yeni olanın inşası
mümkün değildir. 71 devrimci atılımı ve buna önderlik
eden THKP-C, bu tarihsel sürecin ürünüdür; bu
süreçten devrimci kopuşu ifade eder, ancak bu
sürecin de izlerini taşır.
Bu
açıdan, özellikle 1968-70 süreci aynı zamanda
ideolojik mücadele ve doğru devrimci çizginin
adım adım inşa sürecidir. Devrimci bir parti için,
olmazsa olmaz birinci koşul, doğru bir ideolojik-politik
çizginin inşasıdır. Eğer, bu ideolojik-politik
çizgi yoksa devrimci bir partiden de söz edemeyiz.
THKP-C'nin üzerinden yükseldiği ideolojik-politik
zemin KESİNTİSİZ DEVRİM I-II-III'tür. Ancak bu
çizgi, bu çizginin önderi Mahir Çayan'ın kaleminden
çıkan yazılarda da görüldüğü gibi, sürekli bir
yenilenme eylemi içinde inşa edilmiştir. Mahir,
kendini dogmatik tezlerle sınırlamaz; Marksizm-Leninizm'e
bağlıdır, her şeyi buradan süzer, cesurdur, özgün
ve bu ülke somutuna bağlı tespitler yapar. O,
kendini bir noktada dondurmaz, Marksizm'i eylem
kılavuzu olarak ele alır. Bundan dolayı, örneğin
Marx, Engels, Lenin ya da bir başka devrimci önderlerin
eserlerinde yazılmadı diye, yeni kavram üretmekten
de kendini imtina etmez. Mahir'in düşünce sistemi
diyalektiktir; süreklilik içinde kopuş içseldir.
Örneğin "devrimde sınıfların mevzilenmesi"
çalışmasında "kırcı" ve "Maoculuk"
arayanlar, yaşamının son aylarında yazmış olduğu
"Kesintisiz Devrim II-III" de "şehirciliği"
keşfedebilir. Sıçramalı gelişimi görmeyen, bu
diyalektiği kavramayan bir kafa, Mahir'i Mahir
ile çeliştirebilirler. Başka örnekler de verilebilir.
"Emperyalist üretim ilişkisi" kavramından
"kapitalist üretimden farklı mı" diyerek
emperyalizm sonucu çıkaranlar, "sömürge tipi
faşizm" kavramından "Türkiye sömürge
değil ki" diyenler sadece kavramları kelime
oyunu ile açıklayan değil, aynı zamanda dogmatizmden
kurtulamayanlardır. THKP-C ve Mahir Çayanda; "3.
bunalım dönemi", "yeni sömürgecilik",
"emperyalist üretim ilişkisi", "oligarşik
dikta", "sömürge tipi faşizm",
"suni denge", "politikleşmiş askeri
savaş stratejisi", "birleşik devrimci
savaş", "öncü savaş", "silahlı
propaganda" gibi kavramlar (Mahir bu kavramları
Türkiye devriminde ilk formüle edendir; ama bu
kavramların tümü Mahir'e ait değildir. Ancak Mahir
özgün kavram üretmekten kaçmadığı gibi, kavramların
kendi öncesi üretilmesine de özel bir yabancılaşma
içinde değildir. Ancak 1970 Türkiye'sinde, sol
ve devrimci hareket için bu kavramlar yenidir.
1970 sonrası bu kavramlar somutunda Mahir'e bilimsel
olmayan saldırılar bilinmektedir. Tarihin cilvesidir
ki, dün bu kavramlara saldıranlar, bu kavramların
Marx, Engels, Lenin, Stalin'de olmadığını ifade
edenler, bugün içeriklerini değiştirse de, bazılarını-
oligarşi, yeni sömürgecilik gibi- kullanmaktan
çekinmiyorlar) bu çizginin köşe taşlarıdır; bu
kavramlar ve bunun etrafında oluşan ideolojik-politik
çizgi bugün de geçerlidir. Bu çizgi, resmi sosyalizmden,
geleneksel reformist-parlamenter anlayışlardan
devrimci kopuş, 3. bunalım döneminin ilişki ve
çelişkilerini kavrayan ve buna göre biçim alan
Türkiye devriminin yoludur.
Ancak
devrimci parti sadece ideolojik-politik çizgiden
oluşmaz. Bu çizginin etrafında "devrimciler
örgütü" ve "kitle örgütü" inşa
edilmezse, bu devrimciler örgütü siyasal sürecin
bir parçası olup, siyasal gerçekleri açıklamazsa,
bu temelde bir dizi mücadele örgütleyemezse ne
"devrimci parti" ne de "öncü parti"
unvanı hak edilemez. Bu açıdan bakarsak, 1968-70
süreci, sadece ideolojik-politik çizgiyi, ideolojik
mücadele temelinde inşa etme eylemi değil, aynı
zamanda tüm kitle eylemlerinde en önde yer alan
devrimcilerin yan yana gelip devrimciler örgütünü
inşa etme, yükselen kitle hareketine önderlik
etme sürecidir. İlk öncülerimiz, sadece tartışan,
ideolojik çizgiyi inşa eden değil, sınıf mücadelesinin
içinde, en önde mücadele edenlerdir. Onlar, FKF'dan
DEV-GENÇ'e devrimci gençliğin demokratik mücadelesi
içinde öncü oldular; 15-16 Haziran'da ifadesini
bulan işçi direnişinde, toprak işgallerinde, küçük
üretici mitinglerinde hep onlar vardır. 6 Filo'ya
karşı anti-emperyalist kitle eyleminde onlar öncüydü.
Böylece
1970 sonlarında yeni ve devrimci bir parti, THKP-C
doğdu. Bu partinin programatik platformu KESİNTİSİZ
DEVRİM I-II-III'tür. Hiç şüphesiz, bu programatik
platform, "tamamlanmış", "ideolojik
evrimi bitmiş" değildir; dahası, ayrıca şu
ya da bu biçimde içinden çıkılan süreç ve hareketin
izlerinden "arınmış" da değildir. KESİNTİSİZ
DEVRİM I-II-III, büyük bir sıçramadır. Ancak,
Kemalizm sorunu yanlış, Kürt ulusal sorunu ise
eksiktir. (Bu eksik ve yanlış daha sonra devrimci
sosyalizm tarafından aşılmıştır.) Birçok kavram
ise açıklanmaya muhtaçtır. Bir devrimci parti
için zorunlu bir belge olan parti programı gibi
belgeler ise girişimi aşmış değildir. Ama bunlar
doğaldır. Her yeni devrimci partinin böyle eksik
yanları olacaktır. THKP-C ruhu ve yöntemi olduğu
yerde kalmayı değil, Marksizm-Leninizm'e bağlı
olarak sürekli gelişimi ifade eder. Eğer devrimci
bir parti, tıpkı Mahir yoldaşın yazılarında çok
açık görüleceği gibi sürekli bir üretim ve gelişim
içinde değilse, öncü devrimci parti olmaz. THKP-C
ideolojik-politik çizgisi ve mücadelesiyle Türkiye
devriminin en ileri halkasını oluşturması; bu
tip eksik yanların olmaması demek değildir. Mücadele
durmaz, savaşın içinde bu eksiklikler aşılır;
THKP-C'nin bakışı ve yöntemi budur.
THKP-C
yeni bir soluk ve mücadele çizgisidir. Kendi öncesi,
sol ve devrimci hareketten, sadece ideolojik düzeyde
değil, yeni bir devrimci geleneğin inşa edilmesiyle
de devrimci kopuşu temsil eder. THKP-C; Marksizm-Leninizm'i
rehber edinmiş, onun devrimci ruhunu ve yöntemini
içselleştirmiş, uluslararası sosyalist hareketin
SBKP-ÇKP ekseninde saflaştığı ama buna rağmen
Küba, Vietnam, Kore devrimleri ve bu süreçte ortaya
çıkan bir dizi gerilla hareketinde çeşitli biçimlerde
görülen yeni proleter yönelimin bir parçasıdır.
THKP-C'nin
Türkiye devrimci hareketinin yaklaşık son 40 yılını,
1970 sonrasını etkilemesi ve belirlemesi de tümden
bu olgulara bağlıdır.
THKP-C,
1970 Aralığında kuruldu; politikleşmiş askeri
savaş stratejisi temelinde devrimci savaşı örgütlemek
için önüne "hazırlık süreci" koydu.
Bu temelde yeni ve illegal örgütlenme için ilk
adımlar atıldı. Öncelikle "ana çekirdek"
yani "devrimciler örgütü" çekirdeğini
oluşturan kadroları özellikle legal bazı alanlardan
başka alanlara aktardı. Bir yandan bu temelde
örgütlenme yapılırken diğer yandan ilk silahlı
propaganda eylemleri (THKC 1.nolu bültende açıklanan
bombalama eylemleri) örgütledi. THKP'nin kuruluşu
" İhtilalin Yolu" başlığı taşıyan bildiri
ile; THKC kuruluşu ve politik-askeri eylemleri
ise "1 No'lu bülten" ile 1971 Nisan
ayında ilan edildi.
Bu
süreç aynı zamanda 12 Mart açık faşizmin halk
hareketini bastırmak için iş başı yaptığı süreçtir.
O günler "erken başladık, geç kaldık"
denilen günlerdir. THKP-C, politikleşmiş askeri
savaşa, öncü savaşa "erken başladı";
çünkü iç hazırlığı yeteri düzeyde tamamlayıp,
örgüt yapısını buna göre kurumsallaştırmada hala
eksiklikler vardı. "Geç kalındı"; çünkü
bu hazırlık daha önce yapılmış olsa, örneğin 12
Mart açık faşizmine karşı daha etkili mücadeleyle
karşılık verilebilinecekti.
12
Mart açık faşizmi, işçi sınıfı ve halka, devrimci
ve sol güçlere savaş açtı ve bu faşist saldırıları
"balyoz harekâtı" olarak tanımladı.
İşçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesinin yanı
sıra, küçük burjuvazi ile geçici olarak kurulan
dengeye dayanarak '61 anayasasında ifadesini bulan
"nispi demokratik ortam" tümden budandı,
tüm demokratik hak ve özgürlükler rafa kaldırıldı,
demokratik kitle örgütleri kapatıldı, kitlesel
tutuklamalar ve işkence günlük yaşamın bir parçası
haline geldi.
Devrimci
ve sol hareket yeni bir yol ayrımındadır; ya faşizme
karşı savaşılacak, ya da tarihsel ve kötü miras
tekrar edilecek, bu baskı karşısında geleneksel
yol izlenecektir. Eskiler, TİP, TKP, PDA gibi
çevreler bu "eski" ve bilinen yolu izledi.
Yeni bir devrimci hareket inşa edenler ise, 12
Mart açık faşizmine karşı direnişi benimsediler,
silaha sarıldılar. İlk eylemler 12 Mart öncesi
örgütlenmişti; şimdi bunu geliştirmek görevdir.
Silahlı devrim hareketinin o tarihsel koşullarda
iki bileşeninden biri olan THKO, 12 Martın hemen
öncesi (4 Mart 1971- Gölbaşı'nda dört ABD askerinin
kaçırılması) ilk çıkışı yaptı; partimiz THKP-C
başlattığı silahlı savaş ise, "hazırlık sürecinde"
başlamıştı (Bakınız THKC 1 No'lu bülteni), ancak,
bu devrimci savaş, "1 Mayıs Harekâtı"
olarak tanımlanan İsrail Başkonsolosu E. Elrom'un
kaçırılıp cezalandırılması ile Türkiye ve dünya
halklarına ilan edildi. Açılan bu yoldan PDA oportünizmi
(şimdiki İP'sinin öncülü) içinden kopan TKP/ML
yürüdü. Böylece '71 silahlı devrimci hareketi,
devrimci kopuş ve yol ayrımı oldu; devrimci mücadele,
artık asıl olarak açılan bu yoldan ilerledi, günümüze
geldi.
'71
silahlı devrimci atılımı, ve özellikle partimiz
THKP-C'nin savaşımı 12 Mart açık faşizminin erken
doğum yapmasını sağladı, geniş kitlelere faşizmi
teşhir etti. 12 Mart açık faşizmi, iç savaşa göre,
emperyalizm tarafından örgütlenen ordunun, düzen
partilerinin rolünü asgari düzeye indirmesi (parlamento
kapatılmadı, burjuva partiler varlığını sürdürdü)
ve halka karşı açık savaştı. Ancak bu askeri diktatörlük,
küçük burjuvazinin desteğini almak için çeşitli
maskeler taktı, "Atatürkçü", "ilerici",
"reformist" görüntü yarattı. 1. Erim
hükümeti böyle bir görüntüye azami dikkat etti.
Ancak, Mahir Çayan yoldaşın ifade ettiği gibi,
" beş-altı tane devrimci askeri eylem (propagandası
yapılmamasına rağmen) kitlelerde derin bir şaşkınlık
ve sempati yaratmıştır." Böylece, 12 Mart
açık faşizminin gerçek yüzü açığa çıkmış, planı
bozulmuştur. Silahlı propaganda eylemleri siyasi
gerçekleri açıklamış, küçük burjuvazi 1. Erim
Hükümetine desteğini çekmiştir. "Ancak, silahlı
propaganda, 1. Erim hükümetinin gerçek yüzünü
ve emellerini, oligarşinin en gerici, en azgın
ve terörist yönetimi olduğunu açığa çıkarmıştır.
Böylece, Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçi
yerli burjuvazinin oyununu alt üst ederek, maskesini
alaşağı etmiş, kademeli planını bozmuştur. 'İlerici,
reformist, Atatürkçü' görünümü altındaki açık
faşizmin erken doğum yapmasını sağlayarak, küçük-burjuva
aydın çevreler de dahil olmak üzere kamuoyunun
gözlerini açtı." (M. Çayan)
Parti
yeni kurulmuş ve sağlamlaşmamıştır; şehir gerillacılığı
temelinde başlayan öncü gerilla savaşı ise henüz
"mayalanma" aşamasındadır. Son derece
dar imkanlarla devrimci bir savaş yürütülmektedir.
Bu devrimci savaşta ölüm ve tutsak olmak vardır.
Elrom eylemi THKP-C'yi oligarşinin açık hedefi
yapmış; örgütsel darbeler alınmış, Ulaş sürek
avında tutsak düşmüş, Maltepe'de Cevahir şehit,
Mahir ise ağır yaralı tutsak düşmüştür. Böylece
THKP-C önderliği ve önemli bir kadro bileşkesi
savaşın dışına düştü. Aynı günlerde THKO önderliği
ve kadroları da savaş dışı kaldı; Deniz, Yusuf,
Hüseyin esir düştü, Nurhak'da kır gerilla birliği
şehit ve esir düştü. Devrimci savaş, örgütsel
varlığı devam eden THKP-C'nin omuzlarındadır.
Ancak önce Ulaş, sonra Mahir tutsak düşüp, Cevahir
şehit düşünce, bunlarla birlikte örgütsel güç
darbe alınca, geride kalan parti yönetimi (Mahir
tutsak düşünce parti yönetimi 2 MK üyesinin, Münir
ve Yusuf elinde kaldı) devrimci savaşı değil,
beklemeyi tercih etti. Sadece bu değil, partinin
görüşlerini sorguladı, değiştirdi ve tasfiyeciliği
dayattı. Bu "ara süreç" Maltepe'de firar
ile son buldu; parti içinde ayrılık kaçınılmaz
oldu, M. Ramazan ve Y. Küpeli ekibi partiden atıldı.
Zor koşullarda sürdürülen savaş, çok daha zorluklarla
karşı karşıyadır. Her ayrılık, parti saflarını
bozar, yıpratır; devrimci savaş için zorluklar
bir yana "sağ sapma" nın yaratmış olduğu
tahribatlar da vardır. Bir yandan bu tahribatları
onarmak, diğer yandan ise, savaşın kaldığı yerden
devam etmesi görevdir; THKP-C'nin taktik politikası
budur. Kuşatma ve sürek avı içinde önce Ulaş şehit
düştü. Denizleri kurtarmak devrim için her şeyin
merkezine oturdu. Kızıldere, bu taktik politikanın,
zor koşullarda yürütülen savaşın derin izlerini
taşıdı.
E)
Kızıldere Son Değil…
THKP-C,
dönemin en yaygın ve kitlesel devrimci partisidir.
Ancak, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, devrimci
savaş için örgütsel yapı ve maddi alt yapı zayıftır.
Yaygın ve örgütsüz devrimci bir potansiyel vardır;
yürütülen devrimci savaş bunu yaratmıştır. Ama
Kızıldere öncesi, İstanbul örgütlülüğü ağır darbe
almış, Ankara, Karadeniz ve ordu içindeki sınırlı
örgütlülük ise her şeye rağmen varlığını sürdürmektedir.
Bazı alanlar kopuktur. Denizlerin kurtarılması
için, Ankara'ya geçiş artık zorunludur; ancak
Ankara örgütlülüğü de aynı günlerde ağır kuşatma
altındadır, darbe almaktadır, Koray Doğan bu süreçte
şehit düşmüştür. Karadeniz kır gerillası için
en elverişli alandır. Hem Denizlerin kurtarılması,
hem de parti güçlerini toparlamak için farklı
alandan kadrolar yan yana gelir ve İngiliz emperyalizminin
ajanları kaçırılarak Kızıldere'ye geçilir.
Ancak,
oligarşi Mahirleri Kızıldere'de kuşatır. Yeni
bir gelenek başlamıştır; kuşatmada teslim olmak
yok! Kızıldere bu yeni devrimci geleneğin yeni
bir halkası olur. Onlar, devrim ve sosyalizm için
kanlarını feda etmekten sakınmaz. İki sınıf, iki
irade savaşmıştır. Sadece THKP-C önder ve kadroları
değil, THKO savaşçıları da şehit düşmüştür.
Bu
anlamda Kızıldere, devrimci savaşın ta kendisi
olduğu gibi, aynı zamanda, devrimci birliği, devrim
için savaşanların kardeşliğini, siper yoldaşlığını
ifade eder.
Hiç
şüphesiz Kızıldere fiziki bir yenilgidir. THKP-C'nin
önder ve kadrolarının imhası, parti merkezinin
imhasıdır.
'71
silahlı devrimci hareketi, Kızıldere somutunda,
elde silah direnmiş, yeni ve devrimci bir kültür
ve gelenek için köşe taşları döşemiştir. Böylece,
daha sonraki devrimci kuşaklara bu moral değerleri
miras bırakmıştır.
Bilinmektedir;
THKP-C, kuruluşundan Kızıldere'ye kadar, yaklaşık
bir buçuk yıllık bir süreçte, politikleşmiş askeri
savaşı örgütlemiş, bu temelde yeni bir devrimcilik
inşa etmiştir. Bu dönemde, THKP-C'ye yönelik eleştiri
ve iftiraların kat ve katı fazlası ise Kızıldere
sonrası gündemleşmiştir.
Devrimler
tarihinde bu tip yenilgiler hep vardır. Her yenilgiden
de devrimciler politik-örgütsel dersler alırlar.
Bizim için Kızıldere, Türkiye devrimi için birinci
yenilgidir ve bu yenilginin nesnel-öznel nedenleri
ve bazı politik dersleri vardır:
1)
THKP-C, 1965-70 kitle hareketi, özel olarak ifade
edersek, devrimci gençlik hareketi içinden çıkmıştır.
Tam da bundan dolayı, bu sürecin izlerini taşır.
Hem ideolojik-teorik alanda (THKP-C'nin politik
alanda yerini alması ve mücadelesi, Kemalizm'den
politik kopuşu ifade eder, proletaryanın bağımsız
çizgisinde yürüyüştür. Ancak ideolojik-teorik
alanda KESİNTİSİZ DEVRİM II-III'de ifade edilen
Kemalizm üzerine tanım ve buna bağlı ittifak anlayışı,
daha önceleri de ifade ettiğimiz üzere yanlıştır)
hem de örgütsel alanlarda da şu ya da bu düzeyde
bu izleri taşımıştır. THKP-C'nin kuruluşu, önü-sonu
belli olmayan "ideolojik mücadele" ve
"partileşme süreci" değil, devrimci
iradenin somut biçim almasıdır. Doğru devrimci
ideoloji artık somut biçim almış, sınıf mücadelesi
içinde öne çıkan kadrolar bu ideolojin etrafında
saf tutmuştur. İktidar savaşımı için, illegal
temelde bir örgüt zorunludur; bunun bilincinde
olan Mahir ve yoldaşlarımız 1970 Aralık ayında
partiyi kurdular ve politikleşmiş askeri savaş
için hazırlık sürecini hızlandırdılar. Artık çubuk
tersine bükülecektir. Parti kurulmuş, silahlı
mücadele için hazırlık başlamış, hatta ilk silahlı
propaganda eylemleri örgütlenmiştir; bu "hazırlık
süreci", devrimci savaş için örgütsel ve
politik hazırlıkları kapsamaktadır. Bu yönde ilk
adımlar atılır, ancak 12 Mart açık faşizmi işbaşına
gelir; bu "hazırlık süreci" tamamlanmadan
THKP-C, 12 Mart açık faşizmine karşı savaşır.
Silahlı mücadele/silahlı propaganda temelinde
yürüyen bu devrimci savaş, kitle örgütlülüklerinin
dağıtıldığı ve kitle mücadelesinin geri çekildiği
koşullarda sürmüştür.
2)
THKP-C'nin kuruluşundan Kızıldere'ye kadar uzanan
devrimci savaşı, 12 Mart öncesi başlamış ama asli
olarak 12 Mart açık faşizmi koşullarında yürümüştür.
Bu devrimci savaş, "12 Mart açık faşizmine
karşı savaşmak zorunda kalındı" değil, bilinçli
bir tercihin, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisinin
o tarihsel koşulda almış olduğu biçimdir. THKP-C,
12 Mart açık faşizmi öncesi kuruldu, devrimin
yolu bu kuruluş aşamasında belirlendi, hazırlık
ve devrimci savaş için ilk eylemler 12 Mart öncesi
başladı; ama THKP-C "hazırlık sürecini"
tamamlamadan daha ağır bir savaşı sürdürdü.
3)
Hiç şüphesiz, bu tarihsel süreçte, THKP-C'yi oluşturan
kadro yapısının legal çalışma içinde, asıl olarak
da devrimci gençlik içinde, kendiliğinden kitle
hareketi içinden çıkması bir zorunluluk olsa da
(tarih hiçbir zaman "şu olsaydı bu olurdu"
diye yaşanmaz ve yazılmaz), devrimci savaş için,
örgütsel yapının sağlamlaşması için bu zemin zayıf
bir nokta olmuştur. Parti devrimci savaş içinde
yeteri düzeyde eğitilmeden, işleyiş ve kurumsallaşmasını
oturtamadan daha ağır bir savaşın öznesi olmuştur.
4)
Yine bu temelde, örgütsel yapıyı zayıflatan, bu
anlamda devrimci savaşın daha sağlıklı yürütülmesini
engelleyen, parti içinden çıkan "sağ sapma"
ve bunun yarattığı tahribat önemli bir yer tutar.
5)
Devrimci partinin sağlamlaşması, irade ve eylem
birliğinin sağlam biçimde birbirine bağlanmasına
bağlıdır. Parti kurulur ama partinin sağlamlaşması
bir süreç ve sıçrama işidir. İdeolojik çizgi,
ne kadar kadro yapısında içselleşir, bu temelde
davranış ve eylem birliği gelişirse, devrimci
parti o kadar sağlamlaşır. Devrimci parti ne kadar
savaş kültürü yaratırsa o kadar sağlamlaşır. THKP-C
içinde "sağ sapmanın" çıkması, Kızıldere
sonrası ana kadrolardan hiç birinin THKP-C çizgisini
sürdürmemesi belki birer sonuçtur, ama bunun asıl
kaynağı ideolojik birlik temelinde partinin sağlamlaşmasındaki
zayıflıktır. KESİNTİSİZ DEVRİM I, partinin kuruluş
aşamasında yazıldı ve yayınlandı (Mart 1971);
partinin ana yönelimi ve stratejik hattı bu süreçte
belirlendi. Ama bu hattın somut biçim alması KESİNTİSİZ
DEVRİM-II-III'tür. KESİNTİSİZ DEVRİM II-III, parti
içinde çıkan "sağ sapma" ile mücadele
içinde ve Kızıldere öncesi yazıldı. KESİNTİSİZ
DEVRİM II-III, Kızıldere sonrası yayınlandı; bundan
dolayı o süreçte kaç kadro tarafından okunduğu
hakkında bir fikir sahibi olabiliriz. İdeolojik
çizgi ve bunun etrafında oluşan devrimci savaş
kültürünün parti yapısında yeteri düzeyde içselleştiği
söylenemez. Bu anlamda, tüm bu verileri birer
zayıflık ve politik ders olarak görmek gerek.
6)
THKP-C, yeni ve genç bir devrimci partidir, Mahir'in
ifade ettiği gibi "yeterli hazırlık yaşanmadan"
başlayan devrimci savaş, öncü gerilla savaşı için
"maya" olmuştur. Ancak bu "mayanın"
kök salması için, sürekli ve istikrarlı bir devrimci
savaş zorunludur. Ancak nesnel koşullar değil,
öznel koşullar, yani, yine Mahir'in ifadesi ile
"teşkilat yapısının sağlamlaşması" yaşamsaldır.
Kadro yapısı, kadro ve örgütlenmenin legal mücadele
içinden çıkması, "sağ sapma" ve yaratmış
olduğu tahribat, 12 Mart açık faşizmin kitle örgütlülüklerini
dağıtması gibi nedenler, 12 Mart açık faşizmin
saldırılarını karşılamada örgütsel yapıyı zayıflatmıştır.
Bu nesnel bir gerçektir. Bu nesnel gerçek, Kızıldere'de
Mahir ve öncü kadroların imhası ile THKP-C'nin
örgütsel tasfiyesinin aynı olmasında somutlanmaktadır.
7)
Bu anlamda Kızıldere, THKP-C çizgisinin yanlışlığını
değil, devrimci savaş için taktik yenilgiyi ifade
eder. Kızıldere yenilgisini "stratejik"
görüp, silahlı mücadeleye lanet okuyanların da
12 Martta yenilmesi, hem de mücadele etmeden yenilmesi
ise bu görüş sahiplerin açmazıdır. Devrimci savaşta
bazen bir karar, bir taktik adım, bir zayıf nokta
çok şeye mal olur. Kızıldere öncesi "geri
çekilme" tartışmaları ve önerileri vardır;
bu tartışma ve öneriler de birer taktik konusudur.
Ancak parti, Denizlerin idamının gündemde olduğu,
bu anlamda devrim için yaşamsal günlerin yaşandığı
o süreçte "geri çekilmeyi" değil, savaşı
sürdürmeyi benimsemiştir.
8)
Devrimci savaş, parti ve cephe yapısı ile yürür;
bu savaşta önderlik yaşamsaldır. Bazı tarihsel
süreçlerde, hele de yeni ve genç bir devrimci
partide önderlik ile parti özdeşleşebilir. Mahir
Çayan, THKP-C'nin önderidir ve Türkiye devriminin
yolunu çizmiştir. Tarih ve mücadele önderleri
yaratır, önderler tarihe yön verir. Böyle önderlikler
sık sık ortaya çıkmaz. Kızıldere'de THKP-C, parti
ile özdeşleşen önderini kaybetmiştir, parti yapısı
fiziki olarak tasfiye olmuştur. O halde, politik
bir ders olarak, önderliğin önemini bilince çıkarmak
ve korumak devrimci savaşta önemli bir yerde durur.
9)
Sonuç olarak, Kızıldere taktik, yani askeri ve
örgütsel bir yenilgidir; ancak politik bir kazanımdır.
Kızıldere, ne "intihar eylemi", ne tek
başına "direniş"tir. Kızıldere, devrimci
savaşın, politikleşmiş askeri savaşın "özeti"dir,
manifestodur. Devrimci savaş için örgüt olmazsa
olmazdır; bu anlamda, Kızıldere'de, parti yapısı
imhası olduğu ve devrimci savaş kesintiye uğradığı
için bir yenilgidir.
Evet,
THKP-C savaştı ve yenildi. KESİNTİSİZ DEVRİM I-II-III'de
ifadesini bulan doğru devrimci çizgi, Marksist-Leninist
bir yöntem ve yenilenme dinamiği, bu çizgiye bağlı
devrimci bir savaş geleneğini miras bıraktı. Yaklaşık
bir buçuk yıllık bu tarihsel süreç, politikleşmiş
askeri savaşın bu ülkede ilk kez örgütlenmesidir.
1968-70 ideolojik mücadele içinde kuruluş ve 71-72
sürecinde politikleşmiş askeri savaşın örgütlenmesi,
bu tarih, partimizin birinci dönemidir.
Bu tarih bizimdir.
F)
Özet 3: Dünya ve Türkiye/1970-80
1972
Kızıldere sonrası, dünya ve Türkiye 3. bunalım
döneminin ilişki ve çelişkileri temelinde biçim
almıştır.
Her
şeyden önce, bu döneme damgasını vuran olgunun
biri, "iki kutuplu" dünyanın olmasıdır.
Bir yanda ABD emperyalizmi önderliğinde emperyalist-kapitalist
sistem; diğer yanda ise, dünyanın 1/3 de varlığını
inşa etmiş sosyalist sistem. Emperyalist-kapitalist
sistem kendi içinde birden çok halkadan oluşur;
bir yanda kendi içinde çelişki-bütünleşme diyalektiği
yaşayan emperyalist ülkeler, diğer yanda ise,
bu ana emperyalist güçlerin hegemonyası altında
bulunan sömürge ve yeni sömürge ülkeler. Bunlarla
birlikte, özel mülkiyet ve kapitalist üretim ilişkisine
dayanan, ancak politik olarak emperyalist-kapitalist
sistem ile sosyalist sistem arasında kalan başka
ülkeler de vardır. O günün koşullarında "bağlantısızlar"
olarak da tanımlanan bu ülkeler, sosyalizm ile
emperyalizmin çelişkisi arasında "boşluk"ta
kalan ülkelerdir. Gerek emperyalistler, gerekse
de sosyalist blok, "bağlantısızlar"
hareketini kendi yanına çekebilmek için çaba göstermiş,
ancak başlangıçta emperyalizme mesafesi çok belirgin
olan hareket, sosyalizmin dünya çapındaki gerilemesinin
etkisiyle bu niteliğinden uzaklaşmıştır. Kısaca,
emperyalistlerin kendi arasındaki çelişki, emperyalizm
ile sosyalizm arasındaki çelişki, emperyalizm
ile sömürge ve yeni sömürge ülkeler arasındaki
çelişki dünyaya yön veren çelişkilerdir.
Emperyalist
kapitalist sistem, 1970'lerde ağır bir kriz sürecine
girdi; bu kriz süreci, 1973 petrol krizi ile daha
da derinleşti. Emperyalist-kapitalist sistem,
sosyalizm ve devrimci ulusal kurtuluş savaşları
karşısında zorunlu bir entegrasyon yaşarken, kendi
arasında çelişkiler hiç de az değildir. Daha önce
ifade ettiğimiz üzere, ikinci emperyalist Paylaşım
Savaşının sonuçlarının ortaya çıktığı bir süreçte,
1944 yılında kurulan Bretton Woods (IMF ve DB
da bu kararlar sonucu oluştu) para siteminin çökmesi,
eşitsiz ve dengesiz gelişim yasasının da etkisiyle
Avrupa ve Japon emperyalizminin giderek güçlenmesi,
ABD emperyalizminin mutlak üstünlüğünü sarsmıştır.
Sadece bu değil. Bu dönemde devrimci ulusal kurtuluş
savaşları oldukça önemli bir yerde durmaktadır.
Özellikle Vietnam devrimi, anti-emperyalist mücadeleyi
dünyanın her köşesine yaymıştır. Yani, bu dönemde
"tarihin sonu" böbürlenmeleri değil,
emperyalist-kapitalist sistem için büyük kara
deliklerin açıldığı bir dönemdir.
İkinci
Paylaşım Savaşı sonrası, savaşın yıkıntıları içinden
sosyalizm, daha büyük maddi bir güç olarak ortaya
çıktı. Bu dönemde, SBKP ile ÇKP arasında giderek
hızlanan ve çatışmaya dönüşen çelişkiler, emperyalist-kapitalist
sisteme karşı mücadele açısından bir zayıflık
oluşturdu. Uluslararası sosyalist hareketin yaşadığı
bu kriz, SBKP-ÇKP çatışmasıyla sınırlı değildir.
Bir dönem ÇKP ile birlikte hareket eden AEP' nin
de kendi yolunda yürümesiyle bu çelişki yeni boyut
kazanmıştır. Hiç şüphesiz bu dönemde, emperyalist-kapitalist
sisteme en ağır darbeyi devrimci ulusal kurtuluş
savaşları vurmaktadır. Proletarya önderliğinde
gelişen devrimci ulusal kurtuluş savaşları, resmi
sosyalizme rağmen yükselmektedir. Devrimci ulusal
kurtuluş savaşları, "barışçıl yoldan sosyalizme
geçiş", "kapitalist olmayan yol",
"üç dünya" gibi stratejilere göre değil,
uzun süreli halk savaşı, gerilla ve kitle mücadelesinin
bileşkesi olarak gelişmektedir. Bu aynı zamanda,
resmi sosyalizme karşı yeni bir yol arayışını
ifade eden Küba devrimi ve kendi yolunu arayan,
bulan, merkezi bir çatı olmasa da yeni bir yönelimi
ifade eden harekettir. Sosyalizm, kapitalizmden
komünizme geçiş sürecidir; bu süreçte kapitalist
üretim biçimi, kapitalizme hayat veren küçük meta
üretimi adım adım tasfiye edilmek zorundadır.
Bu geçiş sürecinde üst yapı son derece önemli
bir yerde durmaktadır. Bundan dolayı, kapitalist
üretim biçimini alt yapıda tasfiye süreci yaşayan
sosyalist ülkelerin, emperyalizme karşı politik
tavrı ve birleşik mücadelesi, bu çatışma içinde
zayıflamıştır. Böyle de olsa, sosyalist ülkelerin
emperyalizme karşı tavrı önemli bir yerde durmaktadır;
sosyalizm hala etkili bir güçtür.
Emperyalist-kapitalist
sistem, yaşamış olduğu krize karşı yeni arayışlar
içindedir; neo-liberal sömürü modeli bu dönemde
bir eğilim olarak öne çıkmaktadır. Şili'de halkçı
Allende iktidarının emperyalizmin desteği ile
faşist cunta tarafından yıkılması, sadece "barışçıl
yoldan sosyalizme geçiş" tezinin iflası değil,
aynı zamanda neo-liberal sömürü modeli için ilk
deneylerden biridir. Bir yandan kapitalist üretim
için yeni örgütlenmeler, örneğin "esnek üretim"
gibi olgular gelişmiş kapitalist ülkelerde uç
verirken, diğer yandan neo-liberal sömürü modeli
Şili'de 1973 sonrası bir model olarak uygulanmıştır.
Sadece Şili değil, G. Kore, Tayvan bu sömürü modeli
için ilk deney alanlarıdır. Bununla birlikte,
kriz sömürge ve yeni sömürge ülkelere yansımakta,
IMF, DB giderek öne çıkmakta, neo-liberal sömürü
için bu emperyalist kurumlar çeşitli reçeteler
sunmaktadır.
Bu
süreci, emperyalizmin 3. bunalım döneminin ana
olgularının giderek olgunlaştığı, yeni dönem için
bazı olguların uç verdiği, ikinci aşaması olarak
tanımlayabiliriz.
Türkiye
ise emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı krizin
derin etkisindedir. Sadece bu değil; aynı zamanda
yeni sömürge kapitalizmin tüm kriz dinamikleri
yeniden ve yeniden üremektedir.
12
Mart açık faşizmi, tıkanan yeni sömürge kapitalizmin
sorunlarını çözmek için örgütlenmişti. Ama 12
Mart açık faşizmi hiçbir ana sorunu, ne ekonomik,
ne de siyasal sorunları tam çözebildi, tersine
bu sorunları kısmi "onarma" ile öteledi
ve sorunlar 1974 sonrası ağırlaşmış biçimde yeniden
ortaya çıktı. 12 Mart açık faşizmi, emperyalizm
ve işbirlikçi tekelci sermayenin hareketidir.
Programının bir bölümü ya da ana hedeflerinden
biri, oligarşi içinde büyük toprak sahiplerinin
etkisi kırmaktır. Hiç şüphesiz bu yönde bazı adımlar
atılmış, tekelci sermaye lehine bir dizi dönüşümler
de yapılmıştır (Örneğin, 12 Mart sonrası, 1971
yılında 25 milyar, 1973 yılında 45 milyar, 1974
yılında ise 50 milyar teşvik verildi. İhracat
yapan sanayi kuruluşlarına 1971 yılında 385 milyon,
1972 yılında 718 milyon, 1973 yılında 1 milyar
53 milyon vergi iadesi veriliyor. Kredi hacimleri
genişletiliyor, yeni kredi imkanları tanınıyor.
Tüm bunlar tekelci burjuvazinin önünü açmak içindir).
Ancak bu program tam hedefine ulaşmamıştır (Örneğin
"toprak reformu" tekelci burjuvazinin
büyük toprak sahiplerinin etkisini kırmak için
12 Martta, 1. Erim hükümet programına kondu, ama
bu program kağıt üzerinde kaldı, hiç gerçekleşmedi.
Yine aynı biçimde "köy-kent projesi"
de bu amaca yöneliktir). Bu süreçte tekelci burjuvazinin
etkisi artmış, oligarşi içinde feodal toprak sahiplerinin
etkisi azalmıştır; ama bu çelişkiler yeni koşullarda
devam etmiştir. Ordu içinde devrimci-milliyetçi
kesim tasfiye edilmiş; ordu ABD emperyalizmi denetiminde
iç savaş ordusuna dönüştürülmüştür. Yine devrimci
hareketi tasfiye etmek asıl hedeflerden biridir.
Sol ve devrimci hareket ağır darbe almış, öncü,
silahlı devrimci yapılar tasfiye edilmiştir (bu
dönemde 20 bin gözaltı ve tutuklama vardır). Ancak
71 yenilgisi, silahlı devrimin direnişiyle, arkasında
güçlü bir moral etki bırakmış ve bunun etkisiyle
yeni bir sol dalga canlanmıştır.
Özetle;
ekonomik bunalım, kısmen, özellikle işçi dövizlerin
kullanılması ve işçi hareketinin baskı altına
alınmasıyla (Örneğin12 Mart açık faşizmi işçi
sınıfının grev ve direnişini "izne"
bağlamış, koyu baskı koşullarında bu "izin"
hiç verilmemiş, 1960 sonrası mücadele ile kazanılan
haklar tersine çevrilmiş, 71-73 yılları arasında
reel ücretler %40 oranında düşmüştür) rahatlasa
da, hem içsel/yapısal hiçbir sorunun çözülmediğinden,
hem de başta petrol krizi olmak üzere diğer kriz
dinamiklerinin devreye girmesiyle daha ağır bir
sürece devinmiştir. Siyasal kriz ise hiç aşılmamıştır.
Cuntanın denetiminde, 1. ve 2. Erim hükümetleri
sorunları çözemeyince, Ferit Melen, daha sonra
da Naim Talu hükümetleri kurulmuş; ancak sorunları
tam çözememiş ve 1973 sonlarında seçim zorunlu
olmuştur.
73
Seçimleri ile açık faşizm, yerini gizli/parlamenter
faşizme bırakmıştır. Bu seçimde, devlet partisi
olan CHP kısmi başarı elde etmiş, 74 yılına tekelci
burjuvazinin iki ana partisinden biri olan CHP
ile Anadolu burjuvazisine dayanan MSP koalisyonuyla
girilmiştir. 12 Mart süreci, aynı zamanda CHP
için yeni bir saflaşma sürecidir. Devrimci hareketin
yaratmış olduğu sempati, Ecevit'i "ortanın
solu" ve "düzen değişmeli" söylemine
itmiş; böylece, devlet partisi CHP, belki de tüm
tarihinde ilk kez "sol"da gözükmüş,
kitlelerin "düzen değişimi" taleplerini
arkasına almıştır. Hiç şüphesiz, bu bir yanılsamadır.
Çünkü CHP, tekelci burjuvazinin iki ana partisinden
biridir, diğeri ise AP'dir. Bu yanılsama sol ve
devrimci hareketi de içine almıştır; o süreçte
CHP'yi faşizme karşı ittifak içinde görenler hiç
de az değildir. Faşizmi devlet biçimi olarak görmeyen,
ya da "tırmanan faşizm" tespitleri yapıp,
faşizmi MHP ile sınırlayan kesimlerin doğal ittifakı
CHP'dir. Bu burjuvaziyle ittifak siyaseti, sadece
3. enternasyonalin 1935 tespitlerinden beslenmedi,
aynı zamanda Kemalizm'e soldan destek sunma geleneğinin
bir ifadesi oldu.
Oligarşinin
bu dönemde iki taktiği vardır. Birincisi, 71 silahlı
devriminin yaratmış olduğu etkiyle, düzenden umudunu
kesen kitleleri, "düzen değişmeli" sloganıyla
yeniden düzene bağlamadır. CHP bu taktiğin temsilcisidir.
İkincisi ise, sol ve devrimci hareketin yeniden
canlandığı, kendiliğindenci kitle hareketinin
yeni bir yükseliş içinde olduğu bu süreçte, oligarşinin/faşizmin
sivil güç ya da "sopa" kullanarak kitle
hareketini pasifize etmesidir. Böylece, devlet,
yani oligarşik dikta/ya da faşizm kendini gizleyecek,
topluma "sağ-sol" çatışması empoze edilecek,
sınıf mücadelesi perdelenecektir. MHP de bunu
temsil etmektedir. MHP kontr-gerilla partisidir;
klasik faşizmin temel özelliklerini temsil etmektedir.
MHP'nin CHP-MSP koalisyonu dağılınca, oligarşinin
MC hükümeti kurması ve sonrası, devletin desteği
ile giderek güçlenmesi de bunun ifadesidir.
Yeni
sömürge kapitalizmin, ithal ikameci temelde, iç
pazara yönelik, dışa bağımlı gelişimi 1970-80
döneminde devam etti. Bir yandan sanayi kapitalizmi
gelişirken, kırsal alanda sınıfsal çözülme hızlandı.
Yeni sömürge kapitalizmi sanayi, özellikle dayanıklı
tüketim maddeleri temelinde gelişirken, tarım
giderek daha geri plana düştü, hizmet sektörü
büyüdü. Bu dönemde yıllık büyüme oranı, giderek
büyüyen enflasyon ortamında, ortalama %6,6'dır.
Sanayi büyüme hızı ortalama % 9,6; tarım %3,9'dur.
1960-61'de GSMH içinde sanayinin payı %17,5 iken,
bu oran 1975-76'da %21,2'dir; tarımın payı ise
aynı yıllarda %36,5'dan % 27'ye düşmüştür. Hizmet
sektörü ise, aynı yıllarda % 46'dan % 51,7'ye
çıkmıştır. 1960 nüfus sayımına göre hizmet sektöründe
faal nüfusun payı % 15,4 iken, 1975 yılında bu
oran %25,1'dir; 1980 yılında ise %29,5'dur. Sanayide
çalışan nüfus payı aynı yıllarda % 9,6, %11 ve
% 12,5'tur. Çarpık kentleşme sanayileşmeden daha
önde gitti; kent nüfusu giderek yoğunlaştı; işçi
sınıfı büyürken, yoksulluk hızlanmakta, üretken
olmayan alanlarda bir şişme söz konusu olmaktadır.
Ekonomik bunalım ise özellikle 1977 sonrası giderek
derinleşmektedir. Üretim alanındaki kriz tüketim
alanına yansımakta, mal kıtlığı ve karaborsa hızlanmakta,
enflasyon giderek büyümektedir. 1978 yılında %
53 olan enflasyon, 1979 yılında % 64, 1980 yılında
ise % 107'yi geçmektedir (Rakamlar: Korkut Boratav).
IMF, DB kendi reçetesini dayatmakta, daha önce
1946, 1958 ve 1970 yılında yapılan devalüasyon,
bu kez hem Ecevit, hem de Demirel hükümetleri
elinde her yıl yapılmakta; doların değeri yükselmektedir.
Örneğin 1950 yılında 2,82 TL olan 1 dolar, 1957'de
3,96'ya çıkmıştır. 1958'de % 320'lik bir devalüasyonla
9 TL olmuştur. 1970 yılında 1 dolar 15,15 TL iken,
1976'da 16,83; 1977'de 19,63; 1978'de 25,50; 1979'da
47,80; 1980'de 71,40 olmuştur. Daha sonra, 12
Eylül koşullarında da bu eğilim devam etmiştir:
1981'de 125,25; 1982'de 184,90; 1983'te 219,35
TL;1986'da 690,75 TL'ye çıkmıştır.
Yıllar |
Dış Ticaret Açığı
(Mil. Dol.)
|
Dış Borçlar
(Mil. Dol.)
|
G.S.M.H.
(Mil. Dol.)
|
Dış Borç/ G.S.M.H.
(Mil. Dol.) |
1963 |
319 |
830 |
7.300 |
% 11,3 |
1972 |
635 |
2.519 |
16.839 |
% 14,9 |
1975 |
3.337 |
3.800 |
35.019 |
% 10,8 |
1977 |
4.043 |
4.800 |
44.330 |
% 10,8 |
1980 |
4.999 |
15.173 |
56.351 |
% 26,9 |
1982 |
3.097 |
16.183 |
47.168 |
% 34,3 |
1985 |
2.975 |
23.000 |
28.666 |
% 80,2 |
Bu
yıllarda dış borç ve dış ticaret açığı büyümüştür.
Şu tablo sadece bu yıllar için değil, aynı zamanda
daha sonrası süreç için de, bu konuda bir fikir
vermektedir:
İşçi
sınıfı, kapitalizmin ürünü ve enternasyonal bir
sınıftır; ancak kapitalizm tümden silinirse işçi
sınıfı da tarih sahnesinden çekilir. Kapitalizmin
her adımı işçi sınıfını doğrudan etkiler; işçi
sınıfı kapitalizmin bağrından çıkmıştır ama o
kapitalizmin "mezar kazıcısı"dır. Bu
coğrafyada işçi sınıfı kapitalizmle ortaya çıkmış,
çeşitli aşamaları yaşayarak günümüze ulaşmıştır.
1970-80 süreci ise, işçi sınıfının nicel ve nitel
bir gelişim içinde olduğu yıllardır. 1970 ve sonrası
yeni sömürge kapitalizm için yeni bir aşamadır.
Bir yandan sermaye giderek merkezileşmekte, tek
elde yoğunlaşmakta, örneğin tekelci sermayenin
holding örgütlenmesi bu süreçte sıçrama yaşamıştır.
Öte yandan, emperyalizme bağımlı, çarpık kapitalist
gelişmenin tüm sonuçları yakıcı biçimde güncelleşmektedir.
Bir yandan işçi sınıfı, nicel bir gelişim içinde,
sanayileşmeden daha hızlı büyümekte ve giderek
toplumun önemli bir kesimini oluşturmaktadır;
öte yandan, sendikal örgütlenme giderek yaygınlaşmakta
ve işçi hareketi daha militan bir çizgiye devinmektedir.
Türkiye'de sendikacılık TÜRK-İŞ somutunda, ABD
emperyalizminin fonları ile kurulmuş, oligarşinin
denetiminde, işçi hareketini düzene bağlama işlevi
görmüştür. Ancak bu sarı sendikacılık 1960 sonrası
giderek kırılma süreci yaşamıştır; DİSK'in ortaya
çıkması bu anlamda devrimci bir işlev görmektedir.
Bu anlamda, işçi sınıfı nicel bir gelişim içindeyken,
aynı zamanda sendikal harekette ayrışma yaşanmış
ve giderek sosyalizmin etkisiyle daha militan
bir çizgi içinde olmuştur.
Şu
rakamlar, süreç hakkında bize bir fikir vermektedir:
1968 yılında sendika sayısı 755 sendikalı işçi
ise 1.057.928'dir. Bu rakam 1970 yılında 737 ve
2.088.219; 1972 yılında 642 ve 2.672.857; 1974
yılında 675 ve 2.878.624; 1975 yılında 781 ve
3.328.633; 1976 yılında 800 ve 3.269.356; 1978
yılında 912 ve 3.897.290; 1979 yılında 750 ve
5.465.109; 1980 yılında ise 733 ve 5.721.074 dir
(Petrol-İş 1988 yıllığı). İmzalanan toplu iş sözleşmesi,
uzlaşma olmadığı koşullarda grevin zorunlu olması,
grevdeki işçi sayısı da, yine bu süreç hakında
bir fikir vermektedir. 1974 yılında 1723 toplu
iş sözleşmesi imzalanmış, 45 grevde 21.046 işçi
yer almıştır. Bu sayılar, 1975 yılında, 1893 TİS,
90 grev ve 25.389 grevci; 1976 yılında 1979 TİS,
105 grev, 32.899 grevci; 1977 yılında, 2033 TİS,
167 grev, 59.889 grevci; 1978 yılında 1870 TİS,
175 grev, 27.208 grevci, 1979 yılında 2070 TİS,
190 grev, 39.901 grevci; 1980 yılında 2247 TİS,
227 grev, 36.206 grevci (Petrol-İş 1992 yıllığı)
vardır. 12 Eylül'de 86 bin işçi grevdedir.
Hiç
şüphesiz sendikalı işçi ile işçi sınıfının nitel
oranı aynı değil, çok daha fazladır. Ama şu söylenebilir;
işçi sınıfının bir bölümü, 1970-80 sürecinde,
asıl büyük kitle gücü TÜRK-İŞ gibi Amerikancı
sendikada olsa da sendikal örgütlülük içindedir.
Sadece bu değil. Bu süreçte, 1976 DGM, Profilo,
Seydişehir direnişi, 1 Mayıs 1977 kitlesel katılım,
MESS ve Tariş gibi direnişler işçi ve halk hareketinde
önemli sıçrama noktalarıdır. Yani işçi sınıfı
sadece sayısal, nicel olarak güçlenmiyor, giderek,
ekonomik mücadeleyi aşan, siyasal sürecin önemli
bir öznesi olmaya başlayan, nitel bir gelişim
içindedir.
Hiç
şüphesiz işçi ve halk hareketinin kendiliğinden
mücadelesi ile sol ve devrimci hareket bu süreçte
bir mesafe içinde olsa da, bu mesafe bugünle kıyaslanmayacak
kadar dardır. Yani bir yandan sol ve devrimci
hareket 1974 sonrası hızla toparlanıp toplumda
kendine yer ararken, çeşitli sınıf ve kesimlerle
bağ kurarken, öte yandan işçi ve halk hareketi
yükselmekte, hak arayışı hızlanmakta; bu temelde
işçi ve halk hareketi ile sol ve devrimci hareket
daha sıkı bağlar kurmaktadır. Yinede burada şu
tespiti yapmakta yarar vardır: sol ve devrimci
hareket işçi ve halk hareketine önderlik yapacak
konumda değildir, sol ve devrimci hareket kendiliğindenci
kitle hareketini yakalamaya çalışmaktadır.
Oligarşinin
yaşadığı bu krize karşı geliştirdiği politika,
1977 1 Mayıs'ında somutlandığı biçimde ifade edelim,
saldırı ve katliamlarını derinleştirmek olmuştur.
Bu açıdan 1977 1 Mayıs katliamı bir aşamayı işaret
eder. Devrim ve karşı devrim birlikte gelişir;
bu diyalektik ilişki bu süreçte bir kez daha doğrulanmıştır.
1977 1 Mayıs'ında yaşanan kitlesel katliamda 34
şehit vardır. Bunu 16 Mart 1978 katliamı izlemiştir.
Maraş katliamı ise bu karşı saldırının doruk noktasıdır.
Çorum katliamında da görüldüğü gibi, artık, toplumun
en geri yanlarına dayanarak, sadece sınıfsal değil
aynı zamanda dinsel-kültürel çelişkiler temelinde
kitlesel katliamlar gündemdedir. Bir yandan işçi
sınıfına yönelik, örneğin 1 Mayısların yeniden
yasaklanması ve reel ücretlerde düşüş (reel ücretlerde
düşüş, 1977 sonrası hızlanmıştır) biçiminde yaşanırken,
Maraş, Çorum gibi kitlesel katliamlarla sadece
sol ve devrimci hareket değil, halk teslim alınmak
istenmiştir. Tüm bu katliamlarda sivil faşist-dinci
güçler kullanıldığı gibi, MİT, kontr-gerilla gibi
devlet güçleri doğrudan yer almıştır.
Sol
ve devrimci hareket ise, 71 yenilgisi sonrası
yeniden biçimlenmiştir. TKP, TİP, TSİP geleneğini
(bunlar SBKP tezlerini savunmaktadır) bir kenara
bırakırsak, 1970 sonrası sol ve devrimci hareket,
önemli ölçüde 71 devrimci hareketinin ürünüdür.
PDA, açık, karşı devrimci faaliyetleriyle sol
ve devrimci hareketin dışındadır; ipinin Ergenekonun
elinde olduğu o gün de bugün de bilinmektedir.
71 devrimci atılımının ardından, bu devrimci çıkışın
üç bileşeni bünyesinden bir dizi hareket ortaya
çıkmıştır. Ayrışmalar sadece 71 değerlendirmesi
üzerinden değil, uluslararası sosyalist hareketin
yaşadığı sorun ve çatışmalara göre de biçimlenmiştir.
THKP-C'yi "savunma" iddiasında olan
onlarca devrimci hareket vardır. Aynı biçimde
THKO ve TKP/ML'de benzer devrimci oluşumlar ortaya
çıkarmıştır. Sadece büyük kentlerde değil, kasaba
ve köylerde sol ve devrimci hareketin etkileri
vardır. Özellikle anti-faşist mücadele ve bu temelde
çatışma oldukça yaygındır. 1978 ve sonrası ise
sol ve devrimci hareketin kendi içinde yeniden
bölündüğü bir süreci işaret etmektedir. Bu süreçte,
silahlı devrimci hareketin, daha özel ifade ile
devrimci sosyalist hareketin "itici"
rolüyle, DY'den tutalım TKP'ye kadar daha radikal
mücadele eksenli ayrışmalar yaşanmıştır. Kısaca
sol ve devrimci hareket parçalı ama kitle hareketiyle
daha güçlü bağ kurmakta, özellikle anti-faşist
mücadele içinde gelişmektedir.
Bu
süreçte Kürt coğrafyası ise yeni bir arayış içindedir.
71 devrimci atılımı Kürt yurtseverleri de oldukça
etkiledi. Daha önce, KDP'nin etkisiyle belirli
bir ulusal bilinci oluşturmaya çalışan, 1960'lı
yıllarda TİP içinde yer alan Kürt aydın ve yurtseverleri,
bu süreçten sonra kendi yolunda, ayrı yürüdü.
Kürt hareketi bir yandan uluslararası sosyalist
harekete göre ayrışırken, öte yandan ilk kez Kürdistan'da
devrimin yolunun uzun süreli halk savaşı ve gerilla
savaşından geçtiğini savunanlar ortaya çıktı.
Ama tümünün ortak paydası ise, artık Kürtlerin
yaşadığı coğrafyanın bir ülke ve "ayrı örgütlenmenin"
zorunlu olduğudur. Böylece ulusal sorun temelinde
yoğun tartışma ve ayrışma yaşanmakla kalmadı,
Kürdistan'da ilk kez modern ulusal kurtuluş hareketi
bu yıllarda doğdu. Kitlesel ve silahlı direniş
kürt coğrafyasında mayalandı, sömürgeci oligarşiyi
korkuttu.
Toplamdan
bakarsak, sol ve devrimci hareket, hem uluslar
arası sosyalist hareket içindeki gelişmelere göre
ayrışma yaşarken, hem de devrimin yolu ve sorunları
temelinde ayrışmalar yaşadı. Mezopotamyada PKK
ve Türkiye'de aralarında devrimci sosyalist hareketimizin
de olduğu birçok yapı, silahlı mücadelenin savunucusu
ve bunun devrimci pratiğinin içinde oldu. Bunlar
dışında kalan sol ve devrimci hareket, o tarihsel
sürecin ölçüleriyle ifade edersek, bir kısmı devrimci
bir kısmı da reformist kanalda yerini aldı. Parçalı,
kendiliğinden gelişen kitle hareketine önderlik
etmekten uzak bir yerde; ama bunlara rağmen politik
mücadelede önemli bir unsur oldu.
Özetle
ifade etmek gerekirse: 1970-80 sürecinde yeni
sömürge kapitalizminin krizi içinde yeni eğilimlerin
uç verdiği bir süreçtir. Tekelleşmede yeni bir
aşama yaşanmaktadır. İşçi ve halk hareketi 71
devrimci hareketinin güçlü etkisiyle yeni ve daha
kitlesel çıkış içindedir. Anti-faşist mücadele
kısmen ön planda olup, kendiliğinden kitle hareketi
önemli bir yerde durmaktadır. Kitle hareketiyle
sol ve devrimci hareket arasında mesafe olsa da,
bu mesafe bugünle kıyaslanamaz ölçüde azdır. Yükselen
kitle mücadelesinde silahlı mücadele temelinde
yürütülen devrimci savaşın rolü vardır; suni denge
bu süreçte giderek zayıflamıştır. Devrimci durum
vardır; yönetenler yönetememekte, yönetilenler
ise eskisi gibi yönetilmek istememektedir.
G)
Devrimci Sosyalist Hareketin Kuruluşu Ve Mücadelesi
THKP-C,
1968-70 sürecinin ürünüdür; doğal olarak, yukarıda
ifade etiğimiz gibi, ideolojik-teorik alanda olduğu
gibi örgütsel-pratik alanda da bu sürecin izlerini
taşımıştır. THKP-C'nin politikleşmiş askeri savaş
temelinde devrimci savaşı, 12 Mart açık faşizmi
öncesi başlamıştır ama asıl 12 Mart sonrası süreçte
örgütler. Kızıldere, bu devrimci savaşta, bu savaşın
başlangıç aşamasında, stratejik savunma aşamasında
bir halkadır, dönemi ve devrimci savaşı özetleyen
Manifestosudur.
Kızıldere
yenilgisinin doğrudan ve en yakıcı sonucu: partinin
merkezi yapısının imha edilmesidir. Bir başka
sonuç ise, buna bağlı örgütsel dağınıklıktır.
Ama bu sonuçlara rağmen geriye, devrimin yolu
için ideolojik-politik bir hat, devrimci savaşın
yaratmış olduğu moral değerler ve büyük bir sempatizan
potansiyeli bırakıldı.
Geride
kalan P-C'liler ve P-C sempatizanları birkaç yıl
süren bir bekleyiş ve arayış sürecine girdiler.
Bu süreçte, örgütlü bir P-C çalışması yoktur;
P-C'liler dağınık ve birbirinden kopuktur. Bir
gün partinin gelip kendilerini bulacağı beklentisi
içinde olan az kesim yoktur. Nitekim kendine "parti"
yani "THKP-C" diyenler de vardır. Bu
arayış ve bekleyiş bir eğilimdir. Ancak her yenilgi
aynı zamanda, ideolojik inkarcılığı, yeni "arayış"ları,
sağ sapma için güçlü bir zemin de yaratır. 73
seçimleriyle dağılan ağır hava bu kez bu eğilimi
güçlendirdi. Böylece, Kızıldere sonrası, şaşkınlık,
belirsizlik, bekleyiş ile yılgınlık, inkar ve
sağ arayışların iç içe olduğu bir tablo ortaya
çıktı. Bir yandan yenilgiyi ideolojik alanda arayan,
bu temelde iş'i THKP-C'ye küfürle, açık çarpıtma
ve tahrifatlarla saldıranlar oldu; öte yandan
THKP-C' nin prestiji altında ezilip, bunu sömürmek
için THKP-C'yi "savunuyor" gözükenler
de az değildir. Bugün bir anlam ifade etmiyor;
ancak o günlerde "yurtdışı grubu" kendini
"THKP-C" olarak tanımlıyor, hatta ülke
içinde bazı gruplarla birlik girişimlerinde bulunuyor.
Bazı eski P-C kadroları "sosyal emperyalizmi"
keşfediyor. Legal cepheciler dernek çalışması
içinde "ideolojik mücadele" diyor. Biz
bunları, o günlerde, "resmi ve gayri-resmi
inkarcılık" olarak tanımladık.
İki
ana eksen üzerinden sol ve devrimci hareket yeniden
ayrışmaktadır. Birincisi, 71 değerlendirmesi,
daha özel olarak THKP-C değerlendirmesidir. Her
sol ve devrimci oluşum, ilk adım olarak THKP-C'yi
ya savunmak ya da reddetmekle ayrışıyor. THKP-C'yi
savunanlarda kendi içinde yine Mahir ve THKP-C
değerlendirmeleri üzerinden ayrışmaktadır. İkincisi
ise, özünde 1963 polemikleriyle başlayan uluslararası
sosyalist hareketin kendi içindeki ayrışma ve
çatışmadır. Bir yanda SBKP, diğer yanda ÇKP iki
ana kamptır; öte yanda ise bu iki kampın dışında
"kendi sandalyesinde oturan", bağımsız
ve Marksist-Leninist çizgide yürüyenlerdir. 71
yenilgisi sonrası bu ayrışma daha da yoğunlaşmış,
sol ve devrimci hareket yeniden saflaşmıştır.
Bir
partinin niteliğini belirleyen, onun ideolojik,
politik, örgütsel nitelikleri toplamıdır; yani
sadece söz değil eylem, sadece ideolojik-politik
çizgi değil, bu çizginin sınıf savaşımında somut
biçim almasıdır. 72 Kızıldere sonrası, parti merkezi
yapısı imha olmuş, örgütsel yapı dağılmıştır.
Bu anlamda, doğru devrimci çizgiyi miras bırakan
THKP-C için, örgütsel yapının yeniden inşası ve
politikleşmiş askeri savaşın yeniden örgütlenmesi
ana ve güncel görevdir. Bundan dolayı, ideolojik
alanda, THKP-C çizgisinin savunulması, tüm resmi
ve gayri resmi inkarcılara karşı bu çizginin korunması,
örgütsel alanda P-C sempatizanlarının bir devrimci
merkez altında toplanması ve bu temelde dağınıklığın
son bulması, politik alanda ise silahlı propaganda
temelinde devrimci savaşın örgütlenmesi temel
politikadır. Hiç şüphesiz, halk hareketinin yeni
bir yükseliş içinde olduğu bu dönemde, bu görevler
örgütlenme ve savaşma diyalektik ilişkisi içinde
ele alınmak zorundadır. Bu amaçla P-C çevrelerinde
arayışlarını sürdüren kurucu yoldaşlarımız, bu
çevrelerin tavrından "partileşme süreci",
"birlik platformları", "ideolojik
tartışma evreleri", "uzun süreli hazırlık"
formülasyonları altında, devrimci savaşın "askıya
alınması" gerçeğini gördü ve kendi yolunda
kendi ayakları üzerinde yürümeyi önlerine bir
program olarak koydu.
Devrimci
sosyalist hareket 1975 yılında kuruldu. Ancak,
P-C düşünceleri ışığında sürdürülen çeşitli çalışmalar
daha önce başladı. Bu devrimci çalışmalar özünde
Kızıldere sonrası başlar, çeşitli alanlarda uç
verir ve gelişme eğilimi gösterir. Ancak bu dar
ve birbirinden kopuk çalışmalar tek başına ne
sürecin ihtiyacına yanıttır, ne de yukarıda ifade
ettiğimiz ana görevleri omuzlayacak niteliktedir.
Bir yandan P-C adına sağ ve sol sapmalarla ideolojik
mücadele zorunludur; öte yandan P-C tezleri üzerinden
devrimci bir örgütün inşa edilmesi ve devrimci
savaşın örgütlenmesi görevdir. Bu tartışma ve
görevler, P-C'lilerin tamamını olmasa da bir kısmını
yan yana getirdi. Aynılar aynı yerdedir; üç örgütlü
P-C sempatizan çevresi yan yana geldi (ki buna
daha sonra dördüncü bir çevre katıldı) ve merkezi
yapının oluşumu ve iktidar perspektifi ile yeni
bir hareket ortaya çıktı. DEV-GENÇ (Devrimci Yol
ve daha sonra Devrimci Sol öncülleri), Yurtdışı
ve Acil tasfiyeciliğine rağmen gerçekleştirilen
bu devrimci adım, hiç şüphesiz kendi dışında kalan
P-C çevrelerin toparlanması görevinden uzak kalmamıştır.
Devrimci sosyalist hareket, bu süreçte, kendini
"P-C nüvesi", "P-C sempatizanı"
olarak tanımlamış; kendi dışında "P-C güçlerinin
birliğini" ve "savaşın kaldığı yerden
sürdürülmesi" yani "şehir gerilla aşamasından
kır gerilla aşamasına geçiş" sürecinde partinin
ilan edilmesini ana taktik politika olarak benimsemiştir.
Bu taktik hedef için "beklemek", "ideolojik
mücadele içinde netleşmek" "faşist saldırılara
karşı can güvenliğini sağlamak" vb değil,
anti-emperyalist anti-oligarşik devrim için silahlı
propaganda temelinde devrimci bir savaş başlatmak;
işte devrimci sosyalist hareketin kuruluşu, bu
mantığın ve ihtiyacın sonucudur. Bu aynı zamanda
dernek çalışmasını her şey yapan sağ cephecilere
(bunlar Devrimci Gençlik Dergisi etrafında toparlanıyorlardı),
kitle çalışmasını reddeden sol cephecileri (Yurtdışı
ve Acil; bunlar bir ara birleşti ve kendilerini
THKP-C olarak tanımladı, ama sonradan yeniden
ayrıştı) karşı, doğru devrimci duruş ve iradedir.
Devrimci
sosyalist hareketinin oluşumu ve bağımsız bir
örgüt olarak ülkenin siyasal düzleminde yerini
alması, dönemin olguları bir bütün olarak değerlendirildiğinde
özel bir yerde durur. Bu süreçte, 1975'li yıllarda,
"iktidar mücadelesi", "savaş örgütü"
gibi kavramlar soyuttur, dahası bu temelde kavram
kargaşası son bulmuş değildir. Dernek çalışmaları,
salt yatay örgütlenme, kendiliğinden mücadele,
amatör ve çevre örgütlülüğünü aşmayan çalışmalar
dönemin başlıca çizgileridir; dahası "silahlı
mücadele" söylem düzeyindedir ve "bekleme"
ise durulan yerdir. Devrimci sosyalist hareket,
"temel mücadelenin örgütlenmesi partinin
örgütlenmesidir" ana perspektifinden hareketle,
Kızıldere sonrası ilk silahlı mücadele iradesi
ve pratiği olarak ortaya çıktı. Sadece TKP, TİP,
TSİP, PDA gibi akımlar değil, dilinden "THKP-C",
"PASS", "öncü savaşı", "silahlı
propaganda"yı düşürmeyenler dahil, sol ve
devrimci hareketin bir çok kısmı, böylesi bir
devrimci adımı ve pratiğini "provakasyon"
edebiyatına kadar götürdü. Silahlı mücadele oyunu
bozdu. Ya savunacak ve yapacaksınız; ya da bu
sömürüye son vereceksiniz. Devrimci sosyalist
hareket bu yönde rol oynadı. Bu gerçek daha sonraları
bazı yazılı belgelerde itiraf edildi.
Bir
yandan fabrikalarda, sendikalarda, okullarda,
mahalli alanlarda kitleleri örgütlemeyi, kitle
mücadelesini yükseltmeye çalışan devrimci sosyalist
hareket, diğer yandan kadrolaşmaya özel önem verdi.
Elimizde KESİNTİSİZ DEVRİM I-II-III vardır; bu
devrimci sosyalist hareketin ideolojik-politik
zeminidir. Bu görüş ve tezler ışığında örgütlenme
ve savaşma; bu temelde büyük bir emek seferberliği
söz konusudur. Şehir gerilla savaşı için ilk adımlar
atıldı, örgütsel darbeler de alındı; ama büyük
bir gizlilikle örgütsel yapı ve ilişkiler korunmaya
çalışılırken mücadele her gün biraz daha yükseltildi.
Devrimci sosyalist hareketin mayasında olan birlik
ruhu ve anlayışı, giderek başka örgütlü P-C'leri
kucakladı. 1977-78 yılı içinde daha geniş kesimlere
ulaşan devrimci sosyalist hareket, 1978 ortasında
Ege ve Güney örgütlülüğü ile bu yönde yeni adımlar
atmış oldu; Nurettin Gürateş yoldaş bu sürecin
mimarıdır.
Devrimci
sosyalist hareket, kuruluştan itibaren anti-emperyalist,
anti-oligarşik (anti-faşist mücadele anti-oligarşik
mücadelenin bir parçasıdır) hedefler temelinde
şehir gerilla faaliyeti yürüttü ve yükseltmeye
çalıştı. Yoğun ve sürekli bir çatışma içinde,
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ve bunun
güncel süreç içinde aldığı biçim temelinde Amerikan
ajanları (İstanbul ve Adana'da), devrimcilerin
katili olduğu tespit edilen halk düşmanları (Cihangir
Erdeniz gibi), Siyonist temsilcileri, MHP yönetici
ve örgütleyicileri, muhbir ve işkenceci halk düşmanları
cezalandırıldı; tekelci burjuvazi, emperyalist
sermaye, oligarşinin kurumları tahrip edildi.
Sadece İstanbul'da değil, Kars, Adana, Osmaniye,
Kadirli, Tarsus, Diyarbakır, Elazığ, Manisa, Turgutlu,
İzmir, Konya, Ankara gibi alanlarda bu hedefleri
vurdu. Bu temelde bir kaç yüzü aşkın eylem (Şafak
Yargılanamaz Cilt-II'de bu eylemlerinin bir kısmı
vardır; ancak özellikle Anadolu örgütlenmemizin
eylemlerinin büyük kısmı bu kitapta yer almamıştır,
kitapta alınan çok küçük bir kısmıdır) örgütlendi.
Oligarşinin,
yükselen halk hareketini önlemek, kitlelerin devlet
ve düzene karşı tepkisini perdelemek için MHP'yi
devreye soktuğu bilinmektedir. Bu dönemde, faşizmi
MHP ile sınırlı gören, "tırmanan faşizm"
tespitleri yapan sol ve devrimci kesimler de (TKP,
TİP, TSİP, KSD gibi) vardır. Halkın can güvenliği
ile sivil faşist güçlere karşı mücadele arasında
doğrudan bir ilişki olsa da, sorunu bununla sınırlı
ele alan, anti-faşist mücadeleyi MHP ile mücadele
olarak görenlerde az değildir. O halde, sol ve
devrimci hareketin bazı kesimlerinin düştüğü politik
ve pratik duruştan uzak, MHP ile faşizm arasındaki
bağı doğru ele almak ve kitlere göstermek görevdir.
Bunun yolu, sadece anlayış düzeyinde, MHP ile
faşizmi özdeş gören bir mantıktan uzak olmak yeterli
değildir; bir yandan devlet güdümlü sivil faşist
güçleri püskürtmek, ama öte yandan da bu bağı
halka somut olarak göstermek zorunludur. O halde
sivil faşist güçlere karşı mücadele, anti-emperyalist
anti-oligarşik mücadelenin bir parçasıdır. Faşizme
karşı mücadeleyi MHP'ye karşı mücadele düzeyine
indirgemeyen, MHP'nin saldırılarına karşı "korunmayı"
tek işlev olarak görmeyen devrimci sosyalist hareket,
bu yönüyle de dönemin diğer bazı sol ve devrimci
örgütlerinden farklıdır, farklı bir çizgi izlemiştir.
Yeni
sömürge bir ülkede sürekli faşizm devlet biçimidir.
Böyle bir ülkede illegal örgütlenme zorunludur;
illegal örgütlenmeyi temel olarak ele almayan,
bir devrim hareketi örgütleyemez. Bu gerçek sadece
Marksizm-Leninizm'in tarihsel ve siyasal deneylerinden
süzülüp gelmedi, aynı zamanda bu ülke gerçeğinin
ürünüdür. Devrimci sosyalist hareket, yukarıdan
aşağıya, illegal temelde örgütlenmeyi esas almıştır;
ana kadro yapısını ve "devrimciler örgütü"nü
parti komite/ya da hücreleri üzerinde inşa etmiştir.
Ancak, bu gerçeğin bir kısmıdır. İllegal örgütlenmeyi
temel almak, legal ve yarı-legal örgütlenmeyi
bir kenara atmayı gerektirmez. Kuruluş ve kuruluşu
izleyen süreçte, 12 Eylül öncesi, bir dizi legal
kurum (sendika, dernek; İlerici Yapı İş, İDÖD
başta olmak üzere, Turgutlu, Kadirli gibi alanlarda
çeşitli dernekler) kitle çalışmasında işlev gördüğü
gibi, mahalle alanlarda yürüyen yarı-legal çalışmalar
yürütülmüştür. Bu deney gösterdi ki, kitle çalışması
sadece kurum eksenli, legal, yasal bir çalışma
değildir. Kitle çalışmasında yasal, legal kurum
çalışmaları kitle çalışmasında sadece bir araçtır,
ama kurum çalışması kitle çalışmasının tümü değildir.
Devrimci sosyalist hareketin parti ve cephe birimleri
(bunlar illegal örgütlerdir), bu süreçte, legal
ve yarı-legal kitle çalışmasını örgütlemiştir.
Ayrıca, örgüt ihtiyaçtan doğar. Başta, parti birim
ve hücreleri aynı zamanda cephe birim ve hücreleridir.
Hareketimiz geliştikçe, kitle ve kadro gücü ilk
kuruluş sürecini aşınca, illegal cephe birimleri
gündeme gelmiştir. Parti aday üyelerinden oluşan
bu cephe birimleri, "her şey THKP-C için,
her şey zafer için" şiarı temelinde politik-askeri
savaşı örgütlemiş, yürütülen silahlı mücadelenin
bir parçası olmuştur.
Devrimci
sosyalist hareket, üç P-C çevresinin birliği olarak
kurulmuştur ve bu o günlerde "kolon tipi
örgütlenme" olarak tanımlanmıştır. Marksizm
hiçbir örgütlenmeyi peşin reddetmez. Örgütlenme
biçimleri ihtiyaçlara göre biçim alır. "Kolon
tipi örgütlenme" örgütlü P-C güçlerini yan
yana getirmiş, bir merkeze bağlamıştır; ancak
bu demokratik merkeziyetçiliğin güçlü kurulmasında
sorunlu bir yerde durmaktadır. Bundan dolayı,
bu örgütlenme tipi, sürecin ihtiyaçlarına yanıt
vermeyen bir hal alınca bu aşılmış, bu temelde
1977 ve 78 yılında genişletilmiş toplantı ve konferanslar
örgütlenir. Bu toplantı ve konferanslar Leninist
parti örgütlenmesinde önemli bir adımdır. Konferanslar
arası en yetkili organ ve yürütme organı olan
Merkez Komitesi, parti üyelerinin oluşturduğu
kadro hücreleri ve bu hücrelere bağlı legal, yarı-legal
çalışma birim ve alanları şeması, tüzüğüne bağlı
olarak şekillenmiştir. Aynı biçimde, Merkez Komite
Yayınları olarak toplam üç bülten (1. nolu bülten,
kuruluşu ve taktik politikayı açıklayan kısa ve
öz açıklamadır; 2. nolu bülten, THKP-C'nin doğru
yorumu temelinde sağ ve sol tasfiyeci anlayışların
eleştirisi ve taktik politikayı açıklar; 3. nolu
bülten ise parti içinde çıkan "Savaşçılar"
ayrılığını ele alır) ve birkaç broşür (15-16 Haziran,
1 Mayıs, Kadro sorunu gibi) çıkarılmış, hareketin
görüş ve politik taktikleri açıklanmıştır. Bu
dönemde merkezi ve legal politik yayın organı
yoktur; sendika ve derneklerin çıkardığı ama devrimci
sosyalizmin görüşlerini ifade eden, sürekli olmayan
iki yayın, birkaç sayıdan oluşan "Yolumuz"
ve "15-16 Haziran" dergileri çıkmıştır.
Devrimci
sosyalizmin yürüttüğü mücadelenin etkisi, doğal
olarak, P-C çizgisinin mirasına sahip çıktığını
iddia eden dönemin diğer örgütlenmelerin tabanında
yankı bulmuş; bir yandan bu tabandan devrimci
sosyalizme yönelim olurken, öte yandan silahlı
mücadele konusunda duyarlılık gelişmiş ve bazı
örgütlenmeler giderek daha aktif bir mücadele
hattı izlemiştir. Hiç şüphesiz devrimci sosyalizmin
silahlı mücadele temelinde yaratmış olduğu sempati
büyüktür ve bu büyük sempatinin önemli bir kısmını
örgütleyememiştir.
P-C
güçlerinin birliğine önem veren devrimci sosyalist
hareket, Ege bölgesinde örgütlü bir güç olan Eylem
Birliği ile birlik çalışması yapmış; ancak bu
çalışmalarda başarı sağlanamamıştır. Bununla birlikte,
iç zayıflıklarından kaynaklı ayrışmalar da yaşamıştır.
Devrimci sosyalizmin daha geniş kitlelere ulaşıp
kucaklaştığı bir süreçte önce "Savaşçılar",
sonra da "Çayan Sempatizanları" ayrılığı
yaşanmıştır. Her iki ayrılığın da politik karakteri
yoktur; sorunlar asıl olarak örgütsel alanı kapsamaktadır.
"Kolon tipi örgütlenme" geride kalmış
ama Leninist demokratik merkeziyetçilik tam kurumlaşmamıştır;
sosyalist kişilikten uzak bazı kişilerin rolüyle
yaşanan bu ayrılıklar saflarda kafa karışıklığı
yaratmıştır. Ayrıca, tüm bunlarla birlikte, alınan
bazı darbeler, 12 Eylül öncesi kısmi güç kaybı
ve gerilemeyi işaret etmektedir.
Yine
bu süreçte, "sol içi şiddet" başlığı
altında ele alabileceğimiz iki olay vardır. Birincisi,
parti sırlarını deşifre eden, partinin illegalite
anlayışını bozan, hizip çalışması yapan H. Şakül
ölümle cezalandırılmıştır. H. Şakül suçludur ve
bir cezayı hak etmiştir; ama bu ölüm değildir.
İkincisi ise, Adana'da 1979 yılında DY ile çatışmadır.
Siyaset yasağı, rekabet, yarı-politik kültürel
iklim gibi kaynakları olan bu çatışmada üç devrimci
(iki parti üyemiz ve bir DY'cu arkadaşımız; B.
Ali, Arif ve Cemal) kaybedilmiş, onlarca yaralı
olmuş, dahası sol ve devrimci atmosferi bozan
sonuçlar yaratmıştır.
Birçok
dersleri içeren her iki olay da savunulamaz. Elbette,
her iki olayın, politik, örgütsel ve kültürel
nedenleri vardır; bunlar birer politik derstir.
Sol içi şiddete ilkesel olarak tavır alan, bu
anlamda doğru bir yerde durup, doğru bir gelenek
inşa eden devrimci sosyalizm, her iki olayın nedenleri
bir yana, bu sonucu savunmamaktadır. Devrimci
sosyalizm, bu iki olayın dışında, sol içi şiddete
bulaşmamıştır. Sol içi şiddetten en uzak olsak
da; bu konuda ilkesel duruş ve sorumluluk sahibi
olsak da, yanlış yanlıştır, savunulamaz.
Sonuç
olarak;
a)
Devrimci sosyalist hareketin kuruluşu ve mücadelesi,
1975-81 sürecinde, politikleşmiş askeri savaş
stratejisinin ikinci kez örgütlenmesidir. Bu politik
kazanım ve tarihimizin onurlu sayfasıdır. Türkiye
devrimin en ileri şehir gerilla örgütlenmesini
yaratan devrimci sosyalizm, bu temelde direnişçi
bir gelenek ve kültür de yaratmıştır. Politik
askeri liderliğin birliği ilkesine göre biçimlenen
mücadelemizde, bu onurlu tarihin yaratıcısı şehitlerimizdir.
Çatışmada, işkencede, darağacında şehit düşenler;
Adana'da Nurettin Gürateş, Bedrettin Şınnak, Hüseyin
Bilir, Recep Güvel, B. Ali akarsu, A. Yılmaz,
İstanbul'da Fehmi Gökçek, Hakkı Kolgu, Haluk Köylüoğlu,
Hasan Karataş, İsmail Yiğit, Nurettin Yedigöl,
İbrahim Özalp, Atilla Ermutlu, Tamer Arda, Doğan
Özzümrüt, Ercan Yurtbilir, Cebrail Dinç, Kasım
Akkurt, Suat İğli, Cenap Dizdar, Ahmet Saner ve
Kadir Tandoğan, Mustafa Mitaş, Diyarbakır'da Davut
Günay, Turgutlu'da Mustafa Şahin, Yaşar Bilgin,
Mustafa Şenpınar ve Osman Haznedar bu sürecin,
onurlu tarihin yaratıcılarıdır.
b)
Ancak bu onurlu tarihsel süreç, kendi içinde bazı
eksik ve zaaflı yanlar da içerir. Biz tarihi sadece
başarı ile değil, eksik ve zaaflı yanlarımızla
da ele alırız. Bu sürecin politik değerlendirmesi
12 Eylül sonrası yaşadığımız "iç tartışma"
ve 87 konferansıyla yapılmıştır. Politik mücadelenin
silahlı propaganda temelinde yükseltilmesi ne
kadar doğru ise, bunun, sürecin ihtiyaçlarına
uygun, diğer politik mücadele ve ideolojik-ekonomik-demokratik
mücadele araçlarıyla örülmesindeki eksiklik de
o kadar yanlıştır. Burada anlatmak istediğimiz,
bu alanda da sürece uygun açılımlarda zayıf kaldığımızdır.
Devrimci yayın, politik bir araçtır; ideolojik-teorik
çalışma ve açılım ise, öncü bir parti için zorunludur.
Bundan dolayı, kitle çalışmasının sürecin ihtiyaçları
temelinde daha sistemli ele alınması, devrimci
yayın üzerinden ideolojik mücadele ve açılımların
yapılmasında eksik kalınması birer zayıflıktır.
Bununla birlikte, devrimci sosyalizm, Leninist
örgüt anlayışına sahip olsa da, başta demokratik
merkeziyetçilik olmak üzere, işleyiş ve kurumsallaşmada
zayıflıklar söz konusu olmuştur. Önderlik, kadro,
işleyiş, çevreciliğin özellikle partinin zayıfladığı
süreçlerde daha canlı ortaya çıkması, süreci aşan
ve önderlik eden bir kurumsallaşmada zayıflıklardan
kaynaklıdır. Yukarıda ifade ettiğimiz devrimci
sosyalizmin "politik etkisi" ile örgütlenen
güçler arasındaki mesafenin olması, daha güçlü
bir halk hareketinin örgütlenememesi bu iç zayıflıklardan
kaynaklıdır. Bu iç zayıflıklar, 12 Eylül öncesi
kısmi gerilemeye, 12 Eylül sonrası ise, direnişimize
rağmen yenilgiye zemin hazırlayan ana kaynaklardır.
Tarihimizin
bu onurlu halkası da bizimdir!
H)
Dönüm Noktası: 12 Eylül…
12
Eylül 1980 her hangi bir gün değil; tarihsel bir
dönüm noktasıdır.
12
Eylül 1980, yeni sömürgecilik üzerinden biçim
alan sömürge tipi faşizmin, gizli ve parlamenter
maskesini bir kenara atıp, açık ve askeri zor
temelinde örgütlenmesidir. 12 Eylül açık faşizmi,
neo-liberal sömürü düzeni için, devlet ve sınıfsal/toplumsal
ilişkilere yeni bir yön vermiştir. Bugün egemen
olan ve kurumsallaşan bu düzenin mayası 12 Eylül
açık faşizmidir.
12
Eylül açık faşizmi; işçi sınıfı ve tüm emekçilere,
Kürt ulusu ve tüm halklara, Aleviler ve tüm inanç
sahiplerine karşı, emperyalizm ve tekelci sermayenin
saldırısıdır.
12
Eylül açık faşizmi, üç temel nedenle emperyalizm
ve oligarşi tarafından örgütlendi. Birincisi,
yükselen işçi-halk hareketini zorla tasfiye etmek;
ikincisi ise, iç pazara göre örgütlenen yeni sömürge
kapitalizminin yaşadığı tıkanma/kriz'i neo-liberal
sömürü modeliyle aşmak; üçüncüsü ise, İran İslam
devrimi ile Ortadoğu'da oluşan boşluğu, emperyalizm
adına Türkiye ile doldurmak. Hiç şüphesiz bu ana
nedenlere bağlı olarak, devlet ve sınıfsal/toplumsal
ilişkileri yeniden örgütleyen 12 Eylül açık faşizmi,
bir dizi yan unsurları, başta oligarşi içi çelişki
olmak üzere bir dizi soruna da yeniden biçim verdi.
12
Eylül açık faşizminin birinci hedefi, 1974-75
ve sonrası yeni bir yükseliş içinde olan, giderek
tüm toplumsal kesimlerden destek bulan sol ve
devrimci harekettir. 71 devrimci atılımının yenilgisi
(Kızıldere; hem 71 devrimci atılımının hem de
devrimci hareketin yenilgisini temsil etmektedir)
sonrası, sol ve devrimci hareket, 71 devrimci
atılımının yaratmış olduğu devrimci moral değerlerinin
güçlü etkisiyle yeni bir yükseliş süreci yaşadı.
Sol ve devrimci hareket, dünyadaki gelişmeler,
sosyalist blok içinde ayrışma (SBKP-ÇKP çatışması)
ve en önemlisi de 71 devrimci atılımının değerlendirmesi
üzerinden bir yandan ayrışıp saflaşırken, öte
yandan yeni bir atılım için mayalanmaktadır. İthal
ikameci model temelinde gelişen kapitalizm tüm
sınıfsal çelişkileri yoğunlaştırmış, işçi, köylü,
tüm emekçilerin ekonomik-demokratik hak arayışları
hızlanmış, direniş ve grevler giderek yaygınlaşmıştır.
Sol ve devrimci hareket ise, giderek bu toplumsal/kitlesel
uyanış ve hareketle bağlar kurmakta, devrim ve
sosyalizm davası tüm toplumsal kesimlerde yankı
bulmaktadır. Bu halk hareketini önlemek için sadece
oligarşinin resmi güçleri değil, aynı zamanda
MİT ve kontr-gerilla ile iç içe sivil faşist güçlerde
(MHP bu güçlerin en sivri ucunu temsil eder. Ancak,
bu saldırılar kont-gerilla partisi olan MHP ile
sınırlı değildir. CHP ile halk hareketini kontrol
altına alamayan oligarşi, bu kez MC hükümetleriyle
bu işi yapmak istemiştir; bu anlamda MC'nin tüm
bileşenleri, yani o süreçteki isimleriyle AP,
MHP, MSP halka karşı saldırılarda aktif rol oynamaktadır)
devrededir. Halka ve devrimcilere karşı, sadece
fabrikada, okulda, sokakta artan faşist saldırılar
değil, 1 Mayıs, Maraş, Çorum gibi kitlesel kıyımlar
da bu kirli ittifakın ürünüdür. Ancak tüm bunlara
karşı sol ve devrimci hareket, silahlı ve kitlesel
direniş içindedir. İşçi ve emekçilerin talepleriyle
sol ve devrimci hareketin duruşu ve mücadelesi
önemli ölçüde üst üste düşmekte; kendiliğinden
gelişen halk hareketi ile sol ve devrimci hareket
aynı kanalda akmaktadır.
İkinci
hedef, mayalanan ve giderek Kürt ulusunun özgürlük
yolunu açan Kürt halk hareketinin tasfiyedir.
Kürt yurtsever güçler, 1960 sonrası, özellikle
TİP içinde, Türkiye devrimci hareketiyle iç içe
yeni bir arayış içindedir. Dersim katliamı ile
sömürgecilik tarafından "betonlandığı sanılan"
sanılan Kürt ulusunun özgürlük sorunu, kapitalizmin
gelişmesi ve toplumsal çelişkilerin Kürt coğrafyasında
da yankı bulması sonucu, yeniden gün yüzüne çıkmaktadır.
Başta TİP olmak üzere Türkiye devrimci hareketi
içinde yer alan yurtsever güçler, 71 devrimci
atılımının ve dünyada yükselen ulusal kurtuluş
savaşlarının etkisiyle yeni bir yol ayrımı içindedir.
Artık, Kürt ulusu için "ulus mu değil mi",
Kürt coğrafyası için "ülke mi değil mi",
Kürt sorunu için "geri kalmışlık ve kalkınma"
sorunu tespit ve tartışmaları geride kalmıştır.
Kürt coğrafyası sömürgedir; bu gerçek özellikle
Kürt yurtseverler tarafından bilinmektedir. Emperyalizm
ve sömürgeci güçler tarafından parçalanan bu ülkenin
"birliği" demokratik bir sorundur. Bu
anlamda, "bağımsız-birleşik" bir Kürt
ülkesi, bu temelde "ayrı örgütlenme"
asıl eksen olmuştur. Kürt ulusunun özgürlük talepleriyle
Kürt coğrafyasında devrimcilerinin mücadelesi
birleşmekte, Kürt ulusunun özgürlüğü için yeni
bir yol açılmaktadır.
Mülkiyet
korkusuna düşen oligarşi iki kanalda akan nesnel
olarak birleşik özellik gösteren bu halk hareketlerini
tasfiye etmeyi önüne koymuştur. "Devletin
bekası" ve "ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü" için bu zorunludur. 12 Eylül'de
sadece bir avuç oligarşi değil, tüm sermayenin
açık faşizmi desteklemesin kaynağı da, iki kanalda,
Türkiye ve Kürt coğrafyasında yükselen halk hareketi
ve bunun karşısında burjuvazinin düştüğü "mülkiyet
korkusu"dur.
Üçüncü
hedef ise, yeni sömürgecilik üzerinden yeni bir
düzen kurmaktır. Yeni sömürgecilik, Kemalist dönemin
devlet kapitalizmi birikimi üzerinden ABD emperyalizmi
öncülüğünde geliştirildi. Türkiye, bu modele öncülük
eden, bu anlamda ilk deney olarak ön plana çıkan
ülkelerden biridir. 1960 sonrası, sanayi burjuvazisi
önderliğinde gelişen "ithal ikameci model"
ise, emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı
genel krizin de etkisiyle tıkanmıştır. 1970 sonrası
emperyalist-kapitalist sistemin içine düştüğü
uzun kriz dalgasına karşı geliştirdiği model,
neo-liberal sömürü düzenidir. Bu modelin üç ayağı
vardır; yeni sağ iktidar, "özelleştirme",
"esnek üretim" ile emeğin örgütsüzlüğü
temelinde vahşi sömürü ve post-modern kültürel
ve ideolojik saldırı. Emperyalizm, IMF, DB gibi
ana kurumlar ve yerli tekelci sermaye, neo-liberal
sömürü modeline geçişi savunmaktadır; 24 Ocak
kararları bu modelin ta kendisidir. Ancak bu model,
yukarıda ifade ettiğimiz "sosyal uyanışın
ekonomik gelişmeyi" aştığı koşullarda uygulanamaz.
Bunun için, önce bu "sosyal uyanış",
yani halk hareketi tasfiye edilmeli, katı bir
diktatörlükle yeni sömürü modeline geçilmelidir.
Bunun için 12 Eylül açık faşizmine ihtiyaç vardır.
Bundan dolayı, 12 Eylül açık faşizmine tüm sermaye
grupları tam destek sunmuş, işçi direnişleri ve
sendikal örgütlenme dağıtılmış, halk üzerinde
koyu bir diktatörlük kurulmuş, korku pompalanmış,
halk örgütsüz bırakılmıştır.
Böylece,
12 Eylül açık faşizmi, başta silahlı devrimci
hareket olmak üzere, tüm sol ve devrimci hareketi
dağıtma programını, ana programın ilk etabı olarak
ele aldı. Bir yandan tüm hak arayışları yok sayıldı,
bastırıldı, emekçilerin tüm kazanımları budandı,
öte yandan sol ve devrimci hareketi tasfiye etmek
için sınırsız bir saldırı örgütledi. Sokak infazları,
darağaçları, sürgün, kitlesel tutuklama ve işkence,
Nazi kamplarına dönen zindanlar bu dönemin ana
çizgileri oldu. 1975-80 sürecinde silahlı mücadelenin
de etkisi ile kısmen kırılan suni-denge yeniden,
zor temelinde tesis edildi.
Bu
programa karşı direnenler oldu; devrimci sosyalist
hareket bu direnişte önemli bir odak oldu. Ancak,
hem devrimci sosyalist hareketin, hem de sol ve
devrimci güçlerin direnişi bu genel ve kapsamlı
saldırı programını püskürtemedi, sınırlı direniş
ve yaşanan yenilgi, 71 yenilgisiyle kıyaslanamaz
derin izler bıraktı. 71 silahlı atılımı 12 Mart
açık faşizmin programını bozdu, 12 Eylül açık
faşizmine karşı bu sınırlı silahlı direniş ise,
bu programı bozamadı. 72 yenilgisi güçlü bir moral
değer yaratırken, sürece yayılan 12 Eylül yenilgisi
ise, sosyalizmin yaşadığı tıkanmanın etkisiyle,
toplumsal, siyasal, kültürel iklimden beslenerek
"kimlik bunalımına" yol açtı. Bu kimlik
bunalımın etkileri hala sürmektedir.
Sadece
zor değil, ideolojik alanda, sosyalizm ve devrime
karşı, "Türk-İslam sentezi" temelinde
yeni sağ ideolojinin önü açıldı; bu yoldan ANAP,
DYP, AKP geçti. Bir yandan neo-liberal sömürü
düzeni kurumlaştı, öte yandan buna uygun ideolojik
ve kültürel iklim oluştu. Böylece devlet ve toplum,
açık askeri zor/şiddet ve yeni sağ ideoloji temelinde
örgütlendi; post-modern kültür toplumun üstüne
püskürtüldü, direniş dinamikleri zayıflayan topluma
bu saldırının etkileri nüfuz etti; neo-liberal
sömürü düzeni hakim oldu, 12 Eylül anayasasından
çeşitli yasalara kadar bir sistem kuruldu.
I)
Haziran İsyandır…
12
Eylül, sol ve devrimci hareket içinde dönüm noktasıdır.
Hatta sonrası ve öncesiyle adeta bir "milat"tır.
Sol
ve devrimci hareket, özünde 1980 yılına kısmen
gerileyerek girdi. Ayrıca, sol ve devrimci hareket,
12 Eylül öncesi yükselen kitle hareketi içinde
zor günlere ne bilinç ne de örgütlülük olarak
tam hazır değildi. Açık faşizmin gelişi, bu açıdan
da yeni bir dönemin başlayacağı, az-çok bilinmekteydi;
bu konuda, sol ve devrimci hareketin bazı bileşenleri
bu yönde tespitlerde yapmıştır. Ancak, sadece
sorunu görmek ya da bu yönde değerlendirme yapmak
yeterli değildir; önemli olan bunların politik
ve örgütsel karşılığını inşa etmektir. Bu açıdan
bakarsak, bir kısım sol-reformist hareketlerin
güçlü bir direniş örgütlemeyeceği açıktır; böyle
bir politikaları da yoktur. Ancak, düzeni değiştirme
anlayışı içinde olan, önemli bir devrimci damar
ve güç vardır; bunların önemli ve kitlesel olanları
ise daha çok yatay bir örgütlülük içinde, zaaflı
bir yerde durmaktadır. Nitekim 12 Eylül açık faşizmi,
programın bir parçası olarak, öncelikle sol ve
devrimci harekete saldırdı; yoğun bir ideolojik
saldırı ile kitlesel tutuklanma, işkence günlük
yaşamın bir parçası oldu. Bir kısım sol ve devrimci
güçler ilk saldırıda güç kaybetti.
Devrimci
sosyalizm için, sol ve devrimci hareketin tartıştığı
"geri çekilme" taktiği yoktur. 1980
başında alınan önemli bir darbe ile örgütsel güç
kaybı olsa da, örgütsel yapı hızla toparlanmıştır.
12 Eylül bizim için beklenmedik bir süreç değildir.
12 Eylül açık faşizmine karşı ilk devrimci tavır,
politik tavrımızı bir bildiriyle açıklamak oldu.
Örgütsel yapının sağlamlaşması için, bu yönde
bazı düzenlemeler yapmak zorunludur. Bu düzenlemeler
hem merkezi yapı, hem de bölge ve birim örgütlülükleri
için geçerlidir. Direniş ise asıl politikadır.
Sonradan sol ve devrimci hareketin bazı kesimleri,
12 Eylül açık faşizmine karşı "ilk kurşun"
tartışması yaptı; ama devrimci sosyalist hareket,
12 Eylül açık faşizmine silahlı yanıt verdi. Kapsamlı
ve yoğun bir saldırı söz konusudur. 12 Eylül açık
faşizmin programını bozmak öncelikli devrimci
görevdir. Böylesi kapsamlı saldırı karşısında,
12 Eylül öncesinin kimi taktikleri (örneğin MHP
yönelik tavır) daha geri noktaya düşmüş, cuntanın
merkezinde yer alan yeni bir taktik süreç söz
konusudur. Bu kapsamlı saldırı, daha ileri bir
örgütlülükle göğüslenmelidir. Bu temelde, kimi
iç tartışmalar yaşanmış; nihayetinde, Atilla yoldaşın
sözleriyle ifade edersek; "daha güçlü bir
gerilla savaşı ve buna önderlik eden örgütsel
yapı için, iç hazırlık süreci" hızlanmıştır.
Bir yandan, zor ve zorlu süreçler dikkate alınarak,
gerilla savaşı için mali sorun dahil alt yapı
daha güçlenecek; öte yandan, mücadelede kesinti
yaratmadan, kadro ve aday kadrolar cephe gerisine
çekilecek, burada askeri ve siyasal eğitime önem
verilecektir. Sadece bu değil; aynı zamanda geniş
katılımlı yeni bir parti konferansı örgütlenecek.
Gerilla savaşı buna bağlı yükseltilecektir. Bu
bir geri çekilme değil, mücadeleyi kesintiye uğratmadan
"nefes alma", yıpranan yanları sarma,
yenilenme, örgütsel yapıyı daha ileri düzeyde
inşa etmedir. Bir yandan 12 Eylül açık faşizmime
karşı silahlı direniş sürdürülürken, diğer yandan
bu taktik benimsenmiştir. Bu yönde ilk adımlarda
atılmış; ama 6 Haziran'a uzanan çeşitli darbeler
alınmıştır. İlk önemli darbe Adana'da alındı;
alınan bu darbede Bedrettin Şınnak yoldaş işkencede
şehit düştü. Bunu İstanbul'da alınan çeşitli darbeler
izledi; Nurettin Yedigöl yoldaş da yine işkencede
ölümsüzleşti.
Şemsi
Özkan'ın ihanetiyle 6 Haziran 1981'de, hareketimizin
Siyonist İsrail temsilcisine yönelik eylemi öncesi
Ercan ve Doğan yoldaşlar Maltepe'de, Tamer ve
Atilla yoldaş ise eylem biriminin toplanacağı
yer yakınlarında kuşatmada şehit düştüler. Kadir
ve Ahmet yoldaşların idamı gündemdedir; parti
bu idamları engellemek için her yönteme başvurmaktadır.
İdamlar gündemleşirse, buna yanıt hemen verilecektir;
bu yönde hazırlıklarda vardır. Ama 6 Haziran'da
alınan bu merkezi darbe herşeyi şeyi alt üst etmiştir.
25 Haziranda ise Kadir ve Ahmet yoldaşlarımız
idam edildi. Haziran, bu anlamda, yeni bir Kızıldere
ve ikinci yenilgiyi ifade etmektedir. Hiç şüphesiz
bu süreç, Kızıldere'den farklı yanları içerir.
Kızıldere'de parti merkezi yapısı tümden imha
olmuştur; Haziran ciddi darbedir, ama geride kalan
yoldaşlarımız örgütün varlığını ve mücadelesini
sürdürmüştür. Böyle de olsa, bizim için Haziran
bir dönemi işaret eder; bir anlamda sürece yayılan
12 Eylül yenilgisini simgeler.
Devam
edelim…
12
Eylül açık faşizmine karşı üç cephede direndik.
Birincisi, sınırlı ve 12 Eylül açık faşizmin programını
bozacak düzeyde olmasa da silahlı direniş örgütledik.
İkincisi, bu direniş çizgisini, Bedrettin, Nurettin
yoldaşların şahsında işkencede sürdürdük. Susmak
ve düşmana tek bilgi vermemek şiarımızdır; ölüm
pahasına bu direniş sürecektir. Böylece direniş
halkamıza yeni halkalar ekledik. Üçüncüsü ise
tutsaklık koşullarında direndik. 12 Eylül açık
faşizmi en yoğun devrimci tutsaklara saldırdı,
onları kimliksiz birer nesneye dönüştürmek istedi,
teslimiyet dayatıldı. Buna karşı direnmek, sadece
onurumuzu değil, parti-devrim-sosyalizmi savunmaktır.
Direndik ve bu devrimci geleneğe yeni halkalar
ekledik.
Bu
üç alanda, bu üç halkada yaratılan devrimci geleneğin
öncüsü, yaratıcısı olduk. Haziran isyandır, direniştir!
Bu
tarih bizimdir!
İ)
Sıçramak İçin: Yeniden İnşa Süreci
Tarihimizin
iki halkası, Kızıldere ve Haziran şehitleri somutunda
bir tarihsel süreci ele aldık. Bu konuda, daha
öncede çeşitli yazılarımız yayınlandı; bundan
sonrada, şehitlerimizi ve tarihimizi yeniden ve
yeniden yazacağız. Biliyoruz, yukarıda ifade ettik,
devrimci sosyalizmin tarihi bu iki ana halka ile
sınırlı değildir. Ama burada amacımız tüm tarihimizi
özetle ele almak değildir; ve tarihimizin başka
süreçleri başka yazıların konusudur.
1968-72
ve 1975-81 sürecinin kazanımı, doğru devrimci
ideoloji, bunun üzerinde devrimci bir parti/örgütün
inşası ve devrimci savaşın iradi örgütlenmesidir.
Dikkat edilirse, süreçler aynen tekrar edilmiyor,
her sürecin özgün yanları ve sonuçları var. Ama
ortak yan, az önce ifade ettiğimiz "parti"
ve "savaş" kavramında anlamını bulan
irade ve mücadeledir. Yine, Kızıldere ve Haziran
darbelerinin önümüze koyduğu görevde bu temeldedir.
Kızıldere'de parti fiziki olarak imha oldu, Hazirancılar
göreve sahip çıktılar; Hazirancılar devrim için
şehit düştü ve bir kez daha devrimci parti/örgütün
önemi ön plana çıktı. O halde, tarihimizin kazanımı
temelinde, önümüzdeki görev; devrimci partinin
inşası ve devrimci savaşın örgütlenmesidir. Yeniden
tarihin öznesi olmanın yolu da buradan geçiyor.
Hiçbir
deney ya da süreç tekrarlanamaz; bu sadece bilimsel
bir doğru değil, yaşamın gerçeğidir de. Hiçbir
deney ve süreç de köksüz, tarihten ve tarihin
kazanımlarından kopuk, ondan soyut da değildir.
Bu anlamda, devrimci sosyalizmin ideolojik, politik,
örgütsel tüm birikimi üzerinden yeniden inşa sürecimiz
adımlanıyor, adımlanacaktır. Bu süreç, her hangi
bir süreçte değil, bugün, bu toplumsal-siyasal
zeminde, devrimin yüzlerce irili-ufaklı sorunlarından
etkilenerek, etkileyerek bu süreç adımlanıyor.
Tersi idealizmdir.
Bu
anlamda, yeniden inşa sürecimiz, ne basit bir
dünün, geçmişin tekrarıdır; ne de ondan kopuk,
köksüzdür. Yeniden inşanın hedefi; bu dönemde,
emperyalizmin yeni/4. bunalım döneminde, bu dönemin
ilişki ve çelişkilerinden hareketle, bu dönemin
devrimci partisini inşa etmektir.
Bu
devrimci parti, devrimci sosyalizmin ideolojik-teorik
birimimi üzerinde inşa edilecektir. 40 yılı aşkın
tarihimiz, donan değil yenilenen ideolojik birikimi
yaratmıştır. Bu ideolojik-teorik birikim, sıçramalı
bir gelişim izlemiş, belki bazı süreçlerde "savunma"
temelinde yenilenme eğilimiz zayıf kalsa da, devrimci
yenilenme içselleşmiştir. Bu ideolojik-teorik
birikimin, bu ideolojik-politik çizginin ilk ana
halkasını Mahir yoldaşın kaleminden çıkan KESİNTİSİZ
DEVRİM I-II-III'tür. Devrimci ideoloji-teori durmaz,
"tamamlanmaz"; eksik ve yanlış yanlar
süreçle aşılır, zayıf ve açılıma muhtaç yanlar
yine süreçle açılır. Devrimci sosyalizmde eleştirel
yaklaşım içseldir; sadece ideolojik-teorik alanda
değil, örgütsel ve politik alanda da bu yöntem
devrimcidir. Bu anlamda "mutlak doğru"
ya da tersinden "yeni" adına "eskimişlerin
tekrarı" bizim işimiz hiç olmadı. İdeolojik-teorik
alanda yenilenme eğilimi 12 Eylül sonrası giderek
güçlendi ve SAFAK YARGILANAMAZ I-II ve Konferans
belgeleri birer kazanım olarak tarihimizde yerini
aldı. Süreç durmadı. SOSYALİZM SORUNLARI dosyası
MAHİR VE DEVRİM başta olmak üzere bir dizi çalışmamız
partiye kazandırıldı. Devrimci yenilenme temelinde
başlattığımız yeniden inşa sürecimiz bu birikim
üzerinde biçim aldı ve yeni/4. bunalım döneminin
sorunları ve çözüm yollarını içeren devrimci yenilenme
yazıları (bu yazılar; yeni dönem, emperyalizm,
devlet, ulusal sorun, parti ve kültür, strateji,
program gibi ana başlıklarda toplanmaktadır) yerini
aldı. Böylece, yenilenen bir çizgi üzerinde doğru
devrimci çizgimiz inşa edildi. Devrimci sosyalizm,
devrimin her sorununda bütünlüklü bir bakış ve
programa sahiptir. Bu Türkiye devrimin en ileri
teorik halkasıdır ve devrimci parti için kazanımdır.
Devrimci
parti, sadece ideolojik-politik bir çizgiden oluşmaz;
bunun üzerinden, sürecin, yani yeni/4. bunalım
dönemin sorunlarına devrimci yanıt üreten "devrimciler
örgütü" ve "kitle örgütü"nün organik
toplamı olan örgüte dayanır. Bu alanda Marksizm-Leninizm
ve devrimci sosyalizmin birikimini kucaklayan,
"tüzük" te ifadesini bulan bir işleyiş
parti örgütlerine yön verecektir. Dünyanın hiçbir
yerinde, böylesi bir görev, mücadele ve mücadelenin
sorunlarından bağımsız inşa edilemez. Güncel ve
dönemsel mücadele içinde, sınıf savaşımın en keskin
alanlarında, kadro ve kitle çalışması içinde bu
görev başarılabilir. Bugün en çok sorun ve sancı
yaşadığımız yerde burasıdır. Karmaşık, zorlu bir
süreçtir; ancak hedeflerden hiç sapmadan, büyük-küçük
görev ya da iş ayrımı yapmadan, yeni bir devrimci
hareket inşa etme kararlığı ile bu süreç aşılacaktır.
Yeniden
inşa sürecimizin ikinci hedefi ve bu anlamda görevimiz;
tarihimizden güç alarak, devrimimizin yolunu ifade
eden, politikleşmiş askeri savaşı örgütlemektir.
Devrimin yolu buradan geçiyor. Mahir ve Hazirancılar
politikleşmiş askeri savaşı, kimi eksik yanları
bir yana ayakları üzerine dikti. Uzun yıllar ise
bu strateji başaşağıdır. Her devrimin hedefi iktidardır.
Yeni/4. bunalım döneminde devrimimiz demokratik
ve sosyalist görevleri iç içe, kesintisiz ele
alacaktır. Devrimin hedefi, halk iktidarıdır.
Bu hedefe ulaşmanın yolu uzun süreli ve birleşik
bir savaştan, yani politikleşmiş askeri bir savaştan
geçmektedir. Bu temelde, bu coğrafyada politikleşmiş
askeri savaşı ayakları üzerine yeniden dikmek
ana görevlerden biridir. Hem dünya devrim deneyleri,
hem de tarihimizin kazanımlarını arkamıza alarak
yeni/4. bunalım dönemin ağırlaşmış sorunlarını
aşarak bu göreve sahip çıkıyoruz.
Bu
görevler bizimdir; başaracağız!
Hedefimiz
büyüktür. Kolay, bir hamlede başarılacak bir işe
soyunmadık. Basit bir tekrar, bir aparat inşa
etmekten bahsetmiyoruz. Sosyalizmin büyük bir
geriye düşüş içinde olduğu, kapitalist restorasyonun
yaşandığı, Nepal devrimini saymazsak Nikaragua
devriminden (Sandinistler uzun süreli halk savaşıla
iktidarı aldı, ancak seçimle iktidarı burjuvaziye
verdi) bu yana, yani son 35 yılda devrimlerin
yaşanmadığı bir dönemde bir devrim hareketi örgütleyeceğiz.
Bu devrim hareketi sol ve devrimci hareketin yaşadığı
ve giderek kaotik bir hal aldığı zeminde örgütlenecektir;
bunun izlerini taşıyacak ama bunu aşma eylemi
olarak örgütlenecektir.
Büyük
hedefler büyük adım ve sınırsız emekle yakalanır.
Sıradan bir yürüyüşle en ilerisinden sol ve devrimci
hareket içinde "muhalif" bir grup olunur;
ama devrim hareketi örgütlenemez. Bu anlamda,
Kızıldere'de, Haziran şafaklarında parti-devrim-sosyalizm
bayrağını yükseklerde tutanlarının öğrettiği,
böylesi bir devrim hareketini başarma iradesidir.
Onlara bağlılık da buradan geçmektedir. Kendini
örgütlemeyen, yenilenme eylemini kendinde başlatmayan
bir devrim hareketi örgütleyemez. İç devrim budur;
kişilikte, örgütlü yaşamda her şeyin merkezine
devrim ve sosyalizmi koymak, bu temelde yenilenme
eylemidir.
Mahir
ve ilk öncülerimiz tarihimizin birinci dönemini
inşa ettiler. Hazirancılar ikinci dönemin ilk
etaplarını koştular. Onların izinden, bazen hızlı
çok kez de yavaş, çeşitli aşamalardan geçerek
bugüne geldik. Artık bir tarihsel dönemi geride
bırakmak yeni bir dönemi başlatmak görevdir. Bu
iradi ve örgütlü bir süreçtir. Yeni/4.bunalım
döneminin devrimci partisini, buna bağlı devrimci
halk hareketini inşa edip, buzu kırıp yolu açacağız.
Şimdi
görev, üçüncü dönemi başlatmaktır.
Yeniden
inşa sürecimiz, dönemsel taktik politikamızın
hedefi budur!
|