Talip Karasansar Yoldaşın ölümsüz
anısına!...
Bu
yazının tamamlandığı sırada, Talip Karasansar
yoldaş, 5 Haziran gecesi, sevdamızın şehri İstanbul'un
emekçi semtlerinden Esenyurt’ta şehit düştü. Talip
Karasansar yoldaş kurtuluş mücadelesinin ateş
ve acılarla, militanlık ve ölümsüzlükle döşenmiş
yolunda, Devrimci Kurtuluş yolunda, Haziran şehitlerimiz
Cevahir'in, Tamer'in, Atilla'nın, Ercan'ın, Doğan'ın,
Gürkan'ın, Ahmet'in, Kadir'in yolunda yürüyerek
ölümsüzleşti!.. Devrimin engebeli, dolambaçlı,
sarp yolunda yürürken ölümsüzlüğe uğurladık onu...
Her biri Devrimci Kurtuluş mücadelemizin yapı
taşı olan şehitlerimiz mücadele azmimizin, devrim
kararlılığımızın birer ifadesi, meşalesi ve bayrağı
olarak hep en önde yürüyecekler!.. Şehitlerimize
ve onların uğruna ölümsüzleştiği devrimci kurtuluş
mücadelemize bağlılığımızı, onların mücadele bayrağını
daha yükselterek göstereceğiz! Şehitlerimizin
yükselttiği devrimci kurtuluş bayrağı asla yere
düşmeyecek!.. Mutlaka ama mutlaka oligarşinin
burçlarında dalgalanacak!
Ölümsüzlüğe
uğurladığımız Talip Karasansar yoldaş ve tüm devrim
ve sosyalizm şehitlerinin ölümsüz anıları yolumuzu
aydınlatıyor!
***
Sınıf
mücadeleleri açısından da sıcak olacak bir yaza
girdik. Ve bütün göstergeler oldukça sert çatışmalarla
biçimlenecek bir sonbaharın da gelmekte olduğunu
gösteriyor.
Türkiye
gericiliğinin/faşizminin kalesi haline gelmiş
olan AKP yaz aylarını yeni ve daha büyük hamleler
için kullanmayı, dahası sonbaharda meclisin yeni
döneminin açılışıyla birlikte "ustalık"
döneminin, yani kurmaya çalıştığı toplumsal hegemonyanın
temel yapı taşlarını döşemede hızlanmayı hedefliyor.
Bunun tek bir anlamı vardır; AKP'nin saldırganlığının
daha da artması, daha büyük çelişki alanları oluşması
ve daha sert sınıf çatışmalarının zemininin oluşmasıdır.
Bu
bağlamda, "ustalık döneminin" bir yılı,
özellikle de son birkaç ayın bir bölümü yaz aylarına
da sarkan gelişmeleri yaz ayları ve önümüzdeki
sonbaharın mücadeleleri için önemli veriler sunuyor...
AKP'nin
kurmaya çalıştığı hegemonyanın bütün unsurlarının
esas olarak işçilere, emekçilere ve ezilenlere
karşı topyekün ve yoğunlaştırılmış bir saldırı
anlamına geldiği daha açık görülüyor. Kimi uygulamalardaki
saldırganlığın pervasızlığı ve Tayyip ile içişleri
bakanının tutumlarında belirgin biçimde ortaya
çıkan lümpen ifade tarzı, yüzde 50 oy almış bir
partinin şımarık ve keyfi tutumları gibi görünse
de (ki bir yanıyla öyledir), aslında aynı zamanda
bir sıkışmanın da ifadesidir.
ABD
emperyalizminin zaman zaman kulak çekmeye dönük
uyarılarına rağmen, hala sürmekte olan güçlü desteğine
ve mecliste sahip olduğu büyük çoğunluğa karşın,
AKP, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, askeri,
dış ilişkiler vb. gibi tüm temel alanlarda küçümsenemeyecek
toplumsal direnişlerle, nesnel engellerle ve kendi
iç cephesindeki yarılmalarla karşı karşıya olduğunu
görüyor.
Ekonomide
giderek daha fazla hissedilir hale gelen sıkışma,
Kürt sorununda PKK'nin geçtiğimiz bahara kadar
belini kırmaya dönük saldırı politikasının fiyaskoyla
sonuçlanması, 1 Mayıs'ın hala güçlü bir sol direniş
potansiyelinin varlığını göstermesi, Suriye politikasında
hesapların bozulması, Fetullah Gülen'le olan koalisyonun
ciddi bir güç savaşına dönüşmesi, liberal ve sol
liberal destek güçleriyle olan ilişkilerdeki soğuk
rüzgarlar, kısacası her cephede yaşanan ciddi
handikaplar ile kendi hegemonyasını kurmaya dönük
politikalar arasındaki açı farkı büyüyor.
ABD
emperyalizminin ürünü olan Ilımlı İslam projesini
sağlam dayanaklara bağlamak ve bugüne değin toplumsal
hegemonya için attığı adımları hızla geriye dönüşsüz
hale getirmek için ne yapacaksa bu dönem yapması
gerektiğinin farkındalığıyla, önüne çıkan engellerin,
ters basınçların yarattığı acelecilik ve sıkışma
onun saldırganlığının, pervasızlığının ve keyfiliğinin
temelini oluşturuyor.
Saldırganlığın
sivri ucu doğal olarak toplumsal muhalefete yöneltilmiştir.
Tüm direniş dinamiklerine dönük olarak yoğun saldırı
dalgaları ardarda gelmektedir. Dahası, tüm emekçi
kesimler farklı düzenlemeler temelinde yoksullaştırma,
tüccar dinciliğinin baskısı altına alınma, demokratik
hakların yok edilmesi yoluyla "çaresizleştirilme"
saldırısı altına alınıyor.
I-
İşçi Sınıfı: Saldırılar ve Direniş
-
Kamu Emekçileri
Son
dönemde işçi ve kamu emekçilerine dönük ekonomik
ve demokratik hak gaspları, AKP'nin kurmak istediği
emek düzenini, sendikal düzeni ve bu yöndeki pervasız
politikalarını en belirgin biçimde ortaya koyan
gelişmeleri oluşturuyorlar.
Büyük
demokrasi adımı olarak gösterilen 2010 Anayasa
değişiklikleriyle kabul edilen kamu emekçileri
için grevsiz toplu sözleşme düzeninin ne anlama
geldiği 25 Mayıs'da kamu emekçilerine verilen
ücret artışlarıyla apaçık gösterildi. Kamu emekçilerinin
toplu sözleşmelerinde son kararı vermekle görevlendirilen
ve Kamu Görevlileri Hakem Kurulu (KGHK), 4'e karşı
7 oyla kamu emekçilerinin önümüzdeki 2 yıl boyunca
alacağı ücret zamlarını belirledi. 2011 yılı enflasyon
oranı 10.5 olmasına karşın, 2012'de kamu emekçileri
ilk altı ay için yüzde 4, ikinci altı ay içinde
yüzde 4 ücret artışı alacaklar.
Bunun
yıllık ortalaması yüzde 6.1 yapıyor. 2013 için
belirlenen ücret zammı ise daha düşük yüzde 3+3.
Ve KGHK'nın kararı kesin biçimde bağlayıcı. İtiraz
hakkı yok. Üyelerinin çoğunluğu hükümet tarafından
atanan KGHK'nın ve bu temele oturtulan "memura
toplu iş sözleşmesi hakkı"nın nasıl bir komedi
olduğu da böylece açığa çıkmış oldu. Grev hakkını
içermeyen bir toplu sözleşme düzeninin başka türlü
sonuç vermesi de mümkün değildi.
Böylece
12 Eylül döneminin “Yüksek Hakem Kurulu”, güya
onunla hesaplaşan bir anayasa değişikliği sonucunda
KGHK adı altında hortlayıverdi.
Meydanlarda
sürekli biçimde ekonominin iyiye gittiğinden dem
vuran, büyüme oranları ile övünen AKP, sıra emekçilere
geldiğinde enflasyon oranının altında ücret artışları
vermekte sorun görmüyor. Enflasyonun altında ücret
artışı vermek, gerçek bir ücret artışını ifade
etmiyor. Tersine ücretlerin reel olarak düşmesini
ifade ediyor. Üstelik de buna yasal yollardan
itiraz etme şansınız da yok.
Kamu
emekçileri KESK öncülüğünde 29 Mayıs'ta gerçekleştirdikleri
eylemlerle buna sessiz kalmadıklarını, kalmayacaklarını
gösterdiler. Hükümet eliyle kamuda en büyük memur
sendikası haline getirilen Memur-Sen'deki emekçiler
arasında da ciddi kıpırdanmaların olduğu ifade
ediliyor. Alttan gelen bu basıncın sonucu olsa
gerek ki, Memur-Sen'in KGHK'ya üye olarak atadığı
bir akademisyen önce bu komik komediye onay verirken,
daha sonra oyunu değiştirdi ve ret verdi. Böylece
oylama sonucu 5'e karşı 6 oldu. Ancak bunun da
durumu değiştirmediği açık. Hiç kuşkusuz, kamuda
güvenceli olarak çalışan ve adeta "şanslı"
ücretliler olarak görülen kamu emekçilerinin geniş
kesimlerinin güçlü ve daha geniş kesimleri kapsayan
direnişler geliştirmesi daha uzun bir sürecin
sorunu... Ancak 29 Mayıs eylemleri kamu emekçileri
cephesinde direniş eğiliminin hala diri olduğunu
apaçık gösteriyor.
Kamu
emekçilerinin reel gelirlerinin düşüş eğiliminin
sürmesinin arkasında, herşeyden önce, büyük bir
bölümü ücretlendirilen ve kapitalist işletme mantığı
ile yürütülen kamu hizmetlerinden kâr elde etme
isteğinden kaynaklanıyor ve bunun başlıca yolu
olarakda işgücünün daha fazla sömürüsü görülüyor.
Ücretler düşürülerek kâr oranları yükseltilmeye,
en büyük kapitalist olan devletin kasası, kapitalist
tekellere aktarılmak üzere doldurulmaya çalışılıyor.
Ancak bunun yanısıra bir diğer faktör, Türkiye
yeni-sömürge kapitalizminin zayıf ve dengesiz
yapısıdır. Ekonominin tümüyle yüksek faiz oranlarıyla
alınan dış borçlanmanın sürdürülebilmesine bağlı
gelişmesindeki tehlike çanları giderek daha fazla
çalıyor. AKP, kamu harcamalarını, en başta da
kamu emekçilerinin ücretlerini ve sağlık, eğitim
gibi kamu hizmetlerine ayrılan harcamaları kısarak
yaklaşmakta olan krize dönük tahkimat yapmaya
çalışıyor.
-
THY Ve Sınıf Direnişi
Bunun
yanı sıra, son yılların kamuoyunda en çok ses
getiren işçi, emekçi direnişi ise THY'de Hava-İş
tarafından gerçekleştirildi. THY’de gerçekleşen
işçi direnişi ve ardından gelen AKP saldırısı
Türkiye ekonomisinin emperyalizme bağımlı, olağanüstü
kırılgan yapısının ve faşist uygulamaların nasıl
derinleştirildiğine en iyi ayna tutan olguları
oluşturuyorlar.
THY
ile başlayalım:
AKP
rejiminin ‘başarı öyküleri’nden biri olarak sergilenen
THY’nin, aslında nasıl şişirilmiş bir balon olduğu,
Hava-İş üyesi çalışanları ile sürdürülen toplusözleşme-grev
sürecinde ortaya döküldü. Akaryakıtından uçağına,
her tür ekipmanından donanımına kadar dışa, dış
kaynağa bağımlı olan sivil havacılığın, likidite
bolluğu dönemlerinde ucuz kaynakla büyütülmesinin
ceremesi, küresel kriz ile birlikte ödenmeye başlandı.
THY’nin döviz borçları, her kur zıplaması ile
birlikte THY’yi de zıplatmaya başladı. Yüzde 51
hissesi borsada alınıp satılan THY’nin mali yapısı
daha çok mercek altına alınır oldu. 2010 net kârını
286 milyon TL olarak açıklayan THY, ne olduysa
2011 kârının 18.5 milyon TL’ye düştüğünü bildirdi
hissedarlarına. Ancak, öyle de değilmiş. Kamuoyunu
Aydınlatma Platformu’na (KAP) yaptığı açıklamada,
kazın ayağının öyle olmadığı, 1 milyar 40 milyon
TL zarar edildiği bildirildi. Bildirimde şöyle
denildi: “01.01.2011-31.12.2011 hesap dönemine
ait konsolide finansal tablolara göre 18.516.632
TL net dönem kârı elde edilmiş olup, yasal kayıtlara
göre elde edilen net dönem zararı ise 1.040.827.727
TL’dir. .. 2011 yılı mali sonuçları neticesinde
hissedarlara kâr dağıtımı yapılamayacaktır.” (M.
Sönmez, 2.6.2012, Cumhuriyet)
Şişirilmiş
THY gerçeğini bu veriler olanca açıklığıyla anlatıyor.
Döviz kurlarında henüz ciddi bir yükselişin olmadığı
bugünkü koşullarda bile, tümüyle emperyalist finans
kurumlarından alınan borçlarla "büyüyen"
THY, petrol fiyatlarında ya da dolarda görülebilecek
herhangi bir ciddi artışta iflas bayrağını çekebilir.
Bu
durumu, genel olarak Türkiye ekonomisi için Barikat'ın
son sayılarında sürekli vurguluyoruz. Türkiye
ekonomisinin durumunu aşağıda yeniden ele alacağız.
THY'nin
büyüme diye yutturulan "şişirilmesi"
böyle bir seyir izlerken, THY işçilerinin çalışma
koşulları hızla kötüleşiyor. Personel sayısının
arttırılmasına rağmen, artan yolcu sayısı ve yapılan
km'nin artışı bunun çok daha üzerinde. 2007'de
personel başına yolcu/km oranı 2.9 iken, 2011'de
personel artmasına karşın, yolcu/km oranı 3.7'ye
yükselmiş durumda.
THY
emekçileri toplusözleşme görüşmelerinde buna uygun
olarak ücret artışı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini
istediğinde, görüşmelerin orta yerinde AKP, THY'de
grev yasağı getirdi. THY çalışanları grev hakkını
yasaklayan yasa önerisine karşı 29 Mayıs'ta 1
günlük grev yaptı. Bu grevin önemi salt ekonomik
temelli olmaması, bununla bağlantılı olarak faşist
bir baskı yasasına işçilerin karşı duruşunu göstermesindedir.
Grevle gücünü gösteren işçiler tüm uçuşları felç
etti. 30 Mayıs'ta yasayı çıkaran AKP, bununla
da yetinmedi, tam bir faşizm uygulaması olarak
bir günlük grev yapan 305 işçiyi telefon sms'leriyle
işten çıkardı.
AKP
faşizmi, büyüme, gerçekte ise "şişirilme"
simgesi olan THY'nin içine girdiği düşüşün faturasını,
THY işçilerinden çıkarmaya çalışıyor. Hava-İş'in
daha önceki toplu sözleşme dönemlerinde (örneğin
2007 yılındaki toplusözleşme döneminde) grev silahını
kullanma konusundaki kararlı duruşunun yeniden
gündeme gelmesi karşısında, altına imza attığı
tüm uluslararası sözleşmeleri de ihlal etme pahasına
da olsa bu saldırıyı başlattı.
Tayyip'in
havacılık sektöründe grevi yasaklamasının gerekçesi
ise dünyada eşine az rastlanır bir gerekçe; "stratejik
sektör"... Evet, Tayyip birden havacılık
sektörünün stratejik olduğunu keşfetti. Sendikal
hakların az ya da çok var olduğu hiç bir yerde
hava kontrolörleri haricinde, havacılık sektöründe
grev yasağı ya da stratejik sektör tanımlaması
bulunmuyor. 12 Eylül cuntası bile bu sektörde
grevi yasaklayan herhangi bir yasal düzenleme
yapmamıştı. Havacılık sektörünü herhangi bir mantıksal
temeli olmadan “stratejik” ilan eden bu faşist
yaklaşımdan hareket edildiğinde tüm sektörler
çeşitli gerekçelerle stratejik ilan edilebilir.
Petrol endüstrisi stratejiktir, grev yasak, tekstil
Türkiye ekonomisi için çok önemli, stratejiktir,
grev yasak, taşımacılık sektörü de çok önemlidir,
orada da grev yasak, vb... liste uzatılabilir
ve tüm sektörlerde grev yasağı getirilebilir.
Bütün
bunların palavra olduğu, işçi sınıfını aşını,
işini koruyamayacak hale getirmek, patronların
belirlediği koşullarda çalışmaya mahkum etmek
için uydurulmuş olduğu açıktır. İşçiler, emekçiler
açısından stratejik olan özgür ve insanca yaşamdır.
İşçilerin, emekçilerin ekonomik haklarını korumak
için ellerindeki en temel mücadele aracı olan
grev hakkının gaspedilmesi, ekonomik sıkışmanın
daha da boyutlanmasıyla faşist uygulamaların daha
da derinleşeceğinin somut görünümlerinden biridir.
THY'deki
direniş ve karşılaştığı saldırı işçi sınıfının
önünde ancak büyük direnişlerle kazanılacak bir
sürecin olduğunu göstermektedir.
II-
Emekçi Halk: Zamlar, Yıkım Saldırısı ve Direniş
Zamlar
üst üste geliyor; doğal gaza, elektiriğe ve daha
pek çok ürüne zam yapılıyor. Bu ürünlerin alım
fiyatlarında ciddi bir artış olmamasına karşın
halka satış fiyatlarının sürekli artışı, ekonomideki
sıkışıklıkları emekçi halkın cebinden karşılama
politikasıdır. Emekçilerin bu zam politikası karşısında
henüz geniş çaplı bir tepkisi ortada yok. Ancak
ekonomideki sıkışma arttıkça bu zam dalgaları
da art arda gelecek... Bunun anlamı, zamlar ve
diğer ekonomik saldırılar büyüdükçe bunlar karşısında
birleşik bir mücadelenin dinamiklerinin giderek
daha fazla oluşmaya başladığıdır.
Öte
yandan, yoksul emekçi mahalleleri yaklaşık 10
yıllık AKP iktidarının saldırılarının temel hedeflerinden
birini oluşturuyor. Tayyip, Van depremi sonrasında,
bu depremi de gerekçe yaparak, emekçi semtlerine
dönük büyük saldırıyı başlatacaklarını açıklamıştı.
Ve 17 Mayıs'ta kabul edilen "Afet Riski Altındaki
alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı"
ile bu saldırıya yasal bir kılıfda hazırlanmış
oldu. Yasa sözde "Afet Riski" altındaki
bölgelere ilişkin tasarıda bulunan 10 bin kelimeden
sadece 8 tanesi deprem... Kısacası, dertleri ülkedeki
afet riskiyle ilgili değil. Kaldı ki, Türkiye'nin
neredeyse tümüne yakın bir bölümü deprem riski
altında, dahası daha pek çok afet türünün tehdidi
altında. Afet riskiyle ilgili derdi olan bir hükümet,
Türkiye'nin deprem ve diğer risklere karşı, bütünlüklü
olarak insanca barınma ve yaşama uygun olarak
yeniden imarı için çok daha kapsamlı ve tüm emekçilerin
söz ve karar hakkı sahibi olduğu bir süreci başlatır.
Sadece bu değil, böyle bir derdi olan hükümet,
deprem vergisi olarak toplanan 44 milyar lirayı
duble yol vb. rant projelerine yatırıp tüketmez,
depreme dönük ıslah projeleri geliştirir ve bu
paranın bu projeler için şefaf biçimde harcanmasını
sağlar. Başta ülkenin kalbi olan İstanbul olmak
üzere, tüm Türkiye büyük deprem riski altındayken,
mevcut koşullarda İstanbul'da beklenen depremin
gerçekleşmesi durumunda en az 100 bin insanımızın
öleceği kesin olarak ifade edilirken, 44 milyar
lira gibi çok büyük deprem iyileştirmelerini mümkün
kılacak büyük bir fonu, yandaş şirketlere rant
sağlamak için duble yollara yatırmak nasıl bir
vahşi gaddarlık içinde olunduğunu göstermektedir.
Elbette onların tuzu kurudur; kendileri ve hizmet
ettikleri kapitalist tekellerin sahipleri , büyük
burjuvalar güvenli konutlarda, işyerlerinde yaşıyor
ve çalışıyor. Depremde yaşamını yitirecek olanlar
işçiler, köylüler ve yoksul emekçi halktır. Vahşi
bir gaddarlık içinde olan, yüzbinlerce insanımızın
yaşamına mal olacak bir kıyımı gönül rahatlığıyla
karşılayan AKP ve Tayyip'in bu yasayla muradı
nedir?
Öncelikle
ilk kuruldukları yıllarda şehirlerin kıyısında
olan büyük gecekondu bölgelerinin küçümsenemeyecek
bir bölümü, son 40 yıl içinde üç, beş misli büyümüş
olan kentlerin orta yerinde kalmıştır. Emperyalistler
ve büyük tekeller gözünü bu değerlenmiş büyük
gayrımenkul alanlarına dikmiştir. Asıl hedeflenen
bu bölgelerdir. Emekçilerin alınterleriyle defalarca
yıkıma rağmen tekrar ve tekrar yeniden yaparak
başlarını soktukları, sonrasında her türlü vergisini
ödedikleri bu alanlar gaspedilerek, burjuvazi
için lüks konut ve iş merkezlerine dönüştürülmek
isteniyor.
Bu
bölgeler yıkılarak, emperyalist sermayeye ve işbirlikçileri
yerli inşaat tekellerine pazarlanmak, elde edilen
gelirler tekrar krediler ve başkaca yollardan
yine bu kesimlere aktarılmak isteniyor. Sadece
yıkım bölgeleri değil, 2B arazileri de satılacak
ve elde edilecek yüzmilyarlarca lirayla TC tarihinin
en büyük rant dağıtım süreci başlatılacak.
Böylece
bu alanların alım-satımı yoluyla emperyalist finans
kurumlarından yeni kredi akışı sağlanacak ve ekonomiye
dış borç girişinin kesilmemesi için yeni bir yağma
alanı daha açılmış olacak. Bunun yanı sıra, elde
edilen gelirle emperyalist finans kurumlarına
olan dış borç ödemelerinde bir rahatlama sağlanmış
olacak.
Bu
semtlerde konut sahibi olan emekçilerin payına
ise genellikle kent merkezlerine uzak küçük ve
sağlıksız konutlar düşecek. Üstelik bu konutlar
çoğunlukla uzun süreli borçlandırma yoluyla emekçilere
verilecek. Konut sahibi olan emekçiler konutlarını
kaybettikleri gibi, borçlandırılacaklar. Dahası,
küçümsenemeyecek bir bölümüne, özellikle bu bölgelerde
nispeten daha ucuz kiralarla oturanlara ise başınızın
çaresine bakın denilecek.
Bu
yıkım ve yağma projesinin arka planında yatan
bir diğer temel faktör muhalif emekçi semtlerinin
şehirlerin bağrından sökülüp atılması, on yıllardır
sol ve devrimci güçlerin yatağı haline gelmiş
olan bu toplumsal dokunun parçalanmasıdır. Böylece
bir taşla iki kuş vurulmuş olacak. Pek çok direnişin
merkezi olan bu bölgeler dağıtılarak, halk direnişinin
az çok kökleştiği ve kent merkezlerine yakın olan
bu alanlar tehlike olmaktan çıkarılacak. Bu anlamda,
bu saldırı aynı zamanda doğrudan devrimci ve sol
güçlere dönük bir saldırı olarak gelişmektedir.
Bakan Mehmet Bayraktar'ın "uygulamaya İstanbul
ve İzmir'den başlayacağız, hangi belediye hazırız
derse oradan başlayacağız" sözleri, hem en
büyük kent rantı sağlayan bu kentlerdeki rant
çarkının dönmesi için büyük bir aceleleri/sıkışmaları
olduğunu, hem de Yamanları, Kadifekalesi, Alibeyköyü,
Okmeydanı, Gazisi, Tarlabaşı, Kağıthanesi, Derbenti,
Kurtköyü, Aydosuyla ve benzeri daha pek çok mahallesiyle
sol ve devrimci güçlerin yoğunlaştığı alanların
saldırıların odağında olduğunu gösteriyor.
Hiç
kuşkusuz, bu yıkım ve rant alanları oluşturma
saldırısında oligarşinin işi hiç de kolay olmayacak.
Saldırının somut olarak başlamasıyla birlikte
büyük direnişlerin de gelişeceği açıktır. Türkiye'nin
önümüzdeki dönemine damgasını vuracak en önemli
emekçi direnişleri bu alanlarda yükselecek.
III-
Hava Kaçıran Türkiye Ekonomisi Balonu
Gerek
kamu emekçilerine dayatılan ve açıkça onların
reel gelirlerinden çalan toplu işsözleşmesi, gerekse
THY emekçilerine dönük grev yasağı ve THY'nin
geldiği nokta, 2B alanlarının satışı hazırlıkları
ve emekçi bölgelerine dönük büyük rant alanları
oluşturma ve yıkım saldırısı, AKP yönetimindeki
Türkiye ekonomisinin "büyüme" balonunun
ciddi biçimde hava kaçırmaya başladığını gösteriyor.
-
Kırılma noktaları hem artıyor, hem de belirginleşiyor...
Yukarıda
ifade ettiğimiz THY bu durumun somut örneklerinden
biridir. Sadece THY değil, inşaat sektörü, önemli
tüm sanayi işletmeleri (TÜPRAŞ, Telekom, Erdemir,
enerji projeleri, iç tüketim kredileri, işletme
kredileri, vb.), emperyalist finans kurumlarından
alınan kredilerle finanse edilmektedir.
Emperyalist
finans kurumlarına sürekli ve giderek büyüyen
biçimde borçlanmadan Türkiye ekonomisinin bir
an bile ayakta duramayacağı açık biçimde ortaya
çıkıyor. Bu, yüksek faizli ve büyük çoğunluğu
sıcak para olan borçlanmanın sürekliliğinin sağlanması
ise imkansızdır. Sadece emperyalist finans kurumlarının
ani ve büyükölçüde çekilmesi değildir sorun. Bununla
bağlantılı olarak, en az onun kadar önemli olan
bir diğer problem, taze borç para girişinin azalması,
faiz oranlarının yükselmesi, ihracatta yaşanacak
daralmalar, hammade (petrol, doğal gaz, vd.) fiyatlarındaki
ani ve kalıcı yükselişler vb. durumunda (bunların
tümünün birden olması gerekmez, biri ya da birkaçı
bile yeterlidir) dolar/euronun piyasada azalmasına
bağlı olarak döviz fiyatlarının yükselmesi ve
borç yükünün bir anda hızla büyümesidir. Bu da
ekonominin çöküşünü kesinleştirir.
THY
örneği, hem borç batağına gömülmeyi, hem de enerji
ve ara malları konusundaki kırılganlığı apaçık
ortaya koyuyor. (Borç batağı içinde debelenme
güncel olarak sadece THY'ye özgü değildir. Haziran
2012 itibariyle 177 büyük firma yabancı para pozisyonunda
eksidedir. Ve bunların ilk 30 tanesi büyük holdinglere
aittir.)
Bırakalım
dış finansman akışının kesilmesi ya da yavaşlamasını,
hammade ve ara mallarının fiyatlarında görülebilecek
büyük artışları, çok büyük oranda ithalatla sağladığı
enerji kaynaklarında oluşabilecek herhangi bir
ciddi oynama bile Türkiye ekonomisinin dipsiz
bir krize girmesinin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.
Ve
bunların olması için, illa emperyalist güçlerin
Türkiye ekonomisine dönük büyük bir yağma komplosu
kurması da gerekmiyor. Sıcak para için Türkiye
ya da başka bir ülkenin özel bir önemi bulunmuyor,
daha yüksek getiri sağlayacak herhangi bir ülkeye
hızla kayabilir. Ya da enerji kaynakları; Türkiye'nin
en önemli enerji tedarikçileri, gerek doğal gaz,
gerekse petrolde, Ortadoğu'dadır ve ayrıca Rusya'dır.
Ortadoğu'da İran ve Suriye üzerinden yapılan savaş
hesaplarının tüm enerji hammaddelerinde olağanüstü
artışlara yol açması büyük olasılıktır. Dahası,
emperyalistlerin Ortadoğu'da çaldıkları savaş
tamtamlarına elinde darbukasıyla katılan Tayyip'in,
İran ve Suriye'ye yönelecek bir savaşta, İran'ın
doğal gazı ve petrol akışını kesmesi, Rusya'nın
ise en iyi ihtimalle aksatarak ve yüksek fiyatlarla
göndermesi durumunda, petrol fiyatlarının olağanüstü
yükselmesi karşısında ekonomide tuş olması kesindir.
-Sıkışma
ve yağma içiçe geçiyor;
Deprem fonları, işsizlik fonu, bedelli askerlik...
Ülkenin
tüm kaynaklarını hızla yandaşı tekellere ve oligarşinin
diğer bileşenlerine dağıtarak bir rant ekonomisi
kuran AKP'nin, hem sıkışıklığının, hem de gözü
dönmüşlüğünün açık ifadesi deprem fonlarını yağmalamasıdır.
Ancak
sadece bu değil, her yana saldırmaktadır. Bilindiği
gibi, işsizlik fonunun, yani işsiz kalan işçilere
bir süreliğine ödeme yapmak için oluşturulan fonların,
bundan bir süre önce, genel harcamalar için kullanılmasının
önü açıldı. Böylece işçilerden kesilen milyarlarca
liranın burjuvaziye akıtılması, sıkışan ekonomi
için kullanımı mümkün hale getirildi. Ekonomide
olası bir çöküş durumunda daha önce de görüldüğü
gibi milyonların işsiz kalması halinde işsizlerin
en azından bir bölümüne ödenecek kaynaklar şu
anda buharlaşmaya başlamış durumda.
Geçtiğimiz
aylarda bir başka soygun ve eşitsizlik alanı daha
açıldı. Toplumda, orduda, "mehmetçik ve mehmet
bey" gibi ayrımlara yol açıyor, rencide edici
oluyor dedikleri bedelli askerlik uygulamasını,
bir anda kabul ettiler. Ancak orta ve daha üst
burjuva kesimlerin yararlanabileceği bu uygulama
yoluyla "vatan borcu askerlik"in de
alınıp satılabilirliğini gösterdiler. Paran varsa
öder kurtulursun, sınır boylarında, Kürdistan'da
yürütülen kirli ve haksız savaşta, Suriye'ye yönelik
olası savaşta, Afganistan'da vb. ölecek yoksul
çocuklarından nasıl olsa yeterince var! Böylece
bir yandan zenginlerin gönlü hoş edilir, sağlığı
sıhhati korunurken, bir yandan da yeni gelir kaynağı
yaratılmış oldu. Ancak bu konuda bugüne değin
kullanılan söylemler ekonomiye ilişkin bazı ipuçları
da veriyor. Bilindiği gibi, bedelli askerlik uygulaması,
1999 büyük depreminin ardından yıkıma uğrayan
ekonomiye katkı olsun, deprem yaraları sarılsın
gerekçeleriyle bir defalığına yapılmıştı. Daha
sonrasında ise yeniden uygulanması yönündeki talepler
sürekli olarak, bu gerekçede ifade edilerek reddedildi.
Şimdi sormak gerekiyor; hangi deprem oldu da,
bu uygulamayı tekrar gündeme getiriyorsunuz? Üstelikde
deprem vergilerini rant dağıtmak için duble yollara
harcarken...
Evet,
Türkiye'nin jeolojik yapısından kaynaklı bir deprem
sorunu var. Ancak bu AKP'nin umrunda bile değildir.
Fakat yukarıda ortaya koyduğumuz gibi, AKP'nin
gizlemeye çalıştığı başka bir deprem daha yaklaşmaktadır;
ekonomi depremi. Ekonomi depremini geciktirmek,
rant dağıtımını biraz daha uzatmak için el uzatmadıkları
tek bir yer kalmayacak...
Bedelli
askerlik uygulaması, 2B arazilerinin satışı, yoksul
emekçi semtlerinin yıkılarak lüks konut ve iş
merkezleri yapmak için emperyalist finans kurumlarından
yeni borç alınması, vb. tüm uygulamalar yaklaşmakta
olan ekonomi depremini geciktirmek içindir.
Başaramayacaklar;
kapitalist ekonominin krizlerle ilerleyen gelişim
seyri, emperyalizme bağımlı yeni sömürge Türkiye
ekonomisinin zayıf ve kırılgan yapısı buna izin
vermeyecek.
-
Tarım sektörü için kısa bir not...
Yaz
aylarındayız; bir çok tarım ürünü için hasat zamanı...
Taban fiyatlar açıklanmaya başlanıyor/açıklanacak.
Çayda açıklanan 122 kuruşluk fiyat uygulaması,
Çaykur'un üreticinin ürünlerinin ancak yarısını
alıyor oluşu, özel sektörün taban fiyatın altında
ürün satın alması ve ürün bedellerini gecikmeli
ödemesi, çay üreticilerini sokağa döktü. Küçük
tarım üreticisini yok etmeye dönük bu uygulamalar
sadece çayla sınırlı değil, tüm ürünlerde söz
konusu. Ekonomide sıkışmış AKP'nin bu politikayı
daha ağır biçimde sürdüreceğine, üreticilerin
de yaz ayları boyunca direniş eylemlerinin süreciğine
kesin gözüyle bakabiliriz.
IV-Kürt
Ulusu:
Bitti
Denilen Kürt Sorunu ve Bitmeyen, Büyüyen Direniş
Haziran
2011 seçimlerinde Kürdistan'da umduğunu bulamayan
AKP'nin Kürt sorunundaki politikalarının yönü
tümüyle Kürt yurtsever hareketinin faşist şiddet
politikalarıyla bastırılmasına dönmüştür.
-Kürt
sorunu bitti mi?
Tayyip'in
"Kürt sorunu bitti" söylemi bunun en
açık politik ifadesi olmuştur. Oligarşi ve AKP,
elbette, Kürt sorununun bitmediğini, Kürt yurtsever
hareketinin tüm faşist baskılara rağmen kazandığı
seçim başarısıyla meşruiyetinin daha da arttığını,
askeri güçlerinin zayıflamadığını, Suriye'de güçlü
mevziler kazandığını, vb. biliyor. Kürt sorunu
bitti söylemi, esas olarak bütün bu gelişmeler
karşısında girilen dönemsel politikanın ifadesidir.
Kürt yurtsever hareketinin, Kürt ulusunun demokratik
taleplerinin siyasal ve askeri alanda, "açılım"
politikalarıyla geriletilemediğini gören AKP,
hareketin yasal ve açık alanda yoğun tutuklamalarla,
askeri alanda büyük bastırma operasyonlarıyla
önemli ölçüde geriletilmesinin ardından, yeni
kırıntı politikaları temelinde ve istediği muhataplarla
(mümkünse Kürt cephesinden hiç bir muhatap olmadan)
"çözülmesi"ni umduğu dönemsel bir taktik
politikayı devreye sokmuştur.
Peki
ne olmuştur?
Legal
alandaki meşru Kürt siyasetine dönük yoğun tutuklama
kampanyası ve polis baskısı hız kesmeden sürüyor.
Sonuç; Kürt yurtsever hareketi bundan şu ya da
bu düzeyde etkilenmiş olmasına karşın, büyük bir
gerileme göstermemiştir. 2012 Newroz'u, Roboski
katliamına dönük protestolar, 1 Mayıs'ın Kürdistan'da
da güçlü biçimde kutlanmaya başlanması, gerilla
cenazelerindeki görkemli katılımlar bunun açık
ifadesidir.
Askeri
alanda ise oligarşinin ciddi hiç bir başarısı
söz konusu değildir. Tayyip'in bu konuda çok güvendiği
polis akademisindeki ve ABD'deki akıl hocalarının,
gerillayı kış ve bahar aylarında imha etmeye,
gücünü önemli ölçüde kırmaya dönük planları tam
anlamıyla fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
Polis
güçlerinin kırsal operasyonlara katılması, yeni
tekniklerin ve taktiklerin yoğun kullanımı, ABD'nin
güçlü istihbarat desteği vb.nin belki de en önemli
sonucu Roboski katliamı olmuştur. Roboski'de,
çokça dillendirdikleri Tamil katilamının Kürtler
içinde çok uzakta olmadığını göstermek ve Kürtleri
katliam basıncı altına almak, yeni ve büyük operasyonlar
için kapı aralamak hedefi, Kürt halkının korkusuz
direnişi karşısında tuzla buz olmuştur. Kürt halkı
korkuyla geri çekilmek bir yana, büyük bir öfke
ve direnişle öne atılmıştır. Katilamın daha ilk
anından itibaren gelişen bu direnişçi tutum, katliamla
ulaşılmak istenen sonuçları daha baştan tersine
çevirmiş, AKP savunma konumuna geçmek zorunda
kalmıştır. 34 Kürt gencinin ve çocuğun katledilmesinde
asli karar vericinin AKP olduğu, katliamın sorumlularının
aradan 160 günü aşkın bir süre geçmiş olmasına
rağmen açıklanmamasından ve tek bir kişinin bile
yargılanmıyor oluşundan bellidir. AKP'nin bu katliam
hamlesi daha baştan ayağına dolanmıştır ve bundan
sonraki sürecin tümünde onun en önemli zayıf noktalarından
biri olmaya devam edecektir.
Ve
yok etmeyi, en azından önemli ölçüde etkisizleştirmeyi
hedefledikleri gerilla güçleri, tüm cephelerde
saldırlarını yoğunlaştırıyor. Tayyip'in bizzat
kendisinin medya patronlarını çağırarak uygulamaya
soktuğu, Kürt sorununda, halk direnişlerinde sansür
uygulama politikası nedeniyle gerillanın eylemleri
burjuva basınına yeterince yansımasa da, gizlenmesi
daha güç olan üst düzey askeri personelde yaşanan
kayıplar ile direnişin boyutları geniş kesimlere
şu ya da bu düzeyde ulaşıyor. Bitti denilen Kürt
sorununun ciddi biçimde kanamaya devam ettiği
görülüyor. CHP'li Gürsel Tekin'in son üç ayda
150'nin üzerinde kolluk gücünün öldüğünü ifade
etmesi (ki bu rakam bile muhtemelen kayıpların
büyüklüğünü yeterince yansıtmamaktadır), savaşın
hangi hız ve boyutta sürdüğünü yeterince göstermektedir.
Ve tabii ki, gerillanın kış ve bahar aylarında
yok edilmesi yönündeki ham hayallerin nasıl suya
düştüğünü de...
-
CHP'nin uyduruk çözüm paketi...
İşte
tam bu noktada, CHP'nin "çözüm" paketi
Kılıçdaroğlu'nun açıklamalarıyla gündemleşti.
Bu uyduruk paketin herhangi bir demokratik sonuç
yaratması düşünülemez. Kürt sorununun asli muhataplarını
görmezden gelen, İmralı'daki tecrite son vermek,
askeri operasyonları durdurmak gibi en basit ve
temel rahatlatıcı öğeleri içermeyen, sorunu açıkça
tanımlamayan, somut bir öneri koymayan bu "çözüm"
manevrası, esas olarak AKP'nin zaten sürdürdüğü
oyalama ve ezme politikalarının bir uzantısından
başka bir şey değildir. Bu manevra içi boş, tümüyle
göstermelik bir inisiyatif alma ve oligarşınin
Kürt sorununda girdiği çıkmaz yolda nefes almasını
sağlamaya dönüktür. Oligarşinin bu yoldan herhangi
bir sonuç alması mümkün değildir. Bu öneri olsa
olsa, Türk ve Kürt Alevileri sisteme daha güçlü
bağlamaya, devrimci ve sol güçlerden uzak tutmaya
çalışan,, Kürt hareketine karşı düşmanca tutumlara
sevk eden Kılıçdaroğlu'nun ve CHP'nin yeniden
bir parça parlatılmasını sağlayabilir.
***
Kürt
halkının demokratik hakları için yürüttüğü mücadele
tüm baskılara karşın, önümüzdeki dönemin başat
gündem maddelerinden biri ve AKP'yi sıkıştıran
en önemli halk muhalefeti olmaya devam edecek.
AKP bu saldırgan politikayı, "Kürt sorunu
bitti" politikasını devam ettiremeyecek,
bu politika kırılacak...
V-
Toplumsal Yaşam: Düzenbaz Tüccar Dindarlığının
Ilımlı İslamı ve Direniş
AKP,
"ustalık döneminde", yani toplumsal
hegemonyasını bütünlüklü kurma döneminde, ılımlı
İslam projesinin kültürel ve sosyal dayanaklarını
kurma yönündeki adımlarını da sıklaştırıyor.
-Eğitim
ve ılımlı İslam konseptinin bilinç yönetimi politikası...
Geçtiğimiz
aylarda bu yöndeki önemli adımlardan biri daha
atıldı; eğitimde 4+4+4 olarak tanımlanan ve dinci
eğitimin önünü tümüyle açan yasa kabul edildi.
Bu yasayla, imam hatip liselerinin orta bölümlerinin
açılması ve eğitimde dinci içeriğin (seçmeli Kuran
ve Peygamberin yaşamı dersleri, vb.) yoğunlaştırılmasının
önü açılmış oldu. AKP bu yoldan kendi toplumsal
tabanının dini eğitim talebini karşılarken, bir
yandan da toplumsal yaşamdaki dinci atmosferin
yoğunlaştırılmasının önünü uzun vadeli olarak
da açmış oldu.
Aynı zamanda, bu dini okullara giden çocuk ve
gençlerin oylarının önemli bir bölümünü alma şansını
yarattı. Ilımlı İslam'ın postmodern yapısı neoliberal
politikalara ve emperyalist sisteme uyumlu, biat
kültürü ile yetişmiş insanlar yetiştirmek için
adeta biçilmiş kaftandır ve bu konsept şimdi ilkokullardan
başlayarak tüm gençliğin zehirlenmesi amacıyla
devreye sokulmuş durumda. Tayyip'in dindar gençlik
yetiştirme hayali böylece devletin resmi politikası
haline getirilmiş oldu.
Ancak
sadece bu kadar değil, 4+4+4 sistemi, aynı zamanda
eğitimde yoksul emekçi çocuklarıyla, burjuva kesimler
arasında yaşanan katmanlaşmayı, farklı eğitim
sistemlerine tabii olmayı da yasallaştırdı. Emekçi
çocuklarının ilk 4 yılın ardından kapitalist sistemin
gereksindiği ucuz ve eğitimli işgücü sağlamak
için meslek okullarına yönlendirilmesi ve bu yoldan
üniversite eğitiminin dışına atılması, dinci kesimlerin
çocuklarının sayısı ve eğitim kalitesi arttırılacak
okullarda okutulması ve üniversite kapılarının
bu kesimlere açık tutulması, daha sınırlı ölçüde
ise genel liselere gidecek çocukların ve gençlerin
daha belirsiz bir yoldan yürümesi... Herkese sınıfına
göre ama dinci eğitim... İstenen tablo budur.
Öte
yandan, üniversite eğitimi almış, ancak işsiz
gençliğin ne denli büyük bir direniş dinamiğine
sahip olduğunu, hem emperyalizm, hem de yeni sömürgelerdeki
yerli işbirlikçileri Arap halklarının büyük ayağa
kalkışında, İspanya'da, Latin Amerika'da bu kesimlerin
direnişlerde oynadığı rolden biliyorlar. AKP bu
adımla aynı zamanda yoksul gençliğe yüksek öğrenim
kapılarını kapatarak, yüksek öğrenimi sadece dinci
kesimlerin ve çocuklarını genel Anadolu liselerine
gönderebilen orta üst burjuva kesimlerine açık
tutarak bu tehlikenin önünü de almaya çalışıyor.
Bu
uygulamalar ve yarattığı derin eşitsizlikler,
geniş emekçi gençliği içinde büyük mücadele dinamiklerinin
birikmesi anlamına da gelecektir. Ektikleri her
tohum, yeni mücadele dinamikleri yaratacaktır.
Tayyip,
toplumsal dokunun ılımlı İslam konsepti temelinde
düzenbaz tüccar dindarlığı ile kirletilmesi yolunda
ilk önemli adımını eğitimdeki düzenlemelerle attıktan
sonra, hemen ikinci saldırıyı da başlattı. Çocuk
ve gençlerden sonra saldırının odağına kadınlar
alındı.
-Kürtaj
tartışmaları ve ılımlı İslam projesinin beden
yönetimi politikası...
4+4+4'lük
eğitim sistemini yasallaştırarak sistemle bilinç
denetimi ve yönetiminde temel bir adım atan AKP
ve Tayyip, şimdi de kürtaj tartışmalarını dinci
söylemler temelinde başlatarak yeni bir beden
yönetimi politikasını devreye sokmak için ilk
adımı atıyor. Aslında sık sık dile getirdiği "üç
çocuk istiyorum" söylemiyle, halkın yaşam
tarzına, fiziksel varoluşuna dönük ilk müdahalelerini
başlatmıştı. Ancak kürtaj ve bu konuda yapılacak
yasal düzenlemeler, artık işin dilek ve temenni
boyutundan çıkıp zorlamaya dönüşeceğini açıkça
gösteriyor. Kadının kendi bedeni üzerindeki denetimi
bu hassas konu üzerinden ortadan kaldırılmaya
başlanıyor. Kadın ve kadın bedeninin denetim altına
alınması ve buradan başlanarak bir beden yönetim
politikasının geliştirilmesi dinci politikaya
ve bunun ılımlı İslam konsepti versiyonuna tam
da denk düşmektedir.
Kısacası,
mesele sadece kürtaj meselesi değildir. Buradan
başlayarak kadın bedeninin ve yaşamının ılımlı
İslamcı normalara göre denetim altına alınması,
giderek bunun kadın, erkek, çocuk bütün kesimlere
yayılması hedeflenmektedir. Sırada giyim kuşama
müdahale, haremlik selamlık uygulamalarının vb
çeşitli gerekçelerle yaygınlaştırılması vardır.
Hiç kuşkusuz, bu adımlar çok dikkatli ve mümkün
olduğunca bu uygulamaları nispeten haklı gösterecek
çeşitli gerekçeler biriktirilerek yavaş yavaş
devreye sokulacaktır. Kürtaj meselesi ilk önemli
başlangıçtır.
Henüz
geniş kadın kitlesinin küçük bir bölümünü kapsasa
da kadınlar bedenlerine sahip çıkacaklarını, kürtaj
veya temel haklarıyla ilgili her konuda kararı
verecek olanların yanlızca ve yanlızca kendileri
olduğunu eylemleriyle gösteriyorlar. Kürtaj sözkonusu
olduğunda aslında kadınların büyük bir bölümünün
kendi bedenleri üzerindeki söz haklarını ortadan
kaldıracak, sağlıkları açısından büyük sorunlar
yaratacak bu tür düzenlemelere karşı sessiz bir
karşıtlık içinde oldukları açıktır.
Geniş kadın kitlesinin büyük enerjisinin harekete
geçirilmesi durumda AKP'nin toplumsal hegemonyasının
ağır bir darbe alacağı açıktır. Şu anki, sınırlı
bir direniş tutumu bile sert ve kesin bir söylemle
çıkış yapan Tayyip'in bu tutumunu devam ettirmesini
şimdilik engellemiştir. Ancak bu saldırıların
ardının arkasının kesilmeyeceği kesindir. Ilımlı
İslam projesinin bilinç ve beden yönetimi politikaları
aracılığıyla tüm siyasal, sosyal, kültürel yaşama
nüfuz ettirilmesi çabaları sürecektir. Ve elbette
kadınlarımızın gösterdiği gibi, buna karşı direniş
de sürecektir...
-Tek
din mi?
Bilindiği
üzere, "tek vatan, tek bayrak, tek dil, tek
devlet" Türkiye oligarşisinin en sevdiği
tekerlemelerden biridir. Ve onun, Cumhuriyetle
birlikte inşa ettiği gerici/faşist uluslaşma sürecinin
ve toplumsal modelin temel kodlarını en özlü biçimde
anlatan ifadelerdir. Din konusu açıkça belirtilmemiş
olsa da, diyanet işleri vasıtasıyla tek din, hatta
tek mezhep politikası da buna eklenebilir. Alevilik
kesin biçimde dışlanır ve baskı altına alınırken,
Sünniliğin bir kolu olan ve neredeyse tümüyle
Kürtlerin bir bölümüne özgü bir mezhep olan Şafilik
de kısmen dışlanmıştır. Din ve inançtan anlaşılan
şey sadece ve sadece Sünniliğin bir kolu ve esas
olarak Türkler arasında yaygın olan Hanefilik
mezhebidir. Diyanet işleri tümüyle Hanefi Sünniliği
üzerine inşa edilmiştir. (Hıristiyan azınlıkların
varlığı Lozan'da istenmeden de olsa kabul edilmiş
olmasına karşın, sayıca azlıkları nedeniyle, onlar
din ve inanç sorunlarında hiç bir zaman hesaba
katılmamışlardır.) Sadece Sünni Hanefilik, kapitalist
Türk uluslaşmasının bir bileşeni olarak kabul
edilmiştir. Geriye kalanlar ise baskı altına alınıp
uzun vadede asimilasyon yoluyla yok edilmesi gereken
unsurlar olarak görülmüştür. Diğer yandan, benimsenen
batıcı laik anlayışla bu politika içiçe geçirilerek
baskıcı ucube bir din politikası ortaya çıkarılmıştır.
Gerçek bir laiklik kavrayışıyla, bir dinin, hatta
bırakalım dini, bir mezhebin bir kolunun öne çıkarılması
ve devlet eliyle benimsenip biçimlendirilip diğerlerinin
baskı altına alınması mümkün değildir. TC'nin
kuruluşunda benimsenen zorlama, batıcı ve gerici
Türk uluslaşması modelinin garabetidir ortaya
çıkan...
Bir
yandan, laik uygulamalar vardır, diğer yandan
bir mezhebin bir kolunun devlet içinde kurumlaştırılması,
yaygınlaştırılmak istenmesi ve diğerlerinin baskı
altına alınması vardır. Bu noktada, TC'yi kuran
burjuvazinin baskıcı ve pragmatik bakış açısı
egemendir. Tek ulus Türkler, tek din de sünni
İslamın Türkler içinde en yaygın kolu olan Hanefilik
olacaktır. Sünni İslam, Türk kimliğini pekiştirecek
önemli dinamiklerden biri olacaktır. Bu pragmatik
bakış açısı, sünni İslamı, seçilen dayatmacı,
çarpık laiklik yolunu tehdit etmemesi için denetlenmesi
gereken potansiyel bir tehlike olarak da görmüştür.
Diyanet işleri bütün bu işlerin ana aracı olacaktır.
Öte yandan, sünni İslamın asli fonksiyonlarından
biri de, gerektiğinde sisteme karşı gelişen mücadelelerin
dinsel ayrımlar temelinde parçalanması için kullanılması
olarak belirlenmiştir. Alevi-Sünni, Müslüman-Hıristiyan,
hatta Hanefi-Şafii gibi ayrımlar kullanılacak
ve toplumsal muhalefet parçalanmaya çalışılacak,
gerektiğinde en aşağılık katiamlarda bu yoldan
gerçekleştirilecektir. (Maraş, Çorum, Sivas vb.
bir dizi Alevi katliamı, Hıristiyanlara dönük
irili ufaklı saldırılar, vb. bunun somut örneklerini
oluşturuyor.) Dine bu denli çarpık ve pragmatik
politikalar temelinde bakan TC kurucuları, onu
bol "tek"li tekerlemelerinin içine katmamışlardır.
Dahası dine dönük bu yaklaşımla, batılı laiklik
anlayışını kaynaştırmış ve ortaya çıkan garabetde
dine ve laikliğe ayrı ayrı işlevler yüklenmiştir.
Dinin işlevi yukarıda belirtildi. Laiklik ise
batıcı kapitalist kültürün yaygınlaştırılması
olarak pratikleştirilmiştir. Bu bağlamda, din,
önemsenmiş, ancak benimsedikleri batıcı toplumsal
modeli tanımlamada bunu kullanmaları mümkün olmadığı
için ifade tek'ler arasına katılmamıştır.
Ve
Tayyip bu noktada, ılımlı İslam projesinin mantığına
uygun olarak çok önemli bir sınama/yoklama yaptı.
TC tarihinde ilk defa, Mayıs ayında, bir politikacı,
Tayyip, toplumsal düzeninin tekerlemeye dönüşmüş
toplumsal kodları arasına "tek din"i
de kattı. İlk seferinde bir dil sürçmesi olabileceği
zannıyla fazlaca üzerinden durulmayan bu ifade,
bir kaç gün sonra yeniden tekrarlandı. Bunun üzerine
sesler yükselince, Tayyip'in hık deyicisi bakanlardan
biri bunun bir dil sürçmesi olduğunu söyledi.
Tayyip ise sessiz kalmayı tercih etti. Aslında
olan şey kesinlikle bir dil sürçmesi falan değildir.
Tayyip vermek istediği mesajı vermiştir. Tepkilere
dönük alt düzeydeki görevliler tarafından yapılan
düzeltmeler göstermelik ve önemsiz söylemlerdir.
Bu, "Türkiye'de zaten tek dinin, hatta mezhebin
meşruiyeti tanınıyor" denilerek üzerinde
atlanacak bir şey değildir. "Tek din"
ifadesi, Sunni Hanefilik dışındaki inançların
tümden yok sayılmasının açıkça ifade edilmesinin
yanı sıra, toplumsal yaşamda dini referansların
esas alınmasının önünün de açılması demektir.
"Tek din" ifadesi aslında, düzenbaz
tüccar dinciliği olarak da tanımlayabileceğimiz
ılımlı İslam temelinde toplumsal dokunun biçimlendirilmesi
sürecinde varılmak istenen noktayı ifade ediyor.
Tayyip
bu noktada ilk işaret fişeğini ateşlemiştir. Zemin
yoklamış ve tepkiler karşısında şimdilik durmuştur.
Ancak önümüzdeki dönemde bu yaklaşımın değişik
ifadelerle karşımıza çıkacağına kesin gözüyle
bakmalıyız. Ve bu söylemlerin asla üzerinden atlamamalı,
buna karşı güçlü bir direniş dinamiğinin var olduğunu
gözden kaçırmamalıyız.
VI-
Ortadoğu'da Şam'dan Dönen Hesaplar
1945'lerden
1990'a değin, dış politikada Sovyetlere karşı
ABD emperyalizminin ve NATO'nun ileri karakolu,
koçbaşı olarak işlevlenen Türkiye oligarşisi,
2000'lerden bu yana aynı efendilerin hizmetinde
BOP temelinde Ortadoğu'da benzer bir rol üstlenmeye
çalışıyor. Medyatik kampanyaların da desteğiyle
bu rolü hevesle üstlenen AKP'nin hesapları geçtiğimiz
aylar içerisinde gelip Suriye duvarına toslamıştır.
Irak
ve Libya'nın işgali süreçlerinde başlangıçta tereddütlü
davranan AKP'nin, Suriye işgali noktasındaki dikkat
çekici hevesi, işgalde oynayacağı rolden hareketle
hem iç, hem de dış politikadaki konumunu pek çok
yönden güçlendirmeyi ummasından kaynaklanıyor.
Birincisi,
işgal konusunda gösterdiği büyük hevesle, ABD
emperyalizminin sadık bir müttefiki olduğunu bir
kez daha göstermeyi, Irak ve Libya işgalleri sırasında
gösterdiği tereddütlerin izlerini kesin biçimde
silmeyi umuyor.
İkincisi,
Suriye Kürtlerinin büyük bir bölümü içinde örgütlü
olan KCK bileşeni PYD'nin Suriye'deki değişim
sürecinde önemli bir rol almasını, demokratik
özerklik hedefine ulaşmasını engellemeyi hedefliyor.
Dahası, Suriye Kürtlerinin PYD üzerinden KCK/PKK'ye
olan büyük desteğini kesmeyi, en azından ciddi
ölçüde sınırlamayı hedefliyor.
Üçüncüsü,
Suriye'de BOP'un temel unsurlarından biri olan
ılımlı İslam projesinin inşasına girişmeyi, bu
noktada öncülük yapmayı, Suriye'de güçlü bir konum
elde etmeyi hedefliyor. Dördüncüsü,
son bir buçuk yılda, ABD emperyalizminin diğer
uşakları arasında öne fırlayan Katar ve Suudi
Arabistan'ın Ortadoğu'nun düzenlenmesinde kendisinden
daha güçlü bir konum elde etmesini, rol çalmasını
engellemeyi hedefliyor. Beşincisi, Suriye yönetiminde
ağırlığı olan Nusayri Alevilerin devrilmesinde
belirleyici rollerden birini oynayarak, "baskıya
uğrayan Sunniliğin" hamisi olarak öne çıkmayı
hedefliyor. (Nusayrileri ezerek, sahte açılım
politikalarıyla birşey koparamadığı Türkiye Alevilerine
de büyük bir gözdağı vermeyi ve sindirmeyi umuyor.)
Altıncısı, Türkiye'yi savaş atmosferine çekerek
ve Suriye fatihi havasıyla ılımlı İslam projesinin
temel ayaklarını oluşturan tüm yasal düzenlemeleri,
baskı ve rant yasalarını rahatça ve hızla çıkarmayı
ve uygulamayı hedefliyordu.
İşgalin,
yaz aylarında tamamlanmasını uman AKP, sonbahardan
itibaren ise kazandığı savaş "zaferi"
ile bunun meyvelerini toplamayı, 2013 yerel seçimlerini
garantilemeyi, dahası Cumhurbaşkanlığı sistemini
Başkanlık sistemini dönüştürerek, Başkanlık seçimlerini
de garantilemeyi vb. hedefliyordu.
Geçtiğimiz
aylarda AKP'nin Suriye'nin işgal edilmesi yönündeki
dikkat çekici acelesinin, canhıraş çabasının arkasında
bütün bu hesaplar vardı.
AKP'nin
bu hedefleri ve umutları gelip, bölgede farklı
hesaplar yapan emperyalistler ve diğer işbirlikçi
güçler arasındaki güç dengelerine çarpıp dağılmıştır.
Bölgede
çarpışan güçler şimdilik kaydıyla Annan Planı
üzerinde uzlaşmak zorunda kalmışlardır. Annan
planına daha baştan itibaren karşı çıkan AKP ve
Türkiye oligarşisi bu planının işlememesi ve işgalin
başlatılması için aktif biçimde çalışmaya devam
ediyor. Nihayetinde yapılan provakasyonlar sonucu
Annan planı giderek işlemez hale gelmeye başlamış
durumda. Ancak Esad rejiminin baş destekçisi Rusya,
Suriye'nin işgal edilmesine izin vermeme konusunda
kesin bir kararlılık gösteriyor ve bu kez Yemen
modeli olarak adlandırılan başka bir formül geliştiriliyor.
Bu modele göre, büyük Arap halk hareketleri sırasında
Yemen'deki diktatörün ülkeyi terk etmesi, fakat
rejimin devam etmesinin sağlanması "çözümü",
Suriye'de Esad'ın ülkeyi terk etmesi, ancak rejimin
devam etmesi temelinde uygulanmaya çalışılacak.
Bu noktada ne kadar yol alındığı bilinmemekle
birlikte, "hemen işgal" hedefinin suya
düştüğü kesindir.
Göründüğü
kadarıyla, AKP'nin Suriye'nin derhal işgali yoluyla
elde etmeyi düşündüğü fırsatların bir bölümü ortadan
kalkmıştır. Büyük bir bölümü ise belirsiz hale
gelmiştir. Ancak bu durumdan hareketle, artık
işgalin geride kaldığı düşünülemez. Türkiye oligarşisi
ve AKP önümüzdeki aylardaki gelişmelere bağlı
olarak işgalin gündeme gelmesi durumunda yukarıdaki
hedeflerle, belki bahar aylarına göre çok daha
fazla zorlanarak Suriye'nin işgali konusunda yeniden
öne atılmak isteyecektir.
Suriye'nin
ABD emperyalizminin öncülüğünde, fakat Türkiye'nin
özellikle kara operasyonları bağlamında merkezde
duracağı, politik olarak da aktif olacağı bir
operasyonla işgal edilmesi süreci sadece Suriye
halkı için değil, pek çok Ortadoğu ülkesini içine
çeken büyük ve uzatmalı bir savaş ve yıkım dönemini
daha başlatabilir. Savaşın doğrudan tarafı olacak
bir TC ise bu savaş ve yıkım sürecinden payını
fazlasıyla alacaktır. Türkiye oligarşisinin umduğunu
ne kadar bulacağı ise şüphelidir. Elbette yıkım
ve savaştan en ağır biçimde etkilenecek olan emekçi
halklar olacaktır.
Bu
nedenle, Suriye'nin işgaline karşı mücadele önümüzdeki
dönem açısından özel bir önem taşımaktadır.
VII-
AKP Koalisyonunda Yarılmalar Ve Yeni İttifak Arayışları
Geride
bıraktığımız aylar, yukarıda ana noktaları koyduğumuz
çelişki ve mücadele alanlarının yanı sıra, düzen
içi, özelde AKP içi mücadelelerle de biçimlendi.
Seçimler sonrasında kendisini en güçlü hissettiği
dönemde, AKP, kendini iç yarılmalarla karşı karşıya
buldu. AKP'nin Fetullah Gülen cemaatiyle yaptığı
kaolisyon tam bir güç mücadelesi alanına dönüştü.
En güçlü olduğu dönemde iç yarılma yaşaması, yapılan
koalisyonun mantığına uygundur. "Güçlüyüz
ve bu güçte en büyük pay benim olmalıdır"
mantığı derhal işlemeye başladı.
Fetullahçılar
izlediği devleti içten ele geçirme stratejisinde
özellikle AKP ile yaptığı son on yıllık koalisyonda
büyük mesafeler aldı. Ekonominin yağmasında elde
edilen büyük lokmaların yanı sıra, polis ve yargı
aygıtı önemli ölçüde Fetullahçıların eline geçmiş
durumda. Fetullahçılar, özellikle baskı aygıtlarının
ele geçirilmesini hayati önemde görüyor. Bu noktada
yeterince güç olamadığı alanlar esasta MİT ve
ordu. Orduya sızma ve ele geçirme daha uzun vadeli
bir süreç, ancak MİT'de önemli konumları elde
etme şansını görüyor. MİT'de tüm çabasına karşın,
Tayyip'in istediği yöneticiler atanınca ipler
gerildi. Dahası genel olarak, AKP'nin seçim başarılarında
kendi rolünü belirleyici görüyor ve devlet içinde,
ekonomide, genel toplumsal yaşamda daha çok söz
sahibi olmak istiyor. Bu ise ancak AKP'deki ortağı
ve belirleyici güç olan milli görüş geleneğinden
gelen Tayyip ve ekibinin sıkıştırılması ve geriletilmesi
ile mümkün. (Fetullah cemaati ile Tayyip ekibi
arasındaki güç mücadelesinin sadece devletin baskı
aygıtları üzerinde kimin denetim sahibi olacağı
üzerinden yürümediğini belirtmek gerekiyor. Ekonomi
alanında da, Ticaret Odalarının yönetimlerinin
son aylarda yapılan seçimlerinde Tayyip ekibinin
denetimindeki MÜSİAD ile Fetullahçıların TUSKON'u
arasında büyük bir mücadele yaşandı/yaşanıyor.)
Ve
ilk büyük hamle polis ve özel yetkili ağır ceza
mahkemeleri üzerinden, MİT'e yönelik adımla atıldı.
Üstelik bu herhangi bir adım değildi, Tayyip'in
emri ile PKK ile görüşme yapan üst düzey MİT yöneticileri
(MİT Başkanı Hikmet Fidan dahil) bir anda PKK
işbirlikçisi şüphelisi konumuyla savcılığa çağrıldı.
(MİT'çiler savcılığa gitmedi, savcılar ise Tayyip'den
gelen büyük tepki üzerine MİT'i basmaya yeltenmedi.
Ancak burjuva basınına sızan haberler gitmeleri
durumunda kesin biçimde tutuklanacakları ve böylece
Tayyip'e siyaseten ve hukuken ağır bir darbenin
indirileceği yönünde...) Doğrudan Tayyip'i zan
altında bırakan bu büyük hamle, alttan alta sürmekte
olan güç mücadelesini bir anda olanca çıplaklığıyla
ortaya koydu. Bu büyük hamle, Tayyip ve ekibini
Fetullahçılar ile yapılan koalisyonu gözden geçirmeye
ve güç ilişkilerini yeniden düzenlemeye dönük
adımlar atmaya yöneltmiş durumda. Tarafların kendilerine
bağlı medya aracılığıyla yaptıkları karşılıklı
yoğun saldırılarının yanı sıra, Tayyip bu hamleye
elindeki siyasal ve yönetsel iktidar araçlarını
kullanarak karşı hamlelerle cevap veriyor. İlk
etapta hızla yeni bir yasa çıkarılarak MİT'çilerin
vb. hakkında soruşturma yapılması ve yargılanmaları
başbakanlığın iznine bağlandı ve MİT'çiler kurtarıldı.
Ardından MİT'çileri şüpheli sıfatıyla çağıran
savcı görevinden alındı. İstanbul polisine yönelik
büyük bir operasyon yapılarak Fetullahçı olduğu
iddia edilen 700 polis Kürdistan'a sürüldü. Tayyip'in
hamleleri sürüyor; yaklaşık 3000 civarında polis
için yeni bir sürgün yolda. Dahası kesin biçimde
Fetullahçıların denetimine geçmiş olan Özel Yetkili
Ağır Ceza Mahkemeleri'nin kaldırılmasına yönelik
bir çalışmanın başlatıldığı bizzat Tayyip ve yardımcısı
Bekir Bozdağ tarafından "bu tür mahkemelerin
demokrasiye uygun olmadığı" yönlü gerekçelerle
açıklandı. Böylece Fetullahçıların devlet içindeki
en önemli kurumlaşma ve güç alanlarından biri
ortadan kaldırılmış olacak.
Fetullahçılar
yaptıkları hamlenin ardından gelen sert tepki
karşısında ilk anda direnmeye çalıştılarsa da,
daha sonra uzlaşmaya dönük açıklamalar yaptılar
ve kısa bir sessizlik oluştu. Ancak ÖYM'lerin
kaldırılması yönünde çalışmaların başlatılması
çatışmayı yeniden alevlendirmiş görünüyor. Fetullah'ın
basındaki sözcüsü olan Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin
Gülerce'nin 6 ve 8 haziran tarihli makalelerinde
ÖYM'lerin 2005'de bizzat AKP tarafından kurulduğunu
ifade ederek, Tayyip'in tutarsızlığını "AK
Parti kendi kurduğu mahkemelere şimdi 'hukuksuz'
diyor..." sözleriyle ortaya koyduktan sonra,
bu mahkemelerin kapatılması durumunda cuntacıların
yeniden harekete geçeceği vb. iddialarıyla yarı
tehdit içeren uzlaşma önerileri yapıyor.
Fetullah'la
olan koalisyonunu gevşetme yönünde adımlar atan
Tayyip ve ekibi yeni ittifak ilişkileri geliştiriyor.
Özellikle Kürt sorununda ve Suriye'nin işgali
konusunda daha atak adımlar atabilmek için ordunun
üzerinde ABD'nin gücünü de arkasına alarak kurduğu
basıncı hafifletmeyi ve ordunun daha geniş kesimlerinin
desteğini arkasına almayı hedefliyor.
Bu
ittifak ve çatışma denkleminin daha da karmaşıklaşarak
ve derin çatışmalara yol açarak ilerleyeceği açık.
Özellikle Fettulahçıların kendi güçlerini budamaya
dönük bu uygulamaları kolayca kabullenmeyeceğine
kesin gözüyle bakmak gerekiyor. Karşılıklı yeni
hamleler kaçınılmaz görünüyor.
Bu
iç çatışma sürecinden hangi ekibin güçlenerek
çıkacağını önümüzdeki sürecin hamleleri gösterecek.
Ancak her durumda, bu çatışmalı durumun oligarşinin
temel politikalarını uygulamada çeşitli zaaflar
ve boşluklar yaratacağı açıktır.
VII-
AKP Cephesinde Hesaplar ve Manevralar
Bütün
gelişmelerin gösterdiği şey şudur; AKP, yüzde
50'lik oy oranı ve mecliste sağladığı büyük çoğunlukla
dilediği gibi at koşturma hayalinden çabuk uyanmak
zorunda kalmıştır.
Kürt
sorununda, ekonomide, işçi ve emekçilerin hak
alma mücadelelerinde, Ortadoğu hesaplarında, toplumsal
yaşamı ılımlı İslam temelinde düzenleme çabalarında,
kurduğu ittifak ilişkilerinde ve benzeri tüm temel
çelişki alanlarında AKP, umduğunun çok ötesinde
direnç noktalarıyla karşı karşıyadır.
Bu
onu, giderek daha fazla açık faşizm uygulamalarına
başvurmaya zorunlu kılıyor. Kürt ve Alevi düşmanlığının
son bir yıl içinde belirgin hale gelmesi, işçi
ve emekçi mücadeleleri karşısında 12 Eylül faşizmi
uygulamalarına dönülmeye başlanması, toplumsal
yaşama ilişkin dinci faşist bir söylemin giderek
daha açık biçimde ifade edilmesi, vb... Zaman
zaman işin dozunu kaçırıp aşırılığa, keyfiliğe
varmış gibi görünen bir çok uygulama aslında yaşadığı
sıkışma nedeniyle oluşuyor.
Son
bir yılda pek çok baskı yasası çıkarmak ve yağma
ve rant mekanizmasını devam ettirmek için ilan
ettikleri projeler dışında, tek bir sorun alanında
köklü bir çözüm geliştiremediler.
Önümüzdeki
yaz ve sonbahar ayları yukarıda ortaya koyduğumuz
çelişki alanlarının derinleşerek büyümesinin yanı
sıra, yeni anayasa ve başkanlık sistemine ilişkin
hamlelerle, 2013 yerel seçimleri atmosferine girişle
birlikte atılacak adımlarla biçimlenecek.
Bu
yoğun gündem, aynı zamanda sınıf mücadelelerinin
ve tüm toplumsal yaşamın büyük çelişki ve çatışmalarla
biçimleneceği anlamına geliyor.
AKP
özellikle kurduğu yeni iç ittifakların desteğiyle
Suriye'ye yönelik savaşı yeniden gündemleştirerek,
başkanlık sistemi ve yeni anayasa konusunda geniş
bir toplumsal destek sağlayarak, emekçi mahallerinin
yıkımı ve 2B arazilerinin satışı yoluyla yeni
ekonomik kaynaklar sağlayarak yolunu düzlemeye
çalışacaktır. Özellikle anayasa ve başkanlık sistemi
tartışmalarıyla demokrasi hayalleri yeniden canlandırılmaya
çalışılacaktır.
Özel
Yetkili Mahkemelerinin kaldırılması veya yetkilerinin
sınırlandırılması vb. düzenlemelerle cuntacıların,
kontrgerilla katillerinin serbest bırakılarak,
orduyla yeni ve daha geniş bir uzlaşma zemininin
kurulması da muhtemel hedefler arasındadır. Bu
süreçte, yapılacak yasal düzenlemeler sonucu bir
kısım devrimci ve yurtsever tutsağın serbest bırakılması,
özellikle tutuklu milletvekillerinin en azından
bir kısmının bırakılması yoluyla da Kürt sorununda
yeni oyalama taktikleri buna eklenecektir. Liberallerin
ve sol liberallerin zayıflamaya yüz tutan desteği
böylece canlandırılmak istenecektir.
Öte
yandan, işçi sınıfı ve diğer ezilen halk kesimleri,
sol ve devrimci hareket de, bu çelişki ve çatışma
alanları içinde geliştireceği mücadelelerle önemli
mevziler kazanma şansına sahiptir.
IX-
Direniş ve Güncel Mücadele Taktiği
Düşman
hiç bir cephede boş durmuyor, sürekli biçimde
her ay yeni bir veya birkaç önemli saldırıyı başlatıyor.
Bahar
ayları, AKP'nin en güçlü göründüğü "ustalık
dönemi"nde de işçi sınıfının, emekçi halkın,
yurtseverlerin, sol ve devrimci güçlerin her cephede
irili ufaklı direnişlerinin sürmeye devam ettiğini
ve önemli potansiyeller taşıdığını bir kez daha
gösterdi.
Emekçi
sınıflar ve ezilen halk kesimleri işçisinden,
kamu emekçisine, gecekondulusundan, emekçi kadınlarına,
Alevilere kadar tüm kesimler kıpırdanıyor, harekete
geçiyor, sokağa çıkıyor. Bu direnişler kimi zaman
güçlü eylemlerle ortaya çıksa da, hak koparıcı,
sonuç alıcı düzeye ulaşamıyor. Daha çok haklar
için protesto ve talepleri dile getiren düzeyde
kalıyor. Devrimci ve sol güçler ise esas olarak
bu mücadelelerin kıyısında tutunmaya çalışıyor,
destekçi konumunu aşamıyor. Halbuki, 2012 Newroz'u
ve 1 Mayıs'ı, kamu emekçilerinin ve THY işçilerinin
direnişleri vb. pek çok direniş devrimci ve sol
güçlerin üzerinde hareket edip güçlü bir direniş
zemini yaratabileceği yüzü sola dönük küçümsenemeyecek
büyüklükte bir toplumsal tabanın olduğunu gösteriyor.
Düşmanın
sistematik olarak geliştirdiği saldırıların boşa
çıkarılması ve güçlü mevziler yaratılmasının temelde
iki şeyi gereksindiği de apaçık görülüyor. Birincisi,
tüm direniş dinamiklerinin birleşik yapıya kavuşturulmasıdır.
İkincisi, bu birleşik direnişe öncülük edecek,
tüm devrimci güçler için eksen olacak devrimci
sosyalist seçeneğin, önderliğin yaratılmasıdır.
İkisini birbirinin karşısına koymadan, ancak asıl
olanın devrimci sosyalist seçeneğin yaratılması
olduğu ve asıl güç yığınağının buraya yapılması
gerektiğini unutmadan bir mücadele hattı yaratmak
gerekiyor.
Bu
bağlamda, birleşik bir kitle mücadelesinin esas
olarak somut mücadele alanları içinde geliştirilebileceğini
ifade etmek gerekiyor.
Devrimci
sosyalist hareket, sınırlı olan güçlerini dağıtmadan,
bu mücadele alanları içinde en kritik olanlarda
yoğunlaşarak direnişi geliştirmeyi ve buradan
emekçilerin birleşik mücadelesine uzanmayı, daha
da önemlisi devrimci sosyalist seçeneği/önderliği
inşa etmeyi hedeflemek durumundadır.
Mücadeleyi
kitlelere giderek, onların bağrında inşa etmek
ancak böyle mümkündür. Somut olarak; kitlelere
gitmek dönemin güncel ve dönemsel çelişkileri
üzerinden politik taktikler örgütleyerek mümkün
olabilir. Bunun dışında genel geçer bir kitlelere
gitmek ve devrimci çalışma yapmak söylemi boş
bir söylemdir. Yukarıdaki çelişki alanları bugün
devrimci taktiğin üzerine kurulması gereken alanlardır.
Emperyalist
politikalara, ve özel olarak da Ortadoğu'daki
savaş kışkırtıcılığına karşı, NATO ve ABD üslerine
karşı direniş politik çalışmanın ana eksenlerinden
biridir.
Özellikle
Suriye'ye yönelik saldırı Alevi bağlantısı üzerinden
Türkiye içinde de önemli yankıları olacak bir
saldırı olacağı içinde özel bir öneme sahiptir.
Ayrıca İran'a dönük saldırı hazırlıkları bu açıdan
önemlidir. Her iki ülkeye de yapılacak saldırılar
Ortadoğu'da siyasal ve toplumsal açıdan etkileri
oldukça uzun bir döneme yayılacak saldırılar olacaktır.
Ve sadece bu ülkelerle sınırlı kalmayacak daha
geniş ve uzatmalı savaşların önünü açacaktır.
(Suriye'nin Lübnan bağlantısı, Alevi-Sunni çatışması,
İran'ın hem Suriye, Lübnan, hem de Irak, Bahreyn,
Suudi Arabistan’daki şiiler üzerinden geliştirebileceği
çatışmalar bu noktada ilk akla gelen çatışma alanlarıdır.)
İkincisi,
özellikle emekçi semtlerine yönelen yıkım saldırısı,
neoliberal politikaların bu özgün biçimine karşı
geniş emekçi kitleleriyle buluşma noktasında önemli
imkanlar sunacaktır. Özellikle politik açıdan
tüm ülkeyi etkileyen büyük metropol kentlerde
başlayacak olan bu saldırıya karşı güçlü bir direniş
örgütlemek ve en azından belli noktalarda bu saldırıyı
emekçilerle birlikte püskürtmek önemli taktik
kazanımlar sağlayacaktır.
Emekçi
semtlerinde önümüzdeki yaz aylarından başlayarak
parça parça büyük direnişlerin gelişeceğine kesin
gözüyle bakmalıyız. Tabii, düşmanın gecekondu
mücadeleleri bağlamında hukuki, siyasi oyunlar,
kitleler içinde parçalanmışlıklar, küçük kırıntı
dağıtımları biçimindeki oyunlar vb. konusunda
oldukça deneyimli olduğunu unutmamak gerekiyor.
Dahası, şiddeti de oldukça yoğun biçimde kullanacağını
hesaba katmak gerekiyor. Bütün bunlara rağmen,
büyük bir kitle direnişin içinde yer alacaktır.
Bunun
yanı sıra, işçi sınıfına, kadınlara dönük saldırılara
karşı direnişle bu mücadeleleri birleştirmek hem
mümkün, hem de zorunludur. Emekçi semtlerinde
yürütülecek mücadele sadece barınma hakkı üzerinden
değil, kadın mücadelesi üzerinden de gelişmelidir.
Eksen barınma hakkı olabilir. Ama devrimci bir
kadın hareketinin geliştirilmesi için bu önemli
bir kanal olacaktır.
Bu
mücadelelerde en önemli müttefik yurtsever Kürt
hareketidir. Bu mücadeleler içinde öncü roller
üstlenmek emekçi kitleler içinde şovenizm karşıtı
mücadele yürütmenin koşullarını da hazırlayacaktır.
Dahası, her koşulda Kürt ulusunun demokratik hakları
için mücadelesini desteklemek, birlikte mücadeleyi
örgütlemek kesin bir zorunluluktur. Kürt ulusal
direnişinin sola dönmüş elini kesinlikle boş bırakmamak
gereklidir.
Devrimci
sosyalist hareket bu eksenler üzerinde somut hedefler
koyarak süreci kazanmayı, direnişleri büyütmeyi,
devrimci seçeneğin/önderliğin yaratılması yolunda
güçlü adımlar atmayı önüne koyuyor. Talip yoldaşın
ve tüm şehitlerimizin anısı yaşatmak esas olarak
bu mücadeleler için bu hedeflere yönelik doğru,
kararlı ve sonuç alıcı bir mücadele ile mümkün
olacaktır.
|