1)
Özet Bir Giriş…
AKP
ile Türkiye yeni bir süreci yaşamaktadır. Yaklaşık
on yıllık AKP iktidarında, gelinen yer, AKP'nin
oligarşinin en güçlü partisi olduğu, bir burjuva
partisi olarak AKP ile devlet ilişkisinin yeni
bir aşamaya sıçradığı, AKP'nin devlet partisi
olduğudur. AKP, kendi dilinden on yıllık politik
sürecini, üç seçim başarısına paralel olarak "çıraklık-kalfalık-ustalık"
olarak tanımlamıştır. Bu süreç ve aşamalar, aynı
zamanda, AKP ile temsil ettiği tekelci burjuvazi
ve oligarşinin politik iktidarı olan devlet yapısı
ile ilişkisi üzerine bir fikir de vermektedir.
AKP,
28 Şubat ve 2001 krizi gibi sadece siyasal değil,
aynı zamanda toplumsal süreçlerin yaratmış olduğu
"boşluk"ta doğdu. Çöken burjuva partilerinin
yaratmış olduğu bu "boşluğu" burjuva
neo-liberal program etrafında, öncesi burjuva
partilerin politik uzantısı olarak doldurdu. Ve
bu on yıllık dönemde birçok ara aşamayı adımlayarak
yeni bir sürece ulaştı. Hem AKP'nin geldiği yer,
yani sınıfsal ve politik alanda ulaştığı aşama,
hem AKP ile değer iktidar odaklarının ilişki ve
çelişkisinin ulaştığı aşama, hem de tüm bunlara
bağlı olarak, ana politik ve toplumsal sorunlar
(giderek kendine yeni kanallar açarak neo-liberal
kuşatmayı yarmaya çalışan sınıf mücadelesi, Kürt
sorunu, Alevi sorunu, diğer ulusal topluluklar
ve inanç sahiplerin sorunları, hak ve özgürlükler
sorunu başta olmak üzere tüm demokratik sorunlar)
karşısındaki pozisyonu dikkatle incelenirse yeni
bir süreçten söz edebiliriz. Bu aynı zamanda,
kapitalist-emperyalist sistem ve Ortadoğu'daki
gelişmelere paralel yeni rol arayışları ile üst
üste düşmektedir.
On
yıllık bu süreci üç aşamada ele alabiliriz:
Birinci
aşama, AKP'nin politik sahneye çıkması, ilk seçim
başarısı ve iktidarlaşma sürecidir.
AKP
2001 krizi ortamında, hem neo-liberalizmden çıkarı
olan sınıf ve katmanların desteğini alarak (ki
AKP bu sınıfları, tekelci burjuvaziyi temsil etmektedir
ve çıkarı neo-liberal sömürüden yana olan, tekelleşme
süreci yaşayan burjuvaziyi çatısı altına almaktadır)
hem de neo-liberalizmin, krizin etkilediği sınıf
ve kesimlerden kitlelerin desteğini alarak ilk
seçimi kazandı. Bu süreç, 28 Şubat konseptine
göre devlet ve toplumun dizayn edilmeye çalışıldığı,
ama her açıdan tel tel döküldüğü bir süreçtir.
Kürt sorunu yakıcıdır; oligarşinin Kürt halkını
teslim almak için yürütmüş olduğu sömürgeci savaşta
her yöntem kullanılmaktadır. Ancak yine bu süreçte
Kürt yurtsever hareketi İmralı süreciyle büyük
bir ideolojik-politik kargaşa yaşasa da oligarşinin
bu saldırılarına karşı direnmesi söz konusudur.
Ulusal sol ve milliyetçi bir dalga pompalanmakta;
dahası dışa bağımlı yeni sömürge kapitalizmi büyük
bir çöküntü/kriz yaşamaktadır. Kürt ulusal direnişi
ve sınırlı da olsa, sınıfsal-toplumsal zeminde
sol ve devrimci hareketin direnci, krizi derinleştirmekte
ve burjuva politikikası alanını daraltmaktadır.
2002 seçimleri, merkez burjuva partilerin (DSP,
CHP, ANAP, DYP ve bu süreçte giderek merkeze kayan
MHP) çöküşüne yol açtı; bu yıkıntılar içinde AKP
yeni bir politik aktör olarak ortaya çıktı.
AKP'nin
seçim başarısı iktidar olması demek değildir.
Krize çözüm için, o süreçte, IMF, DB programları
devrededir; Kemal Derviş bu programın mimarıdır.
Ünlü "15 günde 15 yasa" (bu yasaların
tümü emperyalizm ve tekelci sermayenin çıkarlarınadır)
bu sürecin ürünüdür. AKP, Kemal Derviş'in neo-liberal
yeniden yapılanma programını devam ettirdi; böylece
emperyalizm ve tekelci sermayenin çıkarlarını
en iyi kendisinin savunacağı yönünde güvence verdi.
Sadece bu değil; AB gibi emperyalist projelere
tam destek vererek, onu savunarak, BOP gibi Ortadoğu
ve Afrika'yı içine alan yeni emperyalist saldırganlığı
savunarak, onun bir parçası olarak, hatta dönem
sözcüsü olarak emperyalistlere güven verdi. Bu
destek ve emperyalizmle işbirliği AKP için önemlidir;
bu destek olmadan iktidar olamayacağının bilincindedir.
Bir
yandan emperyalizmle uyum sağlayan, onun programlarını
savunan AKP, iktidarlaşma sürecinde içte bir tür
"denge" politikası izledi. AKP, 2002
seçimini kazandı, ama bu iktidar olmak için yeterli
değildir. T. Erdoğan bunu: "hükümet olduk
ama iktidar olamadık" sözleriyle açıklayacaktır.
Oligarşinin iktidar merkezleri, hatta asıl "kurucu
parti"si Genelkurmay önemli güçtür. 28 Şubat
konseptinin ana çizgileri devlet ve toplum ilişkilerine
hakimdir; bu anlamda AKP için her şey "rahat"
ve istenilen düzeyde değildir. Dahası AKP'ye karşı
seçim öncesi ve sonrası eski konseptten, 28 Şubattan
yana tavır alan ve buna göre örgütlenen güçler
direnmektedir. Bunun farkında olan AKP, bu süreci
"uyum" içinde geçirmeyi ve oligarşinin
diğer iktidar odaklarını "ikna" etmeyi
önüne koymuştur. Bir tür "ikili iktidar"
söz konusudur. Bu süreç aynı zamanda adım adım
mevzi kapma sürecidir.
Ancak,
bu süreç 2007 yılında yeni bir mevzi savaşına
yol açtı. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve yeni seçim
süreci oligarşi içi gerilimi yeni bir düzeye taşıdı.
Bir yanda Genelkurmay merkezli, yargı gibi iktidar
odaklarının da devreye girdiği ve CHP, MHP'nin
bu saflarda yer alması, bunların oluşturduğu blok;
öte yanda AKP ve giderek arkasına aldığı kurumlar.
İşte oligarşi içi büyük çatlak bu süreçte ortaya
çıktı. Bu çatlak birçok çelişkinin önüne geçti;
bu temelde saflaşma büyüdü. Hrant Dink cinayeti,
Yargıtay saldırısı ve bazı provokasyonlar bu sürecin
ürünü olarak ortaya çıktı. Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı
adaylığı ve ünlü "365 tartışmaları"
ve 27 Nisan muhtırası bu çatışmanın adeta finali
oldu.
Fakat
emperyalizmin desteğini arkasına alan AKP bu basıncı
püskürttü; Cumhurbaşkanlığı dahil bazı yeni mevziler
elde etti ve böylece AKP'nin kalıcılaşmasında
ciddi adımlar atıldı. AKP, emperyalizmin tam desteğini
aldı, Ortadoğu'da "ılımlı İslam" projesi
için "model" gösterildi, BOP bir ayağı
oldu, Ortadoğu halklarına karşı emperyalizm saflarında
yer aldı. Oligarşi içi çatışmada da en güçlü desteği
emperyalizm verdi; Ergenekon operasyonları böyle
ortaya çıktı. Sadece Ergenekon değil, 28 Şubat
konseptinin devamından yana tavır alan güçler,
yani en başta Genelkurmayın direnci Andıç, Balyoz
tutuklamaları ve YAŞ toplantılarında atılan adımlarla
geriledi.
Bu
süreci, ikinci aşama ve AKP için "iktidarlaşma
süreci" olarak tanımlamak mümkündür.
AKP
artık sadece emperyalizmin desteğini almakla kalmamış,
neo-liberalizmin en etkili ve örgütlü savunucusu
olduğunu ispatlamış; bundan dolayı, politik ve
yaşam biçimi üzerinden (türban gibi) bazı gerilimler
yaşansa da tekelci burjuvazinin ve neo-liberalizmden
çıkarı olan burjuva kesimlerin desteğini güçlü
biçimde almıştır. Emperyalizm ve neo-liberalizmden
yana tüm sermaye çevrelerinin desteği AKP için
varlık yokluk sorunudur; bu destek sağlanmıştır.
Ayrıca bu temelde, sermaye birikimi süreci İslami
renkler taşıyan yeni orta sınıf/burjuvalar ortaya
çıkarmış; böylece AKP'nin toplumsal zemini güçlenmiştir.
Bu
sınıfsal/toplumsal zemin ve neo-liberalizm için
AKP'nin tek alternatif olması, diğer burjuva partilerin
üzerinden yükseldiği zemini daraltı; ANAP, DYP
gibi burjuva partilerin giderek politik alanda
etkisi silindi, bu partilerde çıkarını ifade eden
kesimler AKP'ye yöneldi. Bir yandan sermaye merkezileşti,
öte yandan burjuva partiler için AKP "iktidar"
ve "yeni rant" için ilgi odağı oldu.
Bu süreçte, faşizmin bazı iktidar odakları, özellikle
28 Şubat konsepti içindeki güçler önce "demokrasi"
adına liberal söylemle eleştirildi, sonra bu iktidar
odakları ele geçirilince, bunlar aracılığıyla,
bu iktidar odağı/kurumlar korunarak yeniden, yeni
emperyalist program temelinde düzenlendi. YÖK
ve daha sonra ele geçirilen yargı sistemi bunun
en açık ifadesidir.
Ama
oligarşi içi çatlak önemli olsa da, bu coğrafyada
asıl sorun, ezilenlerin mücadelesidir. Tüm demokratik
sorunlar, sadece ezilenler için değil, oligarşi
ve bu çatlakla saflaşan kesimler için de sorundur.
İşçiler, emekçiler, Kürtler, Aleviler ve tüm ezilenler
gerçek bir özgürlük ve demokrasi için bu sorunları
kendi talepleriyle ele alır, bunun için mücadele
eder. Ancak oligarşi ve oligarşi içi saflaşmanın
temsilcileri ise, bu sorunları bastırmakta ortaklaşır
ve kimi zaman ise bu temeldeki çelişkileri iktidar
alanları için kullanılır. Oligarşinin politikalarının
çekirdeğinde yer alan askeri vesayet ve militarizm
en çok sol ve devrimci hareketi vurdu; 12 Mart
ve 12 Eylül açık faşizmi budur ve asıl programı
sol ve devrimci hareketi tasfiyedir. Fakat AKP
sahte bir "demokrasi" söylemi için yine
en çok bu gibi alanları istismar etti. Bunlardan
başka örneklerde var. 1 Mayıs ve Taksim alanı,
onlarca yıllık mücadele ile kazanıldı; AKP, döndü
ve bu kazanımı kendi çıkarı için kullandı. Ne
zaman demokrasi talepleri yoğunlaştı, AKP bunu
istismar etti. Kürt sorunu gibi güncel ve devasa
politik gündem ise, oligarşinin tüm kesimlerinin
sömürgeciliği sürdürmek için nasıl ortaklaştığını
gösterdiği gibi, aynı zamanda bunun üzerinden
yeni kavgaları da gündeme getirdi.
Bu
süreçte, asıl merkezini Kürt sorununun oluşturduğu,
ama biraz daha "geniş" kesimi de içine
alan, örneğin Alevi sorunu gibi sorunların da
eklendiği "demokratik açılım" projesi
ortaya çıktı. Bu aynı zamanda Kürt sorununun eski
imha ve inkar siyasetiyle çözümsüzlüğünün geldiği
son noktayı işaret etti; artık Kürt sorunu için
yeni arayışlar söz konusudur. AKP ve emperyalizmin
projesi olan "demokratik açılım" sahte
bir umut yarattı (ki amaç da zaten böyle sahte
bir umut yaratmak ve Kürt yurtsever hareketi tecrit
etmekti); liberal kesimler bu umudu körükledi.
Ama bu süreç aynı zamanda bir çok politik iradenin
daha görünür olduğu bir süreçtir ve bu sahte umut,
inisiyatif kapma savaşı içinde Habur'da söndü.
Bu "açılım" sahteydi; ama bu AKP'ye
sınırlı da olsa bir nefes aldırdı.
Üçüncü
aşama ise, bu sürecin adeta zirvesi olan 12 Eylül
referandumu ve 12 Haziran genel seçimleri sonrasıdır.
AKP
hem referandum hem de seçim ile yeni mevziler
kazandı. Bu süreçlerin, yani referandum ve seçim
sürecinin iki kazananı vardır. Biri AKP, diğeri
ise başta Kürt yurtsever güçleri olmak üzere emek
ve demokrasi paydasında saf tutan ezilenler. CHP,
MHP gibi burjuva partiler etki gücünü az çok korudu;
ama bu partiler, burjuvazi için yeni iktidar odağı
olma umudu hiç vermedi. Neo-liberal sömürü modeli
burjuva programları daralttı, tek bir biçime dönüştürdü
ve bununla birlikte kirli burjuva siyaset ile
(örneğin kaset savaşlarıyla) burjuva partiler
yeniden dizayn edildi. MHP köşeye sıkıştırıldı,
CHP yeni bir soluk olamadı, Kont-gerilla partisi
olarak kurulan BBP giderek AKP'nin payandası oldu,
ANAP, DYP gibi partiler ise eridi. Böylece oligarşi
içi çatlakta, iki kesim daha bir netleşti. Bir
yandan neo-liberalizmin tek alternatifi olarak
AKP, diğer yanda etkisiz CHP ve MHP. İkinci kazanan
ise, referandumda "boykot", seçimlerde
ise "emek ve özgürlük bloğu" olarak
36 milletvekili çıkaran kesimdir.
Hiç
şüphesiz, burada asıl güç ve kazanan yurtsever
harekettir. Sol ve devrimci hareketin bazı kesimleri
"emek ve özgürlük bloğu" içinde, bazıları
ise bu ittifak dışında "destek" olarak
(örneğin devrimci sosyalist hareketimizin tavrı
budur) bu kazanıma az çok katkı sunmuştur. Ancak
sol ve devrimci hareketin bir kısmı ise adeta
süreç dışı kaldı, sadece politik bir tavırla yetindi.
Referandumda "hayır" tavrı, bu kesimleri
CHP ve MHP'nin yanına itti; seçimlerde "boykot"
ise etkisizliğin bir ifadesi olarak somutlaştı.
Yani, bu önemli süreçlerde ezilenler adına yurtsever
hareketin başarısı söz konusudur; sol ve devrimci
hareket ise, en ilerisinden sürece "takılan"
konumdadır.
Bu
süreç aynı zamanda AKP ile Türkiye kapitalizmi
ve oligarşinin yeni bir aşama yaşamasıdır. AKP,
emperyalizmin aktif desteği ile oligarşi içi çelişkilerde
yeni bir süreci yakaladı, oligarşi içi çelişkide
en önemli politik güç olan Genelkurmay ve TSK
ile "uyum" dönemini başlattı. 28 Şubat
konsepti çöktü ve AKP oligarşi içi çelişkilerde
birkaç adım öne çıktı. Referandum iktidarın önemli
bir unsuru olan yargıya yeni bir yön verme olarak
ortaya çıktı; böylece AKP yeni mevzi kazandı.
YÖK, medya, hatta sporda artık AKP'nin hakimiyeti
vardır. Dış politikada, "sıfır sorun"
dönemi kapandı, Ortadoğu'da yükselen halk hareketlerini
kontrol etmek ve yeni nüfus alanı için yeni rol
kapmak güncelleşti. Kürt sorunu ve demokrasi sorununda
ise AKP aslına döndü; sahte demokrasi söylemlerini
bir yana attı, hem Kürt ulusuna hem de Türkiye
halklarına ve emekçilere yeni bir savaş açtı.
Bu süreç yaşanıyor.
Hiç
şüphesiz bu aşama ve süreçler, naif, saf, sorunsuz
değildir. Bu süreçlerde, tüm temel sorunlar, bu
sorunlar ekseninde politik güçler yeniden ve yeniden
biçim kazandı. Birinci dönemde, AKP, oligarşi
içi çelişki ve çatışmada sık sık "demokrasi
ve özgürlük" söylemine başvurdu; böylece
sadece neo-liberalizmden çıkarları olan sınıfların
değil, ötekileşen, alt sınıf ve katmanların da
desteğini aldı. Bir yanda açlık, yoksulluk, işsizlik
derinleşirken öte yandan çeşitli nedenlerle bu
kesimler AKP ile yeni bağlar kurdu. Aç, yoksul,
işsiz; ama düzene eklenen bir kesim ortaya çıktı.
Bir dizi çatışma, darbe girişimi, politik cinayetler,
Kürt sorunu gibi temel sorunlar üzerinden çatışma
pratikleri birbirini takip etti. Ama artık AKP
iktidarlaştı, AKP devlet partisi oldu.
Bugün
AKP, oligarşi için en örgütlü güçtür. Hem neo-liberalizmin
devamı ve bu yöndeki son hamleler için, hem de
devletin sınıfsal özü korunarak, emperyalizm ve
oligarşi açısından "yeniden yapılanma"
için AKP tek seçenektir.
Ancak,
bu süreç aynı zamanda AKP için sonun başlangıcıdır.
Bugün burjuva kesimde "demokrasi" adına
hiçbir umut ve güç yoktur. Hatta burjuva kesimde,
sahte demokrasi oyununu da AKP kendi oynamaktadır.
Bu alanda tek güç, işçi, emekçi ve ezilenlerdir.
Örgütsüz ve dağınık olan halk güçleri içinde bugün
en örgütlü güç yurtsever harekettir. Sınıf mücadelesi,
bu temelde asıl olarak bu güçler arasında biçim
alacak; hiç şüphesiz bu sürecin tüm birikimi ileri
taşınarak yeniden biçim alacaktır.
Bu
konuda sol ve devrimci hareketin, tabiî ki en
başta devrimci sosyalizmin önünde bir dizi görevler
durmaktadır.
2)
AKP'nın Sınıfsal Durumu
Anlaşılacağı
üzere AKP, neo-liberalizmin savunucusu ve bu sömürü
modelinden çıkarı olan sınıfları çatısı altında
toplayan partidir. AKP, yapılan bazı tanımlamalarda
ileri sürüldüğü gibi "islami burjuvazinin"
değil (sermayenin dini olmaz; burjuvazinin dini
paradır), tekelci burjuvazinin partisidir. AKP,
sadece İstanbul burjuvazisine değil, tekelleşen
ve tekelleşme süreci yaşayan Anadolu burjuvazisine
de dayanmaktadır. Böylece AKP, özünde egemen sınıf
bloğunu en iyi temsil eden parti konumundadır.
Emperyalizme
bağımlı yeni sömürge kapitalizminin asıl omurgası
iki toplumsal sınıf ya da kesimdir. Biri, içsel
olgu olan emperyalist sermaye ve emperyalizmdir;
diğeri ise bu emperyalist sermaye ile işbirliği
içinde bulunan tekelci sermayedir. Emperyalist
sermaye, yeni sömürge kapitalizminde, mali, sanayi,
ticari her alanda önemli bir yeri tutar; bu sermaye
bizzat üretim, finans, dolaşım, tüketim alanlarında
yatırım sahibidir. 2001 krizinde de görüldüğü
gibi, bu emperyalist sermaye biraz kendini geri
çekse, Türkiye kapitalizmi sarsıntıdan kurtulamaz.
Tekelci sermaye ise, kapitalist sistemin ipini
elinde tutmaktadır. İç içe geçmiş yerli ve yabancı
tekelci sermaye sadece ekonomik değil, politik
alanda da asıl söz sahibidir. Bu asıl omurga olmazsa,
yeni sömürgeci kapitalizm olmaz.
Ancak
yeni sömürgeci kapitalizm, tek başına bu yerli
ve yabancı tekelci sermayeye dayanmaz. Dünya kapitalist
pazarına eklenen, onun bir parçası olan yeni sömürge
kapitalist pazar içinde, üretim, tüketim, ticaret,
mali alanlarda daha geniş bir burjuva kesimle
tekelci sermaye bin bir bağ kurar. Bu bağ ve ilişki
ile kapitalizm kendini yeniden ve yeniden üretir.
Yeni sömürge kapitalist düzen, emperyalist sermaye
ile birlikte tekelci sermayenin bu sistemin merkezinde
yer aldığı; emperyalist sermaye ve tekeci sermayeye,
kapitalizmin yeniden üretim sürecinde, bu kapitalist
pazarda bin bir bağla bağlı burjuva ve orta burjuvanın
sarıp sarmaladığı bir düzendir. Bu sınıflar, sınıfsal
çıkarını neo-liberalizmde görmektedir. AKP, tekelci
sermayenin partisidir; ama kendini tekelci sermaye
ile sınırlamaz, bu sınıfları da çatısı altına
alarak toplumsal zeminini güçlendirmektedir.
Bir
parti ile sınıfsal ilişki, her süreçte, bire bir,
üst üste düşmez. Hatta bu ilişki, birden değil,
toplumsal ve siyasal süreçlerin inişli-çıkışlı
yolu üzerinde kurulur. İlk başta parti ile sınıf
arasında mesafe de olur, ama bu toplumsal süreçler
sonunda giderek sınıf ile parti aynı kanalda buluşur.
AKP, neo-liberalizmi savunan, onu temsil eden
burjuva partisi olarak kuruldu. Ancak bu sınıfsal
ve toplumsal ilişki birden, AKP'nin kuruluşuyla
kurulmadı. Sadece neo-liberalizmi savunmadı AKP,
ilk iş olarak AB, BOP gibi emperyalist projelere
sınırsız destek verdi; böylece emperyalist sermaye
ve güçlerin desteğini sağladı. Siyasal karakteri
de olan bir dizi çelişki (türban gibi) giderek
zayıfladı; sermayenin yeniden yapılanma sürecinde,
2001 krizi sonrası bazı sermaye gruplarıyla da
(Örneğin Uzanlar grubu. Neo-liberalizmin çocuğu
olan Uzanlar, ANAP döneminde büyüdü. Ancak dünyanın
efendilerinden olan Motorola'yu dolandırınca,
ABD emperyalizmi ve oligarşi Uzanların ipini kesti;
Uzanları tasfiye etmek AKP'ye düştü. Tabi bu süreçte
ciddi bir analizden yoksun bazı kesimlerin Uzanlar
somutunda "milli burjuva" arayışları
oldu) çelişki yaşadı. Ama giderek tekelci sermayenin
de desteğini arkasına aldı. Bir yandan AKP emperyalizme,
emperyalist sermayeye kendini ispatladı, diğer
yandan, yukarıda işaret ettiğimiz sınıfsal bileşke
ile bütünleşti. Bugün, AKP'nin devlet partisine
dönüştüğü bu aşamada aralarındaki ilişki daha
güçlü bir yerde durmaktadır.
Bu
anlamda, AKP, sadece neo-liberalizmin değil, bu
sürecin önünü açan 12 Eylül açık faşizmin çocuğudur.
3)
AKP İslamcı Parti/Hareket Mi?
Bu
soru yerindedir ve AKP'yi anlamaya hizmet eder.
Burada
önce birkaç belirleme yapmakta yarar vardır:
Bir:
Tek İslam yoktur; tüm dinlerde olduğu gibi İslam'ın
da birçok yorumu vardır. Tüm tek tanrılı dinler
ve İslam, ilk çıkışında "devrimci" rol
oynamış; ama egemen sınıfla bütünleşince bu devrimci
rol yerini gericiliğe bırakmıştır. Din/İslam,
her tarihsel dönemde yeni ihtiyaçlara göre biçim
almış ve bu anlamda birden fazla yoruma, her yorumun
kendi içinde bir anlayış ve geleneğe, hatta iktidar
biçimlerine yol açmıştır. Birçok dinde olduğu
gibi İslam'ın da birden fazla yorumu ve iktidarlaşma
biçimleri kendi içinde kanlı çatışmalara kadar
uzanan kavgalara dönüşmüştür. Bununla birlikte
tüm dinlerde olduğu gibi İslam da ideolojik bir
işleve sahiptir. Hatta İslam ile şeriat ilişkisini
düşününce bu ideolojik etkinin çok daha yoğunlaşmış
biçimiyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.
İslam bu açıdan sadece bir din değil, ideolojik-
politik bir harekettir.
İki:
İslamiyet uzun tarihsel birikimi içinde, yaklaşık
1400 yılı aşkın iktidarlaşma süreci sonunda, bugün
politik açıdan iki biçimde karşımızda yer almaktadır.
Birinci biçimi, bazı ortadoğu ülkelerinde görüldüğü
gibi, kapitalizmin gelişmesi karşısında kendi
sınıfsal çıkarları zedelenen ve bundan dolayı
bu gelişime engel olmaya çalışan küçük burjuva
ve alt orta burjuvazi sınıf temeline yaslanan
ve temelde kapitalizme karşı olmayıp, sömürüden
aldıkları payı korumayı ya da artırmayı hedefleyen
bir yerde duran, bu anlamıyla İslam'ın modernize
olmasını tehlike olarak gören anlayıştır. Bu anlayış
sahipleri birden çok akımı içermektedir ve yer
yer emperyalist işgallere karşı politik tutum
da geliştirmektedir. 1980'li yıllarda Afganistan'daki
Sovyet işgaline ve Filistin'deki devrimci güçlere
karşı emperyalizm tarafından desteklenen, bugün
ise anti-ABD, anti-işgal temelinde emperyalizme
karşı tavır alan politik İslam'ı (El-kaide, Taliban,
Hamas, Hizbullah vb.) bu kategori içinde ele alabiliriz.
İkinci
biçim ise, kapitalizmle uyum sağlamış, iktidarlaşmış
biçimler. Bu İslam da kendi içinde birçok akım
ve biçime sahiptir ama bunların kapitalizm ve
emperyalizm ile açık bir çelişkisi yoktur. Bunlar
düzen içi ve ehlileşmiş biçimde görülür ve her
süreçte emperyalizmin projesinin bir parçasıdır.
Dün "yeşil kuşak" bugün "ılımlı
İslam" projesi budur.
Üç:
Türkiye'de islam, yukarıda bahsedilen ikinci
biçimdedir. İslam, Osmanlı İmparatorluğundan bu
yana düzen içi bir yerdedir; ideolojik işlevi
oldukça güçlüdür, kitleleri düzene bağlayan en
önemli ideolojik bağdır. Osmanlı İmparatorluğu
İslam'ı oldukça yaygın kullanmıştır; İslam dahil
tüm tek tanrılı dinlerin özellikle feodalizm için
yaşamsal olduğu bilinmektedir; Merkezi feodal
Osmanlı İmparatorluğu için de bu geçerlidir. Osmanlının
feodal sömürgeciliğinde (Osmanlı İmparatorluğu,
dönemindeki diğer imparatorluklar -Çarlık Rusya'sı,
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu vb.- gibi yayılmacı,
işgalci, sömürgecidir. Ama bu sömürgecilik kapitalist-emperyalist
değil, feodal sömürgeciliktir. Sömürgecilik, egemenlik
ve başka halkları baskı altına alma, onları kendine
bağlama biçimidir. Tüm sınıflı toplumlar tarihinde
görülür; köleci, feodal, kapitalist sömürgecilik
gibi. Emperyalizm çağında, kapitalizm bir dünya
sistemi oldu, kapitalist egemenlik tüm dünyaya,
hem toprak hem de pazar olarak hakim oldu. Bu
egemenlik sürecinde, talana ve açık işgallere
dayalı büyük feodal devletlerin sömürgeciliği,
sömürgeci ülkelerde kapitalizmin gelişmesiyle
ve giderek emperyalizmin mutlak hakimiyetinin
kurulmasıyla, yerini sermaye ihracına dayalı emperyalist
sömürgeciliğe bıraktı. Emperyalist sömürgecilik;
sömürgecilik, yarı-sömürgecilik ve 2. paylaşım
savaşı sonrası yeni sömürgecilik biçimini aldı.
Bu üç kavram: sömürgecilik, yarı-sömürgecilik
ve yeni-sömürgecilik özdeş ve aynı kavram değildir.
Sol ve devrimci hareket içinde bu kavramları aynılaştırma
örnekleri vardır ve bunlar doğru olmadığı gibi
bilimsel de değildir.) İslam önemli işlev görmüş;
hatta kitlelerin İslami temelde başkaldırmaları
bile yine İslam adına bastırılmıştır. İktidarlaşan
İslam burada güçlü bir ideolojik işleve sahiptir.
Osmanlı
sonrası Kemalizm, gelişen kapitalizmin ihtiyaçlarına
göre din ile toplum ilişkilerini yeniden düzenlemiştir.
Kemalizm laikliği adeta bir din gibi örgütledi;
bu anlamda Kemalizm'in laikliği sahte ve kabadır.
Öte yandan Kemalizm sanıldığı gibi dini, İslam'ı
dışta tutmaz, ötelemez. Bir yandan laikliği din
gibi ele alırken, öte yandan İslam'ı devletin
kontrolüne alır. Bu açıdan bakarsak, Osmanlı ile
Kemalizm'in bu konuda ciddi bir ayrımı, biri "şeriatı"
diğeri "laikliği" temsil etmez; biçimsel
farklılığa rağmen iki dönemde de din ve İslam
devletin kontrolündedir, devlet tarafından örgütlenir.
Her ikisinde de dinin devletleşmesi söz konusudur.
Birinde, Osmanlı'da Şeyhülislam Kurumu, merkezi
feodal otoritenin/devletin bir parçasıyken; diğerinde,
yani Kemalist burjuva diktatörlüğünde Diyanet
İşleri kurumu aynı rol ve işleve sahiptir.
Emperyalizm
işgal ettiği her ülkede en gerici sınıf ve kesimlere
dayanır; Osmanlı İmparatorluğunun yarı-sömürgeleşme
sürecinde ve daha sonrası yeni sömürgecilik sürecinde
de bu geçerlidir. Feodal sınıflar, komprador burjuvazi
ve tekelci burjuvazi bu işbirlikçilik süreçlerinde
emperyalizmin dayanağı olmuştur; din ve İslam
ise bu sınıfların ve emperyalizmin en önemli ideolojik
aygıtıdır; İslam hep kurulu düzenin hizmetinde
olmuş, hep devlet tarafından yedeklenmiştir. Yani
bir yandan Osmanlı'dan bu yana İslam bir biçimde
iktidarlaşmış ve düzen içi bir yerdedir, öte yandan
bunu besleyen biçimde emperyalizmin bir payandasıdır.
AKP'nin
İslam anlayışı da bundan öte değildir. AKP'nin
İslam anlayışı resmi İslam anlayışıdır ve bu çizginin,
düzen içi ve ehlileştirilmiş İslam ile ters düşen
hiçbir yanı yoktur.
AKP,
RP içinde 28 Şubat sürecine bağlı, bu sürecin
baskısıyla "yenilikçiler" adı altında
ortaya çıktı. 28 Şubat süreci, çöken merkez burjuva
partileri güçlendirmek için, birden çok parti
içinde ayrışmayı hızlandırdı. Bu süreçte, burjuvazi,
burjuva partisi olan ve orta burjuvazinin de desteğini
alan RP'den "yaşam biçimi kaygıları"
ve "28 Şubatın baskısıyla" desteğini
geri çekti. AKP, doğan bu boşluğu doldurdu. AKP,
neo-liberalizmi savundu ve program düzeyine çıkardı;
sadece RP içinden değil, çöken merkez burjuva
partilerden kadro devşirmiş ve sağ-muhafazakar
bir parti olarak kurulmuştur. AKP, sadece neo-liberal
ekonomi-politiği değil, BOP ve AB projeleri içinde
yer almış, buna destek vermiş; böylece emperyalizmin
desteğini almıştır. "Reel sosyalizmin"
çözülmesi sonrası, daha önce komünizme karşı geliştirilen
"yeşil kuşak" projesi yerini "ılımlı
İslam" projesine bırakmış; AKP bu proje için
en uygun parti olmuştur ya da bu sürecin bir ürünü
olduğu söylenebilir.
Tüm
bunlardan dolayı, AKP'nin, program ve siyasal
çizgisi incelendiğinde bu partiyi nitelemek için
"İslamcı" sözcüğünün yerine "neo-liberal"
demek daha doğru olacaktır. Elbette neo-liberalizm
ile İslam karşı karşıya konacak kavramlar değildir.
Hele ki AKP örneği bunların bırakalım karşı karşıya
konulmasını, ustaca bir araya getirilişini belki
de en iyi biçimde ifade ettiği için sıklıkla emperyalizm
tarafından örnek gösterilmektedir. İslam bu neo-liberalizm
içinde düzeni besleyen bir yerdedir. On yıllık
süreç bu tezi onaylamaktadır.
Ama
AKP'nin iktidarlaşma sürecinde, en başta, Ergenekoncu/ulusalcı
kesimin büyük gürültü ile AKP'yi "İslamcı",
"Türkiye'yi İran yapacak" söylemine
başvurduğu bilinmektedir. O gün de, bugün de,
ortaya çıkan darbe girişimleriyle de sabitlenen
şudur; bu söylem iç iktidar kavgasının, oligarşi
içi iktidar kavgasının bir parçasıdır. Ayrıca
bu söylem, AKP'yi zayıflatmamış, tam tersine güçlendirmiştir.
AKP, bu sahte söylemin tam aksine İran'a karşı
emperyalizmin geliştirdiği bir projedir. Emperyalizmin
derdi Türkiye'yi İran yapmak değil, İran'ı Türkiye
yapmaktır.
Ulusal
solcu ve Ergenekoncuların iddia ettiği gibi, AKP
salt İslamcı bir parti değildir. AKP'nin İslam
ile ilişkisi, resmi ideolojinin İslam ile ilişkisinden
özünde bir farklılık taşımaz; Her ikisi de toplumu
kontrol altında tutmak ve sömürüyü meşrulaştırmak
için dini kullanmaktadır. Resmi ideoloji, hiç
bir zaman İslam'dan uzak olmamış, tam tersine,
neo-liberalizmin ekonomik alandaki egemenliğini,
siyasal alanda, Türklüğün yanına İslam'ın da katılmasıyla
birlikte yürümüştür. Türk-İslam sentezinin 12
Eylül açık faşizmi ile güncelleşmesi ve bu sürecin
kesintisiz sürmesi bunun ifadesidir. AKP'nin İslamcı
bir gelenek içinde çıkması ve emperyalizmin "ılımlı
İslam" projesi içinde yer alması tesadüf
değildir; tümden bu sürecin bir sonucudur.
AKP'nin
kendisinden öncekilerle arasındaki fark, şudur:?Bugüne
kadar TC egemen sınıflarının tercihi batılı kültürel
kodlar üzerine inşa edilmiş bir toplumu hedeflerken
ABD'nin geliştirdiği BOP?projesiyle de uyumlu
olarak, batılı kültürel kodlarla çatışmayı asla
önüne koymayan, ancak bunları İslami toplumsal,
kültürel kodların diline çevirerek yeni, uzlaşmacı
ve neo-liberal İslamcı politikaların üreticisi
ve yürütücüsü bir partidir.
AKP
düzen içi İslam'a dayanmış; buradan toplumsal
zemin bulmuştur. Bu ne tesadüftür ne de onun "İslamcı"
olmasıyla ilgilidir. AKP, tekelci sermayenin en
örgütlü kesimini temsil eder. Ama AKP, sadece
bu kesime dayanmaz; bununla birlikte burjuvazinin
tekelleşme eğilimi içinde olan kesimini de çatısı
altına alır. Bu sınıfların, tekelci sermaye ve
onunla bin bir bağla iç içe burjuvaların çıkarı
neo-liberalizmdedir. Ayrıca AKP, orta burjuvazinin
önemli bir kesiminin de desteğini almış, hatta
yeni bir sermaye birikimi sürecinde, neo-liberalizmin
saldırı ve yıkım politikasının açtığı yeni rant
alanlarında kendi orta burjuvalarını oluşturmuştur.
Bu yeni orta burjuvazinin İslam ile çelişkisi
yoktur; bu sınıfların düzene yönelik "yıkma"
anlayış ve eylemi de yoktur. Tam tersine düzenin
bir parçasıdır; AKP'nin toplumsal zemini bu kesimlere
dayanarak güçlenmiştir.
Bununla
birlikte, düzeni yıkma değil, düzeni şu ya da
bu biçimde eleştirmeyi önüne koyan kimi İslamcı
çevreler de, özünde AKP projeleriyle düzene eklenmiştir,
eklenmektedir. Böylece, sömürge tipi faşizm, devrimci
hareketin zayıflığından da yararlanarak, düzenden
kopma eğilimi içinde olan, neo-liberalizmin mağduru
toplumsal kesimleri, AKP aracılığı ile yeniden
düzene bağlamaktadır.
4)
AKP Ve Dış Siyaset
Bu
yeni süreçte, AKP emperyalizmin güvenini kazanmış
olarak, yeni rol peşindedir. Dış politika da bu
temelde, bir yandan emperyalizmin stratejik ve
taktik adımları ve bölgesel hesaplarına göre biçim
alma, diğer yanda buradan yeni rol kapma arayışı
söz konusudur.
Her
şeyden önce AKP iktidarı eliyle oligarşinin emperyalizm
ile ilişkisi, ne "yeni" ne de "özgün"
bir şeydir. Tam tersine, oligarşi ile emperyalizm
ilişkisi tarihsel bir sürecin ifadesidir; AKP
ile bu ilişki, hızından hiç bir şey kaybetmeden,
emperyalizmin bölgesel hesapları temelinde devam
etmektedir. Yani, bu ülkede emperyalizmin yaklaşık
200 yıllık varlığı vardır; ara bir dönem olarak
Kemalist burjuva diktatörlüğünü saymazsak (Kemalizm
açık işgale karşı sınırlı bir tutum izlemiştir.
Devlet kapitalizmi sürecinde bazı yabancı şirketleri
devletleştirmiş olsa da -ki bu devletleştirmeler
1929 krizini yaşayan emperyalist şirketlere "ilaç"
gibi gelmiş, çoktan kendini amorti etmiş işletmelere
değerinin çok üzerinde paralar ödenmiştir-, Kemalizm
emperyalist sermayeye karşı olmamış, tam tersine
emperyalizmle ilişkisini sürdürmüş, emperyalist
sermayeyi teşvik etmiştir.) bu tarihsel süreç,
emperyalizm ile işbirlikçi burjuvazinin yan yana
olduğu, birlikte çıkarlarını örgütlediği bir tarihsel
süreçtir. Bu sürecin son 60 yılı, yani 2. paylaşım
savaşı sonrası yeni sömürgecilik sürecidir. Baştan,
doğuştan emperyalizmin kucağına doğan burjuvazi,
hiçbir süreçte emperyalizmle çatışmamış; bu anlamda
"ulusal pazara" sahip çıkan "ulusal
burjuva" nitelikte bir burjuvazi hiç olmamıştır.
Böyle bir zemin üzerinden yeni sömürgecilik yükselmiştir.
"Sermaye ihracı, ihraç edilen ülkede kapitalizmi
geliştirir." (Lenin) Yeni sömürgecilik, kapitalist-emperyalist
sistemde daralan pazar sorununu çözmek ve emperyalist
işgali gizlemek için, emperyalizm tarafından geliştirilen
yeni istismar biçimidir. Bu süreçte kapitalizm
emperyalizmin denetiminde gelişmiş ve tüm toplumsal
ilişkilere egemen olmuştur. Devlet kapitalizminin
oluşturduğu zemin üzerinden önce iç pazara göre
örgütlenen kapitalizm, daha sonra, 1980 sonrası
dış pazara göre biçim almıştır. 1950-80 döneminin
"ithal ikameci" kapitalizmi 1980 sonrası
dış pazara, yani "ihracata yönelik kapitalizm"
olarak yeni bir aşamaya ulaşmıştır. 1950 sonrası
sanayici-tekelci sermaye adım adım büyürken, her
sermaye birikim sürecinde (1970, 1980, 1990 ve
2000) tekelci sermaye egemenliğini pekiştirmiş
ve bugün mali-tekelci sermaye ön plana çıkmıştır.
Baştan
emperyalizme bağımlı olan tekelci sermaye, tek
başına iktidar değildir; egemen sınıflar bloğu
olan oligarşi içindeki 1950-70 sürecinde tekelci
sermaye ile feodal toprak sahiplerinin ittifakından
bahsedebiliriz. Ancak her sermaye birikim süreci
ve buna bağlı ekonomik-politik-kültürel alanın
yeniden dizayn edilmesi, feodalizmin adım adım
çözülmesine yol açmıştır. Bu süreç, bir yandan
tekelci sermayenin sanayi, mali, ticari alanda
egemenliğini sağlamış, diğer yandan feodal toprak
sahipleri kapitalist toprak sahiplerine dönüşmüş
ve tekelci sermayeye eklenmesine yol açmıştır.
Böylece, bir yandan kapitalizm gelişirken öte
yandan buna paralel olarak oligarşinin bileşkesi
değişime uğramıştır. Oligarşi giderek kendi içinde
daralmış, 1970 sonrası adım adım tekelci sermaye
hakimiyet kurmuştur.
Böylece
ortaya çıkan tablo, emperyalizm ile işbirlikçi
tekelci burjuvazinin iç içe geçmesidir. Nerede
emperyalist bir sermaye ve yatırım var; orada
işbirlikçi tekelci burjuvazi var. Ülkenin mali,
sanayi, ticari, tarım her alanında, emperyalist
sermaye ile işbirlikçi sermaye iç içedir. Emperyalizm
içsel olgudur; sadece ekonomik değil, siyasal
ve askeri her alanda hakimiyeti vardır. Bundan
dolayı, işbirlikçi oligarşi ile emperyalizmi birbirinden
ayırmak mümkün değildir; anti- emperyalist mücadele
anti-kapitalist mücadele, anti-emperyalist mücadele
anti-oligarşik mücadele ile üst üste düşmektedir.
Sonuç
olarak şunu diyebiliriz: Türkiye, emperyalizme
yeni sömürgecilikle bağımlı ve orta düzeyde gelişmiş
kapitalist bir ülkedir. Yeni/4. bunalım döneminin
özelliklerinden biri, yekpare bir yeni sömürgeciliğin
olmadığıdır. Farklı gelişmişlik düzeyinde olan,
bu anlamda birçok yeni sömürge ülke tipini içeren
ülkeler topluluğu vardır. Tümü emperyalizme bağımlıdır;
ancak hem kapitalizmin gelişme düzeyi hem de sistem
içindeki yeri birbirinden farklıdır. Bu anlamda,
Türkiye, ne kapitalizmin ilkel sermaye birikimi
yaşadığı her hangi bir ülkedir (Stalin'in sömürge
ve yarı sömürge ülkeleri "üç tip" de
tasnif ettiği bilinmektedir -Marksizm ve Ulusal
Sorun kitabı-; ama artık bu tasnif değişmiştir.
Ayrıca Lenin'in "kapitalist olmayan yol"
tezi için örnek gösterdiği sınıfsal ayrışmanın
pek olmadığı Moğolistan tip ülke -Ulusal Kurtuluş
Savaş kitabı- artık kalmamıştır.) ne de sıradan
yeni sömürge bir ülkedir. Türkiye kapitalizmi,
parçalı olan yeni sömürge ülkeler içinde en ileri
halkayı oluşturan bir ülkedir. Latin Amerika'da
Brezilya, Arjantin, Asya'da Güney Kore gibi ülkeler
bu kategori içindedir.
AKP,
bu tarihsel sürecin son halkasını temsil etmektedir.
On
yıllık AKP iktidarı da bunun somut örneğidir.
Emperyalizmin oligarşiye verdiği rol, kapitalist-
emperyalist sistem içinde işbölümüne de uygun
olarak emperyalizmin bölgesel çıkarlarını korumaktır.
Yeni sömürgeci kapitalizmin gelişme düzeyi Türkiye'yi
sıradan yeni sömürge bir ülke olmaktan çıkarmış,
işbirlikçi gelenek üzerinden bölgesel bir güç
yapmıştır. Yeni sömürgeciliğin ilk uygulandığı
ülkelerden biri Türkiye'dir. Bir dönem, sosyalizme
karşı "ileri karakol" rolü üslenen Türkiye,
"reel sosyalizmin" 1990 sonrası çözülmesiyle
sistem içinde yeni bir yer arayışına girdi. Türkiye
için yeni/4. bunalım döneminde dışa açılmanın
iki kapısı vardır; biri Kafkaslar, diğeri Ortadoğu.
Bölgesel her gelişme bu temelde yeni arayışları
hızlandırdı ya da tersinden yavaşlattı. Neo-liberal
sömürü modeli, yeni bir sermaye birikimi sürecidir;
artık Türkiye yeni/4. bunalım döneminde "dışa
açılan" bir ülkedir. Bölgesel gelişme ve
bu temelde politik-askeri gelişmeleri de dikkate
alırsak Türkiye, sadece "ileri karakol"
değil, emperyalizmle iç içe ekonomik ve politik
alanda rol oynayan bölgesel bir güçtür.
Türkiye'nin
bölgesel rolünü anlamak için bazı rakamlara bakmakta
yarar vardır:
Önce
ülkeye giren yabancı sermayeye bakalım. Neo-liberalizm,
yeni sömürgecilikle emperyalist sermayeye açılan
ülke ekonomisini tümden açık pazara dönüştürdü.
Bu süreç aynı zamanda emperyalist sermayenin ülke
ekonomisinde daha aktif rol oynadığı bir süreçtir.
1980-89 yılları arasında toplam 1,84 milyar dolar;
1990-99 arasında ise 8,35 milyar dolara yabancı
sermaye başta üretim olmak üzere çeşitli alanda
yatırım yapmıştır. 2001 krizi ve Ecevit döneminde
yapılan çeşitli yasal düzenlemelerinde (tahkim
yasası gibi) etkisiyle bu oran hızla artmıştır.
2000-2001 yılları yani iki yılda doğrudan yatırım
5 milyar dolar (daha önceki yılların iki katı
ve önceki 20 yılın toplamı kadardır) yabancı sermaye
girişi olmuş; kriz nedeniyle kısa bir duraksama
sonrası, 2003-2004 yıllarında 4,64; 2005 yılında
10; 2006 yılında 20; 2007 yılında 22; 2008 yılında
ise 18 milyar dolar doğrudan yatırım için giriş
yapmıştır. Bu dönemde toplam yabancı sermaye girişi
ise, 2002-3 yılında 10; 2004 yılında 23; 2005
yılında 40; 2006 ve 2007 yılında ise 56 milyar
dolardır. Böylece Türkiye AKP dönemde hem hızla
borçlanmış (2000 yılında 120 milyar dolar olan
dış borç, 2007 yılında 240 milyar, 2008 yılında
ise haziran itibariyle 284,4), hem de doğrudan
yatırım yapılan 21. ülke olmuştur. Bu rakamlar
yeni sömürge ve bağımlı bir kapitalist ekonomiyi
gösterir; ülke ekonomisi yabancı sermaye ile dönmektedir.
Bu sorunun bir yanıdır; ve önemli bir yanıdır
ve krize rağmen büyüme oranındaki gelişim önemli
ölçüde buna bağlıdır.
Öte
yandan ise Türkiye sermayesinin, emperyalist sermaye
ile iç içe yeni bir birikim üzerinden dışa açılması
söz konusudur. Eczacıbaşı (Villeroy ve Boch'un
seramik bölümü), Ülker (Godiva), Anadolu grubu
(Rus Krasny Vostok ve Gürcistan da lomisi), Sabancı
(Dusa), Koç grubu (Blomberg, Grunding, Arctic)
Çukurova grubu, Gama holding gibi büyük sermaye
grupları dışarıdan şirket satın alıyor ve buralara
yatırım yapıyor. 2007 yılı itibariyle Koç 2,6;
Çukurova 1,74; Sabancı 1,33; Gama 1,14 ve Anadolu
grubu ise 1,09 milyar gelir sağlıyor. Bu sürede,
sermaye yeniden yapılandı ve dışa yapılan yatırım
tüketim (bira, bisküvi, tekstil gibi) alanlarla
birlikte ara malı niteliğinde (ABD, İngiltere,
Almanya, İran, Fransa, Endonezya, İspanya, İtalya,
Bosna Hersek, Azerbaycan gibi birçok ülkede) üretime
de yöneldi. Böylece Türkiye sermayesinin inşaat
vb. gibi alanlardan daha çeşitli alanlara yönelmesi
söz konusudur. Burada şunu hiçbir zaman akıldan
çıkarmamak gerekir ki bahsedilen sermayenin büyük
çoğunluğu yabancı bankaların kredileriyle tüm
bu faaliyetleri yapabildikleri için aslında her
durumda kazanan emperyalizmin kendisidir. Yerli
sermaye gruplarının bu süreçten nemalanmaları,
bu niteliğin üzerini örtemez. (Rakamlar Türkiye'de
Büyük Sermaye Grupları/Özgür Öztürk kitabından
alınmıştır)
Ortadoğu
için de yeni bir süreç söz konusudur. Irak işgali,
oligarşiye hem yeni rol için bazı kapılar açmış,
hem de nüfuz alanı hevesi için yeni gerilimler
yaratmıştır. Özellikle Güney Kürdistan'ın imarı
için ekonomik rol oynayan oligarşinin, bu ülkede,
politik alanda kimi dengelere de oynadığı açıktır.
Tunus'ta başlayan "Arap baharı" tüm
Ortadoğu'yu içine almıştır ve bu ülkeleri iyice
kapitalist pazara açmaktadır. Bu süreçte, Mısır
gibi ülkelerde halk hareketi sol ve devrimci güçlerin
etkisiyle daha bağımsız bir yerde dururken, birçok
ülkede, emperyalizm bu sürece hemen müdahil olmuş,
kitle/halk hareketlerini kontrol etmiş, bu kontrolde
İslamcı güçleri kışkırtmış ve çıkarları doğrultusunda
kullanmıştır. BOP, özünde Ortadoğu ve Afrika'nın
kapitalist pazarlara açılması, eğer bunun önünde
engel bazı iktidarlar varsa (Saddam Irak'ı, Kaddafi
Libya'sı, Esat Suriye'si gibi) onları tasfiye
etmek, bu coğrafyanın başta petrol olmak üzere
tüm kaynaklarına el koymak ve işbirlikçi yönetimler
aracılığı ile yeni sömürgeleştirmektir. Bu açıdan
Libya önemli bir halkadır. Libya'da petrolü Fransa
başta olmak üzere emperyalistler yağmalarken,
oligarşiye inşaat gibi sektörler düşmektedir.
Türkiye'nin Suriye için de kışkırtıcı rol oynaması
düşünüldüğünde, Kıbrıs'ı işgal eden, Kürdistan'ı
sömürgeleştiren oligarşinin yeni rol kapma mücadelesi
daha iyi anlaşılmaktadır.
Oligarşi,
sınıfsal konumu ve emperyalizmin kucağında doğması
gereği, tüm tarihsel süreçlerde "denge"
ve emperyalizm ile uzlaşma, emperyalizme göre
"konum alma" siyaseti izlemiştir. Osmanlının
yarı-sömürgeleşmesinde başta İngiltere olmak üzere,
Almanya, Fransa'ya yaslanan burjuvazinin, yeni
sömürgecilik sürecinde ABD emperyalizmine yaslanması
tesadüf değildir. Oligarşi, emperyalizm adına
Kore savaşından tut, bölgesel bir dizi görevlere
sahip çıkmıştır. Reel sosyalizm çözülünce, oligarşi
için yeni bir süreç söz konusudur; bu kez bölgesel
güç olmak, emperyalizmin ekonomik ve politik çıkarları
için Ortadoğu ve Kafkaslarda yeni rol oynamaya
gönüllüdür. Bu yıllarda dillendirilen "Adriyatik'ten
Çin Seddi'ne" politikası bu role uygundur.
Bugün ise, Ortadoğu için yeni bir süreç vardır;
bu coğrafya emperyalizmin müdahaleleriyle kapitalist
pazar derinleştirilmekte ve genişletilmektedir;
İslam'ı da kapitalizme yedeklemektedir.
Böylesi
sancılı süreçte AKP "sıfır sorun" siyasetini
bir yana bırakmış, Libya başta olmak üzere, bu
coğrafyadan emperyalizmin verdiği role uygun pay
peşindedir, dahası Suriye'de ise adeta kışkırtıcı,
aktif saldırgan bir role soyunmaktadır.
AKP
ile oligarşinin yeni rol kapma mücadelesinde,
yukarıda ifadelerimizden anlaşılacağı üzere, iki
şey dikkate alınmalıdır.
Birinci
olarak, Türkiye kapitalizmi kapitalist-emperyalist
sistemin dışında değil, onun bir parçasıdır. Uluslar
arası sermaye için Ortadoğu, Afrika, Kafkaslar
yeni ve bakir alanları ifade ediyor, yeniden paylaşım
ve nüfuz alanı kavgası bu coğrafyada sürüyor.
Türkiye kapitalizmi emperyalizme bağımlıdır ve
bu ilişki içinde bu nüfuz alanı kavgasında ekonomik
bir rol oynadığı, oynayacağı açıktır. Kapitalizmin
gelişme düzeyi buna uygundur.
İkincisi,
bu kapitalist gelişim düzeyi aynı zamanda politik
gelişme ve yeni uluslararası rollerden bağımsız
değildir. Oligarşi, yüzlerce yıllık devlet geleneği
üzerine oturmuş, baştan bu yana emperyalizmin
bölgesel her gelişmesinde az çok rol oynamıştır.
Bu rol, aynı zamanda bölgesel bir güç olmayı içermektedir.
NATO'nun her verdiği göreve sahip çıkması (Afganistan
işgalinde yer alması, sömürge valisinin bir Türkiyeli
-Hikmet Çetin- olması, Somali'den Bosna'ya kadar
asker göndermesi, 1990'lı yıllarda Azerbaycan'da
darbe örgütlemesi, şimdi de Suriye için kışkırtıcılık
yapması) bundandır. Türkiye bu alanda İsrail ile
yarışmaktadır. Ama emperyalizm "tek ata"
oynamaz. Mısır ve giderek Irak, Türkiye için yeni
rakip olma potansiyeline sahiptir.
Sonuç
olarak şu denilebilir: Türkiye, emperyalizme bağlı
biçimde ve yeni işbölümüne bağlı olarak, yeni
rol kapma mücadelesi vermektedir. Hem ekonomik
hem de politik rol oynamaktadır. Bir yandan, Ortadoğu
ve Kafkaslara sermaye ihracı yapmakta, bu ülkelerin
kapitalist pazara açılmasında (daha çok alt-yapı
işlerinde) pay kapmaktadır; diğer yandan bununla
birlikte politik role soyunmaktadır. Şimdilik,
Libya ve Irak'ta alt-yapı işleri Türkiye'ye düşmektedir;
petrol ve diğer yeraltı kaynaklarına emperyalizm
el koymaktadır. Ayrıca emperyalizmin verdiği rol
gereği, bölgesel her gelişmede inisiyatif kapma
mücadelesi vermektedir. Kaddafi sonrası işbirlikçi
yeni yönetimle yapılan görüşmeler ve imzalanan
anlaşmalar, işbirlikçi Irak yönetimi içinde Sunni
işbirlikçilerle ilişki ve Irak yönetimindeki çelişkilerde
taraf olma, Suriye'ye yönelik kışkırtma ve askeri
müdahale istekleri, "Hür Suriye Ordu"suna
yataklık etme, eğitme, silahlandırma budur.
AKP
ile Türkiye oligarşisi yeni bir süreç ve yeni
bir rol kapma mücadelesi içindedir. Artık "sıfır
sorun" dönemi ve söylemi bitti; yeni inisiyatif
savaşları, yeni gerilimler bu süreci belirlemektedir.
5)
AKP Ve Demokrasi Sorunu
AKP,
emperyalizm ve oligarşinin çıkarları temelinde
devleti ve toplumu "yeniden yapılandırma"
sürecinde belki de en çok "demokrasi ve özgürlük"
kavramlarını istismar etti, ediyor.
Programsal
olarak AKP, burjuva programın, onun neo-liberal
sömürü modelinin savunucudur. Bu programın tarihsel
kökleri vardır; bu tarihsel köken, burjuvazinin
sınıf olarak ortaya çıktığı ve tarihsel-siyasal
süreçlerde ağırlığını koyduğundan bu yana "liberal
akım" olarak bilinmektedir. Burjuva programda
bir diğer ana akım devletçi akımdır. Devletçi
akım ile liberal akım, burjuvazinin tarih sahnesine
çıktığından bu yana, düşünsel ve programatik bir
ayrışma içindedir. Bu ayrışma farklı süreçlerde
farklı biçim almış; kimi zaman uyum, kimi zaman
ise çatışma eğilimleri taşımıştır. Her iki akım
üzerinde kapitalist sistemdeki gelişmeler ayrıca
etkili olmuştur. Ancak, kapitalist-emperyalist
sistemin evrimine bağlı olarak, neo-liberalizm
1970 sonrası, kapitalist-emperyalist sistemde
egemenlik kurmaya başlamış ve reel sosyalizmin
çözülmesiyle dünya ölçeğinde neo-liberalizm zaferini
ilan etmiştir.
Bu
süreç, ülkemiz için, yeni sömürge ülke gerçeğine
bağlı olarak, emperyalist-kapitalist sistemle
uyumlu, ona paralel yaşanmıştır. Bu açıdan 24
Ocak 1980 ve 12 Eylül faşizmi dönüm noktasıdır.
Artık, bu dönemden sonra burjuvazi, iç pazara
yönelik "ithal ikameci kalkınma" modelini
bir yana atmış (ki bu modelde Keynesci ve devletçi
akımın etkisi vardır), bunun üzerinden, bu temelde
sermaye birikimi üzerinden "ihracata yönelik
kalkınma" modeline geçilmiştir. Bu geçiş
ve egemenlik kurma sürecine, neo-liberalizm önderlik
yapmıştır. ANAP ve T. Özal bu akım ve sömürü modelinin
temsilcisidir; bu sömürü modelin oturması için
ise 12 Eylül açık faşizmine ihtiyaç olmuştur.
12 Eylül açık faşizmi, yükselen halk hareketini
tasfiye etmek gibi politik bir nedenle birlikte,
bu neo-liberal sömürü modelinin uygulanması için
de iş başına gelmiştir. Böylece sömürge tipi faşizm,
bir biçimden (gizli ve parlamenter faşizmden)
bir başka biçime (açık faşizme) geçmiştir.
Bu
süreçten sonra, bu model, tüm burjuva partilerin
ortak programı olmuş, mevcut tüm burjuva partiler
bu modele uymuş, bu modeli savunmuş, bu modele
alternatif bir burjuva model geliştirmemişlerdir.
AKP, bu modelin son temsilcisidir. Bu bir çizgidir;
tarihsel bir birikimi ve birbirine eklenen halkaları
ifade etmektedir. AKP, bu çizginin son halkasıdır.
Bu
neo-liberal program etrafında, farklı eğilimden
kadrolar yan yana gelmiş ve AKP kurulmuştur. Bu
açıdan AKP, bir yanılgıyı ifade eden "milli
görüş"e değil DP, ANAP gibi sağ burjuva partilere
benzer; ANAP (hatta 12 Eylül açık faşizmi) ne
kadar "milli görüşçü" ise AKP' de o
kadar "milli görüşçü"dür. (Milli görüş,
kapitalizmle çelişmez, tam tersine kapitalizmin
tahribatını onararak kapitalizmi savunur. Burjuvazinin
ilk örgütü İttihat ve Terakkidir. İttihat ve Terakki
içinde bu konuda, her zaman iki eğilim olmuştur
ve bu iki eğilim farklı süreçlerde birbirini de
tasfiye etme mücadelesi vermişlerdir. Birinci
eğilim, Türkçülük; ikincisi ise, İslamcılıktır.
Her ikisini sentezleyen eğilimler de vardır. Her
iki eğilim, hem Türkçülük, hem de İslamcılık emperyalizmin
işbirlikçisidir; her iki eğilimin de başta Alman
ve İngiliz emperyalizmi olmak üzere emperyalizmle
ilişkisi bilinmektedir. Yer yer ittifak yapan,
yer yer ise çatışan bu iki eğilim her süreçte
burjuvazinin örgütlü gücü içindedir. Osmanlı döneminde
İslamcılık ağır basar; ama Kemalizm'in iktidarı
Türkçülük eğiliminin iktidar olmasıdır. Bu demek
değil ki İslami eğilim, yani bugün "milli
görüşçü" eğilime uzanan eğilim tasfiye edilmiştir.
Hayır, yer yer çatışmışlar -31 Mart olayı gibi-
ama her iki eğilim de burjuva iktidarda varlığını
korumuş, egemen sınıfın ideolojik arka planı olmuştur.
Yani egemen sınıflar hiçbir zaman Türkçülük ve
İslamcılıktan uzak olmamıştır. Yeni sömürgecilik
süreci ise daha çok iki eğilimin iç içe olduğu
bir süreçtir; bu süreçler örneğin 12 Eylül ve
sonrası ise "Türk-İslam sentezi" olarak,
neo-liberalizmin hizmetinde yaşanmıştır. Hiçbir
zaman milli bir burjuvazi olmamış; bundan dolayı,
"milli görüş" milli burjuvazinin değil,
daha çok tekelci olmayan, ama tekelleşme eğilimi
taşıyan burjuvazinin eğilimi olmuştur) Farklı
burjuva eğilimler için ortak payda neo-liberal
programdır; bu çatı altında sağ-muhafazakar-gerici
kadrolar AKP çatısı altında toplanmıştır.
Bir
partinin niteliğini belirleyen onun programı ve
eylemidir. AKP ekonomik alanda neo-liberalizmi
savunan burjuva partisidir. Bu programın savunucu
her burjuva parti "demokrasi ve özgürlük"
kavramını zaman zaman dillendirir; ama bu "demokrasi
ve özgürlük" tekelci burjuvazinin sömürü
özgürlüğüdür ve siyasal demokrasiyi inkar eder.
Onlar, "ekonomik liberalizm/serbest piyasa
ve siyasal demokrasi" tezini sık sık işlerler;
ama bu koca bir yalandır, ideolojik manüpilasyondur.
Onların özgürlüğü, "serbest piyasa"
özgürlüğüdür, halkın sömürülmesidir; "devletin
küçülmesi" tezi devlet kapitalizmin tasfiyesi
ve özelleştirmedir; bu vahşi sömürü için ise demokratik
hakların inkar edilmesi, işçi ve emekçi sınıfların
örgütlülüğün dağıtılması zorunludur.
Bu
çizgi hep devam etti, ediyor. AKP'nin programı
ve eylemi budur.
Ayrıca,
birçok kez ifade ettiğimiz gibi, Türk burjuvazisi,
doğuşundan bu yana, ırkçı, şovenist, gericidir;
baştan emperyalizme bağımlıdır, onun kucağında
doğmuştur, demokratik bir geleneği yoktur. Bu
anlamda, bu ülkede hiçbir zaman, emperyalizme
karşı kendi pazarı için mücadele eden ulusal/milli
burjuvazi olmamıştır. Bu burjuvazinin, yani Türk
burjuvazisinin hiçbir zaman demokrasi sorunu da
olmamıştır. Bundan dolayı, belki yeni sömürgecilik
tarihi aynı zamanda sahte "demokrasi"
tarihidir; bu anlamda tüm burjuva partiler "demokrasi"den
söz eder. Ancak hiç birinin, CHP'den AKP'ye kadar
hiçbir burjuva partisinin demokratik niteliği
ve geleneği yoktur. Bu açıdan burjuvazi ve burjuva
partiler hem "ulusal" hem de "demokratik"
özelliklerden yoksundur. Son yıllarda "ulusalcı-liberal"
çatışması ise demokrasi kavgasının ürünü değil,
emperyalizme karşı politik bir tutumun ifadesi
değil, iktidar kavgasının birer enstrümanı ve
asıl olarak da Kürt düşmanlığının örtüsüdür.
AKP'nin
neo-liberal burjuva programı kendinde somutlaştırması,
önemli ölçüde diğer sağcı-gerici burjuva partilerin
daralmasına, onların etkisizleşmesine borçludur.
Tabi bu süreç çok da kendiliğinden yaşanmamaktadır;
AKP bu alanı daraltmak ve diğer burjuva partilerini
etkisizleştirmek için her yolu kullanmaktadır.
MHP'nin kaset skandallarıyla itibarsızlaştırılması,
BBP'nin AKP tarafından yedeklemesi, ANAP, DYP'nin
etkisizleştirmesi çok tesadüf değildir. Hem bu
partilere yön veren burjuvazinin çıkarlarının
neo-liberal sömürü modeline uygun olması ve bunun
AKP'de temsil edilmesi; hem de bu kirli yöntemlerin
sonucudur.
AKP'nin
çıkarları emperyalizm ve oligarşinin çıkarlardan
farklı değildir. Zaman zaman "demokrasi ve
özgürlük" söylemine başvurması ise, tümden
açığa çıktığı üzere, oligarşi içi çelişkide, iktidar
kavgasında bir aksesuardır. AKP'nin ilk yıllarda,
emperyalist bir proje olan AB sürecine destek
vermesi, sadece emperyalizme kendini ispatlaması
için değil, aynı zamanda böylesi emperyalist projelerle
sınıfsal çıkar içinde olduğu içindir. Bununla
ilişkili olarak, kimi "uyum yasaları"
ise AKP'yi "demokrat" yapmamıştır.
Demokrasi
için ölçü, emperyalizmle "uyum yasaları"
değil, işçi ve emekçi sınıfların, Kürt ulusunun,
Aleviler başta olmak üzere tüm ezilenlerin karşısındaki
konumdur. Tüm bu ezilenler için siyasal özgürlük
var mı yok mu, sorun buradadır. Neo-liberal sömürü
modeli, sadece işçi ve emekçilerin ekmeğini elinden
almaz, onların barınma hakkını gasp etmez, tüm
sosyal alanda (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik
gibi) her şeyi "özelleştirme" adı altında
kara dönüştürmez, "sosyal devleti" budamaz;
aynı zamanda bu sömürü modeli, bu ezilen sınıf
ve kesimlerin hak ve özgürlüklerini de yok eder.
Son otuz yılı aşkın tarihsel süreç, on yıllık
AKP süreci tamı tamına budur.
Demokrasi
sorununun çözümü, tek değil ama önemli ölçüde
Kürt sorununun çözümünden geçer. Burjuvazinin
tüm tarihinde Kürt ulusunun hak ve özgürlüğü yoktur;
inkar, imha, asimilasyon asıl siyasettir, sömürgecilik
bunun üzerinde kurumsallaşmıştır. AKP'nin "demokratik
açılımı" iflas etmiş, sömürge savaşında ısrar
etmiş, Kürt ulusunun mücadele ile elde ettiği
fiili kazanımların bir kısmını sözde kabul etmiş,
hatta bunları kendi "vermiş" göstermiş;
ama "tek millet-tek devlet-tek din"
ekseninde ısrar etmiştir. Benzer şeyler Aleviler
başta olmak üzere tüm ezilenler için geçerlidir.
Sözde "Alevi açılımı" bir Sunileştirme
projesi olarak başlamış ve bu gerçek tümden açığa
çıkmıştır. İşçi ve emekçiler için ise, çıplak
ve vahşi sömürü sosyal ve siyasal haklarının gaspıyla
başa baş gitmiş; her hak arayışı polis baskısıyla
karşılanmıştır, karşılanmaktadır.
Özetle,
AKP, demokrasi adına (siz bunu burjuva demokrasisi
adına okuyun) ciddi tek bir adım atmamış, sömürge
tipi faşizmin kurumlarını MGK, YÖK, TSK, Polis
gücü, Yargı ve mahkeme, medya vb) yeniden dizayn
etmiş, bu süreçte kendi çıkarı için, örneğin askeri
vesayetin etkisini sınırlamak için "demokrasi"
kavramını sık sık kullanmıştır. Ama devlet aygıtında
demokratik bir alan açılmamış, devlet biçimi,
sömürge tipi faşizmin niteliği korunmuş, oligarşinin
baskı aygıtı, emperyalizm ve oligarşinin yeni
ihtiyaçlara göre yeniden örgütlenmiştir.
AKP,
diğer burjuva partiler gibidir; demokrat değil,
gerici, şovenistir.
Daha
iyi anlaşılması için devam edelim…
6)
Faşizm Mi, "İleri Demokrasi" Mi?
AKP'nin
demokrasi sınavında bir başka alan ise, "yeniden
yapılanmanın" doğal sonucu olan askeri vesayetin
kısmen gerilemesi ve hiçbir boşluk, demokratik
bir alan söz konusu olmadan sivil vesayetin yeniden
tahkim edilmesidir. Hatta oligarşi içi bazı dengelerin
yeniden kurulduğu bu süreçte, görüntüden hareketle
liberal kesimlerin, askeri vesayet-sivil vesayet
diyalektiğine bağlı olarak, AKP'den demokrasi
beklemesi ya da AKP'nin "demokratikleşme"
sürecinde önemli rol oynadığı aldatmacasıdır.
Hiç şüphesiz bu bir yanılsamadır. "Her şey
göründüğü gibi olsa idi, bilime gerek kalmazdı".
(Marx)
Sorunu
"görüntü" ya da "göründüğü"
gibi değil de "bilimsel" tanımlamak,
her değişimi bu temelde incelemek için, devletin
niteliği ve farklı süreçlerde almış olduğu biçimi
kavramalıyız. Devletin niteliğini kavramayan ve
her güncel ve dönemsel değişimi "demokratikleşme"
olarak tanımlayan; ya da tersinden güncel ve dönemsel
gelişmeleri bir yana atarak sadece devletin niteliğini
ifade etmekle yetinen politik bir bakış, kısırlık
ve yanılsamadan kurtulamaz. Doğru yaklaşım; stratejik,
yani devletin niteliği ekseninde güncel ve dönemsel
gelişmeleri analiz etmek ve buradan devrimci taktikler
geliştirmektir.
Devlet,
bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde baskı aygıtıdır.
Devlet, politik bir kavramdır, ancak, politik
alanı aşan bir işlevi vardır; bundan dolayı, devlet
aynı zamanda mevcut üretim ilişkilerin devamı
için en önemli üst yapı kurumudur. Devlet vardır
devlet vardır; her üretim biçimi üzerinden yükselen
tek bir devlet biçimi yoktur. Her üretim ilişkisi,
o üretim ilişkisine denk düşen, kendi devlet tipini
ortaya çıkarır; köleci, feodal, kapitalist ve
sosyalist devlet tipi gibi. Ama bu devlet tipleri,
faklı toplumlarda, üretim güçlerin düzeyi, sınıf
mücadelesinin almış olduğu biçim ve ülke/toplum
iç dinamiklerine bağlı farklı biçimler alır. Köleci
devlet, demokrasiden krallığa; feodal devlet,
aristokrasiden monarşiye; kapitalist devlet, demokratik
cumhuriyetten faşizme; sosyalist devlet, komünden
halk cumhuriyetine kadar bir dizi devlet biçimlerini
ortaya çıkarmıştır.
Sözü
uzatmayalım; kapitalizm, özel mülkiyete dayalı
bir toplum düzenidir ve devletsiz yapamaz. Kapitalizm,
feodalizmin yıkıntıları içinde, üretim ilişkisi
olarak doğdu ve süreç içinde egemenliğini kurdu.
Bu süreç, aynı zamanda, ya burjuva devrimlerle
(1789 Fransız Devrimi gibi) feodal devlet biçimi
yıkılarak ya da sürece yayılarak (Alman/Junker
örneği gibi) feodal devlet biçimleri el değiştirerek
yerini burjuva devlet biçimlerine bırakmasına
yol açtı. Her yeni devlet, yani burjuva devlet,
kapitalizmin önünü açtı, sadece siyasal değil
ekonomik bir rol oynadı ve burjuvazinin egemenliğini
kurdu. Tarihte zorun rolü ikilidir; burada siyasal
zor, devrimci bir rol oynamaktadır.
Her
devlet bir diktatörlüktür. Burjuva demokrasisi,
feodalizme karşı mücadele içinde, özellikle geniş
halk kitlelerinin katılımı ile kurumsallaştı.
Başta seçme ve seçilme hakkı olmak üzere, parlamento,
seçim, kitlelerin politik süreçlere temsili katılımı
gibi burjuva demokrasinin kazanımları özünde işçi
ve emekçi kitlelerin mücadelesi ve bu alanda bir
gelenek yaratmasının ürünüdür. Çünkü burjuvazi,
feodalizme karşı mücadele içinde iktidarlaşınca,
özellikle 1848 devrimleri sonrası, işçi ve emekçilere
karşı feodalizmle uzlaşma ve burjuva devrimlerinin
kazanımını budama eğilimi içine girdi. Bu dönemden
sonra, daha da net ifade edersek, emperyalist
dönemden sonra burjuvazinin siyasal zoru gericidir.
Yine de, devrimler sürecinde kurumsal kimliğe
kavuşan burjuva demokrasisi, bu dönemde, yani
serbest rekabetçi kapitalizm döneminde tüm burjuvalar
için demokrasidir. Ancak, bu süreç, tekelci kapitalizmle
kapandı. Artık devlet, "tüm burjuvalar"
için değil, "tekelci burjuvalar/sermaye"
içindir ve son tahlilde demokrasi yerini siyasal
gericiliğe bırakmıştır.
"Bu
yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm
tekelci kapitalizmdir) siyasi üst yapısı demokrasiden
siyasi gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest
rekabete tekabül eder. Siyasi gericilik tekele
tekabül eder." "Emperyalizm hem dış
hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru,
gericiliğe doğru mücadele eder. Bu anlamda emperyalizm
söz götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin,
bütün demokrasinin 'inkarı'dır…" "…emperyalizm
genel olarak demokrasinin yerine oligarşiyi geçirmeye
çalışmaktadır." (Lenin/Marksizmin Bir Karikatürü
Ve Emperyalist Ekonomizm)
Bu
anlamda, burjuva demokrasisinin bazı kazanımları
olsa da, artık burjuva demokrasisi emperyalist
çağda geride kalmıştır. Hem feodalizme karşı mücadele
sürecinin demokratik kazanımları, hem de Ekim
Devrimi ve sonrasında sosyalizmin etkisi ve halk
hareketlerinin gücüyle bu kazanımlar varlığını
şu ya da bu düzeyde korumuş olsa da; artık burjuva
demokrasisi budanmış demokrasi düzeyindedir.
Tekelci
burjuvazinin bu eğilimine karşı işçi sınıfı başta
olmak üzere birçok toplumsal kesim demokratik
kazanımlarını korumak ve geliştirmek için çeşitli
düzeylerde barajlar çekmişlerdir. Dünya sosyalist
bloğunun da etkisiyle oluşan bu sınırlar, sosyalist
bloğun dağılmasının ardından yeniden şiddetli
çatışmaların yaşandığı bir alana dönse de emperyalist
kapitalizm hala metropol kapitalist ülkelerde
istediği gibi at oynatamamakta, güçlü toplumsal
muhalefeti de hesaba katmak zorunda kalmaktadır.
Bundan dolayı bu ülkelerde burjuva demokrasisi
emperyalistlerin istediği oranda, tam anlamıyla
tasfiye edilemese de özellikle 11 Eylül saldırısı
sonrasında büyük oranda budanmıştır diyebiliriz.
Bu gerçek, içinde bulunduğumuz dönemde, yani yeni/4.
bunalım döneminde, "demokrasinin beşiği"
olarak tanımlanan emperyalist ülkelerde tartışılmaz
bir olgudur.
Ülkemiz
için ise, çok daha net ve kalın çizgilerle sorunu
özetleyebiliriz. İlk burjuva devlet, burjuvazinin
egemen sınıf olarak örgütlenmesi Kemalist devletle
ortaya çıkmıştır. Merkezi-feodal devlet olan Osmanlı
devleti, Kemalizm ile yerini burjuva devlete bırakmıştır.
Kemalist devlet, burjuva-feodal sınıfa dayanmış,
feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde rol oynamış,
burjuva sınıfın önünü açmış, "sınıflar üstü"
ideolojik tezler ileri sürse de, katı bir diktatörlükle
burjuvazinin egemenliğini sağlamıştır.
2.
paylaşım savaşı sonrasında kapitalist-emperyalist
sistem kendi içinde yeniden yapılanmaktadır. Yeni
sömürgecilik, Kemalizm döneminin devlet kapitalizmi
üzerinden, bu birikim üzerinden biçim almış; devlet
biçimi de bu temelde yeniden örgütlenmiştir. Bu
süreçte, yeni sömürgecilik, yeni "nefes borularına"
ihtiyaç duyar; "çok partililik" hatta
1961 anayasası bu nefes borularıdır. Amaç, yeni
sömürgeci kapitalizmin önünü açmak ve bu sömürü
biçimini oturtmaktır. Kapitalizm, emperyalizmin
ihtiyacı temelinde, iç pazara göre gelişir; Kemalizm
döneminin ticaret burjuvazinin yerine sanayi ve
mali alanı kapsayan tekelci sermaye alır. Emperyalizm
içsel olgudur; her alanda, bu arada devlet örgütlenmesinde
aktif rol oynar. Böylece, Kemalizm döneminin burjuva
diktatörlüğü, yerini bir başka diktatörlüğe, tekelci
burjuvazi ve emperyalizme dayanan sömürge tipi
faşizme bırakır.
Sömürge
tipi faşizm, yeni sömürgecilik üzerinde yükselir;
burjuva devlet biçimi olan sömürge tipi faşizm,
yeni sömürgecilikten bağımsız değildir. Sömürge
tipi faşizm, farklı süreçlerde faklı biçimler
alır ve biçimsel olarak burjuva demokrasinin bazı
kurumlarını yok saymaz; her biçimsel değişimde
"görüntü" yani bu kurumlar yeniden içerik
kazanır ya da tümden bir kenara atılır. Sömürge
tipi faşizm, açık, gizli, hatta bazı süreçlerde
her iki biçiminde iç içe uygulandığı biçimler
alabilir; ama sömürge tipi faşizmin özü diktatörlüktür,
emperyalizm ve tekelci sermayenin sınıfsal çıkarlarını
temsil eder. Her devlet bir diktatörlük; her diktatörlük
ise faşizm değildir. Her diktatörlük faşizm olsaydı,
köleci, feodal devlet biçimleri ya da burjuva
devletin diğer biçimlerinden söz bile etmek gerekmezdi.
Burjuva devletin özünde diktatörlük vardır; faşizm,
emperyalist çağda ortaya çıkan burjuva devlet
biçimlerinden sadece biridir ve demokrasiyi tümden
inkar eder.
Faşizm,
herhangi bir dönemde değil, tekelci kapitalizm
döneminde ortaya çıkmıştır; bu anlamda, "tekelci
kapitalizm" ile "faşizm" arasında
diyalektik bir ilişki vardır. Faşizm keyfi değil,
tekelci sermaye için zorunlu bir tercihtir, çünkü
tekelci sermaye kriz koşullarında, hem daha fazla
sömürü, hem de yükselen halk hareketini engellemek
için faşizme başvurur. Faşizm, faklı ülkelerde
faklı biçimlerde gelir. Burjuva demokrasisinin
kurumsallaştığı ülkelerde (Almanya, İtalya gibi)
aşağıdan yukarı, yani önce kitle temelini oluşturur
ve bunun üzerinden darbe ya da seçimle iktidarı
ele alır; öte yandan burjuva demokratik niteliklerden
uzak sömürge ve yeni sömürge ülkelerde daha sık
görüldüğü gibi, yukarıdan aşağı, yani önce devleti
faşizm temelinde örgütlemek ve buna uygun bir
kitle temeli oluşturmak biçiminde görülür. Ancak,
hangi biçimde, hangi yöntemleri (darbe, seçim
vb) kullanırsa kullansın faşizm, burjuva demokrasisinin
inkarı temelinde ortaya çıkmıştır. Faşizm, ne
"tarihte kalan" bir devlettir (yani
Almanya, İtalya, İspanya'ya özgü ve artık tarihten
silinmiştir), ne "burjuvazinin son devleti"dir,
ne burjuva demokrasisi ile faşizm özdeştir ne
de faşizmin alternatifi burjuva demokrasisidir.
(Bu konularda 1930'lu yıllarda, 3. Enternasyonal
içinde bir dizi tartışma yaşanmıştır; sol ve devrimci
hareketin ise, bu tartışmaları yer yer, bütünlüğünden
kopuk ve kalıpçı bir mantıkla ele aldığı bilinmektedir.
Örneğin; "feodal faşizm" ya da her diktatörlüğü
faşizm gibi -Kemalizm ile faşizmi eşit görme gibi-
anlayışlar devrimci harekette vardır. Veya faşizme
karşı mücadele programını halk devrimine değil,
burjuva demokrasisi programına bağlayanlar vardır.
Ama konumuz şimdilik bu değildir. Ayrıca bu konuda,
Sosyalist Barikat'ta yayınlanan "Devlet Üzerine
Notlar" çalışmasına bakabilirsiniz)
Bu
anlamda, ülkemizde sömürge tipi faşizm, emperyalizm
ve tekelci sermayeye dayanır, burjuva demokrasisi
ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur, sürekli
kriz koşullarında, iç savaşa göre örgütlenen,
baskı ve terörü ana eksen yapan, bunu ideolojik
zorla tamamlayan devlet biçimidir. Kemalist burjuva
devlet de, yeni sömürgecilik üzerinde biçim alan
sömürge tipi faşizm de burjuva devlet biçimleridir,
her ikisi de katı diktatörlüktür; ama biri burjuva
diktatörlük ya da bonapartizm, diğeri ise faşizmdir.
Sömürge tipi faşizm, Kemalist burjuva diktatörlüğün
tüm gerici, baskıcı, şovenist yanlarını almış,
bu kurumsal yapı üzerinden emperyalizm ve tekelci
sermaye tarafından, yukarıdan aşağı örgütlenmiştir.
Bu devlet biçimi, yani sömürge tipi faşizm, ülkemizin
son 60 yılına egemen olmuş; bazı süreçlerde (12
Mart ve 12 Eylül süreçlerinde) açık faşizm biçiminde,
bazı süreçlerde (12 Mart öncesi ve sonrası gibi)
gizli faşizm biçiminde örgütlenmiştir. Yeni/4.
bunalım dönemin de ise, açık ve gizli faşizmin
iç içe kurumsallaştığı, açık askeri zorun yanı
sıra ideolojik ve ekonomik zorun da devrede olduğu,
"düşük yoğunluklu savaş/düşük yoğunluklu
demokrasi" konseptine göre devlet ve toplumun
örgütlendiği yeni bir biçim söz konusudur.
AKP,
bu sisteme, bu devlet biçimine "ileri demokrasi"
diyor.
AKP
bu tanımlama ile üç iş yapıyor. Birincisi, sömürge
tipi faşizmi gizliyor; ikincisi AKP siyasal geleneği
ile ilgisi olmayan bir yerden, soldan ("ileri
demokrasi" kavramının AKP ile ilgisi yoktur.
Bu kavram, Sovyet revizyonizminin, SBKP'nin 1970'li
yıllarda "barışçıl yoldan sosyalizme geçiş"
tezinin yan ve önemli bir unsurudur. Sovyet revizyonizmine
göre, artık kapitalizmden sosyalizme geçiş barışçıl
yoldan olacaktır. Kapitalizmin gelişmediği bazı
ülkelerde bu geçiş "kapitalist olmayan yol"
tezi ile -örneğin Libya'da Kaddafi, Irak'ta Saddam,
Suriye'de Esat yönetimi aracılığı ile bu gerçekleşecektir.
Bu örnekleri bilinçli verdik; çünkü bu tezde,
1970'li yıllarda, bu ülkeler önemli bir yer tutmaktaydı.
Bugün bu ülke ve iktidarların niteliği bilinmektedir;
bu anlamda sorun daha iyi anlaşılsın istedik;
kapitalizmin geliştiği ülkelerde ise -Türkiye
de bu ülkeler içindedir-, "parlamenter yoldan",
kapitalizm içinde bazı mevzileri alarak, kapitalizmin
sınırlarını daraltarak, demokrasi adım adım kurumsallaştırarak
yaşanacaktır. İşte "ileri demokrasi"
tezi budur. 1980'li yıllar için Sovyetler Birliği'nde
komünizme geçiş hayali kuran revizyonizm, Türkiye
dahil, Avrupa ülkeleri için ise "ileri demokrasi"
yoluyla barış içinde sosyalizme geçiş hayali kurmuştur)
bu kavramı aşırıyor ve böylece liberal ve sol
kesimden, AKP'den demokrasi bekleyen kesimden
destek arıyor; üçüncüsü ve daha önemlisi ise kitlelerin
bilincini çarpıtıyor.
Devam
edelim…
Peki,
AKP ile hiç bir değişim yok mu?
Evet,
AKP'nin on yıllık iktidarında bir değişim vardır.
Ancak bu değişim, sömürge tipi faşizmin tasfiyesi
ve yerine burjuva demokrasisinin inşası değil,
emperyalist-kapitalist sistemin ve buna uygun
olarak ülkemizde emperyalizm ve tekelci sermayenin
ihtiyacı temelinde "yeniden yapılanma"
sürecinin yaşanmasıdır. Bu süreç, özünde yeni/4.
bunalım döneminin temel olgularına göre biçim
alıyor. Hatta bu süreç, reel sosyalizmin çözülmesiyle
ortaya çıkan dünya tablosunu göz önüne alırsak,
başka ülkelerde daha önceleri başlasa da, ülkemizde
daha geç başladığı, 2000'li yıllarda başladığı
söylenebilir. Sömürge tipi faşizm, daha önce anti-komünizm
temelinde, Kemalist burjuva devletin askeri vesayetinin
ağır baskısıyla kurumsallaşırken (28 Şubat bunun
son hamlesi olmuştur), bugün bu konsept değişmiş,
tüm baskı aygıtları varlığını korurken, kısmen,
askeri vesayet bir adım geri çekilerek, askeri
zor ile ideolojik zorun harmanlanmasıyla, "demokrasi"
adına yoğunlaşmış ve sistemleşmiş baskının devrede
olduğu yeni bir yapılanma söz konusudur. Neo-liberal
bu yapılanma içinde ılımlı İslam ise bunun vitrindeki
siyasal ifadesidir.
Bu
"yeniden yapılanma" sancısız, düz bir
yoldan yürünerek de yaşanmadı, yaşanmıyor. Son
on yılda görüldü ki, AKP, önce emperyalizmin ve
tekelci sermayenin desteğini aldı, sonra oligarşi
içi çelişkide adım adım ilerledi, bazı "mevzi
savaşlarını" kazanarak bugüne geldi.
Elbette,
bu on yıllık süreçte, yeni sömürgeci kapitalizm
üzerinde biçim alan, üst yapının merkezinde duran
devlet yapısı, çeşitli iktidar alanları bazı değişime
uğradı. Bu değişim özde değil, biçimdedir. Öz
nedir? Öz: yeni sömürgecilik üzerinde biçim alan
sömürge tipi faşizmdir. Sömürge tipi faşizmi kim
örgütlemiştir? Emperyalizm ve işbirlikçi tekelci
sermaye; sömürge tipi faşizm bu sınıfların, demokrasiyle
uzaktan yakından ilgisi olmayan iktidarıdır. Bu
devlet biçimi, öncesi tüm gerici ve diktatör aygıtları
aldı mı? Aldı; Kemalizm'in tüm gerici, baskıcı,
inkarcı ve imhacı siyasetini ve aygıtlarını aldı.
Bu devlet iç savaşa göre örgütlendi mi? Örgütlendi;
tüm baskı aygıtları, ordu, polis, yargı, hatta
diyanet, her organ iç savaşa göre örgütlendi.
Peki, bu devlet yapısı farklı süreçlerde farklı
biçimler aldı mı? Aldı; 12 Mart, 12 Eylül öncesi
ve sonrası, bugün farklı biçimlerdir. Tüm bu biçimler
neye göre biçim alıyor? Emperyalizm ve tekelci
sermayenin yeni ihtiyaçları ve sınıf mücadelesine
göre. Çok daha çarpıcı bir soru: 12 Eylül açık
faşizmi ile bugün arasında devlet yapısı açısından
öze ilişkin fark var mı? Yok. Biçimde var mı?
Var.
Burada
soru şudur: Bu demokrasi mi? Daha net soralım:
bu burjuva demokrasisi mi?
Yanıtımız
nettir: Hayır!
Bu
değişimin burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından
ilişkisi yoktur; bu değişim, yukarıda da ifade
etiğimiz gibi biçimseldir, emperyalizm ve oligarşinin
çıkarları temelinde devlete ve topluma yeniden
biçim vermedir.
Peki,
bu değişim bazı liberallerin ileri sürdüğü gibi
"askeri vesayetin" yerini "sivil
vesayetin" alması mıdır? Ya da tersinden
ulusal solcuların ileri sürdüğü gibi, "sivil
diktatörlük" mü?
Her
şeyden önce liberal ve ulusalcıların sorunu böyle
tanımlaması devlet sorununu doğru ele almadıklarının
bir ifadesidir. Liberallerin "demokrasi"
adına AKP'yi desteklemesi ya da AKP'yi savunması,
ulusal solcuların "AKP karşıtlığı" temelinde
sorunu ele alması yüzeyselliktir. Her demokrasi
bir diktatörlüktür. İster burjuva demokrasisi
(içinde bulunduğumuz dönemde burjuva demokrasisi
değil budanmış demokrasiden söz edilebilir) olsun,
ister polis devleti olsun, ister faşizm, isterse
bir başka burjuva devlet biçimi; tümü tekelci
burjuvazi ya da egemen sınıflar için demokrasi,
ezilen sınıf ve kesimler için ise diktatörlüktür.
Çünkü devlet, bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde
baskı aygıtıdır. Üretim biçimine egemen olan sınıf,
bizzat bu üretim biçiminin devamı için örgütlenen,
üst yapının en önemli kurumu olan devleti de eline
alır.
Ama
demokrasi vardır demokrasi vardır. Feodalizme
karşı devrimci rol oynayan burjuvazi, sınıf iktidarını
kurar kurmaz, kendi için tehlike olan işçi ve
emekçi sınıflara karşı "demokrasi-eşitlik-özgürlük-kardeşlik"
şiarlarını bir kenara atmıştır. Hem feodalizme
karşı mücadelede, hem de burjuvaziye karşı mücadelede
işçi ve emekçiler birçok siyasi ve sosyal kazanım
elde etmiş; burjuva demokrasisi bunun üzerine
kurulmuştur. Tüm bunlar devlet biçimine yön vermiş,
devlet ve demokrasi bu temelde biçim almıştır.
Ancak sömürge ve yeni sömürge toplumlarda bu süreç,
baştan sakatlanmış; böyle bir demokrasi hiç kurumsallaşmamıştır.
Özellikle yeni sömürge toplumlarda, parlamento,
siyasi partiler, seçim gibi sözde "demokrasinin"
bir parçası olan unsurları da devreye sokarak,
bu kez bir başka demokrasiyi örgütlemiştir. Burjuva
demokrasisiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan
bu demokrasi, sömürge tipi demokrasi ya da aynı
anlama gelmek üzere sömürge tipi faşizmdir. Faşizm,
hiç şüphesiz her toplumun içsel dinamiklerine,
sınıf mücadelesinin aldığı biçime göre farklı
biçimler almıştır.
Bu
anlamda soyut bir "diktatörlük" ya da
"demokrasi" yoktur; bu tanımlamalar
bundan dolayı doğru değildir.
İkinci
olarak, sömürge tipi demokrasi/faşizmde askeri
ve sivil iktidar odaklarının birbirine karşıt
olması veya birinin varlığı diğerinin yokluğu
anlamına gelmez. Tam tersine bu iktidar odakları,
devlet örgütlenmesinin birer parçalarıdır. Farklı
süreçlerde bunların özgün ağırlığı değişebilir;
bazı süreçlerde birinden biri öne çıkabilir. Bu
değişim devletin niteliğine ilişkin değil, sınıf
mücadelesinin ihtiyaçlarına bağlı olan politik
tercihlerle ilgilidir. Ama bizzat devletin kendisi
değişmemiştir. Çünkü bu devlet, sömürge tipi demokrasi/faşizm,
yeni sömürgecilik üzerine inşa edilmiş, emperyalizm
ve oligarşiye dayanmış, halka karşı örgütlenmiş
devlettir. Bu devlet ve demokrasi, içsel olgu
olan emperyalizm ve oligarşi için vardır; bunlar
için demokrasi; işçi ve emekçi sınıflar, Kürtler,
Aleviler ve tüm ezilenler için diktatörlüktür.
Askeri vesayetin en çıplak dayatıldığı 12 Eylül
faşizmi de, sonrası da, bugün AKP iktidarında
da bu gerçek değişmemiştir.
AKP
"yeniden yapılanma" adı altında sömürge
tipi faşizmin tüm ana kurumlarını, tüm baskı aygıtlarını
(ordu, polis, yargı vb), ideolojik aygıtları (YÖK,
sendikalar, medya gibi), yönetsel aygıtları (MGK,
Parlamento gibi) korumuş, bunları dağıtmamış,
tam tersine bunları eline almış, bunlar aracılığı
ile tüm halka, tüm ezilenlere baskı kurmuş, hak
ve özgürlüklerini yok saymıştır. Yani burada devletin
niteliğine ilişkin bir değişim yok; devletin,
sömürge tipi faşizmin tüm kurumları, iktidar odakları
varlığını koruyor, ama yeni ihtiyaca göre, AKP'nin
elinde yeniden organize ediliyor.
Üçüncü
olarak, yukarıdan aşağı, emperyalizm ve ülke içindeki
toplumsal dayanağı olan oligarşinin çıkarları
temelinde örgütlenen sömürge tipi faşizm, "yek
pare", kendi içinde birden çok iktidar odağından
yoksun bir devlet biçimi değildir. Yeni sömürgecilik
üzerinde biçim alan sömürge tipi faşizm, kendi
öncesi burjuva diktatörlüğün, yani Kemalist diktatörlüğün
tüm gerici, ırkçı, şovenist, baskıcı yanlarını
almış, bunun üzerinden emperyalizm ve oligarşinin
sınıf iktidarı olarak, yukarıdan aşağı kurumsallaşmıştır.
Burjuvazinin iktidarlaşma süreci, burjuva demokratik
devrim sürecinden geçmemiş, bundan dolayı, burjuvazi,
burjuva demokratik özden uzak olmuş, burjuvazi
farklı eğilimleri taşımış, bunlar arasında iç
kavga tarihsel olarak devam etmiş, burjuva demokratik
kurumsallaşma ve demokratik gelenek oluşmamıştır.
Böylesi bir tablo içinde, üst yapının merkezinde
olan devlet, yani sömürge tipi faşizm, doğal olarak
tüm bu süreç ve çelişkilerin izni taşıyacaktır.
Bu yapı içinde tek değil, birden çok iktidar odağı
olacak, hatta politik-ekonomik nedenlere bağlı
bu iktidar odakları arasında çelişki de olacak;
ama tüm bunlar devlet çatısı altında toplanacaktır.
Tıpkı en son yaşanan MİT ve yargı kavgası gibi…
Burada
bazı sorular sormakta yarar vardır. Bu çok parçalı
ve farklı iktidar odakları "devletin kutsallığı"
temelinde, devleti, yani sömürge tipi faşizmi
mi savunuyor, yoksa burjuva anlamda da olsa demokrasi
mücadelesi mi veriyor? Sömürge tipi faşizmin militarist
gücü olan ordu ve polisin demokrasi derdi var
mı, yoksa onların görevi "devletin ülkesiyle
bölünmez bütünlüğü" için "devleti kollamak
ve korumak" mı? İç savaşa göre örgütlenen,
NATO içinde "ikinci büyük ordu" olmakla
övünen, devletin asıl kurucu öğesi olan ordunun,
Genelkurmayın demokrasi sorunu var mı? Son tartışmalar
temelinde soralım, devletin iktidar odaklarından
biri olan MİT'in demokrasi sorunu mu var, yoksa
halk hareketini, Kürt halkının özgürlük mücadelesini
bastırma görevi mi vardır? Burjuva medyasının
asıl işlevi nedir? CHP, MHP, AKP ve diğer burjuva
partilerin demokrasi sorunu var mı? Koçgiri'den
Dersim'e, Sivas'tan Maraş'a tüm bu katliamları
kim yaptı, hangi devlet yaptı? Bu katliamları
yapanların demokrasi kavgası olabilir mi? Daha
güncel soru; Ergenekon mu yoksa AKP mi demokrasi
kavgası veriyor? Bu gibi soruları çoğaltabiliriz.
Ama tümün ortak paydası, bu iktidar odaklarının
demokrasi için değil, sömürge tipi faşizmin devamı
için, şu veya bu nedenle, şu veya bu süreçte kendi
aralarında kavga ettiğidir.
Bu
kavgadan, oligarşi içi çelişki veya çatışmadan
"demokrasi" beklemek, bu çelişki ve
çatışmada "demokrasi" adına AKP'ye destek
sunmak ya da tersinden "AKP karşıtlığı"
üzerinden "sivil diktatörlük" söylemiyle
askeri diktatörlüklere, cunta girişimlerine destek
sunmak safdil liberal ve ulusalcıların işi olabilir.
Ama
devrimci sosyalistlerin asla; devrimci sosyalizm
kendi yolunda, kendi programı ile yürür, demokrasi
mücadelesinde bu tip eğilimlerle arasına kalın
bir çizgi koyar!
7)
AKP Ve Kürt Sorunu
Ulusal
sorun karşısındaki tavır, bir parti ya da politik
akımın niteliğini, onun demokrasi sorununda nerede
durduğunu ifade eder. Sadece burjuva partiler
için değil, sol ve devrimci parti ya da akımlar
için de bu geçerlidir.
Burjuvazi,
feodalizme karşı "eşitlik-kardeşlik-özgürlük"
şiarlarıyla, kendi sınıfsal çıkarını tüm toplumun
çıkarında somutlaştırarak ilerici rolünü oynadı.
Uluslar kapitalizmin şafağında ortaya çıktı; ama
bazı uluslar bu süreci daha geç yaşadı. Bir yandan
kapitalizm kendi ulusal pazarını aştı, diğer pazarlara
el attı; öte yandan, geç uluslaşma süreci yaşayan
uluslar için burjuva uluslaşma süreci, kendi pazarına
sahip çıkma olarak ortaya çıktı. Bu dönemde burjuvazi
hala ilericidir; ulusal sorun ise, bir ülke ya
da devletin iç sorunudur, kendi ulusal pazarına
sahip çıkma sorunudur.
Ama
bu dönem kapitalizmin tekelci kapitalizme, yani
emperyalizme dönüşmesiyle kapandı. Burjuvazi artık,
ilerici ve devrimci rolünü bir kenara bıraktı,
gericileşti. Emperyalizm demokrasi değil, ilhak
ve siyasal gericilik eğilimidir. Kapitalizm ulusal
sınırları aştı ve kapitalist dünya pazarı etrafında
birbirine eklendi; emperyalizm dünya kapitalist
pazarı etrafında tüm ulusal pazarları bir zincirin
halkalarına dönüştürdü. Böylece ulusal sorun bir
ülke ya da devletin iç sorunu olmaktan çıktı,
uluslar arası bir sorun haline geldi. Emperyalizm
sosyalizmin arifesidir; bu dönemde kapitalizme
özgü tüm çelişkiler tüm sisteme yayıldı ve yeniden
üretildi. Artık kapitalist üretim ilişkileri üretim
güçlerinin önünde engeldir; bu çelişki antagonizma
kazanmıştır. Böylece, zorunlu uygunluk yasası
gereği, devrimler için nesnel koşullar ortaya
çıktı. Ekim Devrimi bu dönemin ürünüdür. Ekim
Devrimi başka özelliklerinin yanı sıra ulusal
sorunda yeni bir çağı açtı. Artık ulusal sorunların
çözüm gücünde burjuvazi yoktur; sorunun çözümünde
önder/öncü sınıf işçi sınıfıdır. Sorun "ulusal
pazar için" değil, ezilen ulusların kendi
kaderini özgürce tayin etmesi, yani ezilen/sömürge
ulusların bağımsız devlet kurma hakkı ve bu temelde
emperyalizme karşı mücadele; işte sorunun çözümünde
asıl halka budur.
Yukarı
da ifade ettik; Türk burjuvazisi doğuşundan bu
yana gerici, emperyalizmle uzlaşan, ırkçı ve şovenisttir.
Bu sınıfın tüm partileri, İttihat Terakki'den
(Türk burjuvazisinin ilk ciddi partisi budur)
bu yana, tek parti (CHP) ya da Kemalist burjuva
diktatörlük dönemi (1923-45), yeni sömürgecilikle
başlayan "çok partili" dönem (1946 sonrası)
ve bu temelde DP-AP-ANAP-DYP-AKP gibi sağ partiler,
toptan gerici ve şovenistir. Tüm bu partiler emperyalizmin
işbirlikçisi ve anti-demokratiktir. Bu gericilik,
sadece ulusal sorunun somut biçim aldığı Kürt
sorununda değil, tüm ulusal-demokratik sorunlarda,
temel hak ve özgürlüklerden tutalım din ve vicdan
özgürlüğüne kadar, Ermeni sorunundan tutalım gayrı
müslim azınlıklara kadar her sorunda; burjuva
demokrasisinin tüm sorunlarında gerici, ırkçı
ve şovenisttir.
Bu
ana çıkarımı tersyüz eden ne tarihsel bir süreç
(örneğin "demokratik cumhuriyet" ya
da devletin "demokratikleşmesi" yönünde
ciddi bir süreç) ve olay (toplumda demokratik
bazı kazanımlar hep mücadele ile oldu. Bundan
dolayı, halk muhalefetinin gelişip, yükseldiği
süreçler "demokratikleşmenin" kısmen
topluma yansıdığı süreçlerdir. Burjuvazinin bu
konuda ciddi hiçbir adımı olmamıştır) ne de güncel
bir adım (AB uyum yasaları gibi adımlar "demokratikleşme"
için değil, neo-liberal sömürü içindir) söz konusudur.
Bu da tesadüf olmasa gerek.
Bugün,
CHP-MHP-AKP gibi tüm burjuva partiler, biçimsel
farklara rağmen, Kürt sorunu karşısında inkar
ve imha siyasetinde yani sömürgecilikte ısrar
etmektedir. Bu tesadüf değildir. Çünkü bu partilerin
sınıfsal konumunda, yukarıda da ifade ettiğimiz
gibi, demokrasi yoktur. Çeşitli yazılarımızda
ayrıntılı ele aldığımız gibi, AKP, Kürt ulusal
kurtuluş mücadelesinin geldiği aşamaya bağlı olarak,
yurtsever hareketi tasfiye için, emperyalizmin
desteği ile "demokratik açılım" projesi
geliştirdi; bu proje bile tüm burjuva partilerinin
yerini bir kez daha netleştirdi. Bu aldatmaca,
bu balon çabuk söndü ve AKP sömürge savaşında
ısrar etti ve bu savaş devam ediyor.
AKP'nin
Kürt sorununun çözümü adına ciddi bir "açılımı"
yoktur. Bir yandan mücadele ile elde edilen bazı
kazanımları/kırıntıları (örneğin dilin serbestliğini
kısmen genişletmesi gibi) kendi "başarısı"
olarak halka açıklıyor. Ama öte yandan "tek
millet-tek devlet-tek din" ve sömürgeci savaşta
ısrar ediyor. AKP, Kürt sorununun çözümünde düzen
içi İslam'ı ve neo-liberalizmi kullanmak istediği
açıktır; "tek millet" kavramın içini
de İslamcı mantıkla doldurmak istediği bilinmektedir.
Bir yandan sömürge/özel savaşta ısrar, öte yandan
İslam ve neo-liberalizmi kullanarak yurtsever
hareketin altını boşaltma taktikleri; işte AKP'nin
Kürt sorununda, yani demokrasinin en önemli sorunundan
biri olan Kürt sorununda durduğu yer buradır.
AKP
demokrasinin en önemli halkası olan Kürt sorununda
gerici, şovenist ve sömürgecidir.
8)
Ezilenler İçin Demokrasi Var Mı?
Sadece
Kürt sorununda değil, siyasal demokrasinin her
sorununda AKP gericidir.
Soyut
bir demokrasi yoktur; genel olarak "demokrasi"
kavramı burjuva kavramdır ve anlamlı değildir.
Ancak bu kavram "hangi sınıf için" gibi
temel sorularla anlamlıdır. Burada yakıcı soru
şudur: demokrasi kimin için? Eğer, demokrasi işçi
ve emekçiler, ezilenler için değilse, o demokrasi,
gerçek bir demokrasi değildir; eğer işçiler ve
tüm ezilenler söz, yetki ve karar sahibi değilse,
o demokrasi bir aldatmacadır, yalandır, sahtedir.
Bu
anlamda, tüm bu anlattıklarımızdan ve 40 yıldır
bilinen görüşlerimizle ifade edersek, halk için
demokrasi bu ülkede hiçbir süreçte yaşanmadı.
Dahası, burjuva anlamda bile demokrasi hiçbir
zaman kurumsallaşmadı. Bu ülkenin gerçeği faşizmdir;
faşizm, Kürt sorunu başta olmak üzere tüm sorunların
kaynağıdır. Bu keyfi bir tercih değil, nesnel
bir olgudur. Bu kaynak kurutulmadan, hiçbir demokratik
sorun tam olarak çözülmez. Bu kaynak kurutulmadan,
hangi burjuva partisi olursa olsun, sorun çözen
değil, sorunun bir parçası olmaktan kurtulamaz.
AKP ise, bu düzeni, 12 Eylül anayasasıyla, 12
Eylül açık faşizminin kurumlarıyla sürdürüyor.
Bırakalım demokrasi için olmazsa olmaz stratejik
hedef ve talepleri, demokrasi için, işçi ve emekçilerin
acil ve güncel demokratik tüm taleplerini bir
kenara atıyor, neo-liberal sömürü için emekçileri
ağır bir kuşatma altında tutuyor. Sadece özelleştirme
gibi ekonomik saldırıları devam ettirmiyor, sendikal
örgütlenme dağıtılıyor, demokrasinin tüm sorunlarını
inkar ediyor, halkın üzerinde ağır, yoğunlaşmış
baskı sistemi kuruyor. İşçi ve emekçilerin ekmeğini
de özgürlüğünü de elinden alıyor; halka faşizmi
dayatıyor. Faşizm, dün cuntalar ve başka burjuva
partiler eliyle halk üzerinde baskı kuruyordu;
bugün AKP eliyle baskı kuruyor. Devlet özünü koruyor,
devletin yürütme gücünün kimi parçaları el değiştiriyor.
Kadınların
ikinci sınıf insan olduğu neo-liberal ve İslamcı
tezlerle topluma yediriliyor. YÖK gibi kurumlar
varlığını devam ettiriyor, gerici eğitim için
yeni yeni adımlar atılıyor; eğitim için demokratik
talepler polis ve okul kuşatmasıyla bastırılıyor.
Tarım çökeli çok oldu; sadece tarım emekçileri
yoksulluğa mahkum edilmiyor, onların örgütlenmesi
tümden gündem dışında tutuluyor. Dereler, sular
talan ediliyor; bu saldırıya karşı direnen köylüler
sadece oligarşinin/faşizmin kolluk güçlerinin
değil, mahkemeler gibi kurumlarla baskı altına
alınıyor. Kentlerde yoksul mahalleler yeni rant
alanı olarak talan ediliyor; buna yönelik zayıf
direniş dinamikleri şiddetle bastırılıyor. Din
ve vicdan özgürlüğü, egemen Sünni inanç sahipleri
(ki bu toplumsal kesim de din ve vicdan özgürlüğünü
tam ve demokratik yaşayamıyor) dışında, başta
Aleviler olmak üzere farklı inanç sahipleri için
yoktur. Anadolu halklar mozayiğidir; Türkçe dışında
tüm diller baskı altındadır. Kültürler yok ediliyor;
faşizmin tek tip, ırkçı, şovenist kültürel dayatmaları
devam ediyor. F tipinden, özel yetkili mahkemelere
kadar toplumu, halkı kuşatan, ezilenlerin demokratik
taleplerini yok sayan, hak alma ve demokrasi mücadelesini
kırmaya çalışan bir sistem kurulmuş; bu devam
ediyor. Kısaca, sömürge tipi faşizm, tüm ezilenler
için baskı ve zulüm üretiyor; AKP bugün bunu devam
ettiriyor.
Yeniden
soralım: kim için demokrasi?
Bu
sömürge tipi demokrasinin işçi, emekçi, halk ve
tüm ezilenler için olmadığı açıktır. Tüm bu sınıf
ve toplumsal kesimler için, demokrasi değil, diktatörlük
söz konusudur. Tüm bu sınıf ve kesimler özgürce
örgütlenemezler, özgürce siyasal ve demokratik
taleplerini savunamazlar. O halde, halk için olmayan
bir demokrasi demokrasi değildir.
Bir
soru daha: bu sahte demokrasinin, sömürge tipi
demokrasinin işlevi nedir?
Yukarıdaki
anlatımlarımızdan anlaşılacağı üzere, işçi ve
emekçi sınıfların, Kürt ve Türk halkının, tüm
ezilenlerin haklı ve insani taleplerini yok saymak,
ezilenleri baskı altına almak, bu zülüm düzenini
korumaktır.
Yakalanması
gereken ana halka budur.
9)
AKP'ye Karşı Devrimci Duruş Ve Mücadele Çizgimiz
AKP'ye
karşı sol ve devrimci hareketin tek bir çizgide,
tek bir tavrı yoktur; çünkü sol ve devrimci hareket
tek bir akım ve politik özne değil, birçok akım
ve politik özneyi içinde barındırmaktadır.
Bizim
burada "sol ve devrimci hareket" olarak
tanımladığımız kesimler, devrimci sosyalizmin
literatürünü izleyenlerin bildiği üzere, işçi
sınıfı ve halktan yana politik tutum belirleyen,
düzenden yana değil, mevcut düzeni değiştirmeyi
ve yıkmayı önüne koyan, sosyalizmle şu ya da bu
düzeyde bağlar kuran politik akımlardır. (Örneğin
bu tanımlama içine CHP girmez. CHP, "sol"
değil, özünde sağ bir partidir ve kimi zaman "sosyal
demokrat" olarak kendini tanımlasa da, sosyal
demokrasi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan,
burjuva, şovenist, gerici bir partidir. CHP, karşı
devrimcidir ve devrimci hareketin ittifak politikasının
bir parçası olamaz ve politik hedefidir) Bu politik
akım ve yapıların bir kısmı reformist, bir kısmı
ise devrimci, bir kısmı da devrim ve reform arasında
kalan, her ikisinden de tonlar taşıyan melez akım
ve yapılardır. Tüm bu akım ve yapılar, strateji,
program, taktik olarak birbirinden faklıdır. Yine
bunların devamı olarak, devrim sorunu başta olmak
üzere, sosyalizm, Kürt sorunu gibi ana başlıklar
altında ayrışma içindedir. (Bu çalışma kapsamında,
bu konuda uzun bir değerlendirme yapmak konumuz
dışıdır; devrimci sosyalizmin birçok çalışmasında
bu konularda bazı değerlendirmeler yapılmıştır
ve her süreçte yeniden ve yeniden dönüp sol ve
devrimci hareketi değerlendirmek zorunludur)
Ama
bu ayrışma noktalarıyla birlikte, sol ve devrimci
hareket, burjuva politik bir özne olan AKP karşısında
duruş ve tavır noktasında bir ayrışma yaşar. Bir
yandan "ulusalcı sol" ya da bununla
ilişkili olarak Kemalizm'in şu ya da bu biçimde
etkisi altında kalan solun, "AKP karşıtlığı"
temelinde politika yaptığını; diğer yanda ise
"liberal solun" ise AKP ile yollarının
çeşitli biçimde kesiştiğini söylemek mümkündür.
Oligarşi
içi çatlamanın politik yansımalarıyla birlikte,
ulusalcı sol kesim, her şeyi AKP karşıtlığı ile
açıklar. Bu kesim, AKP'nin emperyalizmle ilişkisinden
hareketle AKP'yi eleştirirken, her şeyi bu temelde
açıklar, hatta akıl almaz komplo teorilerine başvurur.
Ama bu büyük bir yanılsama amaçlı örtüdür; bu
örtüyü biraz kaldırınca altında örneğin Kürt düşmanlığı
ya da sosyal şovenizm çıkar. Sadece bu değil,
referandum gibi süreçlerde olduğu gibi CHP ve
Ergenekoncu kesimle yan yana düşmek kaçınılmaz
olur. Öte yandan, liberal sol kesim ise, AKP'nin
sözde "demokratik" adımlarını büyütür,
abartır, AKP'den "demokrasi beklentisi"
her şey olur ve bu noktada sık sık AKP ile aynı
saflara düşer. Örneğin referandumda "yetmez
ama evet" tavrı budur. Bu ülkede Türkiye'nin
AB ile gümrük birliği anlaşması yaptığında, bu
emperyalist projeyi "demokratik devrim tamamlandı"
diye selamlayanlar oldu; şimdi bunlar unutuldu!
Devrimci
sosyalizm için politik bağımsızlık her şeyin başında
gelir. Devrimci sosyalizmin bütünsel bir politik
çizgisi vardır, her konuda olduğu gibi, bu konuda
da, bağımsız bir yerde durur, işçi sınıfı ve ezilen
halktan yana politik tutumunu belirler ve bu temelde
AKP ve güncel siyasete yansımalarına karşı tutum
alır.
Bu
temelde, özetle;
Bir:
AKP ve diğer burjuva partiler arasında nitel bir
fark yoktur. Tüm burjuva partiler neo-liberal
bir programa sahiptir ve işçiden, halktan, ezilenlerden
yana değil, emperyalizm ve oligarşiden yanadır.
Hiçbir burjuva partisi demokratik değil, tümü
siyasal demokrasinin her sorunu karşısında gericidir.
Devrimci sosyalizm tüm burjuva partileri halk
düşmanı ilan eder, tümüne karşı, cepheden tavır
alır. AKP, CHP, MHP ve diğer burjuva partiler,
dostumuz, ittifakımız değil, düşmanımızdır; bu
karşı devrimci partilere karşı politik mücadele
asıldır.
İki:
AKP artık devlet partisidir. AKP, neo-liberal
sömürü modeli ve 12 Eylül açık faşizminin yaratmış
olduğu ekonomik, politik, kültürel iklimin ürünüdür,
bunun devamıdır. CHP gibi partiler kendilerini
"kurucu parti" ilan ederler; doğrudur,
CHP (Kemalist burjuva devleti, diktatörlüğü kuran
partidir), MHP (yeni sömürgecilik koşullarında,
sosyalizme karşı örgütlenen kont-gerillanın sivil
güçleri olarak kurulmuştur) gibi partiler devlet
partisidir. Ancak bu partilerin yanına AKP de
eklenmiştir.
Üç:
AKP, neo-liberal sömürü düzenini sürdüren, bu
sömürü düzeninden çıkarları olan sınıfları (tekelci
sermaye ve burjuvaziyi) çatısı altında tutan,
tekelci sermayenin en örgütlü partisidir. AKP'ye
karşı mücadele, neo-liberal sömürü modeline karşı
mücadeleden bağımsız değildir. Anti-kapitalist
mücadelenin politik merkezinde bugün AKP durmaktadır.
Neo-liberal saldırı politikası, özelleştirmeden
tutalım "kentsel dönüşüm" adı altında
kentlerin yağmalanmasına kadar, doğal zenginliklerin
talan edilmesinden tutalım barınma hakkına kadar,
sağlıktan tutalım eğitime kadar her alanda saldırılarda
AKP politik rol üslenmiştir. Tüm bu alanlarda
hak alma mücadelesi ile insanca yaşam mücadelesi
üst üste düşmektedir. AKP'ye karşı mücadele ile
anti-kapitalist mücadele arasında kopmaz bir bağ
vardır.
Dört:
Devrimci sosyalizm, bağımsızlık-demokrasi-sosyalizm
yürüyüşünde, sadece burjuva partilere değil, asıl
olarak oligarşinin sınıf iktidarı olan devlete,
yani oligarşik devlet/ sömürge tipi faşizme cepheden
tavır alır. Daha iyi anlaşılsın. Asıl mücadele
alanı da mevcut devlete, oligarşik devlete/sömürge
tipi faşizme karşı mücadeledir. Çünkü devlet,
mevcut düzenin devamı için üst yapının en önemli
aygıtıdır. Devlete, onun yeni sömürge düzende
almış olduğu biçime, sömürge tipi faşizme tavır
asıl olandır. Politik mücadelenin merkezinde devlete
karşı mücadele vardır. AKP, yukarıda ifade ettiğimiz
gibi, bu on yıllık süreçte "devlet partisi"
niteliğine ulaşmıştır; bundan dolayı, AKP'ye karşı
tavır ile sömürge tipi faşizme karşı tavır birbirinden
kopuk değil, iç içedir, ikisi arasında diyalektik
bir bağ vardır.
Beş:
Bu anlamda, ne burjuva partiler, ne de oligarşinin
çeşitli iktidar odakları ya da kesimleri, uzun
süreli ve birleşik mücadelede devrimci sosyalizmin
"dostu", "ittifakı", "tarafsız
güç" değildir. Devrimci sosyalizm, yukarıda
ifade ettiğimiz gibi, tüm burjuva partilere karşı
cepheden tavır alır ve bu taktik süreçte, mücadelenin
sivri ucunu AKP ve devlete yöneltir.
Altı:
AKP, halkın üzerine püskürtülen ideolojik saldırıların
yaratmış olduğu yanılsama bir yana, demokrasi
mücadelesi içinde yoktur. AKP'nin politik rolü
ve görevi burjuva anlamda da olsa "demokrasiyi
geliştirmek" değil, mevcut düzeni sürdürmek,
emperyalizm ve tekellerin çıkarını korumaktır.
Sömürge tipi faşizmin alternatifi burjuva demokrasisi
değildir; burjuva demokrasisini temsil eden bir
burjuva sınıfta yoktur. Demokrasi halk içindir;
işçi sınıfı ve halk, kendi demokrasisi için, yani
halk demokrasisi için, demokrasi kavgasına önderlik
eder ve bu demokrasinin asıl güçleridir. İşçi
sınıfının, emekçilerin, Kürt halkının, Aleviler
ve tüm ezilenlerin içinde yer almadığı, tüm bu
kesimlerin söz ve karar sahibi olmadığı bir demokrasi
demokrasi değildir. Böyle bir demokrasi mücadelesi,
AKP ve tüm burjuva partilere rağmen sürecek, halk
için demokrasi bu kavga ile kurulacaktır.
Yedi:
Anlaşılacağı üzere, devrimci sosyalizm, önüne,
bir program olarak, "yarım", "sömürge
tipi" bir demokrasi, "demokratikleşme
süreci" değil, halk demokrasisi programını
koymaktadır. Halk demokrasisi, işçi sınıfı önderliğinde
halkın söz, yetki, karar ve yürütme iradesinin
sahibi olduğu bir demokrasidir. Bu demokrasinin
omurgası halk meclisleridir. Sadece seçim değil,
seçilenlerinde halk tarafından görevden alınacağı
halk demokrasisi ancak devrimle inşa edilir.
Sekiz:
Halk için demokrasi, demokrasi savaşımının ana
halkasıdır. Ancak bu ana halka, stratejik bir
hedeftir ve güncel ve acil demokratik taleplerden
kopuk ele alınamaz. Ne sadece stratejik hedef
olarak halk demokrasisini belirlemek (ki bununla
yetinmek, güncel mücadele ve talepleri atlamaktır-
bu sol kendiliğindenciliktir), ne de acil ve güncel
demokratik taleplerle kendimizi sınırlamak (ki
bu da sağ-reformizmdir); devrimci sosyalizm, güncel
ve acil demokratik talepleri stratejik hedeflere,
halk demokrasisine bağlar. Bu demokratik taleplerin
bir kısmı devrim öncesi, bir kısmı devrim anında,
bir kısmı da devrim sonrası gerçekleşir. Ama ancak
devrimle kurulan halk demokrasisi, tüm bu hedef
ve talepleri güvence altına alır. AKP'ye karşı
demokrasi kavgası da bu ana yönelimle sürecektir.
"Bütün
'demokrasi' kapitalizm altında ancak çok küçük
bir dereceye kadar ve ancak göreceli olarak gerçekleşebilir
olan 'hakların' ilanı ve gerçekleşmesiyle var
olur. Ama bu haklar ilan edilmeden, bunları benimsetmek
için hemen, şimdi bir mücadele vermeden, kitleleri
bu mücadelenin ruhuyla eğitmeden sosyalizm imkansızdır.
(Lenin)
Dokuz:
AKP ve faşizme karşı demokrasi mücadelesi, anlaşılacağı
üzere, tüm ezilenleri kapsamak zorundadır. İşçi
sınıfı sosyalizm için mücadele eder; ancak bağımsızlık
ve demokrasi sorununu atlamaz, bağımsızlık ve
demokrasi savaşımının en tutarlı gücü işçi sınıfıdır.
Bağımsızlık ve demokrasi savaşımında sadece işçi
sınıfı yoktur, tüm halk, tüm ezilenler bu savaşımın
bir parçasıdır. Bundan dolayı, sosyalizm için
mücadele eden devrimci sosyalizm, programına sosyalist
hedefleri koymakla yetinmez, nesnel bir olgu olan,
atlanamaz bir sorun olan bağımsızlık ve demokrasi
sorununu devrimle çözümü hedefler. Bu temelde,
demokratik görevleri belirler ve tüm halkı bu
program etrafında örgütlemeyi amaçlar.
"Programımızın
demokratik bölümü, der Lenin, özellikle bütün
halka seslenmektedir…" Halk devrimi programımız,
asgari ve azami programın bir sentezidir ve devrimimizin
stratejik hedefini gösterir.
On:
Bugün, Kürt yurtsever hareketi dışta tutarsak,
sol ve devrimci hareket dağınık, demokrasi ve
özgürlük kavgasından yana güçler, AKP ve faşizme
karşı politik bir odak oluşturmaktan uzaktır.
Bu anlamda, demokrasi ve özgürlük kavgasında,
programatik olarak reformist olsa da, Kürt yurtsever
hareketi önemli güçtür. Nitekim Kürt sorununun
politik gündemin en önemli unsuru olması, bu temelde
bir dizi iradenin çatışması tesadüf değil ve bunda
örgütlü bir Kürt hareketinin varlığı rol oynamaktadır.
O
halde bir yandan politik gündemin sınırlarında
dolaşan sol ve devrimci hareketin politik özne
olması, sol ve devrimci hareketin kitleler içinde
mevzi tutması; öte yandan bununla kopmaz bağlar
içinde faşizme ve AKP'ye karşı en geniş kesimlerin
yeni bir birlik siyasetiyle yan yana saf tutması
güncel görevlerin başında gelmektedir. Böylesi
bir politik hamle üzerinden, demokrasi ve özgürlük
kavgasında örgütlü güç olan Kürt yurtsever hareketle
ittifak; bu temelde, Fırat'ın doğusu ve batısında
birleşik özgürlük kavgası, faşizmi ve AKP'yi geriletecektir.
On
bir: Devrimci sosyalizm, AKP'ye karşı mücadele
ile faşizme karşı mücadelenin aynı mecrada aktığına
belirler. Bundan dolayı, görev, dönemsel bir dizi
görevlerle birlikte, bir yandan demokrasi ve özgürlük
kavgasını kendi bağımsız çizgimizde geliştirmek,
öte yandan hayali-ütopik değil, tümden nesnel
ve somut olgular üzerinden, yukarıda ifade ettiğimiz
yeni bir birlik için adımlar atmaktır. Bu kavga
günlük, anlık değil, dönemsel ve süreklidir. Elbette
her adım ve gelişme yeni olguları da ortaya çıkarabilir.
Bu olguları atlamadan, bu temelde kavgayı yükseltmek
görevimizdir.
On
iki: Bu kavga 40 yıldır bizim elimizde yürüyor.
Bu kavganın öncüsü Mahir- Hüseyin-Ulaş oldu; onlardan
Atilla-Tamer devraldı. Yolumuz hiç düz olmadı,
ama hiç bu kavgadan vazgeçmedik, ısrarla yürüdük.
Bizim asıl işimiz kendi çizgimizi izlemektir.
Bu tarih ve birikim arkamızdadır; bu kavga için
yeni bir adım attık, yeni adımlarla bu kavgayı
yükselteceğiz!
Bu
temelde bir adım daha atma zamanıdır!
|