Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

Şahin Şimşek

      1) Özet Bir Giriş…
      AKP ile Türkiye yeni bir süreci yaşamaktadır. Yaklaşık on yıllık AKP iktidarında, gelinen yer, AKP'nin oligarşinin en güçlü partisi olduğu, bir burjuva partisi olarak AKP ile devlet ilişkisinin yeni bir aşamaya sıçradığı, AKP'nin devlet partisi olduğudur. AKP, kendi dilinden on yıllık politik sürecini, üç seçim başarısına paralel olarak "çıraklık-kalfalık-ustalık" olarak tanımlamıştır. Bu süreç ve aşamalar, aynı zamanda, AKP ile temsil ettiği tekelci burjuvazi ve oligarşinin politik iktidarı olan devlet yapısı ile ilişkisi üzerine bir fikir de vermektedir.
      AKP, 28 Şubat ve 2001 krizi gibi sadece siyasal değil, aynı zamanda toplumsal süreçlerin yaratmış olduğu "boşluk"ta doğdu. Çöken burjuva partilerinin yaratmış olduğu bu "boşluğu" burjuva neo-liberal program etrafında, öncesi burjuva partilerin politik uzantısı olarak doldurdu. Ve bu on yıllık dönemde birçok ara aşamayı adımlayarak yeni bir sürece ulaştı. Hem AKP'nin geldiği yer, yani sınıfsal ve politik alanda ulaştığı aşama, hem AKP ile değer iktidar odaklarının ilişki ve çelişkisinin ulaştığı aşama, hem de tüm bunlara bağlı olarak, ana politik ve toplumsal sorunlar (giderek kendine yeni kanallar açarak neo-liberal kuşatmayı yarmaya çalışan sınıf mücadelesi, Kürt sorunu, Alevi sorunu, diğer ulusal topluluklar ve inanç sahiplerin sorunları, hak ve özgürlükler sorunu başta olmak üzere tüm demokratik sorunlar) karşısındaki pozisyonu dikkatle incelenirse yeni bir süreçten söz edebiliriz. Bu aynı zamanda, kapitalist-emperyalist sistem ve Ortadoğu'daki gelişmelere paralel yeni rol arayışları ile üst üste düşmektedir.
      On yıllık bu süreci üç aşamada ele alabiliriz:
      Birinci aşama, AKP'nin politik sahneye çıkması, ilk seçim başarısı ve iktidarlaşma sürecidir.
      AKP 2001 krizi ortamında, hem neo-liberalizmden çıkarı olan sınıf ve katmanların desteğini alarak (ki AKP bu sınıfları, tekelci burjuvaziyi temsil etmektedir ve çıkarı neo-liberal sömürüden yana olan, tekelleşme süreci yaşayan burjuvaziyi çatısı altına almaktadır) hem de neo-liberalizmin, krizin etkilediği sınıf ve kesimlerden kitlelerin desteğini alarak ilk seçimi kazandı. Bu süreç, 28 Şubat konseptine göre devlet ve toplumun dizayn edilmeye çalışıldığı, ama her açıdan tel tel döküldüğü bir süreçtir. Kürt sorunu yakıcıdır; oligarşinin Kürt halkını teslim almak için yürütmüş olduğu sömürgeci savaşta her yöntem kullanılmaktadır. Ancak yine bu süreçte Kürt yurtsever hareketi İmralı süreciyle büyük bir ideolojik-politik kargaşa yaşasa da oligarşinin bu saldırılarına karşı direnmesi söz konusudur. Ulusal sol ve milliyetçi bir dalga pompalanmakta; dahası dışa bağımlı yeni sömürge kapitalizmi büyük bir çöküntü/kriz yaşamaktadır. Kürt ulusal direnişi ve sınırlı da olsa, sınıfsal-toplumsal zeminde sol ve devrimci hareketin direnci, krizi derinleştirmekte ve burjuva politikikası alanını daraltmaktadır. 2002 seçimleri, merkez burjuva partilerin (DSP, CHP, ANAP, DYP ve bu süreçte giderek merkeze kayan MHP) çöküşüne yol açtı; bu yıkıntılar içinde AKP yeni bir politik aktör olarak ortaya çıktı.
      AKP'nin seçim başarısı iktidar olması demek değildir. Krize çözüm için, o süreçte, IMF, DB programları devrededir; Kemal Derviş bu programın mimarıdır. Ünlü "15 günde 15 yasa" (bu yasaların tümü emperyalizm ve tekelci sermayenin çıkarlarınadır) bu sürecin ürünüdür. AKP, Kemal Derviş'in neo-liberal yeniden yapılanma programını devam ettirdi; böylece emperyalizm ve tekelci sermayenin çıkarlarını en iyi kendisinin savunacağı yönünde güvence verdi. Sadece bu değil; AB gibi emperyalist projelere tam destek vererek, onu savunarak, BOP gibi Ortadoğu ve Afrika'yı içine alan yeni emperyalist saldırganlığı savunarak, onun bir parçası olarak, hatta dönem sözcüsü olarak emperyalistlere güven verdi. Bu destek ve emperyalizmle işbirliği AKP için önemlidir; bu destek olmadan iktidar olamayacağının bilincindedir.
      Bir yandan emperyalizmle uyum sağlayan, onun programlarını savunan AKP, iktidarlaşma sürecinde içte bir tür "denge" politikası izledi. AKP, 2002 seçimini kazandı, ama bu iktidar olmak için yeterli değildir. T. Erdoğan bunu: "hükümet olduk ama iktidar olamadık" sözleriyle açıklayacaktır. Oligarşinin iktidar merkezleri, hatta asıl "kurucu parti"si Genelkurmay önemli güçtür. 28 Şubat konseptinin ana çizgileri devlet ve toplum ilişkilerine hakimdir; bu anlamda AKP için her şey "rahat" ve istenilen düzeyde değildir. Dahası AKP'ye karşı seçim öncesi ve sonrası eski konseptten, 28 Şubattan yana tavır alan ve buna göre örgütlenen güçler direnmektedir. Bunun farkında olan AKP, bu süreci "uyum" içinde geçirmeyi ve oligarşinin diğer iktidar odaklarını "ikna" etmeyi önüne koymuştur. Bir tür "ikili iktidar" söz konusudur. Bu süreç aynı zamanda adım adım mevzi kapma sürecidir.
      Ancak, bu süreç 2007 yılında yeni bir mevzi savaşına yol açtı. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve yeni seçim süreci oligarşi içi gerilimi yeni bir düzeye taşıdı. Bir yanda Genelkurmay merkezli, yargı gibi iktidar odaklarının da devreye girdiği ve CHP, MHP'nin bu saflarda yer alması, bunların oluşturduğu blok; öte yanda AKP ve giderek arkasına aldığı kurumlar. İşte oligarşi içi büyük çatlak bu süreçte ortaya çıktı. Bu çatlak birçok çelişkinin önüne geçti; bu temelde saflaşma büyüdü. Hrant Dink cinayeti, Yargıtay saldırısı ve bazı provokasyonlar bu sürecin ürünü olarak ortaya çıktı. Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı ve ünlü "365 tartışmaları" ve 27 Nisan muhtırası bu çatışmanın adeta finali oldu.
      Fakat emperyalizmin desteğini arkasına alan AKP bu basıncı püskürttü; Cumhurbaşkanlığı dahil bazı yeni mevziler elde etti ve böylece AKP'nin kalıcılaşmasında ciddi adımlar atıldı. AKP, emperyalizmin tam desteğini aldı, Ortadoğu'da "ılımlı İslam" projesi için "model" gösterildi, BOP bir ayağı oldu, Ortadoğu halklarına karşı emperyalizm saflarında yer aldı. Oligarşi içi çatışmada da en güçlü desteği emperyalizm verdi; Ergenekon operasyonları böyle ortaya çıktı. Sadece Ergenekon değil, 28 Şubat konseptinin devamından yana tavır alan güçler, yani en başta Genelkurmayın direnci Andıç, Balyoz tutuklamaları ve YAŞ toplantılarında atılan adımlarla geriledi.
      Bu süreci, ikinci aşama ve AKP için "iktidarlaşma süreci" olarak tanımlamak mümkündür.
      AKP artık sadece emperyalizmin desteğini almakla kalmamış, neo-liberalizmin en etkili ve örgütlü savunucusu olduğunu ispatlamış; bundan dolayı, politik ve yaşam biçimi üzerinden (türban gibi) bazı gerilimler yaşansa da tekelci burjuvazinin ve neo-liberalizmden çıkarı olan burjuva kesimlerin desteğini güçlü biçimde almıştır. Emperyalizm ve neo-liberalizmden yana tüm sermaye çevrelerinin desteği AKP için varlık yokluk sorunudur; bu destek sağlanmıştır. Ayrıca bu temelde, sermaye birikimi süreci İslami renkler taşıyan yeni orta sınıf/burjuvalar ortaya çıkarmış; böylece AKP'nin toplumsal zemini güçlenmiştir.
      Bu sınıfsal/toplumsal zemin ve neo-liberalizm için AKP'nin tek alternatif olması, diğer burjuva partilerin üzerinden yükseldiği zemini daraltı; ANAP, DYP gibi burjuva partilerin giderek politik alanda etkisi silindi, bu partilerde çıkarını ifade eden kesimler AKP'ye yöneldi. Bir yandan sermaye merkezileşti, öte yandan burjuva partiler için AKP "iktidar" ve "yeni rant" için ilgi odağı oldu. Bu süreçte, faşizmin bazı iktidar odakları, özellikle 28 Şubat konsepti içindeki güçler önce "demokrasi" adına liberal söylemle eleştirildi, sonra bu iktidar odakları ele geçirilince, bunlar aracılığıyla, bu iktidar odağı/kurumlar korunarak yeniden, yeni emperyalist program temelinde düzenlendi. YÖK ve daha sonra ele geçirilen yargı sistemi bunun en açık ifadesidir.
      Ama oligarşi içi çatlak önemli olsa da, bu coğrafyada asıl sorun, ezilenlerin mücadelesidir. Tüm demokratik sorunlar, sadece ezilenler için değil, oligarşi ve bu çatlakla saflaşan kesimler için de sorundur. İşçiler, emekçiler, Kürtler, Aleviler ve tüm ezilenler gerçek bir özgürlük ve demokrasi için bu sorunları kendi talepleriyle ele alır, bunun için mücadele eder. Ancak oligarşi ve oligarşi içi saflaşmanın temsilcileri ise, bu sorunları bastırmakta ortaklaşır ve kimi zaman ise bu temeldeki çelişkileri iktidar alanları için kullanılır. Oligarşinin politikalarının çekirdeğinde yer alan askeri vesayet ve militarizm en çok sol ve devrimci hareketi vurdu; 12 Mart ve 12 Eylül açık faşizmi budur ve asıl programı sol ve devrimci hareketi tasfiyedir. Fakat AKP sahte bir "demokrasi" söylemi için yine en çok bu gibi alanları istismar etti. Bunlardan başka örneklerde var. 1 Mayıs ve Taksim alanı, onlarca yıllık mücadele ile kazanıldı; AKP, döndü ve bu kazanımı kendi çıkarı için kullandı. Ne zaman demokrasi talepleri yoğunlaştı, AKP bunu istismar etti. Kürt sorunu gibi güncel ve devasa politik gündem ise, oligarşinin tüm kesimlerinin sömürgeciliği sürdürmek için nasıl ortaklaştığını gösterdiği gibi, aynı zamanda bunun üzerinden yeni kavgaları da gündeme getirdi.
      Bu süreçte, asıl merkezini Kürt sorununun oluşturduğu, ama biraz daha "geniş" kesimi de içine alan, örneğin Alevi sorunu gibi sorunların da eklendiği "demokratik açılım" projesi ortaya çıktı. Bu aynı zamanda Kürt sorununun eski imha ve inkar siyasetiyle çözümsüzlüğünün geldiği son noktayı işaret etti; artık Kürt sorunu için yeni arayışlar söz konusudur. AKP ve emperyalizmin projesi olan "demokratik açılım" sahte bir umut yarattı (ki amaç da zaten böyle sahte bir umut yaratmak ve Kürt yurtsever hareketi tecrit etmekti); liberal kesimler bu umudu körükledi. Ama bu süreç aynı zamanda bir çok politik iradenin daha görünür olduğu bir süreçtir ve bu sahte umut, inisiyatif kapma savaşı içinde Habur'da söndü. Bu "açılım" sahteydi; ama bu AKP'ye sınırlı da olsa bir nefes aldırdı.
      Üçüncü aşama ise, bu sürecin adeta zirvesi olan 12 Eylül referandumu ve 12 Haziran genel seçimleri sonrasıdır.
      AKP hem referandum hem de seçim ile yeni mevziler kazandı. Bu süreçlerin, yani referandum ve seçim sürecinin iki kazananı vardır. Biri AKP, diğeri ise başta Kürt yurtsever güçleri olmak üzere emek ve demokrasi paydasında saf tutan ezilenler. CHP, MHP gibi burjuva partiler etki gücünü az çok korudu; ama bu partiler, burjuvazi için yeni iktidar odağı olma umudu hiç vermedi. Neo-liberal sömürü modeli burjuva programları daralttı, tek bir biçime dönüştürdü ve bununla birlikte kirli burjuva siyaset ile (örneğin kaset savaşlarıyla) burjuva partiler yeniden dizayn edildi. MHP köşeye sıkıştırıldı, CHP yeni bir soluk olamadı, Kont-gerilla partisi olarak kurulan BBP giderek AKP'nin payandası oldu, ANAP, DYP gibi partiler ise eridi. Böylece oligarşi içi çatlakta, iki kesim daha bir netleşti. Bir yandan neo-liberalizmin tek alternatifi olarak AKP, diğer yanda etkisiz CHP ve MHP. İkinci kazanan ise, referandumda "boykot", seçimlerde ise "emek ve özgürlük bloğu" olarak 36 milletvekili çıkaran kesimdir.
      Hiç şüphesiz, burada asıl güç ve kazanan yurtsever harekettir. Sol ve devrimci hareketin bazı kesimleri "emek ve özgürlük bloğu" içinde, bazıları ise bu ittifak dışında "destek" olarak (örneğin devrimci sosyalist hareketimizin tavrı budur) bu kazanıma az çok katkı sunmuştur. Ancak sol ve devrimci hareketin bir kısmı ise adeta süreç dışı kaldı, sadece politik bir tavırla yetindi. Referandumda "hayır" tavrı, bu kesimleri CHP ve MHP'nin yanına itti; seçimlerde "boykot" ise etkisizliğin bir ifadesi olarak somutlaştı. Yani, bu önemli süreçlerde ezilenler adına yurtsever hareketin başarısı söz konusudur; sol ve devrimci hareket ise, en ilerisinden sürece "takılan" konumdadır.
      Bu süreç aynı zamanda AKP ile Türkiye kapitalizmi ve oligarşinin yeni bir aşama yaşamasıdır. AKP, emperyalizmin aktif desteği ile oligarşi içi çelişkilerde yeni bir süreci yakaladı, oligarşi içi çelişkide en önemli politik güç olan Genelkurmay ve TSK ile "uyum" dönemini başlattı. 28 Şubat konsepti çöktü ve AKP oligarşi içi çelişkilerde birkaç adım öne çıktı. Referandum iktidarın önemli bir unsuru olan yargıya yeni bir yön verme olarak ortaya çıktı; böylece AKP yeni mevzi kazandı. YÖK, medya, hatta sporda artık AKP'nin hakimiyeti vardır. Dış politikada, "sıfır sorun" dönemi kapandı, Ortadoğu'da yükselen halk hareketlerini kontrol etmek ve yeni nüfus alanı için yeni rol kapmak güncelleşti. Kürt sorunu ve demokrasi sorununda ise AKP aslına döndü; sahte demokrasi söylemlerini bir yana attı, hem Kürt ulusuna hem de Türkiye halklarına ve emekçilere yeni bir savaş açtı. Bu süreç yaşanıyor.
      Hiç şüphesiz bu aşama ve süreçler, naif, saf, sorunsuz değildir. Bu süreçlerde, tüm temel sorunlar, bu sorunlar ekseninde politik güçler yeniden ve yeniden biçim kazandı. Birinci dönemde, AKP, oligarşi içi çelişki ve çatışmada sık sık "demokrasi ve özgürlük" söylemine başvurdu; böylece sadece neo-liberalizmden çıkarları olan sınıfların değil, ötekileşen, alt sınıf ve katmanların da desteğini aldı. Bir yanda açlık, yoksulluk, işsizlik derinleşirken öte yandan çeşitli nedenlerle bu kesimler AKP ile yeni bağlar kurdu. Aç, yoksul, işsiz; ama düzene eklenen bir kesim ortaya çıktı. Bir dizi çatışma, darbe girişimi, politik cinayetler, Kürt sorunu gibi temel sorunlar üzerinden çatışma pratikleri birbirini takip etti. Ama artık AKP iktidarlaştı, AKP devlet partisi oldu.
      Bugün AKP, oligarşi için en örgütlü güçtür. Hem neo-liberalizmin devamı ve bu yöndeki son hamleler için, hem de devletin sınıfsal özü korunarak, emperyalizm ve oligarşi açısından "yeniden yapılanma" için AKP tek seçenektir.
      Ancak, bu süreç aynı zamanda AKP için sonun başlangıcıdır. Bugün burjuva kesimde "demokrasi" adına hiçbir umut ve güç yoktur. Hatta burjuva kesimde, sahte demokrasi oyununu da AKP kendi oynamaktadır. Bu alanda tek güç, işçi, emekçi ve ezilenlerdir. Örgütsüz ve dağınık olan halk güçleri içinde bugün en örgütlü güç yurtsever harekettir. Sınıf mücadelesi, bu temelde asıl olarak bu güçler arasında biçim alacak; hiç şüphesiz bu sürecin tüm birikimi ileri taşınarak yeniden biçim alacaktır.
      Bu konuda sol ve devrimci hareketin, tabiî ki en başta devrimci sosyalizmin önünde bir dizi görevler durmaktadır.

      2) AKP'nın Sınıfsal Durumu
      Anlaşılacağı üzere AKP, neo-liberalizmin savunucusu ve bu sömürü modelinden çıkarı olan sınıfları çatısı altında toplayan partidir. AKP, yapılan bazı tanımlamalarda ileri sürüldüğü gibi "islami burjuvazinin" değil (sermayenin dini olmaz; burjuvazinin dini paradır), tekelci burjuvazinin partisidir. AKP, sadece İstanbul burjuvazisine değil, tekelleşen ve tekelleşme süreci yaşayan Anadolu burjuvazisine de dayanmaktadır. Böylece AKP, özünde egemen sınıf bloğunu en iyi temsil eden parti konumundadır.
      Emperyalizme bağımlı yeni sömürge kapitalizminin asıl omurgası iki toplumsal sınıf ya da kesimdir. Biri, içsel olgu olan emperyalist sermaye ve emperyalizmdir; diğeri ise bu emperyalist sermaye ile işbirliği içinde bulunan tekelci sermayedir. Emperyalist sermaye, yeni sömürge kapitalizminde, mali, sanayi, ticari her alanda önemli bir yeri tutar; bu sermaye bizzat üretim, finans, dolaşım, tüketim alanlarında yatırım sahibidir. 2001 krizinde de görüldüğü gibi, bu emperyalist sermaye biraz kendini geri çekse, Türkiye kapitalizmi sarsıntıdan kurtulamaz. Tekelci sermaye ise, kapitalist sistemin ipini elinde tutmaktadır. İç içe geçmiş yerli ve yabancı tekelci sermaye sadece ekonomik değil, politik alanda da asıl söz sahibidir. Bu asıl omurga olmazsa, yeni sömürgeci kapitalizm olmaz.
      Ancak yeni sömürgeci kapitalizm, tek başına bu yerli ve yabancı tekelci sermayeye dayanmaz. Dünya kapitalist pazarına eklenen, onun bir parçası olan yeni sömürge kapitalist pazar içinde, üretim, tüketim, ticaret, mali alanlarda daha geniş bir burjuva kesimle tekelci sermaye bin bir bağ kurar. Bu bağ ve ilişki ile kapitalizm kendini yeniden ve yeniden üretir. Yeni sömürge kapitalist düzen, emperyalist sermaye ile birlikte tekelci sermayenin bu sistemin merkezinde yer aldığı; emperyalist sermaye ve tekeci sermayeye, kapitalizmin yeniden üretim sürecinde, bu kapitalist pazarda bin bir bağla bağlı burjuva ve orta burjuvanın sarıp sarmaladığı bir düzendir. Bu sınıflar, sınıfsal çıkarını neo-liberalizmde görmektedir. AKP, tekelci sermayenin partisidir; ama kendini tekelci sermaye ile sınırlamaz, bu sınıfları da çatısı altına alarak toplumsal zeminini güçlendirmektedir.
      Bir parti ile sınıfsal ilişki, her süreçte, bire bir, üst üste düşmez. Hatta bu ilişki, birden değil, toplumsal ve siyasal süreçlerin inişli-çıkışlı yolu üzerinde kurulur. İlk başta parti ile sınıf arasında mesafe de olur, ama bu toplumsal süreçler sonunda giderek sınıf ile parti aynı kanalda buluşur. AKP, neo-liberalizmi savunan, onu temsil eden burjuva partisi olarak kuruldu. Ancak bu sınıfsal ve toplumsal ilişki birden, AKP'nin kuruluşuyla kurulmadı. Sadece neo-liberalizmi savunmadı AKP, ilk iş olarak AB, BOP gibi emperyalist projelere sınırsız destek verdi; böylece emperyalist sermaye ve güçlerin desteğini sağladı. Siyasal karakteri de olan bir dizi çelişki (türban gibi) giderek zayıfladı; sermayenin yeniden yapılanma sürecinde, 2001 krizi sonrası bazı sermaye gruplarıyla da (Örneğin Uzanlar grubu. Neo-liberalizmin çocuğu olan Uzanlar, ANAP döneminde büyüdü. Ancak dünyanın efendilerinden olan Motorola'yu dolandırınca, ABD emperyalizmi ve oligarşi Uzanların ipini kesti; Uzanları tasfiye etmek AKP'ye düştü. Tabi bu süreçte ciddi bir analizden yoksun bazı kesimlerin Uzanlar somutunda "milli burjuva" arayışları oldu) çelişki yaşadı. Ama giderek tekelci sermayenin de desteğini arkasına aldı. Bir yandan AKP emperyalizme, emperyalist sermayeye kendini ispatladı, diğer yandan, yukarıda işaret ettiğimiz sınıfsal bileşke ile bütünleşti. Bugün, AKP'nin devlet partisine dönüştüğü bu aşamada aralarındaki ilişki daha güçlü bir yerde durmaktadır.
      Bu anlamda, AKP, sadece neo-liberalizmin değil, bu sürecin önünü açan 12 Eylül açık faşizmin çocuğudur.

      3) AKP İslamcı Parti/Hareket Mi?
      Bu soru yerindedir ve AKP'yi anlamaya hizmet eder.
      Burada önce birkaç belirleme yapmakta yarar vardır:
      Bir: Tek İslam yoktur; tüm dinlerde olduğu gibi İslam'ın da birçok yorumu vardır. Tüm tek tanrılı dinler ve İslam, ilk çıkışında "devrimci" rol oynamış; ama egemen sınıfla bütünleşince bu devrimci rol yerini gericiliğe bırakmıştır. Din/İslam, her tarihsel dönemde yeni ihtiyaçlara göre biçim almış ve bu anlamda birden fazla yoruma, her yorumun kendi içinde bir anlayış ve geleneğe, hatta iktidar biçimlerine yol açmıştır. Birçok dinde olduğu gibi İslam'ın da birden fazla yorumu ve iktidarlaşma biçimleri kendi içinde kanlı çatışmalara kadar uzanan kavgalara dönüşmüştür. Bununla birlikte tüm dinlerde olduğu gibi İslam da ideolojik bir işleve sahiptir. Hatta İslam ile şeriat ilişkisini düşününce bu ideolojik etkinin çok daha yoğunlaşmış biçimiyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. İslam bu açıdan sadece bir din değil, ideolojik- politik bir harekettir.
      İki: İslamiyet uzun tarihsel birikimi içinde, yaklaşık 1400 yılı aşkın iktidarlaşma süreci sonunda, bugün politik açıdan iki biçimde karşımızda yer almaktadır. Birinci biçimi, bazı ortadoğu ülkelerinde görüldüğü gibi, kapitalizmin gelişmesi karşısında kendi sınıfsal çıkarları zedelenen ve bundan dolayı bu gelişime engel olmaya çalışan küçük burjuva ve alt orta burjuvazi sınıf temeline yaslanan ve temelde kapitalizme karşı olmayıp, sömürüden aldıkları payı korumayı ya da artırmayı hedefleyen bir yerde duran, bu anlamıyla İslam'ın modernize olmasını tehlike olarak gören anlayıştır. Bu anlayış sahipleri birden çok akımı içermektedir ve yer yer emperyalist işgallere karşı politik tutum da geliştirmektedir. 1980'li yıllarda Afganistan'daki Sovyet işgaline ve Filistin'deki devrimci güçlere karşı emperyalizm tarafından desteklenen, bugün ise anti-ABD, anti-işgal temelinde emperyalizme karşı tavır alan politik İslam'ı (El-kaide, Taliban, Hamas, Hizbullah vb.) bu kategori içinde ele alabiliriz.
      İkinci biçim ise, kapitalizmle uyum sağlamış, iktidarlaşmış biçimler. Bu İslam da kendi içinde birçok akım ve biçime sahiptir ama bunların kapitalizm ve emperyalizm ile açık bir çelişkisi yoktur. Bunlar düzen içi ve ehlileşmiş biçimde görülür ve her süreçte emperyalizmin projesinin bir parçasıdır. Dün "yeşil kuşak" bugün "ılımlı İslam" projesi budur.
      Üç: Türkiye'de islam, yukarıda bahsedilen ikinci biçimdedir. İslam, Osmanlı İmparatorluğundan bu yana düzen içi bir yerdedir; ideolojik işlevi oldukça güçlüdür, kitleleri düzene bağlayan en önemli ideolojik bağdır. Osmanlı İmparatorluğu İslam'ı oldukça yaygın kullanmıştır; İslam dahil tüm tek tanrılı dinlerin özellikle feodalizm için yaşamsal olduğu bilinmektedir; Merkezi feodal Osmanlı İmparatorluğu için de bu geçerlidir. Osmanlının feodal sömürgeciliğinde (Osmanlı İmparatorluğu, dönemindeki diğer imparatorluklar -Çarlık Rusya'sı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu vb.- gibi yayılmacı, işgalci, sömürgecidir. Ama bu sömürgecilik kapitalist-emperyalist değil, feodal sömürgeciliktir. Sömürgecilik, egemenlik ve başka halkları baskı altına alma, onları kendine bağlama biçimidir. Tüm sınıflı toplumlar tarihinde görülür; köleci, feodal, kapitalist sömürgecilik gibi. Emperyalizm çağında, kapitalizm bir dünya sistemi oldu, kapitalist egemenlik tüm dünyaya, hem toprak hem de pazar olarak hakim oldu. Bu egemenlik sürecinde, talana ve açık işgallere dayalı büyük feodal devletlerin sömürgeciliği, sömürgeci ülkelerde kapitalizmin gelişmesiyle ve giderek emperyalizmin mutlak hakimiyetinin kurulmasıyla, yerini sermaye ihracına dayalı emperyalist sömürgeciliğe bıraktı. Emperyalist sömürgecilik; sömürgecilik, yarı-sömürgecilik ve 2. paylaşım savaşı sonrası yeni sömürgecilik biçimini aldı. Bu üç kavram: sömürgecilik, yarı-sömürgecilik ve yeni-sömürgecilik özdeş ve aynı kavram değildir. Sol ve devrimci hareket içinde bu kavramları aynılaştırma örnekleri vardır ve bunlar doğru olmadığı gibi bilimsel de değildir.) İslam önemli işlev görmüş; hatta kitlelerin İslami temelde başkaldırmaları bile yine İslam adına bastırılmıştır. İktidarlaşan İslam burada güçlü bir ideolojik işleve sahiptir.
      Osmanlı sonrası Kemalizm, gelişen kapitalizmin ihtiyaçlarına göre din ile toplum ilişkilerini yeniden düzenlemiştir. Kemalizm laikliği adeta bir din gibi örgütledi; bu anlamda Kemalizm'in laikliği sahte ve kabadır. Öte yandan Kemalizm sanıldığı gibi dini, İslam'ı dışta tutmaz, ötelemez. Bir yandan laikliği din gibi ele alırken, öte yandan İslam'ı devletin kontrolüne alır. Bu açıdan bakarsak, Osmanlı ile Kemalizm'in bu konuda ciddi bir ayrımı, biri "şeriatı" diğeri "laikliği" temsil etmez; biçimsel farklılığa rağmen iki dönemde de din ve İslam devletin kontrolündedir, devlet tarafından örgütlenir. Her ikisinde de dinin devletleşmesi söz konusudur. Birinde, Osmanlı'da Şeyhülislam Kurumu, merkezi feodal otoritenin/devletin bir parçasıyken; diğerinde, yani Kemalist burjuva diktatörlüğünde Diyanet İşleri kurumu aynı rol ve işleve sahiptir.
      Emperyalizm işgal ettiği her ülkede en gerici sınıf ve kesimlere dayanır; Osmanlı İmparatorluğunun yarı-sömürgeleşme sürecinde ve daha sonrası yeni sömürgecilik sürecinde de bu geçerlidir. Feodal sınıflar, komprador burjuvazi ve tekelci burjuvazi bu işbirlikçilik süreçlerinde emperyalizmin dayanağı olmuştur; din ve İslam ise bu sınıfların ve emperyalizmin en önemli ideolojik aygıtıdır; İslam hep kurulu düzenin hizmetinde olmuş, hep devlet tarafından yedeklenmiştir. Yani bir yandan Osmanlı'dan bu yana İslam bir biçimde iktidarlaşmış ve düzen içi bir yerdedir, öte yandan bunu besleyen biçimde emperyalizmin bir payandasıdır.
      AKP'nin İslam anlayışı da bundan öte değildir. AKP'nin İslam anlayışı resmi İslam anlayışıdır ve bu çizginin, düzen içi ve ehlileştirilmiş İslam ile ters düşen hiçbir yanı yoktur.
      AKP, RP içinde 28 Şubat sürecine bağlı, bu sürecin baskısıyla "yenilikçiler" adı altında ortaya çıktı. 28 Şubat süreci, çöken merkez burjuva partileri güçlendirmek için, birden çok parti içinde ayrışmayı hızlandırdı. Bu süreçte, burjuvazi, burjuva partisi olan ve orta burjuvazinin de desteğini alan RP'den "yaşam biçimi kaygıları" ve "28 Şubatın baskısıyla" desteğini geri çekti. AKP, doğan bu boşluğu doldurdu. AKP, neo-liberalizmi savundu ve program düzeyine çıkardı; sadece RP içinden değil, çöken merkez burjuva partilerden kadro devşirmiş ve sağ-muhafazakar bir parti olarak kurulmuştur. AKP, sadece neo-liberal ekonomi-politiği değil, BOP ve AB projeleri içinde yer almış, buna destek vermiş; böylece emperyalizmin desteğini almıştır. "Reel sosyalizmin" çözülmesi sonrası, daha önce komünizme karşı geliştirilen "yeşil kuşak" projesi yerini "ılımlı İslam" projesine bırakmış; AKP bu proje için en uygun parti olmuştur ya da bu sürecin bir ürünü olduğu söylenebilir.
      Tüm bunlardan dolayı, AKP'nin, program ve siyasal çizgisi incelendiğinde bu partiyi nitelemek için "İslamcı" sözcüğünün yerine "neo-liberal" demek daha doğru olacaktır. Elbette neo-liberalizm ile İslam karşı karşıya konacak kavramlar değildir. Hele ki AKP örneği bunların bırakalım karşı karşıya konulmasını, ustaca bir araya getirilişini belki de en iyi biçimde ifade ettiği için sıklıkla emperyalizm tarafından örnek gösterilmektedir. İslam bu neo-liberalizm içinde düzeni besleyen bir yerdedir. On yıllık süreç bu tezi onaylamaktadır.
      Ama AKP'nin iktidarlaşma sürecinde, en başta, Ergenekoncu/ulusalcı kesimin büyük gürültü ile AKP'yi "İslamcı", "Türkiye'yi İran yapacak" söylemine başvurduğu bilinmektedir. O gün de, bugün de, ortaya çıkan darbe girişimleriyle de sabitlenen şudur; bu söylem iç iktidar kavgasının, oligarşi içi iktidar kavgasının bir parçasıdır. Ayrıca bu söylem, AKP'yi zayıflatmamış, tam tersine güçlendirmiştir. AKP, bu sahte söylemin tam aksine İran'a karşı emperyalizmin geliştirdiği bir projedir. Emperyalizmin derdi Türkiye'yi İran yapmak değil, İran'ı Türkiye yapmaktır.
      Ulusal solcu ve Ergenekoncuların iddia ettiği gibi, AKP salt İslamcı bir parti değildir. AKP'nin İslam ile ilişkisi, resmi ideolojinin İslam ile ilişkisinden özünde bir farklılık taşımaz; Her ikisi de toplumu kontrol altında tutmak ve sömürüyü meşrulaştırmak için dini kullanmaktadır. Resmi ideoloji, hiç bir zaman İslam'dan uzak olmamış, tam tersine, neo-liberalizmin ekonomik alandaki egemenliğini, siyasal alanda, Türklüğün yanına İslam'ın da katılmasıyla birlikte yürümüştür. Türk-İslam sentezinin 12 Eylül açık faşizmi ile güncelleşmesi ve bu sürecin kesintisiz sürmesi bunun ifadesidir. AKP'nin İslamcı bir gelenek içinde çıkması ve emperyalizmin "ılımlı İslam" projesi içinde yer alması tesadüf değildir; tümden bu sürecin bir sonucudur.
      AKP'nin kendisinden öncekilerle arasındaki fark, şudur:?Bugüne kadar TC egemen sınıflarının tercihi batılı kültürel kodlar üzerine inşa edilmiş bir toplumu hedeflerken ABD'nin geliştirdiği BOP?projesiyle de uyumlu olarak, batılı kültürel kodlarla çatışmayı asla önüne koymayan, ancak bunları İslami toplumsal, kültürel kodların diline çevirerek yeni, uzlaşmacı ve neo-liberal İslamcı politikaların üreticisi ve yürütücüsü bir partidir.
      AKP düzen içi İslam'a dayanmış; buradan toplumsal zemin bulmuştur. Bu ne tesadüftür ne de onun "İslamcı" olmasıyla ilgilidir. AKP, tekelci sermayenin en örgütlü kesimini temsil eder. Ama AKP, sadece bu kesime dayanmaz; bununla birlikte burjuvazinin tekelleşme eğilimi içinde olan kesimini de çatısı altına alır. Bu sınıfların, tekelci sermaye ve onunla bin bir bağla iç içe burjuvaların çıkarı neo-liberalizmdedir. Ayrıca AKP, orta burjuvazinin önemli bir kesiminin de desteğini almış, hatta yeni bir sermaye birikimi sürecinde, neo-liberalizmin saldırı ve yıkım politikasının açtığı yeni rant alanlarında kendi orta burjuvalarını oluşturmuştur. Bu yeni orta burjuvazinin İslam ile çelişkisi yoktur; bu sınıfların düzene yönelik "yıkma" anlayış ve eylemi de yoktur. Tam tersine düzenin bir parçasıdır; AKP'nin toplumsal zemini bu kesimlere dayanarak güçlenmiştir.
      Bununla birlikte, düzeni yıkma değil, düzeni şu ya da bu biçimde eleştirmeyi önüne koyan kimi İslamcı çevreler de, özünde AKP projeleriyle düzene eklenmiştir, eklenmektedir. Böylece, sömürge tipi faşizm, devrimci hareketin zayıflığından da yararlanarak, düzenden kopma eğilimi içinde olan, neo-liberalizmin mağduru toplumsal kesimleri, AKP aracılığı ile yeniden düzene bağlamaktadır.

      4) AKP Ve Dış Siyaset
      Bu yeni süreçte, AKP emperyalizmin güvenini kazanmış olarak, yeni rol peşindedir. Dış politika da bu temelde, bir yandan emperyalizmin stratejik ve taktik adımları ve bölgesel hesaplarına göre biçim alma, diğer yanda buradan yeni rol kapma arayışı söz konusudur.
      Her şeyden önce AKP iktidarı eliyle oligarşinin emperyalizm ile ilişkisi, ne "yeni" ne de "özgün" bir şeydir. Tam tersine, oligarşi ile emperyalizm ilişkisi tarihsel bir sürecin ifadesidir; AKP ile bu ilişki, hızından hiç bir şey kaybetmeden, emperyalizmin bölgesel hesapları temelinde devam etmektedir. Yani, bu ülkede emperyalizmin yaklaşık 200 yıllık varlığı vardır; ara bir dönem olarak Kemalist burjuva diktatörlüğünü saymazsak (Kemalizm açık işgale karşı sınırlı bir tutum izlemiştir. Devlet kapitalizmi sürecinde bazı yabancı şirketleri devletleştirmiş olsa da -ki bu devletleştirmeler 1929 krizini yaşayan emperyalist şirketlere "ilaç" gibi gelmiş, çoktan kendini amorti etmiş işletmelere değerinin çok üzerinde paralar ödenmiştir-, Kemalizm emperyalist sermayeye karşı olmamış, tam tersine emperyalizmle ilişkisini sürdürmüş, emperyalist sermayeyi teşvik etmiştir.) bu tarihsel süreç, emperyalizm ile işbirlikçi burjuvazinin yan yana olduğu, birlikte çıkarlarını örgütlediği bir tarihsel süreçtir. Bu sürecin son 60 yılı, yani 2. paylaşım savaşı sonrası yeni sömürgecilik sürecidir. Baştan, doğuştan emperyalizmin kucağına doğan burjuvazi, hiçbir süreçte emperyalizmle çatışmamış; bu anlamda "ulusal pazara" sahip çıkan "ulusal burjuva" nitelikte bir burjuvazi hiç olmamıştır. Böyle bir zemin üzerinden yeni sömürgecilik yükselmiştir. "Sermaye ihracı, ihraç edilen ülkede kapitalizmi geliştirir." (Lenin) Yeni sömürgecilik, kapitalist-emperyalist sistemde daralan pazar sorununu çözmek ve emperyalist işgali gizlemek için, emperyalizm tarafından geliştirilen yeni istismar biçimidir. Bu süreçte kapitalizm emperyalizmin denetiminde gelişmiş ve tüm toplumsal ilişkilere egemen olmuştur. Devlet kapitalizminin oluşturduğu zemin üzerinden önce iç pazara göre örgütlenen kapitalizm, daha sonra, 1980 sonrası dış pazara göre biçim almıştır. 1950-80 döneminin "ithal ikameci" kapitalizmi 1980 sonrası dış pazara, yani "ihracata yönelik kapitalizm" olarak yeni bir aşamaya ulaşmıştır. 1950 sonrası sanayici-tekelci sermaye adım adım büyürken, her sermaye birikim sürecinde (1970, 1980, 1990 ve 2000) tekelci sermaye egemenliğini pekiştirmiş ve bugün mali-tekelci sermaye ön plana çıkmıştır.
      Baştan emperyalizme bağımlı olan tekelci sermaye, tek başına iktidar değildir; egemen sınıflar bloğu olan oligarşi içindeki 1950-70 sürecinde tekelci sermaye ile feodal toprak sahiplerinin ittifakından bahsedebiliriz. Ancak her sermaye birikim süreci ve buna bağlı ekonomik-politik-kültürel alanın yeniden dizayn edilmesi, feodalizmin adım adım çözülmesine yol açmıştır. Bu süreç, bir yandan tekelci sermayenin sanayi, mali, ticari alanda egemenliğini sağlamış, diğer yandan feodal toprak sahipleri kapitalist toprak sahiplerine dönüşmüş ve tekelci sermayeye eklenmesine yol açmıştır. Böylece, bir yandan kapitalizm gelişirken öte yandan buna paralel olarak oligarşinin bileşkesi değişime uğramıştır. Oligarşi giderek kendi içinde daralmış, 1970 sonrası adım adım tekelci sermaye hakimiyet kurmuştur.
      Böylece ortaya çıkan tablo, emperyalizm ile işbirlikçi tekelci burjuvazinin iç içe geçmesidir. Nerede emperyalist bir sermaye ve yatırım var; orada işbirlikçi tekelci burjuvazi var. Ülkenin mali, sanayi, ticari, tarım her alanında, emperyalist sermaye ile işbirlikçi sermaye iç içedir. Emperyalizm içsel olgudur; sadece ekonomik değil, siyasal ve askeri her alanda hakimiyeti vardır. Bundan dolayı, işbirlikçi oligarşi ile emperyalizmi birbirinden ayırmak mümkün değildir; anti- emperyalist mücadele anti-kapitalist mücadele, anti-emperyalist mücadele anti-oligarşik mücadele ile üst üste düşmektedir.
      Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Türkiye, emperyalizme yeni sömürgecilikle bağımlı ve orta düzeyde gelişmiş kapitalist bir ülkedir. Yeni/4. bunalım döneminin özelliklerinden biri, yekpare bir yeni sömürgeciliğin olmadığıdır. Farklı gelişmişlik düzeyinde olan, bu anlamda birçok yeni sömürge ülke tipini içeren ülkeler topluluğu vardır. Tümü emperyalizme bağımlıdır; ancak hem kapitalizmin gelişme düzeyi hem de sistem içindeki yeri birbirinden farklıdır. Bu anlamda, Türkiye, ne kapitalizmin ilkel sermaye birikimi yaşadığı her hangi bir ülkedir (Stalin'in sömürge ve yarı sömürge ülkeleri "üç tip" de tasnif ettiği bilinmektedir -Marksizm ve Ulusal Sorun kitabı-; ama artık bu tasnif değişmiştir. Ayrıca Lenin'in "kapitalist olmayan yol" tezi için örnek gösterdiği sınıfsal ayrışmanın pek olmadığı Moğolistan tip ülke -Ulusal Kurtuluş Savaş kitabı- artık kalmamıştır.) ne de sıradan yeni sömürge bir ülkedir. Türkiye kapitalizmi, parçalı olan yeni sömürge ülkeler içinde en ileri halkayı oluşturan bir ülkedir. Latin Amerika'da Brezilya, Arjantin, Asya'da Güney Kore gibi ülkeler bu kategori içindedir.
      AKP, bu tarihsel sürecin son halkasını temsil etmektedir.
      On yıllık AKP iktidarı da bunun somut örneğidir. Emperyalizmin oligarşiye verdiği rol, kapitalist- emperyalist sistem içinde işbölümüne de uygun olarak emperyalizmin bölgesel çıkarlarını korumaktır. Yeni sömürgeci kapitalizmin gelişme düzeyi Türkiye'yi sıradan yeni sömürge bir ülke olmaktan çıkarmış, işbirlikçi gelenek üzerinden bölgesel bir güç yapmıştır. Yeni sömürgeciliğin ilk uygulandığı ülkelerden biri Türkiye'dir. Bir dönem, sosyalizme karşı "ileri karakol" rolü üslenen Türkiye, "reel sosyalizmin" 1990 sonrası çözülmesiyle sistem içinde yeni bir yer arayışına girdi. Türkiye için yeni/4. bunalım döneminde dışa açılmanın iki kapısı vardır; biri Kafkaslar, diğeri Ortadoğu. Bölgesel her gelişme bu temelde yeni arayışları hızlandırdı ya da tersinden yavaşlattı. Neo-liberal sömürü modeli, yeni bir sermaye birikimi sürecidir; artık Türkiye yeni/4. bunalım döneminde "dışa açılan" bir ülkedir. Bölgesel gelişme ve bu temelde politik-askeri gelişmeleri de dikkate alırsak Türkiye, sadece "ileri karakol" değil, emperyalizmle iç içe ekonomik ve politik alanda rol oynayan bölgesel bir güçtür.
      Türkiye'nin bölgesel rolünü anlamak için bazı rakamlara bakmakta yarar vardır:
      Önce ülkeye giren yabancı sermayeye bakalım. Neo-liberalizm, yeni sömürgecilikle emperyalist sermayeye açılan ülke ekonomisini tümden açık pazara dönüştürdü. Bu süreç aynı zamanda emperyalist sermayenin ülke ekonomisinde daha aktif rol oynadığı bir süreçtir. 1980-89 yılları arasında toplam 1,84 milyar dolar; 1990-99 arasında ise 8,35 milyar dolara yabancı sermaye başta üretim olmak üzere çeşitli alanda yatırım yapmıştır. 2001 krizi ve Ecevit döneminde yapılan çeşitli yasal düzenlemelerinde (tahkim yasası gibi) etkisiyle bu oran hızla artmıştır. 2000-2001 yılları yani iki yılda doğrudan yatırım 5 milyar dolar (daha önceki yılların iki katı ve önceki 20 yılın toplamı kadardır) yabancı sermaye girişi olmuş; kriz nedeniyle kısa bir duraksama sonrası, 2003-2004 yıllarında 4,64; 2005 yılında 10; 2006 yılında 20; 2007 yılında 22; 2008 yılında ise 18 milyar dolar doğrudan yatırım için giriş yapmıştır. Bu dönemde toplam yabancı sermaye girişi ise, 2002-3 yılında 10; 2004 yılında 23; 2005 yılında 40; 2006 ve 2007 yılında ise 56 milyar dolardır. Böylece Türkiye AKP dönemde hem hızla borçlanmış (2000 yılında 120 milyar dolar olan dış borç, 2007 yılında 240 milyar, 2008 yılında ise haziran itibariyle 284,4), hem de doğrudan yatırım yapılan 21. ülke olmuştur. Bu rakamlar yeni sömürge ve bağımlı bir kapitalist ekonomiyi gösterir; ülke ekonomisi yabancı sermaye ile dönmektedir. Bu sorunun bir yanıdır; ve önemli bir yanıdır ve krize rağmen büyüme oranındaki gelişim önemli ölçüde buna bağlıdır.
      Öte yandan ise Türkiye sermayesinin, emperyalist sermaye ile iç içe yeni bir birikim üzerinden dışa açılması söz konusudur. Eczacıbaşı (Villeroy ve Boch'un seramik bölümü), Ülker (Godiva), Anadolu grubu (Rus Krasny Vostok ve Gürcistan da lomisi), Sabancı (Dusa), Koç grubu (Blomberg, Grunding, Arctic) Çukurova grubu, Gama holding gibi büyük sermaye grupları dışarıdan şirket satın alıyor ve buralara yatırım yapıyor. 2007 yılı itibariyle Koç 2,6; Çukurova 1,74; Sabancı 1,33; Gama 1,14 ve Anadolu grubu ise 1,09 milyar gelir sağlıyor. Bu sürede, sermaye yeniden yapılandı ve dışa yapılan yatırım tüketim (bira, bisküvi, tekstil gibi) alanlarla birlikte ara malı niteliğinde (ABD, İngiltere, Almanya, İran, Fransa, Endonezya, İspanya, İtalya, Bosna Hersek, Azerbaycan gibi birçok ülkede) üretime de yöneldi. Böylece Türkiye sermayesinin inşaat vb. gibi alanlardan daha çeşitli alanlara yönelmesi söz konusudur. Burada şunu hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekir ki bahsedilen sermayenin büyük çoğunluğu yabancı bankaların kredileriyle tüm bu faaliyetleri yapabildikleri için aslında her durumda kazanan emperyalizmin kendisidir. Yerli sermaye gruplarının bu süreçten nemalanmaları, bu niteliğin üzerini örtemez. (Rakamlar Türkiye'de Büyük Sermaye Grupları/Özgür Öztürk kitabından alınmıştır)
      Ortadoğu için de yeni bir süreç söz konusudur. Irak işgali, oligarşiye hem yeni rol için bazı kapılar açmış, hem de nüfuz alanı hevesi için yeni gerilimler yaratmıştır. Özellikle Güney Kürdistan'ın imarı için ekonomik rol oynayan oligarşinin, bu ülkede, politik alanda kimi dengelere de oynadığı açıktır. Tunus'ta başlayan "Arap baharı" tüm Ortadoğu'yu içine almıştır ve bu ülkeleri iyice kapitalist pazara açmaktadır. Bu süreçte, Mısır gibi ülkelerde halk hareketi sol ve devrimci güçlerin etkisiyle daha bağımsız bir yerde dururken, birçok ülkede, emperyalizm bu sürece hemen müdahil olmuş, kitle/halk hareketlerini kontrol etmiş, bu kontrolde İslamcı güçleri kışkırtmış ve çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. BOP, özünde Ortadoğu ve Afrika'nın kapitalist pazarlara açılması, eğer bunun önünde engel bazı iktidarlar varsa (Saddam Irak'ı, Kaddafi Libya'sı, Esat Suriye'si gibi) onları tasfiye etmek, bu coğrafyanın başta petrol olmak üzere tüm kaynaklarına el koymak ve işbirlikçi yönetimler aracılığı ile yeni sömürgeleştirmektir. Bu açıdan Libya önemli bir halkadır. Libya'da petrolü Fransa başta olmak üzere emperyalistler yağmalarken, oligarşiye inşaat gibi sektörler düşmektedir. Türkiye'nin Suriye için de kışkırtıcı rol oynaması düşünüldüğünde, Kıbrıs'ı işgal eden, Kürdistan'ı sömürgeleştiren oligarşinin yeni rol kapma mücadelesi daha iyi anlaşılmaktadır.
      Oligarşi, sınıfsal konumu ve emperyalizmin kucağında doğması gereği, tüm tarihsel süreçlerde "denge" ve emperyalizm ile uzlaşma, emperyalizme göre "konum alma" siyaseti izlemiştir. Osmanlının yarı-sömürgeleşmesinde başta İngiltere olmak üzere, Almanya, Fransa'ya yaslanan burjuvazinin, yeni sömürgecilik sürecinde ABD emperyalizmine yaslanması tesadüf değildir. Oligarşi, emperyalizm adına Kore savaşından tut, bölgesel bir dizi görevlere sahip çıkmıştır. Reel sosyalizm çözülünce, oligarşi için yeni bir süreç söz konusudur; bu kez bölgesel güç olmak, emperyalizmin ekonomik ve politik çıkarları için Ortadoğu ve Kafkaslarda yeni rol oynamaya gönüllüdür. Bu yıllarda dillendirilen "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne" politikası bu role uygundur. Bugün ise, Ortadoğu için yeni bir süreç vardır; bu coğrafya emperyalizmin müdahaleleriyle kapitalist pazar derinleştirilmekte ve genişletilmektedir; İslam'ı da kapitalizme yedeklemektedir.
      Böylesi sancılı süreçte AKP "sıfır sorun" siyasetini bir yana bırakmış, Libya başta olmak üzere, bu coğrafyadan emperyalizmin verdiği role uygun pay peşindedir, dahası Suriye'de ise adeta kışkırtıcı, aktif saldırgan bir role soyunmaktadır.
      AKP ile oligarşinin yeni rol kapma mücadelesinde, yukarıda ifadelerimizden anlaşılacağı üzere, iki şey dikkate alınmalıdır.
      Birinci olarak, Türkiye kapitalizmi kapitalist-emperyalist sistemin dışında değil, onun bir parçasıdır. Uluslar arası sermaye için Ortadoğu, Afrika, Kafkaslar yeni ve bakir alanları ifade ediyor, yeniden paylaşım ve nüfuz alanı kavgası bu coğrafyada sürüyor. Türkiye kapitalizmi emperyalizme bağımlıdır ve bu ilişki içinde bu nüfuz alanı kavgasında ekonomik bir rol oynadığı, oynayacağı açıktır. Kapitalizmin gelişme düzeyi buna uygundur.
      İkincisi, bu kapitalist gelişim düzeyi aynı zamanda politik gelişme ve yeni uluslararası rollerden bağımsız değildir. Oligarşi, yüzlerce yıllık devlet geleneği üzerine oturmuş, baştan bu yana emperyalizmin bölgesel her gelişmesinde az çok rol oynamıştır. Bu rol, aynı zamanda bölgesel bir güç olmayı içermektedir. NATO'nun her verdiği göreve sahip çıkması (Afganistan işgalinde yer alması, sömürge valisinin bir Türkiyeli -Hikmet Çetin- olması, Somali'den Bosna'ya kadar asker göndermesi, 1990'lı yıllarda Azerbaycan'da darbe örgütlemesi, şimdi de Suriye için kışkırtıcılık yapması) bundandır. Türkiye bu alanda İsrail ile yarışmaktadır. Ama emperyalizm "tek ata" oynamaz. Mısır ve giderek Irak, Türkiye için yeni rakip olma potansiyeline sahiptir.
      Sonuç olarak şu denilebilir: Türkiye, emperyalizme bağlı biçimde ve yeni işbölümüne bağlı olarak, yeni rol kapma mücadelesi vermektedir. Hem ekonomik hem de politik rol oynamaktadır. Bir yandan, Ortadoğu ve Kafkaslara sermaye ihracı yapmakta, bu ülkelerin kapitalist pazara açılmasında (daha çok alt-yapı işlerinde) pay kapmaktadır; diğer yandan bununla birlikte politik role soyunmaktadır. Şimdilik, Libya ve Irak'ta alt-yapı işleri Türkiye'ye düşmektedir; petrol ve diğer yeraltı kaynaklarına emperyalizm el koymaktadır. Ayrıca emperyalizmin verdiği rol gereği, bölgesel her gelişmede inisiyatif kapma mücadelesi vermektedir. Kaddafi sonrası işbirlikçi yeni yönetimle yapılan görüşmeler ve imzalanan anlaşmalar, işbirlikçi Irak yönetimi içinde Sunni işbirlikçilerle ilişki ve Irak yönetimindeki çelişkilerde taraf olma, Suriye'ye yönelik kışkırtma ve askeri müdahale istekleri, "Hür Suriye Ordu"suna yataklık etme, eğitme, silahlandırma budur.
      AKP ile Türkiye oligarşisi yeni bir süreç ve yeni bir rol kapma mücadelesi içindedir. Artık "sıfır sorun" dönemi ve söylemi bitti; yeni inisiyatif savaşları, yeni gerilimler bu süreci belirlemektedir.

      5) AKP Ve Demokrasi Sorunu
      AKP, emperyalizm ve oligarşinin çıkarları temelinde devleti ve toplumu "yeniden yapılandırma" sürecinde belki de en çok "demokrasi ve özgürlük" kavramlarını istismar etti, ediyor.
      Programsal olarak AKP, burjuva programın, onun neo-liberal sömürü modelinin savunucudur. Bu programın tarihsel kökleri vardır; bu tarihsel köken, burjuvazinin sınıf olarak ortaya çıktığı ve tarihsel-siyasal süreçlerde ağırlığını koyduğundan bu yana "liberal akım" olarak bilinmektedir. Burjuva programda bir diğer ana akım devletçi akımdır. Devletçi akım ile liberal akım, burjuvazinin tarih sahnesine çıktığından bu yana, düşünsel ve programatik bir ayrışma içindedir. Bu ayrışma farklı süreçlerde farklı biçim almış; kimi zaman uyum, kimi zaman ise çatışma eğilimleri taşımıştır. Her iki akım üzerinde kapitalist sistemdeki gelişmeler ayrıca etkili olmuştur. Ancak, kapitalist-emperyalist sistemin evrimine bağlı olarak, neo-liberalizm 1970 sonrası, kapitalist-emperyalist sistemde egemenlik kurmaya başlamış ve reel sosyalizmin çözülmesiyle dünya ölçeğinde neo-liberalizm zaferini ilan etmiştir.
      Bu süreç, ülkemiz için, yeni sömürge ülke gerçeğine bağlı olarak, emperyalist-kapitalist sistemle uyumlu, ona paralel yaşanmıştır. Bu açıdan 24 Ocak 1980 ve 12 Eylül faşizmi dönüm noktasıdır. Artık, bu dönemden sonra burjuvazi, iç pazara yönelik "ithal ikameci kalkınma" modelini bir yana atmış (ki bu modelde Keynesci ve devletçi akımın etkisi vardır), bunun üzerinden, bu temelde sermaye birikimi üzerinden "ihracata yönelik kalkınma" modeline geçilmiştir. Bu geçiş ve egemenlik kurma sürecine, neo-liberalizm önderlik yapmıştır. ANAP ve T. Özal bu akım ve sömürü modelinin temsilcisidir; bu sömürü modelin oturması için ise 12 Eylül açık faşizmine ihtiyaç olmuştur. 12 Eylül açık faşizmi, yükselen halk hareketini tasfiye etmek gibi politik bir nedenle birlikte, bu neo-liberal sömürü modelinin uygulanması için de iş başına gelmiştir. Böylece sömürge tipi faşizm, bir biçimden (gizli ve parlamenter faşizmden) bir başka biçime (açık faşizme) geçmiştir.
      Bu süreçten sonra, bu model, tüm burjuva partilerin ortak programı olmuş, mevcut tüm burjuva partiler bu modele uymuş, bu modeli savunmuş, bu modele alternatif bir burjuva model geliştirmemişlerdir. AKP, bu modelin son temsilcisidir. Bu bir çizgidir; tarihsel bir birikimi ve birbirine eklenen halkaları ifade etmektedir. AKP, bu çizginin son halkasıdır.
      Bu neo-liberal program etrafında, farklı eğilimden kadrolar yan yana gelmiş ve AKP kurulmuştur. Bu açıdan AKP, bir yanılgıyı ifade eden "milli görüş"e değil DP, ANAP gibi sağ burjuva partilere benzer; ANAP (hatta 12 Eylül açık faşizmi) ne kadar "milli görüşçü" ise AKP' de o kadar "milli görüşçü"dür. (Milli görüş, kapitalizmle çelişmez, tam tersine kapitalizmin tahribatını onararak kapitalizmi savunur. Burjuvazinin ilk örgütü İttihat ve Terakkidir. İttihat ve Terakki içinde bu konuda, her zaman iki eğilim olmuştur ve bu iki eğilim farklı süreçlerde birbirini de tasfiye etme mücadelesi vermişlerdir. Birinci eğilim, Türkçülük; ikincisi ise, İslamcılıktır. Her ikisini sentezleyen eğilimler de vardır. Her iki eğilim, hem Türkçülük, hem de İslamcılık emperyalizmin işbirlikçisidir; her iki eğilimin de başta Alman ve İngiliz emperyalizmi olmak üzere emperyalizmle ilişkisi bilinmektedir. Yer yer ittifak yapan, yer yer ise çatışan bu iki eğilim her süreçte burjuvazinin örgütlü gücü içindedir. Osmanlı döneminde İslamcılık ağır basar; ama Kemalizm'in iktidarı Türkçülük eğiliminin iktidar olmasıdır. Bu demek değil ki İslami eğilim, yani bugün "milli görüşçü" eğilime uzanan eğilim tasfiye edilmiştir. Hayır, yer yer çatışmışlar -31 Mart olayı gibi- ama her iki eğilim de burjuva iktidarda varlığını korumuş, egemen sınıfın ideolojik arka planı olmuştur. Yani egemen sınıflar hiçbir zaman Türkçülük ve İslamcılıktan uzak olmamıştır. Yeni sömürgecilik süreci ise daha çok iki eğilimin iç içe olduğu bir süreçtir; bu süreçler örneğin 12 Eylül ve sonrası ise "Türk-İslam sentezi" olarak, neo-liberalizmin hizmetinde yaşanmıştır. Hiçbir zaman milli bir burjuvazi olmamış; bundan dolayı, "milli görüş" milli burjuvazinin değil, daha çok tekelci olmayan, ama tekelleşme eğilimi taşıyan burjuvazinin eğilimi olmuştur) Farklı burjuva eğilimler için ortak payda neo-liberal programdır; bu çatı altında sağ-muhafazakar-gerici kadrolar AKP çatısı altında toplanmıştır.
      Bir partinin niteliğini belirleyen onun programı ve eylemidir. AKP ekonomik alanda neo-liberalizmi savunan burjuva partisidir. Bu programın savunucu her burjuva parti "demokrasi ve özgürlük" kavramını zaman zaman dillendirir; ama bu "demokrasi ve özgürlük" tekelci burjuvazinin sömürü özgürlüğüdür ve siyasal demokrasiyi inkar eder. Onlar, "ekonomik liberalizm/serbest piyasa ve siyasal demokrasi" tezini sık sık işlerler; ama bu koca bir yalandır, ideolojik manüpilasyondur. Onların özgürlüğü, "serbest piyasa" özgürlüğüdür, halkın sömürülmesidir; "devletin küçülmesi" tezi devlet kapitalizmin tasfiyesi ve özelleştirmedir; bu vahşi sömürü için ise demokratik hakların inkar edilmesi, işçi ve emekçi sınıfların örgütlülüğün dağıtılması zorunludur.
      Bu çizgi hep devam etti, ediyor. AKP'nin programı ve eylemi budur.
      Ayrıca, birçok kez ifade ettiğimiz gibi, Türk burjuvazisi, doğuşundan bu yana, ırkçı, şovenist, gericidir; baştan emperyalizme bağımlıdır, onun kucağında doğmuştur, demokratik bir geleneği yoktur. Bu anlamda, bu ülkede hiçbir zaman, emperyalizme karşı kendi pazarı için mücadele eden ulusal/milli burjuvazi olmamıştır. Bu burjuvazinin, yani Türk burjuvazisinin hiçbir zaman demokrasi sorunu da olmamıştır. Bundan dolayı, belki yeni sömürgecilik tarihi aynı zamanda sahte "demokrasi" tarihidir; bu anlamda tüm burjuva partiler "demokrasi"den söz eder. Ancak hiç birinin, CHP'den AKP'ye kadar hiçbir burjuva partisinin demokratik niteliği ve geleneği yoktur. Bu açıdan burjuvazi ve burjuva partiler hem "ulusal" hem de "demokratik" özelliklerden yoksundur. Son yıllarda "ulusalcı-liberal" çatışması ise demokrasi kavgasının ürünü değil, emperyalizme karşı politik bir tutumun ifadesi değil, iktidar kavgasının birer enstrümanı ve asıl olarak da Kürt düşmanlığının örtüsüdür.
      AKP'nin neo-liberal burjuva programı kendinde somutlaştırması, önemli ölçüde diğer sağcı-gerici burjuva partilerin daralmasına, onların etkisizleşmesine borçludur. Tabi bu süreç çok da kendiliğinden yaşanmamaktadır; AKP bu alanı daraltmak ve diğer burjuva partilerini etkisizleştirmek için her yolu kullanmaktadır. MHP'nin kaset skandallarıyla itibarsızlaştırılması, BBP'nin AKP tarafından yedeklemesi, ANAP, DYP'nin etkisizleştirmesi çok tesadüf değildir. Hem bu partilere yön veren burjuvazinin çıkarlarının neo-liberal sömürü modeline uygun olması ve bunun AKP'de temsil edilmesi; hem de bu kirli yöntemlerin sonucudur.
      AKP'nin çıkarları emperyalizm ve oligarşinin çıkarlardan farklı değildir. Zaman zaman "demokrasi ve özgürlük" söylemine başvurması ise, tümden açığa çıktığı üzere, oligarşi içi çelişkide, iktidar kavgasında bir aksesuardır. AKP'nin ilk yıllarda, emperyalist bir proje olan AB sürecine destek vermesi, sadece emperyalizme kendini ispatlaması için değil, aynı zamanda böylesi emperyalist projelerle sınıfsal çıkar içinde olduğu içindir. Bununla ilişkili olarak, kimi "uyum yasaları" ise AKP'yi "demokrat" yapmamıştır.
      Demokrasi için ölçü, emperyalizmle "uyum yasaları" değil, işçi ve emekçi sınıfların, Kürt ulusunun, Aleviler başta olmak üzere tüm ezilenlerin karşısındaki konumdur. Tüm bu ezilenler için siyasal özgürlük var mı yok mu, sorun buradadır. Neo-liberal sömürü modeli, sadece işçi ve emekçilerin ekmeğini elinden almaz, onların barınma hakkını gasp etmez, tüm sosyal alanda (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi) her şeyi "özelleştirme" adı altında kara dönüştürmez, "sosyal devleti" budamaz; aynı zamanda bu sömürü modeli, bu ezilen sınıf ve kesimlerin hak ve özgürlüklerini de yok eder. Son otuz yılı aşkın tarihsel süreç, on yıllık AKP süreci tamı tamına budur.
      Demokrasi sorununun çözümü, tek değil ama önemli ölçüde Kürt sorununun çözümünden geçer. Burjuvazinin tüm tarihinde Kürt ulusunun hak ve özgürlüğü yoktur; inkar, imha, asimilasyon asıl siyasettir, sömürgecilik bunun üzerinde kurumsallaşmıştır. AKP'nin "demokratik açılımı" iflas etmiş, sömürge savaşında ısrar etmiş, Kürt ulusunun mücadele ile elde ettiği fiili kazanımların bir kısmını sözde kabul etmiş, hatta bunları kendi "vermiş" göstermiş; ama "tek millet-tek devlet-tek din" ekseninde ısrar etmiştir. Benzer şeyler Aleviler başta olmak üzere tüm ezilenler için geçerlidir. Sözde "Alevi açılımı" bir Sunileştirme projesi olarak başlamış ve bu gerçek tümden açığa çıkmıştır. İşçi ve emekçiler için ise, çıplak ve vahşi sömürü sosyal ve siyasal haklarının gaspıyla başa baş gitmiş; her hak arayışı polis baskısıyla karşılanmıştır, karşılanmaktadır.
      Özetle, AKP, demokrasi adına (siz bunu burjuva demokrasisi adına okuyun) ciddi tek bir adım atmamış, sömürge tipi faşizmin kurumlarını MGK, YÖK, TSK, Polis gücü, Yargı ve mahkeme, medya vb) yeniden dizayn etmiş, bu süreçte kendi çıkarı için, örneğin askeri vesayetin etkisini sınırlamak için "demokrasi" kavramını sık sık kullanmıştır. Ama devlet aygıtında demokratik bir alan açılmamış, devlet biçimi, sömürge tipi faşizmin niteliği korunmuş, oligarşinin baskı aygıtı, emperyalizm ve oligarşinin yeni ihtiyaçlara göre yeniden örgütlenmiştir.
      AKP, diğer burjuva partiler gibidir; demokrat değil, gerici, şovenistir.
      Daha iyi anlaşılması için devam edelim…

      6) Faşizm Mi, "İleri Demokrasi" Mi?
      AKP'nin demokrasi sınavında bir başka alan ise, "yeniden yapılanmanın" doğal sonucu olan askeri vesayetin kısmen gerilemesi ve hiçbir boşluk, demokratik bir alan söz konusu olmadan sivil vesayetin yeniden tahkim edilmesidir. Hatta oligarşi içi bazı dengelerin yeniden kurulduğu bu süreçte, görüntüden hareketle liberal kesimlerin, askeri vesayet-sivil vesayet diyalektiğine bağlı olarak, AKP'den demokrasi beklemesi ya da AKP'nin "demokratikleşme" sürecinde önemli rol oynadığı aldatmacasıdır. Hiç şüphesiz bu bir yanılsamadır. "Her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime gerek kalmazdı". (Marx)
      Sorunu "görüntü" ya da "göründüğü" gibi değil de "bilimsel" tanımlamak, her değişimi bu temelde incelemek için, devletin niteliği ve farklı süreçlerde almış olduğu biçimi kavramalıyız. Devletin niteliğini kavramayan ve her güncel ve dönemsel değişimi "demokratikleşme" olarak tanımlayan; ya da tersinden güncel ve dönemsel gelişmeleri bir yana atarak sadece devletin niteliğini ifade etmekle yetinen politik bir bakış, kısırlık ve yanılsamadan kurtulamaz. Doğru yaklaşım; stratejik, yani devletin niteliği ekseninde güncel ve dönemsel gelişmeleri analiz etmek ve buradan devrimci taktikler geliştirmektir.
      Devlet, bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde baskı aygıtıdır. Devlet, politik bir kavramdır, ancak, politik alanı aşan bir işlevi vardır; bundan dolayı, devlet aynı zamanda mevcut üretim ilişkilerin devamı için en önemli üst yapı kurumudur. Devlet vardır devlet vardır; her üretim biçimi üzerinden yükselen tek bir devlet biçimi yoktur. Her üretim ilişkisi, o üretim ilişkisine denk düşen, kendi devlet tipini ortaya çıkarır; köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist devlet tipi gibi. Ama bu devlet tipleri, faklı toplumlarda, üretim güçlerin düzeyi, sınıf mücadelesinin almış olduğu biçim ve ülke/toplum iç dinamiklerine bağlı farklı biçimler alır. Köleci devlet, demokrasiden krallığa; feodal devlet, aristokrasiden monarşiye; kapitalist devlet, demokratik cumhuriyetten faşizme; sosyalist devlet, komünden halk cumhuriyetine kadar bir dizi devlet biçimlerini ortaya çıkarmıştır.
      Sözü uzatmayalım; kapitalizm, özel mülkiyete dayalı bir toplum düzenidir ve devletsiz yapamaz. Kapitalizm, feodalizmin yıkıntıları içinde, üretim ilişkisi olarak doğdu ve süreç içinde egemenliğini kurdu. Bu süreç, aynı zamanda, ya burjuva devrimlerle (1789 Fransız Devrimi gibi) feodal devlet biçimi yıkılarak ya da sürece yayılarak (Alman/Junker örneği gibi) feodal devlet biçimleri el değiştirerek yerini burjuva devlet biçimlerine bırakmasına yol açtı. Her yeni devlet, yani burjuva devlet, kapitalizmin önünü açtı, sadece siyasal değil ekonomik bir rol oynadı ve burjuvazinin egemenliğini kurdu. Tarihte zorun rolü ikilidir; burada siyasal zor, devrimci bir rol oynamaktadır.
      Her devlet bir diktatörlüktür. Burjuva demokrasisi, feodalizme karşı mücadele içinde, özellikle geniş halk kitlelerinin katılımı ile kurumsallaştı. Başta seçme ve seçilme hakkı olmak üzere, parlamento, seçim, kitlelerin politik süreçlere temsili katılımı gibi burjuva demokrasinin kazanımları özünde işçi ve emekçi kitlelerin mücadelesi ve bu alanda bir gelenek yaratmasının ürünüdür. Çünkü burjuvazi, feodalizme karşı mücadele içinde iktidarlaşınca, özellikle 1848 devrimleri sonrası, işçi ve emekçilere karşı feodalizmle uzlaşma ve burjuva devrimlerinin kazanımını budama eğilimi içine girdi. Bu dönemden sonra, daha da net ifade edersek, emperyalist dönemden sonra burjuvazinin siyasal zoru gericidir. Yine de, devrimler sürecinde kurumsal kimliğe kavuşan burjuva demokrasisi, bu dönemde, yani serbest rekabetçi kapitalizm döneminde tüm burjuvalar için demokrasidir. Ancak, bu süreç, tekelci kapitalizmle kapandı. Artık devlet, "tüm burjuvalar" için değil, "tekelci burjuvalar/sermaye" içindir ve son tahlilde demokrasi yerini siyasal gericiliğe bırakmıştır.
      "Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasi üst yapısı demokrasiden siyasi gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasi gericilik tekele tekabül eder." "Emperyalizm hem dış hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru mücadele eder. Bu anlamda emperyalizm söz götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, bütün demokrasinin 'inkarı'dır…" "…emperyalizm genel olarak demokrasinin yerine oligarşiyi geçirmeye çalışmaktadır." (Lenin/Marksizmin Bir Karikatürü Ve Emperyalist Ekonomizm)
      Bu anlamda, burjuva demokrasisinin bazı kazanımları olsa da, artık burjuva demokrasisi emperyalist çağda geride kalmıştır. Hem feodalizme karşı mücadele sürecinin demokratik kazanımları, hem de Ekim Devrimi ve sonrasında sosyalizmin etkisi ve halk hareketlerinin gücüyle bu kazanımlar varlığını şu ya da bu düzeyde korumuş olsa da; artık burjuva demokrasisi budanmış demokrasi düzeyindedir.
      Tekelci burjuvazinin bu eğilimine karşı işçi sınıfı başta olmak üzere birçok toplumsal kesim demokratik kazanımlarını korumak ve geliştirmek için çeşitli düzeylerde barajlar çekmişlerdir. Dünya sosyalist bloğunun da etkisiyle oluşan bu sınırlar, sosyalist bloğun dağılmasının ardından yeniden şiddetli çatışmaların yaşandığı bir alana dönse de emperyalist kapitalizm hala metropol kapitalist ülkelerde istediği gibi at oynatamamakta, güçlü toplumsal muhalefeti de hesaba katmak zorunda kalmaktadır. Bundan dolayı bu ülkelerde burjuva demokrasisi emperyalistlerin istediği oranda, tam anlamıyla tasfiye edilemese de özellikle 11 Eylül saldırısı sonrasında büyük oranda budanmıştır diyebiliriz. Bu gerçek, içinde bulunduğumuz dönemde, yani yeni/4. bunalım döneminde, "demokrasinin beşiği" olarak tanımlanan emperyalist ülkelerde tartışılmaz bir olgudur.
      Ülkemiz için ise, çok daha net ve kalın çizgilerle sorunu özetleyebiliriz. İlk burjuva devlet, burjuvazinin egemen sınıf olarak örgütlenmesi Kemalist devletle ortaya çıkmıştır. Merkezi-feodal devlet olan Osmanlı devleti, Kemalizm ile yerini burjuva devlete bırakmıştır. Kemalist devlet, burjuva-feodal sınıfa dayanmış, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde rol oynamış, burjuva sınıfın önünü açmış, "sınıflar üstü" ideolojik tezler ileri sürse de, katı bir diktatörlükle burjuvazinin egemenliğini sağlamıştır.
      2. paylaşım savaşı sonrasında kapitalist-emperyalist sistem kendi içinde yeniden yapılanmaktadır. Yeni sömürgecilik, Kemalizm döneminin devlet kapitalizmi üzerinden, bu birikim üzerinden biçim almış; devlet biçimi de bu temelde yeniden örgütlenmiştir. Bu süreçte, yeni sömürgecilik, yeni "nefes borularına" ihtiyaç duyar; "çok partililik" hatta 1961 anayasası bu nefes borularıdır. Amaç, yeni sömürgeci kapitalizmin önünü açmak ve bu sömürü biçimini oturtmaktır. Kapitalizm, emperyalizmin ihtiyacı temelinde, iç pazara göre gelişir; Kemalizm döneminin ticaret burjuvazinin yerine sanayi ve mali alanı kapsayan tekelci sermaye alır. Emperyalizm içsel olgudur; her alanda, bu arada devlet örgütlenmesinde aktif rol oynar. Böylece, Kemalizm döneminin burjuva diktatörlüğü, yerini bir başka diktatörlüğe, tekelci burjuvazi ve emperyalizme dayanan sömürge tipi faşizme bırakır.
      Sömürge tipi faşizm, yeni sömürgecilik üzerinde yükselir; burjuva devlet biçimi olan sömürge tipi faşizm, yeni sömürgecilikten bağımsız değildir. Sömürge tipi faşizm, farklı süreçlerde faklı biçimler alır ve biçimsel olarak burjuva demokrasinin bazı kurumlarını yok saymaz; her biçimsel değişimde "görüntü" yani bu kurumlar yeniden içerik kazanır ya da tümden bir kenara atılır. Sömürge tipi faşizm, açık, gizli, hatta bazı süreçlerde her iki biçiminde iç içe uygulandığı biçimler alabilir; ama sömürge tipi faşizmin özü diktatörlüktür, emperyalizm ve tekelci sermayenin sınıfsal çıkarlarını temsil eder. Her devlet bir diktatörlük; her diktatörlük ise faşizm değildir. Her diktatörlük faşizm olsaydı, köleci, feodal devlet biçimleri ya da burjuva devletin diğer biçimlerinden söz bile etmek gerekmezdi. Burjuva devletin özünde diktatörlük vardır; faşizm, emperyalist çağda ortaya çıkan burjuva devlet biçimlerinden sadece biridir ve demokrasiyi tümden inkar eder.
      Faşizm, herhangi bir dönemde değil, tekelci kapitalizm döneminde ortaya çıkmıştır; bu anlamda, "tekelci kapitalizm" ile "faşizm" arasında diyalektik bir ilişki vardır. Faşizm keyfi değil, tekelci sermaye için zorunlu bir tercihtir, çünkü tekelci sermaye kriz koşullarında, hem daha fazla sömürü, hem de yükselen halk hareketini engellemek için faşizme başvurur. Faşizm, faklı ülkelerde faklı biçimlerde gelir. Burjuva demokrasisinin kurumsallaştığı ülkelerde (Almanya, İtalya gibi) aşağıdan yukarı, yani önce kitle temelini oluşturur ve bunun üzerinden darbe ya da seçimle iktidarı ele alır; öte yandan burjuva demokratik niteliklerden uzak sömürge ve yeni sömürge ülkelerde daha sık görüldüğü gibi, yukarıdan aşağı, yani önce devleti faşizm temelinde örgütlemek ve buna uygun bir kitle temeli oluşturmak biçiminde görülür. Ancak, hangi biçimde, hangi yöntemleri (darbe, seçim vb) kullanırsa kullansın faşizm, burjuva demokrasisinin inkarı temelinde ortaya çıkmıştır. Faşizm, ne "tarihte kalan" bir devlettir (yani Almanya, İtalya, İspanya'ya özgü ve artık tarihten silinmiştir), ne "burjuvazinin son devleti"dir, ne burjuva demokrasisi ile faşizm özdeştir ne de faşizmin alternatifi burjuva demokrasisidir. (Bu konularda 1930'lu yıllarda, 3. Enternasyonal içinde bir dizi tartışma yaşanmıştır; sol ve devrimci hareketin ise, bu tartışmaları yer yer, bütünlüğünden kopuk ve kalıpçı bir mantıkla ele aldığı bilinmektedir. Örneğin; "feodal faşizm" ya da her diktatörlüğü faşizm gibi -Kemalizm ile faşizmi eşit görme gibi- anlayışlar devrimci harekette vardır. Veya faşizme karşı mücadele programını halk devrimine değil, burjuva demokrasisi programına bağlayanlar vardır. Ama konumuz şimdilik bu değildir. Ayrıca bu konuda, Sosyalist Barikat'ta yayınlanan "Devlet Üzerine Notlar" çalışmasına bakabilirsiniz)
      Bu anlamda, ülkemizde sömürge tipi faşizm, emperyalizm ve tekelci sermayeye dayanır, burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur, sürekli kriz koşullarında, iç savaşa göre örgütlenen, baskı ve terörü ana eksen yapan, bunu ideolojik zorla tamamlayan devlet biçimidir. Kemalist burjuva devlet de, yeni sömürgecilik üzerinde biçim alan sömürge tipi faşizm de burjuva devlet biçimleridir, her ikisi de katı diktatörlüktür; ama biri burjuva diktatörlük ya da bonapartizm, diğeri ise faşizmdir. Sömürge tipi faşizm, Kemalist burjuva diktatörlüğün tüm gerici, baskıcı, şovenist yanlarını almış, bu kurumsal yapı üzerinden emperyalizm ve tekelci sermaye tarafından, yukarıdan aşağı örgütlenmiştir. Bu devlet biçimi, yani sömürge tipi faşizm, ülkemizin son 60 yılına egemen olmuş; bazı süreçlerde (12 Mart ve 12 Eylül süreçlerinde) açık faşizm biçiminde, bazı süreçlerde (12 Mart öncesi ve sonrası gibi) gizli faşizm biçiminde örgütlenmiştir. Yeni/4. bunalım dönemin de ise, açık ve gizli faşizmin iç içe kurumsallaştığı, açık askeri zorun yanı sıra ideolojik ve ekonomik zorun da devrede olduğu, "düşük yoğunluklu savaş/düşük yoğunluklu demokrasi" konseptine göre devlet ve toplumun örgütlendiği yeni bir biçim söz konusudur.
      AKP, bu sisteme, bu devlet biçimine "ileri demokrasi" diyor.
      AKP bu tanımlama ile üç iş yapıyor. Birincisi, sömürge tipi faşizmi gizliyor; ikincisi AKP siyasal geleneği ile ilgisi olmayan bir yerden, soldan ("ileri demokrasi" kavramının AKP ile ilgisi yoktur. Bu kavram, Sovyet revizyonizminin, SBKP'nin 1970'li yıllarda "barışçıl yoldan sosyalizme geçiş" tezinin yan ve önemli bir unsurudur. Sovyet revizyonizmine göre, artık kapitalizmden sosyalizme geçiş barışçıl yoldan olacaktır. Kapitalizmin gelişmediği bazı ülkelerde bu geçiş "kapitalist olmayan yol" tezi ile -örneğin Libya'da Kaddafi, Irak'ta Saddam, Suriye'de Esat yönetimi aracılığı ile bu gerçekleşecektir. Bu örnekleri bilinçli verdik; çünkü bu tezde, 1970'li yıllarda, bu ülkeler önemli bir yer tutmaktaydı. Bugün bu ülke ve iktidarların niteliği bilinmektedir; bu anlamda sorun daha iyi anlaşılsın istedik; kapitalizmin geliştiği ülkelerde ise -Türkiye de bu ülkeler içindedir-, "parlamenter yoldan", kapitalizm içinde bazı mevzileri alarak, kapitalizmin sınırlarını daraltarak, demokrasi adım adım kurumsallaştırarak yaşanacaktır. İşte "ileri demokrasi" tezi budur. 1980'li yıllar için Sovyetler Birliği'nde komünizme geçiş hayali kuran revizyonizm, Türkiye dahil, Avrupa ülkeleri için ise "ileri demokrasi" yoluyla barış içinde sosyalizme geçiş hayali kurmuştur) bu kavramı aşırıyor ve böylece liberal ve sol kesimden, AKP'den demokrasi bekleyen kesimden destek arıyor; üçüncüsü ve daha önemlisi ise kitlelerin bilincini çarpıtıyor.
      Devam edelim…
      Peki, AKP ile hiç bir değişim yok mu?
      Evet, AKP'nin on yıllık iktidarında bir değişim vardır. Ancak bu değişim, sömürge tipi faşizmin tasfiyesi ve yerine burjuva demokrasisinin inşası değil, emperyalist-kapitalist sistemin ve buna uygun olarak ülkemizde emperyalizm ve tekelci sermayenin ihtiyacı temelinde "yeniden yapılanma" sürecinin yaşanmasıdır. Bu süreç, özünde yeni/4. bunalım döneminin temel olgularına göre biçim alıyor. Hatta bu süreç, reel sosyalizmin çözülmesiyle ortaya çıkan dünya tablosunu göz önüne alırsak, başka ülkelerde daha önceleri başlasa da, ülkemizde daha geç başladığı, 2000'li yıllarda başladığı söylenebilir. Sömürge tipi faşizm, daha önce anti-komünizm temelinde, Kemalist burjuva devletin askeri vesayetinin ağır baskısıyla kurumsallaşırken (28 Şubat bunun son hamlesi olmuştur), bugün bu konsept değişmiş, tüm baskı aygıtları varlığını korurken, kısmen, askeri vesayet bir adım geri çekilerek, askeri zor ile ideolojik zorun harmanlanmasıyla, "demokrasi" adına yoğunlaşmış ve sistemleşmiş baskının devrede olduğu yeni bir yapılanma söz konusudur. Neo-liberal bu yapılanma içinde ılımlı İslam ise bunun vitrindeki siyasal ifadesidir.
      Bu "yeniden yapılanma" sancısız, düz bir yoldan yürünerek de yaşanmadı, yaşanmıyor. Son on yılda görüldü ki, AKP, önce emperyalizmin ve tekelci sermayenin desteğini aldı, sonra oligarşi içi çelişkide adım adım ilerledi, bazı "mevzi savaşlarını" kazanarak bugüne geldi.
      Elbette, bu on yıllık süreçte, yeni sömürgeci kapitalizm üzerinde biçim alan, üst yapının merkezinde duran devlet yapısı, çeşitli iktidar alanları bazı değişime uğradı. Bu değişim özde değil, biçimdedir. Öz nedir? Öz: yeni sömürgecilik üzerinde biçim alan sömürge tipi faşizmdir. Sömürge tipi faşizmi kim örgütlemiştir? Emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermaye; sömürge tipi faşizm bu sınıfların, demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan iktidarıdır. Bu devlet biçimi, öncesi tüm gerici ve diktatör aygıtları aldı mı? Aldı; Kemalizm'in tüm gerici, baskıcı, inkarcı ve imhacı siyasetini ve aygıtlarını aldı. Bu devlet iç savaşa göre örgütlendi mi? Örgütlendi; tüm baskı aygıtları, ordu, polis, yargı, hatta diyanet, her organ iç savaşa göre örgütlendi. Peki, bu devlet yapısı farklı süreçlerde farklı biçimler aldı mı? Aldı; 12 Mart, 12 Eylül öncesi ve sonrası, bugün farklı biçimlerdir. Tüm bu biçimler neye göre biçim alıyor? Emperyalizm ve tekelci sermayenin yeni ihtiyaçları ve sınıf mücadelesine göre. Çok daha çarpıcı bir soru: 12 Eylül açık faşizmi ile bugün arasında devlet yapısı açısından öze ilişkin fark var mı? Yok. Biçimde var mı? Var.
      Burada soru şudur: Bu demokrasi mi? Daha net soralım: bu burjuva demokrasisi mi?
      Yanıtımız nettir: Hayır!
      Bu değişimin burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur; bu değişim, yukarıda da ifade etiğimiz gibi biçimseldir, emperyalizm ve oligarşinin çıkarları temelinde devlete ve topluma yeniden biçim vermedir.
      Peki, bu değişim bazı liberallerin ileri sürdüğü gibi "askeri vesayetin" yerini "sivil vesayetin" alması mıdır? Ya da tersinden ulusal solcuların ileri sürdüğü gibi, "sivil diktatörlük" mü?
      Her şeyden önce liberal ve ulusalcıların sorunu böyle tanımlaması devlet sorununu doğru ele almadıklarının bir ifadesidir. Liberallerin "demokrasi" adına AKP'yi desteklemesi ya da AKP'yi savunması, ulusal solcuların "AKP karşıtlığı" temelinde sorunu ele alması yüzeyselliktir. Her demokrasi bir diktatörlüktür. İster burjuva demokrasisi (içinde bulunduğumuz dönemde burjuva demokrasisi değil budanmış demokrasiden söz edilebilir) olsun, ister polis devleti olsun, ister faşizm, isterse bir başka burjuva devlet biçimi; tümü tekelci burjuvazi ya da egemen sınıflar için demokrasi, ezilen sınıf ve kesimler için ise diktatörlüktür. Çünkü devlet, bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde baskı aygıtıdır. Üretim biçimine egemen olan sınıf, bizzat bu üretim biçiminin devamı için örgütlenen, üst yapının en önemli kurumu olan devleti de eline alır.
      Ama demokrasi vardır demokrasi vardır. Feodalizme karşı devrimci rol oynayan burjuvazi, sınıf iktidarını kurar kurmaz, kendi için tehlike olan işçi ve emekçi sınıflara karşı "demokrasi-eşitlik-özgürlük-kardeşlik" şiarlarını bir kenara atmıştır. Hem feodalizme karşı mücadelede, hem de burjuvaziye karşı mücadelede işçi ve emekçiler birçok siyasi ve sosyal kazanım elde etmiş; burjuva demokrasisi bunun üzerine kurulmuştur. Tüm bunlar devlet biçimine yön vermiş, devlet ve demokrasi bu temelde biçim almıştır. Ancak sömürge ve yeni sömürge toplumlarda bu süreç, baştan sakatlanmış; böyle bir demokrasi hiç kurumsallaşmamıştır. Özellikle yeni sömürge toplumlarda, parlamento, siyasi partiler, seçim gibi sözde "demokrasinin" bir parçası olan unsurları da devreye sokarak, bu kez bir başka demokrasiyi örgütlemiştir. Burjuva demokrasisiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bu demokrasi, sömürge tipi demokrasi ya da aynı anlama gelmek üzere sömürge tipi faşizmdir. Faşizm, hiç şüphesiz her toplumun içsel dinamiklerine, sınıf mücadelesinin aldığı biçime göre farklı biçimler almıştır.
      Bu anlamda soyut bir "diktatörlük" ya da "demokrasi" yoktur; bu tanımlamalar bundan dolayı doğru değildir.
      İkinci olarak, sömürge tipi demokrasi/faşizmde askeri ve sivil iktidar odaklarının birbirine karşıt olması veya birinin varlığı diğerinin yokluğu anlamına gelmez. Tam tersine bu iktidar odakları, devlet örgütlenmesinin birer parçalarıdır. Farklı süreçlerde bunların özgün ağırlığı değişebilir; bazı süreçlerde birinden biri öne çıkabilir. Bu değişim devletin niteliğine ilişkin değil, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına bağlı olan politik tercihlerle ilgilidir. Ama bizzat devletin kendisi değişmemiştir. Çünkü bu devlet, sömürge tipi demokrasi/faşizm, yeni sömürgecilik üzerine inşa edilmiş, emperyalizm ve oligarşiye dayanmış, halka karşı örgütlenmiş devlettir. Bu devlet ve demokrasi, içsel olgu olan emperyalizm ve oligarşi için vardır; bunlar için demokrasi; işçi ve emekçi sınıflar, Kürtler, Aleviler ve tüm ezilenler için diktatörlüktür. Askeri vesayetin en çıplak dayatıldığı 12 Eylül faşizmi de, sonrası da, bugün AKP iktidarında da bu gerçek değişmemiştir.
      AKP "yeniden yapılanma" adı altında sömürge tipi faşizmin tüm ana kurumlarını, tüm baskı aygıtlarını (ordu, polis, yargı vb), ideolojik aygıtları (YÖK, sendikalar, medya gibi), yönetsel aygıtları (MGK, Parlamento gibi) korumuş, bunları dağıtmamış, tam tersine bunları eline almış, bunlar aracılığı ile tüm halka, tüm ezilenlere baskı kurmuş, hak ve özgürlüklerini yok saymıştır. Yani burada devletin niteliğine ilişkin bir değişim yok; devletin, sömürge tipi faşizmin tüm kurumları, iktidar odakları varlığını koruyor, ama yeni ihtiyaca göre, AKP'nin elinde yeniden organize ediliyor.
      Üçüncü olarak, yukarıdan aşağı, emperyalizm ve ülke içindeki toplumsal dayanağı olan oligarşinin çıkarları temelinde örgütlenen sömürge tipi faşizm, "yek pare", kendi içinde birden çok iktidar odağından yoksun bir devlet biçimi değildir. Yeni sömürgecilik üzerinde biçim alan sömürge tipi faşizm, kendi öncesi burjuva diktatörlüğün, yani Kemalist diktatörlüğün tüm gerici, ırkçı, şovenist, baskıcı yanlarını almış, bunun üzerinden emperyalizm ve oligarşinin sınıf iktidarı olarak, yukarıdan aşağı kurumsallaşmıştır. Burjuvazinin iktidarlaşma süreci, burjuva demokratik devrim sürecinden geçmemiş, bundan dolayı, burjuvazi, burjuva demokratik özden uzak olmuş, burjuvazi farklı eğilimleri taşımış, bunlar arasında iç kavga tarihsel olarak devam etmiş, burjuva demokratik kurumsallaşma ve demokratik gelenek oluşmamıştır. Böylesi bir tablo içinde, üst yapının merkezinde olan devlet, yani sömürge tipi faşizm, doğal olarak tüm bu süreç ve çelişkilerin izni taşıyacaktır. Bu yapı içinde tek değil, birden çok iktidar odağı olacak, hatta politik-ekonomik nedenlere bağlı bu iktidar odakları arasında çelişki de olacak; ama tüm bunlar devlet çatısı altında toplanacaktır. Tıpkı en son yaşanan MİT ve yargı kavgası gibi…
      Burada bazı sorular sormakta yarar vardır. Bu çok parçalı ve farklı iktidar odakları "devletin kutsallığı" temelinde, devleti, yani sömürge tipi faşizmi mi savunuyor, yoksa burjuva anlamda da olsa demokrasi mücadelesi mi veriyor? Sömürge tipi faşizmin militarist gücü olan ordu ve polisin demokrasi derdi var mı, yoksa onların görevi "devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü" için "devleti kollamak ve korumak" mı? İç savaşa göre örgütlenen, NATO içinde "ikinci büyük ordu" olmakla övünen, devletin asıl kurucu öğesi olan ordunun, Genelkurmayın demokrasi sorunu var mı? Son tartışmalar temelinde soralım, devletin iktidar odaklarından biri olan MİT'in demokrasi sorunu mu var, yoksa halk hareketini, Kürt halkının özgürlük mücadelesini bastırma görevi mi vardır? Burjuva medyasının asıl işlevi nedir? CHP, MHP, AKP ve diğer burjuva partilerin demokrasi sorunu var mı? Koçgiri'den Dersim'e, Sivas'tan Maraş'a tüm bu katliamları kim yaptı, hangi devlet yaptı? Bu katliamları yapanların demokrasi kavgası olabilir mi? Daha güncel soru; Ergenekon mu yoksa AKP mi demokrasi kavgası veriyor? Bu gibi soruları çoğaltabiliriz. Ama tümün ortak paydası, bu iktidar odaklarının demokrasi için değil, sömürge tipi faşizmin devamı için, şu veya bu nedenle, şu veya bu süreçte kendi aralarında kavga ettiğidir.
      Bu kavgadan, oligarşi içi çelişki veya çatışmadan "demokrasi" beklemek, bu çelişki ve çatışmada "demokrasi" adına AKP'ye destek sunmak ya da tersinden "AKP karşıtlığı" üzerinden "sivil diktatörlük" söylemiyle askeri diktatörlüklere, cunta girişimlerine destek sunmak safdil liberal ve ulusalcıların işi olabilir.
      Ama devrimci sosyalistlerin asla; devrimci sosyalizm kendi yolunda, kendi programı ile yürür, demokrasi mücadelesinde bu tip eğilimlerle arasına kalın bir çizgi koyar!

      7) AKP Ve Kürt Sorunu
      Ulusal sorun karşısındaki tavır, bir parti ya da politik akımın niteliğini, onun demokrasi sorununda nerede durduğunu ifade eder. Sadece burjuva partiler için değil, sol ve devrimci parti ya da akımlar için de bu geçerlidir.
      Burjuvazi, feodalizme karşı "eşitlik-kardeşlik-özgürlük" şiarlarıyla, kendi sınıfsal çıkarını tüm toplumun çıkarında somutlaştırarak ilerici rolünü oynadı. Uluslar kapitalizmin şafağında ortaya çıktı; ama bazı uluslar bu süreci daha geç yaşadı. Bir yandan kapitalizm kendi ulusal pazarını aştı, diğer pazarlara el attı; öte yandan, geç uluslaşma süreci yaşayan uluslar için burjuva uluslaşma süreci, kendi pazarına sahip çıkma olarak ortaya çıktı. Bu dönemde burjuvazi hala ilericidir; ulusal sorun ise, bir ülke ya da devletin iç sorunudur, kendi ulusal pazarına sahip çıkma sorunudur.
      Ama bu dönem kapitalizmin tekelci kapitalizme, yani emperyalizme dönüşmesiyle kapandı. Burjuvazi artık, ilerici ve devrimci rolünü bir kenara bıraktı, gericileşti. Emperyalizm demokrasi değil, ilhak ve siyasal gericilik eğilimidir. Kapitalizm ulusal sınırları aştı ve kapitalist dünya pazarı etrafında birbirine eklendi; emperyalizm dünya kapitalist pazarı etrafında tüm ulusal pazarları bir zincirin halkalarına dönüştürdü. Böylece ulusal sorun bir ülke ya da devletin iç sorunu olmaktan çıktı, uluslar arası bir sorun haline geldi. Emperyalizm sosyalizmin arifesidir; bu dönemde kapitalizme özgü tüm çelişkiler tüm sisteme yayıldı ve yeniden üretildi. Artık kapitalist üretim ilişkileri üretim güçlerinin önünde engeldir; bu çelişki antagonizma kazanmıştır. Böylece, zorunlu uygunluk yasası gereği, devrimler için nesnel koşullar ortaya çıktı. Ekim Devrimi bu dönemin ürünüdür. Ekim Devrimi başka özelliklerinin yanı sıra ulusal sorunda yeni bir çağı açtı. Artık ulusal sorunların çözüm gücünde burjuvazi yoktur; sorunun çözümünde önder/öncü sınıf işçi sınıfıdır. Sorun "ulusal pazar için" değil, ezilen ulusların kendi kaderini özgürce tayin etmesi, yani ezilen/sömürge ulusların bağımsız devlet kurma hakkı ve bu temelde emperyalizme karşı mücadele; işte sorunun çözümünde asıl halka budur.
      Yukarı da ifade ettik; Türk burjuvazisi doğuşundan bu yana gerici, emperyalizmle uzlaşan, ırkçı ve şovenisttir. Bu sınıfın tüm partileri, İttihat Terakki'den (Türk burjuvazisinin ilk ciddi partisi budur) bu yana, tek parti (CHP) ya da Kemalist burjuva diktatörlük dönemi (1923-45), yeni sömürgecilikle başlayan "çok partili" dönem (1946 sonrası) ve bu temelde DP-AP-ANAP-DYP-AKP gibi sağ partiler, toptan gerici ve şovenistir. Tüm bu partiler emperyalizmin işbirlikçisi ve anti-demokratiktir. Bu gericilik, sadece ulusal sorunun somut biçim aldığı Kürt sorununda değil, tüm ulusal-demokratik sorunlarda, temel hak ve özgürlüklerden tutalım din ve vicdan özgürlüğüne kadar, Ermeni sorunundan tutalım gayrı müslim azınlıklara kadar her sorunda; burjuva demokrasisinin tüm sorunlarında gerici, ırkçı ve şovenisttir.
      Bu ana çıkarımı tersyüz eden ne tarihsel bir süreç (örneğin "demokratik cumhuriyet" ya da devletin "demokratikleşmesi" yönünde ciddi bir süreç) ve olay (toplumda demokratik bazı kazanımlar hep mücadele ile oldu. Bundan dolayı, halk muhalefetinin gelişip, yükseldiği süreçler "demokratikleşmenin" kısmen topluma yansıdığı süreçlerdir. Burjuvazinin bu konuda ciddi hiçbir adımı olmamıştır) ne de güncel bir adım (AB uyum yasaları gibi adımlar "demokratikleşme" için değil, neo-liberal sömürü içindir) söz konusudur. Bu da tesadüf olmasa gerek.
      Bugün, CHP-MHP-AKP gibi tüm burjuva partiler, biçimsel farklara rağmen, Kürt sorunu karşısında inkar ve imha siyasetinde yani sömürgecilikte ısrar etmektedir. Bu tesadüf değildir. Çünkü bu partilerin sınıfsal konumunda, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, demokrasi yoktur. Çeşitli yazılarımızda ayrıntılı ele aldığımız gibi, AKP, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin geldiği aşamaya bağlı olarak, yurtsever hareketi tasfiye için, emperyalizmin desteği ile "demokratik açılım" projesi geliştirdi; bu proje bile tüm burjuva partilerinin yerini bir kez daha netleştirdi. Bu aldatmaca, bu balon çabuk söndü ve AKP sömürge savaşında ısrar etti ve bu savaş devam ediyor.
      AKP'nin Kürt sorununun çözümü adına ciddi bir "açılımı" yoktur. Bir yandan mücadele ile elde edilen bazı kazanımları/kırıntıları (örneğin dilin serbestliğini kısmen genişletmesi gibi) kendi "başarısı" olarak halka açıklıyor. Ama öte yandan "tek millet-tek devlet-tek din" ve sömürgeci savaşta ısrar ediyor. AKP, Kürt sorununun çözümünde düzen içi İslam'ı ve neo-liberalizmi kullanmak istediği açıktır; "tek millet" kavramın içini de İslamcı mantıkla doldurmak istediği bilinmektedir. Bir yandan sömürge/özel savaşta ısrar, öte yandan İslam ve neo-liberalizmi kullanarak yurtsever hareketin altını boşaltma taktikleri; işte AKP'nin Kürt sorununda, yani demokrasinin en önemli sorunundan biri olan Kürt sorununda durduğu yer buradır.
      AKP demokrasinin en önemli halkası olan Kürt sorununda gerici, şovenist ve sömürgecidir.

      8) Ezilenler İçin Demokrasi Var Mı?
      Sadece Kürt sorununda değil, siyasal demokrasinin her sorununda AKP gericidir.
      Soyut bir demokrasi yoktur; genel olarak "demokrasi" kavramı burjuva kavramdır ve anlamlı değildir. Ancak bu kavram "hangi sınıf için" gibi temel sorularla anlamlıdır. Burada yakıcı soru şudur: demokrasi kimin için? Eğer, demokrasi işçi ve emekçiler, ezilenler için değilse, o demokrasi, gerçek bir demokrasi değildir; eğer işçiler ve tüm ezilenler söz, yetki ve karar sahibi değilse, o demokrasi bir aldatmacadır, yalandır, sahtedir.
      Bu anlamda, tüm bu anlattıklarımızdan ve 40 yıldır bilinen görüşlerimizle ifade edersek, halk için demokrasi bu ülkede hiçbir süreçte yaşanmadı. Dahası, burjuva anlamda bile demokrasi hiçbir zaman kurumsallaşmadı. Bu ülkenin gerçeği faşizmdir; faşizm, Kürt sorunu başta olmak üzere tüm sorunların kaynağıdır. Bu keyfi bir tercih değil, nesnel bir olgudur. Bu kaynak kurutulmadan, hiçbir demokratik sorun tam olarak çözülmez. Bu kaynak kurutulmadan, hangi burjuva partisi olursa olsun, sorun çözen değil, sorunun bir parçası olmaktan kurtulamaz. AKP ise, bu düzeni, 12 Eylül anayasasıyla, 12 Eylül açık faşizminin kurumlarıyla sürdürüyor. Bırakalım demokrasi için olmazsa olmaz stratejik hedef ve talepleri, demokrasi için, işçi ve emekçilerin acil ve güncel demokratik tüm taleplerini bir kenara atıyor, neo-liberal sömürü için emekçileri ağır bir kuşatma altında tutuyor. Sadece özelleştirme gibi ekonomik saldırıları devam ettirmiyor, sendikal örgütlenme dağıtılıyor, demokrasinin tüm sorunlarını inkar ediyor, halkın üzerinde ağır, yoğunlaşmış baskı sistemi kuruyor. İşçi ve emekçilerin ekmeğini de özgürlüğünü de elinden alıyor; halka faşizmi dayatıyor. Faşizm, dün cuntalar ve başka burjuva partiler eliyle halk üzerinde baskı kuruyordu; bugün AKP eliyle baskı kuruyor. Devlet özünü koruyor, devletin yürütme gücünün kimi parçaları el değiştiriyor.
      Kadınların ikinci sınıf insan olduğu neo-liberal ve İslamcı tezlerle topluma yediriliyor. YÖK gibi kurumlar varlığını devam ettiriyor, gerici eğitim için yeni yeni adımlar atılıyor; eğitim için demokratik talepler polis ve okul kuşatmasıyla bastırılıyor. Tarım çökeli çok oldu; sadece tarım emekçileri yoksulluğa mahkum edilmiyor, onların örgütlenmesi tümden gündem dışında tutuluyor. Dereler, sular talan ediliyor; bu saldırıya karşı direnen köylüler sadece oligarşinin/faşizmin kolluk güçlerinin değil, mahkemeler gibi kurumlarla baskı altına alınıyor. Kentlerde yoksul mahalleler yeni rant alanı olarak talan ediliyor; buna yönelik zayıf direniş dinamikleri şiddetle bastırılıyor. Din ve vicdan özgürlüğü, egemen Sünni inanç sahipleri (ki bu toplumsal kesim de din ve vicdan özgürlüğünü tam ve demokratik yaşayamıyor) dışında, başta Aleviler olmak üzere farklı inanç sahipleri için yoktur. Anadolu halklar mozayiğidir; Türkçe dışında tüm diller baskı altındadır. Kültürler yok ediliyor; faşizmin tek tip, ırkçı, şovenist kültürel dayatmaları devam ediyor. F tipinden, özel yetkili mahkemelere kadar toplumu, halkı kuşatan, ezilenlerin demokratik taleplerini yok sayan, hak alma ve demokrasi mücadelesini kırmaya çalışan bir sistem kurulmuş; bu devam ediyor. Kısaca, sömürge tipi faşizm, tüm ezilenler için baskı ve zulüm üretiyor; AKP bugün bunu devam ettiriyor.
      Yeniden soralım: kim için demokrasi?
      Bu sömürge tipi demokrasinin işçi, emekçi, halk ve tüm ezilenler için olmadığı açıktır. Tüm bu sınıf ve toplumsal kesimler için, demokrasi değil, diktatörlük söz konusudur. Tüm bu sınıf ve kesimler özgürce örgütlenemezler, özgürce siyasal ve demokratik taleplerini savunamazlar. O halde, halk için olmayan bir demokrasi demokrasi değildir.
      Bir soru daha: bu sahte demokrasinin, sömürge tipi demokrasinin işlevi nedir?
      Yukarıdaki anlatımlarımızdan anlaşılacağı üzere, işçi ve emekçi sınıfların, Kürt ve Türk halkının, tüm ezilenlerin haklı ve insani taleplerini yok saymak, ezilenleri baskı altına almak, bu zülüm düzenini korumaktır.
      Yakalanması gereken ana halka budur.

      9) AKP'ye Karşı Devrimci Duruş Ve Mücadele Çizgimiz
      AKP'ye karşı sol ve devrimci hareketin tek bir çizgide, tek bir tavrı yoktur; çünkü sol ve devrimci hareket tek bir akım ve politik özne değil, birçok akım ve politik özneyi içinde barındırmaktadır.
      Bizim burada "sol ve devrimci hareket" olarak tanımladığımız kesimler, devrimci sosyalizmin literatürünü izleyenlerin bildiği üzere, işçi sınıfı ve halktan yana politik tutum belirleyen, düzenden yana değil, mevcut düzeni değiştirmeyi ve yıkmayı önüne koyan, sosyalizmle şu ya da bu düzeyde bağlar kuran politik akımlardır. (Örneğin bu tanımlama içine CHP girmez. CHP, "sol" değil, özünde sağ bir partidir ve kimi zaman "sosyal demokrat" olarak kendini tanımlasa da, sosyal demokrasi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan, burjuva, şovenist, gerici bir partidir. CHP, karşı devrimcidir ve devrimci hareketin ittifak politikasının bir parçası olamaz ve politik hedefidir) Bu politik akım ve yapıların bir kısmı reformist, bir kısmı ise devrimci, bir kısmı da devrim ve reform arasında kalan, her ikisinden de tonlar taşıyan melez akım ve yapılardır. Tüm bu akım ve yapılar, strateji, program, taktik olarak birbirinden faklıdır. Yine bunların devamı olarak, devrim sorunu başta olmak üzere, sosyalizm, Kürt sorunu gibi ana başlıklar altında ayrışma içindedir. (Bu çalışma kapsamında, bu konuda uzun bir değerlendirme yapmak konumuz dışıdır; devrimci sosyalizmin birçok çalışmasında bu konularda bazı değerlendirmeler yapılmıştır ve her süreçte yeniden ve yeniden dönüp sol ve devrimci hareketi değerlendirmek zorunludur)
      Ama bu ayrışma noktalarıyla birlikte, sol ve devrimci hareket, burjuva politik bir özne olan AKP karşısında duruş ve tavır noktasında bir ayrışma yaşar. Bir yandan "ulusalcı sol" ya da bununla ilişkili olarak Kemalizm'in şu ya da bu biçimde etkisi altında kalan solun, "AKP karşıtlığı" temelinde politika yaptığını; diğer yanda ise "liberal solun" ise AKP ile yollarının çeşitli biçimde kesiştiğini söylemek mümkündür.
      Oligarşi içi çatlamanın politik yansımalarıyla birlikte, ulusalcı sol kesim, her şeyi AKP karşıtlığı ile açıklar. Bu kesim, AKP'nin emperyalizmle ilişkisinden hareketle AKP'yi eleştirirken, her şeyi bu temelde açıklar, hatta akıl almaz komplo teorilerine başvurur. Ama bu büyük bir yanılsama amaçlı örtüdür; bu örtüyü biraz kaldırınca altında örneğin Kürt düşmanlığı ya da sosyal şovenizm çıkar. Sadece bu değil, referandum gibi süreçlerde olduğu gibi CHP ve Ergenekoncu kesimle yan yana düşmek kaçınılmaz olur. Öte yandan, liberal sol kesim ise, AKP'nin sözde "demokratik" adımlarını büyütür, abartır, AKP'den "demokrasi beklentisi" her şey olur ve bu noktada sık sık AKP ile aynı saflara düşer. Örneğin referandumda "yetmez ama evet" tavrı budur. Bu ülkede Türkiye'nin AB ile gümrük birliği anlaşması yaptığında, bu emperyalist projeyi "demokratik devrim tamamlandı" diye selamlayanlar oldu; şimdi bunlar unutuldu!
      Devrimci sosyalizm için politik bağımsızlık her şeyin başında gelir. Devrimci sosyalizmin bütünsel bir politik çizgisi vardır, her konuda olduğu gibi, bu konuda da, bağımsız bir yerde durur, işçi sınıfı ve ezilen halktan yana politik tutumunu belirler ve bu temelde AKP ve güncel siyasete yansımalarına karşı tutum alır.
      Bu temelde, özetle;
      Bir: AKP ve diğer burjuva partiler arasında nitel bir fark yoktur. Tüm burjuva partiler neo-liberal bir programa sahiptir ve işçiden, halktan, ezilenlerden yana değil, emperyalizm ve oligarşiden yanadır. Hiçbir burjuva partisi demokratik değil, tümü siyasal demokrasinin her sorunu karşısında gericidir. Devrimci sosyalizm tüm burjuva partileri halk düşmanı ilan eder, tümüne karşı, cepheden tavır alır. AKP, CHP, MHP ve diğer burjuva partiler, dostumuz, ittifakımız değil, düşmanımızdır; bu karşı devrimci partilere karşı politik mücadele asıldır.
      İki: AKP artık devlet partisidir. AKP, neo-liberal sömürü modeli ve 12 Eylül açık faşizminin yaratmış olduğu ekonomik, politik, kültürel iklimin ürünüdür, bunun devamıdır. CHP gibi partiler kendilerini "kurucu parti" ilan ederler; doğrudur, CHP (Kemalist burjuva devleti, diktatörlüğü kuran partidir), MHP (yeni sömürgecilik koşullarında, sosyalizme karşı örgütlenen kont-gerillanın sivil güçleri olarak kurulmuştur) gibi partiler devlet partisidir. Ancak bu partilerin yanına AKP de eklenmiştir.
      Üç: AKP, neo-liberal sömürü düzenini sürdüren, bu sömürü düzeninden çıkarları olan sınıfları (tekelci sermaye ve burjuvaziyi) çatısı altında tutan, tekelci sermayenin en örgütlü partisidir. AKP'ye karşı mücadele, neo-liberal sömürü modeline karşı mücadeleden bağımsız değildir. Anti-kapitalist mücadelenin politik merkezinde bugün AKP durmaktadır. Neo-liberal saldırı politikası, özelleştirmeden tutalım "kentsel dönüşüm" adı altında kentlerin yağmalanmasına kadar, doğal zenginliklerin talan edilmesinden tutalım barınma hakkına kadar, sağlıktan tutalım eğitime kadar her alanda saldırılarda AKP politik rol üslenmiştir. Tüm bu alanlarda hak alma mücadelesi ile insanca yaşam mücadelesi üst üste düşmektedir. AKP'ye karşı mücadele ile anti-kapitalist mücadele arasında kopmaz bir bağ vardır.
      Dört: Devrimci sosyalizm, bağımsızlık-demokrasi-sosyalizm yürüyüşünde, sadece burjuva partilere değil, asıl olarak oligarşinin sınıf iktidarı olan devlete, yani oligarşik devlet/ sömürge tipi faşizme cepheden tavır alır. Daha iyi anlaşılsın. Asıl mücadele alanı da mevcut devlete, oligarşik devlete/sömürge tipi faşizme karşı mücadeledir. Çünkü devlet, mevcut düzenin devamı için üst yapının en önemli aygıtıdır. Devlete, onun yeni sömürge düzende almış olduğu biçime, sömürge tipi faşizme tavır asıl olandır. Politik mücadelenin merkezinde devlete karşı mücadele vardır. AKP, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bu on yıllık süreçte "devlet partisi" niteliğine ulaşmıştır; bundan dolayı, AKP'ye karşı tavır ile sömürge tipi faşizme karşı tavır birbirinden kopuk değil, iç içedir, ikisi arasında diyalektik bir bağ vardır.
      Beş: Bu anlamda, ne burjuva partiler, ne de oligarşinin çeşitli iktidar odakları ya da kesimleri, uzun süreli ve birleşik mücadelede devrimci sosyalizmin "dostu", "ittifakı", "tarafsız güç" değildir. Devrimci sosyalizm, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, tüm burjuva partilere karşı cepheden tavır alır ve bu taktik süreçte, mücadelenin sivri ucunu AKP ve devlete yöneltir.
      Altı: AKP, halkın üzerine püskürtülen ideolojik saldırıların yaratmış olduğu yanılsama bir yana, demokrasi mücadelesi içinde yoktur. AKP'nin politik rolü ve görevi burjuva anlamda da olsa "demokrasiyi geliştirmek" değil, mevcut düzeni sürdürmek, emperyalizm ve tekellerin çıkarını korumaktır. Sömürge tipi faşizmin alternatifi burjuva demokrasisi değildir; burjuva demokrasisini temsil eden bir burjuva sınıfta yoktur. Demokrasi halk içindir; işçi sınıfı ve halk, kendi demokrasisi için, yani halk demokrasisi için, demokrasi kavgasına önderlik eder ve bu demokrasinin asıl güçleridir. İşçi sınıfının, emekçilerin, Kürt halkının, Aleviler ve tüm ezilenlerin içinde yer almadığı, tüm bu kesimlerin söz ve karar sahibi olmadığı bir demokrasi demokrasi değildir. Böyle bir demokrasi mücadelesi, AKP ve tüm burjuva partilere rağmen sürecek, halk için demokrasi bu kavga ile kurulacaktır.
      Yedi: Anlaşılacağı üzere, devrimci sosyalizm, önüne, bir program olarak, "yarım", "sömürge tipi" bir demokrasi, "demokratikleşme süreci" değil, halk demokrasisi programını koymaktadır. Halk demokrasisi, işçi sınıfı önderliğinde halkın söz, yetki, karar ve yürütme iradesinin sahibi olduğu bir demokrasidir. Bu demokrasinin omurgası halk meclisleridir. Sadece seçim değil, seçilenlerinde halk tarafından görevden alınacağı halk demokrasisi ancak devrimle inşa edilir.
      Sekiz: Halk için demokrasi, demokrasi savaşımının ana halkasıdır. Ancak bu ana halka, stratejik bir hedeftir ve güncel ve acil demokratik taleplerden kopuk ele alınamaz. Ne sadece stratejik hedef olarak halk demokrasisini belirlemek (ki bununla yetinmek, güncel mücadele ve talepleri atlamaktır- bu sol kendiliğindenciliktir), ne de acil ve güncel demokratik taleplerle kendimizi sınırlamak (ki bu da sağ-reformizmdir); devrimci sosyalizm, güncel ve acil demokratik talepleri stratejik hedeflere, halk demokrasisine bağlar. Bu demokratik taleplerin bir kısmı devrim öncesi, bir kısmı devrim anında, bir kısmı da devrim sonrası gerçekleşir. Ama ancak devrimle kurulan halk demokrasisi, tüm bu hedef ve talepleri güvence altına alır. AKP'ye karşı demokrasi kavgası da bu ana yönelimle sürecektir.
      "Bütün 'demokrasi' kapitalizm altında ancak çok küçük bir dereceye kadar ve ancak göreceli olarak gerçekleşebilir olan 'hakların' ilanı ve gerçekleşmesiyle var olur. Ama bu haklar ilan edilmeden, bunları benimsetmek için hemen, şimdi bir mücadele vermeden, kitleleri bu mücadelenin ruhuyla eğitmeden sosyalizm imkansızdır. (Lenin)
      Dokuz: AKP ve faşizme karşı demokrasi mücadelesi, anlaşılacağı üzere, tüm ezilenleri kapsamak zorundadır. İşçi sınıfı sosyalizm için mücadele eder; ancak bağımsızlık ve demokrasi sorununu atlamaz, bağımsızlık ve demokrasi savaşımının en tutarlı gücü işçi sınıfıdır. Bağımsızlık ve demokrasi savaşımında sadece işçi sınıfı yoktur, tüm halk, tüm ezilenler bu savaşımın bir parçasıdır. Bundan dolayı, sosyalizm için mücadele eden devrimci sosyalizm, programına sosyalist hedefleri koymakla yetinmez, nesnel bir olgu olan, atlanamaz bir sorun olan bağımsızlık ve demokrasi sorununu devrimle çözümü hedefler. Bu temelde, demokratik görevleri belirler ve tüm halkı bu program etrafında örgütlemeyi amaçlar.
      "Programımızın demokratik bölümü, der Lenin, özellikle bütün halka seslenmektedir…" Halk devrimi programımız, asgari ve azami programın bir sentezidir ve devrimimizin stratejik hedefini gösterir.
      On: Bugün, Kürt yurtsever hareketi dışta tutarsak, sol ve devrimci hareket dağınık, demokrasi ve özgürlük kavgasından yana güçler, AKP ve faşizme karşı politik bir odak oluşturmaktan uzaktır. Bu anlamda, demokrasi ve özgürlük kavgasında, programatik olarak reformist olsa da, Kürt yurtsever hareketi önemli güçtür. Nitekim Kürt sorununun politik gündemin en önemli unsuru olması, bu temelde bir dizi iradenin çatışması tesadüf değil ve bunda örgütlü bir Kürt hareketinin varlığı rol oynamaktadır.
      O halde bir yandan politik gündemin sınırlarında dolaşan sol ve devrimci hareketin politik özne olması, sol ve devrimci hareketin kitleler içinde mevzi tutması; öte yandan bununla kopmaz bağlar içinde faşizme ve AKP'ye karşı en geniş kesimlerin yeni bir birlik siyasetiyle yan yana saf tutması güncel görevlerin başında gelmektedir. Böylesi bir politik hamle üzerinden, demokrasi ve özgürlük kavgasında örgütlü güç olan Kürt yurtsever hareketle ittifak; bu temelde, Fırat'ın doğusu ve batısında birleşik özgürlük kavgası, faşizmi ve AKP'yi geriletecektir.
      On bir: Devrimci sosyalizm, AKP'ye karşı mücadele ile faşizme karşı mücadelenin aynı mecrada aktığına belirler. Bundan dolayı, görev, dönemsel bir dizi görevlerle birlikte, bir yandan demokrasi ve özgürlük kavgasını kendi bağımsız çizgimizde geliştirmek, öte yandan hayali-ütopik değil, tümden nesnel ve somut olgular üzerinden, yukarıda ifade ettiğimiz yeni bir birlik için adımlar atmaktır. Bu kavga günlük, anlık değil, dönemsel ve süreklidir. Elbette her adım ve gelişme yeni olguları da ortaya çıkarabilir. Bu olguları atlamadan, bu temelde kavgayı yükseltmek görevimizdir.
      On iki: Bu kavga 40 yıldır bizim elimizde yürüyor. Bu kavganın öncüsü Mahir- Hüseyin-Ulaş oldu; onlardan Atilla-Tamer devraldı. Yolumuz hiç düz olmadı, ama hiç bu kavgadan vazgeçmedik, ısrarla yürüdük. Bizim asıl işimiz kendi çizgimizi izlemektir. Bu tarih ve birikim arkamızdadır; bu kavga için yeni bir adım attık, yeni adımlarla bu kavgayı yükselteceğiz!
      Bu temelde bir adım daha atma zamanıdır!

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL