Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

F. Kızılırmak

       Tarihin akışı yeniden hızlanıyor... Özgürlük ve insanca yaşam umudu ve arayışı emekçi halklar denizinde yeniden kabarıyor. Artık kapitalist dünya sisteminin surlarına öfkeyle çarpan protestolar ya da çatlaklar arasında sızmaya, küçük parçalar koparmaya çalışan halkçı arayışlar değil, kapitalizmin kalbinde, sinir sisteminin en hassas bölgelerinde özgürlük ve insanca yaşam isteyen büyük dalgalar yükseliyor...
       Yeni biçimler ve düzeyler kazanarak büyüyen emekçi kitle mücadeleleri doğal olarak sadece ortaya çıktıkları ülkelerde değil, tüm dünya çapında büyük umutlar yaratıyor. Reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte, emperyalist-kapitalist sistemin yaydığı kapitalist sistemin alternatifsizliği, barış, demokrasi ve insanca yaşamın yegane yolu olduğu yalanlarının artık emekçi halklar nezdinde bir değerinin kalmadığı bu büyük mücadeleler yoluyla apaçık görülüyor.
       Hiç kuşkusuz, bu gelişmeler/mücadeleler bir yanıyla kaçınılmazdır. Kapitalizmin varoluş ve kendini üretme tarzının kaçınılmaz olarak daha büyük çelişkileri, insanlığın varlığını tehdit eden daha büyük çatışmaları geliştireceği ve 1990 sonrası olağanüstü düzeyde yaygınlaştırılan emperyalist gri propagandanın bu gerçekliğin üzerini örtemeyeceği açıktı.
       Özellikle 1999-2000'lerden bu yana dünya ölçeğinde gelişen anti-kapitalist büyük kitle mücadeleleri, yerel düzeylerdeki büyük kitle mücadeleleri ve ayaklanmalar, artık işçi ve emekçi mücadelelerinin yerel ve tekil olgular olmaktan çıkıp, iniş çıkışlarına rağmen kendine özgü yapıları, gelişme yolları ve süreğenlikleriyle, 1990 sonrası yeni dönemin işçi ve emekçi hareketinin giderek billurlaştığını gösteriyorlar. Bu gelişme seyri, aynı zamanda, işçi ve emekçi hareketlerinin, tarih sahnesinde, (uluslararası burjuvazinin özenle silmeye çalıştığı) yerlerini aldıklarını gösteriyor.
       Devrim ve karşı-devrim cephesindeki istisnasız tüm politik aktörler gelişen bu mücadele dinamiklerine ilişkin (ve tabii ki olası başka mücadele dinamiklerine ilişkin de) sayısız değerlendirmeler yapıyorlar. Karşı-devrim güçleri emekçi halk hareketlerini kontrol altına almak, geriletmek, ya da kendi çıkarları için manipüle etmek, kullanmak amacıyla, devrimci güçler ise ortaya çıkan kitle mücadelelerini anlamak ve devrim rotasına sokmak için sürekli bir çaba içindeler.
       Devrimci güçler cephesinde gelişen kitle mücadeleleri ile kendi ilişkileri konusunda yapılan değerlendirmelerin neredeyse tümünde ortaklaşılan temel nokta; bu hareketlere önderlik eden bir devrimci seçeneğin/önderliğin yokluğudur.
       İşçi, emekçi ve ezilenlerin hareketleri inişli çıkışlı biçimde, her adımda yeni bir düzeye sıçrayarak gelişiyor. Kendi yolunu arıyor. 1990'lardan bu yana bu hareketlerin gelişim seyrine baktığımızda bu ilerleme, sıçrama seyrini apaçık görüyoruz. Tabii, devimci seçenek/önderlik yokluğunu da...
       Devrimci seçeneğin/önderliğin bulunmayışı sorununun büyük kitle mücadeleleri geliştiğinde yakıcı hale gelmesi ve daha güçlü biçimde tartışılıp sorgulanması doğal bir durum. Ancak, solun ve devrimci hareketlerin alışkanlık haline getirdiği üzere, böylesi belirleyici temel bir sorunun salt ya da ağırlıklı olarak böyle dönemlerde tartışılması veya satır aralarında geçiştirilmesi doğal ya da normal bir durum olarak görülemez.
       Devrimci sosyalizm, devrimci seçenek/önderlik sorununu, 2002'de başlattığı yeniden inşa sürecinin daha ilk adımında başat sorun olarak ele aldı ve tüm düşünsel ve pratik kurgusunu bu temel üzerine kurdu ve yürüyüşünü başlattı. Bu zorlu süreç tüm eksik ve zaaflarına karşın sürüyor.
       Dünya ölçeğinde gelişen büyük kitle mücadelelerinin devrimci seçenek/önderlik sorununu olağanüstü ölçülerde yakıcı hale getirdiği, Türkiye devrimci hareketinin devrimci faaliyet bağlamında en geri noktaya düştüğü günümüz koşullarında, kitle mücadeleleri ve devrimci seçenek/önderlik sorununu hem birbiriyle bağlantılı, hem de kendi özgün yapılarıyla birlikte ele alarak devrimci sonuçlar/pratikler ortaya çıkarmak bugün her şeyden daha önemli hale gelmiştir.

       I- Emekçi Kitle Hareketleri:
       Cılız Karşı Koyuşlardan, Yıkıcı ve Somut Talep ve Eylemlere...

       a) 1990-1999 Karanlık Dönem; Sınırlı ve Cılız Karşı Koyuşlar
       Reel sosyalizmin çöküşüyle emperyalist-kapitalist sistemin politik, moral, ekonomik, kültürel, sosyal ve askeri saldırıları birleşerek devrimci hareketlerde, işçi ve emekçi hareketlerinde kimi istisnalar dışında büyük bir moral, siyasal ve örgütsel gerilemeyi, etkisizleşmeyi de beraberinde getirdi. Reel sosyalizmin çözülmeye başladığı 1989'dan 1999'lara değin olan on yılı aşkın dönem, Kürdistan'da gerillanın gelişmesi, Meksika'da yeni bir gerilla hareketinin ortaya çıkışı, çeşitli ülkelerdeki büyük direnişler ve grevlere rağmen, dünya ölçeğinde bakıldığında sistem karşıtı mücadele esas olarak sınırlı ve cılız karşı koyuşlarla biçimlendi. Bu süreç, kapitalist barbarlığın zafer çığlıklarının kulakları sağır ettiği karanlık dönem olarak geçti tarihe.
       b) 1999-2009 Karanlığın Perdesi Yırtılıyor;
       1990 Sonrası İlk Büyük Mücadele Dalgası

       Büyük bir ideolojik, politik ve kültürel saldırıyla 1990 başlarında tüm gündemi işgal eden küreselleşme ve demokrasi söylemlerinin aslında işçi sınıfı ve emekçi halklar açısından savaş ve toplumsal yıkım anlamına geldiği kısa sürede açığa çıktı. 1999'larda başlayan ve 2000'li yıllarda devam eden küresel anti-kapitalist eylem dalgaları bu tabloya karşı ilk güçlü karşı koyuş oldu. Geleneksel işçi, emekçi örgütlerinin inisiyatifi dışında, tümüyle kendine özgü örgütsel ve pratik araçlar üzerinden gelişen ve esas olarak anti-kapitalist protestolar olarak biçimlenen yerel olmaktan öte, ulusararsı nitelik taşıyan bu eylemler dünya proletaryasının, emekçilerin ve ezilenlerin mücadele dinamiklerinin hala diri olduğunu, yeni biçimler ve zeminlerde kendini üretme kapasitesi taşıdığını apaçık gösterdi. (Bu eylemlerin yanı sıra yerel düzeydeki sınıf mücadeleleri de canlandı. Arjantinli emekçilerin 2000'lerin başındaki mücadelesi bunun en parlak ifadelerinden biri oldu...) Sınıf mücadelelerinin bittiği, tarihin sonunun geldiği, proletaryaya elveda demek gerektiği yönündeki burjuva ideolojik, politik ve kültürel saldırıların etkisine ilk ciddi pratik darbeler vuruldu.
       1999 sonrası dönemde, uuslararası anti-kapitalist eylemlerin yanısıra, özellikle Latin Amerika'da kendini halkçı demokratik hareketlerde ifade eden büyük bir uyanış da gelişti. Venezuella, Bolivya, Ekvator, Nikaragua ve daha bir dizi ülkede halkçı hareketler işçi sınıfının, emekçi halk kesimlerinin ve bütün ezilenlerin özgürlük ve insanca yaşam istemlerini arkalayarak büyük halk hareketleri yarattılar. Devrim ve sosyalizm hedefinin ya bulunmadığı ya da çok cılız ve şekilsiz olarak ifade edildiği bu hareketler, daha çok halkçı iyileştirmeler ve uluslararası alanda anti-emperyalist bir duruş temelinde seçimler yoluyla iktidara geldiler. Ve Latin Amerika'daki emperyalist planları önemli ölçüde bozdular. ABD emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri tarafından planlanan darbeleri ve diğer saldırıları savuşturmayı başardılar. Tüm dünya çapında emeğin ve ezilen halkların kaderlerini ellerine alma gücüne ve isteğine sahip olduklarını göstererek, solda ve devrimci güçlerde ciddi bir canlanma yarattılar.
       Bunun yanı sıra, 2000'lerde Latin Amerika ve Asya'da devrimci ve sol gerilla hareketleri de belirgin bir canlanma gösterdi. Kolombiya'da Nepal'de, Filipinler'de, Hindistan'da devrimci ve sol gerilla güçleri büyüdü, Nepal özgülünde iktidarı zorlayan bir noktaya ulaştı. Dahası, başkenti kuşatacak ve hükümete girecek düzeye geldi. PKK lideri Öcalan'ın yakalanmasının ardından ideolojik, politik ve örgütsel açıdan ciddi bir gerileme gösteren Kürdistan gerillası toparlandı. Latin Amerika'da ayakta kalan Kolombiya gerillası toparlandı ve yeniden iktidar alternatifi haline geldi.
       Küresel anti-kapitalist eylemler işçi, emekçi hareketi açısından, 1990 sonrası emperyalist-kapitalist sistemin yeni tarihsel döneminde yaratılan ideolojik, politik, kültürel ve moral toplumsal hegemonyaya yöneltilmiş öfkeli protestoları ifade etmekteydi. Latin Amerika'daki halkçı hareketler ve hükümetler ise esas olarak sistemin çatlaklarından sızma, özgürlük ve insanca yaşam umutlarını somutlaştırma çabalarıydı. Devrimci ve sol gerilla hareketlerinin yeniden gelişme yoluna girmesi temelde yeni tarihsel döneme denk düşen bir devrimci düzeyin yaratılmasına dayanmamasına rağmen, devrimci arayışların canlandığının habercileri oldular.
       Proletarya, emekçi halklar ve ezilenler cephesinde 1999-2010 arası dönemde esas olarak bu üç damar üzerinden gelişen mücadeleler, reel sosyalizmin çöküşünün ardından gelen ilk büyük mücadele dalgasını oluşturdular. Böylece kapitalizmin tarihin önüne çekmeye çalıştığı kara perde yırtılmaya, açılan gediklerden ışık sızmaya başladı, karanlık alacakaranlığa dönmeye başladı. 1990 sonrası yeni dönemin bu ilk büyük mücadele dalgası dünya ölçeğinde işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin ayağa kalkışta ilk mücadele mevzilerini yarattı.

       c) 2010'lar; Protesto'dan Somut Hedeflere ve Yıkıcı Darbelere
       2008'de başlayan kapitalizmin büyük krizi, sadece emperyalist-kapitalist sistemin iç işleyişi ve çelişkileri bağlamında değil, dünya ölçeğinde işçi ve emekçi hareketleri açısından da yeni arayışların ve mücadele düzeylerinin başlangıcı oldu.
       Krizin, henüz genel etkilerinin görüldüğü 2008-2009'da işçi ve emekçi güçlerinin karşı refleksi esas olarak hak gasplarına karşı dünya çapında büyük protesto eylemleri olarak biçimlendi. Küresel çapta yapılan protestolarla, yerel düzeydeki protesto eylemleri iç içe gelişti. Eylemler küçük, hatta orta burjuvazinin bir kısımını da kapsayarak daha öncekilere nazaran çok daha büyük kesimleri içerdi ve genelleşti.
       2009 sonlarından başlayarak krizin tek tek ülkelerdeki faturasının ağır sonuçları belirginleştikçe eylemler giderek tek tek ülkeler düzeyinde de özgünleşerek derinleşmeye başladı. Başta Yunanistan olmak üzere, krizin ağır darbeleriyle yüz yüze gelen İspanya, Portekiz, İtalya ve ABD'de büyük ve yerel nitelikleri daha belirgin olan (fakat ulusararsı nitelik kazanmaya açık) mücadeleler öne çıktı.
       Tam da bu noktadan itibaren işçi sınıfı ve emekçilerin eylemlerinin niteliğinde yeni bir sıçrama somutlaşmaya başladı; artık salt protesto niteliğindeki eylemlerin yanı sıra, henüz dağınık ve şekilsiz de olsa, kapitalizmi işlemez kılmaya ve alternatif arayışına yönelmiş somut talepler eksenindeki hareketler de gelişiyor.
       2010'larla birlikte, artık sistemin kalbinde, ABD'de, AB'de büyük mücadele dalgaları yükseliyor. Kapitalist bireyciliğin kalbinde, "Wall Street'i İşgal Et!", yani dünya kapitalizminin kalbini parçala, onu işlemez kıl diyor, ABD'li emekçi... İspanya'da benzer biçimde aylarca süren meydan işgalleri gerçekleşiyor. 77 yaşındaki Yunanlı ihtiyar delikanlı D. Hrispulas, "eline kalaşnikof alan ilk Yunan olsaydı, ikinci ben olurdum" çığlıyla, kurşunu kendisine sıkarken, "geleceksiz bırakılan genç insanların bir gün silahlarını ellerine alacağına ve İtalyanların 1945'de Mussolini'ye yaptıkları gibi ulusal hainleri Anayasa Meydanı'nda alaşağı edeceğine inanıyorum" diyerek umudu ve hedefi gösteriyordu, bir yılı aşkın süredir gösterilerle, sokak çatışmaları ve grevlerle AB kapitalizminin surlarını döven Yunan emekçilerine...
       Bu ve benzeri eylemler, 1999-2009 arasında emperyalist-kapitalist ülkelerde yaygın biçimde görülen ve daha çok emperyalist efendilerin zirvelerini, toplantılarını, kararlarını protesto etmeye dönük, yerel olmaktan çok enternasyonal nitelik taşıyan, birkaç günle sınırlı eylemlerden, hedefleri, örgütlülüğü ve sürekliliği bağlamında çok daha ileri bir düzeyi ifade ediyor. Eylemler giderek açık biçimde kapitalizmin yıkılması, kapitalist dünya sisteminin işlemez hale getirilmesi hedefini daha çok öne çıkarıyor. Sadece bir kaç günle sınırlı protestodan çok, uzun süreli ve daha gelişkin örgütlülük biçimleri ortaya çıkıyor.
       Sadece bunlar da değil... Kapitalist sistemin sinir sisteminin en hassas yerinde Ortadoğu'da, Arap halkları, tam da Ortadoğu devrimci çemberi tezini doğrular biçimde, ülkeden ülkeye dalga dalga yayılan özgürlük ve insanca yaşam talepleriyle gerici-faşist rejimleri teker teker düşürdüler... Tunus'ta ilk büyük gösterilerin başladığı günden, belki de bir gün önce, Arap ülkelerinde emekçilerin özgürlük ve insanca yaşam talepleriyle kısa süre içinde ayağa kalkacağı ve gerici-faşist diktatörlükleri tek tek devireceği söylenseydi, bu açıkça bir hayal, bir spekülasyon olarak tanımlanırdı. Arap ülkelerindeki muhalefete bakıldığında görülebilen tek şey; ılımlı ve radikal islamcı güçlerden başka bir şey değildi. Fakat Arap emekçileri tüm dünyayı yanıltarak 2000'lerin en büyük mücadele dalgasını yarattılar. Ayağa kalkan milyonlar salt protestolarla yetinmeyerek, doğrudan iktidarın yıkılmasını hedeflediler. On binlerce şehit pahasına da olsa, gerici-faşist rejimleri devirdiler. Ortadoğu'da ne denli büyük bir mücadele dinamiğinin var olduğunu gösterdiler.
       Bütün bu büyük gelişmeler işçi ve halk hareketlerinin yeni bir aşamaya geçişini gösteren ilk nüvelerini oluşturuyorlar.

       d) 2010'lar; Yeni Bir Mücadele Dalgası Gelişirken Tehlikeler ve Olanaklar
       Artık öfkeli protestolar, halkçı iyileştirmelerle geçiştirme dönemi, alacakaranlık dönemi aşılıyor. Özgürlük ve insanca yaşam doğrultusunda somut hedefler, yıkıcı darbeler dönemi açılıyor.
       Kolay olmayacak, büyük ve zorlu, hem de oldukça zorlu mücadeleler dönemi başlıyor. İnişlerle, çıkışlarla, zikzaklarla dolu, yenilgilerle ve zaferlerin içiçe geçtiği bir döneme girdik. Büyük mücadele dinamikleri dünyanın dört bir yanında büyük halk hareketleri temelinde ortaya çıkarken, aynı zamanda bu hareketlerin zaafları, eksiklikleri de apaçık ortaya çıkıyor.
       Toplumsal çelişkilerin yarattığı çatışma dinamikleri milyonlarca işçiyi, emekçiyi, ezileni harekete geçirirken, emperyalist kapitalist sistemin bütün ideolojik, politik, kültürel, askeri vd. mekanizmaları da çok yönlü ve planlı bir çabayla harekete geçmiş durumda. Yüzyılların kurumsallaşmış karşı-devrimci birikimi kaçınılmaz olan bu çatışma dinamiklerini ve hareketlerini bastırmak, sistem sınırları içine çekmek, dahası bunlardan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmak için olağanüstü bir enerjiyi harekete geçiriyor.
       Gerici-faşist terör bu noktada başlıca araçlardan biridir. Arap halklarının özgürlük ve insanca yaşam taleplerini bastırmak için Mısır, Tunus, Yemen ve Bahreyn'de devreye sokulan ve binlerce emekçinin yaşamına mal olan faşist terör ve Bahreyn'in Suudi Arabistan tarafından işgali yeni mücadele dalgası karşısında ilk elde başvurulan başlıca araç oldu. Ancak sadece Arap halklarının isyanı karşısında değil, emperyalist ülkelerde de polis terörü, yüzleri, binleri aşan gözaltı ve tutuklamalar, gösterilere polis saldırısı, demokratik hakların kullanımının engellenmesi gerici-faşist terörün farklı düzeylerde de olsa başlıca araçlardan biri olduğunu bir kez daha gösterdi. Halk hareketlerine karşı şiddet sadece bunlarla sınırlı değil. Özellikle son on yılı aşkın bir süredir izleme ve denetleme aygıtlarının sürekli biçimde geliştirilmesi ve bu anti-demokratik araçların kullanımının yasallaştırılması, kitle mücadelelerini bastırmak için yeni ve oldukça vahşi tekniklerin, silahların geliştirilmeye çalışılması, bunun için büyük kaynakların ayrılması, ordu ve polis güçlerinin giderek daha büyük bir bölümünün halk hareketlerini bastırmaya dönük birimler içinde konumlandırılması, vb., emperyalist-kapitalist sistemin işçi, emekçi ve ezilenlerin özgürlük ve insanca yaşam arayışlarının ve mücadelelerinin büyüyeceği gerçeğini gördüklerini ve baskı aygıtlarını büyüterek ve yetkinleştirerek yeniden organize ettiklerini gösteriyor.
       Gerici-faşist terör halk hareketlerini bastırmak için başat araçlardan biri olmasına karşın, en az onun kadar önemli bir araç da; halk hareketlerini manipüle ederek denetim altına almaya, sistem içileştirmeye, dahası yerel ve uluslararası düzlemde emperyalist planların bir aracına dönüştürmeye dönük olarak yaratılmış, uluslararası düzeyde kurumsallaşmış büyük mekanizmalardır. Ve bunlar yaklaşık 40 yılı aşkın bir süredir devrede bulunuyor.
       İşçi, emekçi ve ezilenlerin hareketlerini bu temelde yozlaştırma çabaları hiç kuşkusuz yeni değildir. Yaklaşık iki yüzyıllık uluslararası mücadele tarihinin gösterdiği gibi, işçi, emekçi ve daha geniş halk hareketlerinin içinde çıkan uzlaşmacı, sistemle cepheden mücadele etmekten kaçınan reformist, ya da yozlaşmış önderlikleri ve kesimleri burjuvazinin açık ya da örtülü biçimde desteklediği, önünü açtığı biliniyor. Bunun yanı sıra, başta sendikal alan olmak üzere, tüm toplumsal hareketler içine ajanlar sızdırarak, yönetimlerini satın alarak, gangaster örgütlenmeleri geliştirerek hareketleri yozlaştırma ve denetleme politikası özellikle 20. yüzyıldan bu yana yoğun biçimde devrededir.
       Kırk yılı aşkın bir süredir, 1968 mücadelelerinin deneyimlerinden yola çıkılarak, 1970'lerden itibaren, bu politikaların yanı sıra, yeni yol ve araçlar geliştirilmiş ve kitle mücadelelerinin denetimi ve manipülasyonu yeni bir düzey kazanmıştır. Devrimci kesimleri gerici-faşist terör yoluyla bastırma, hareketin büyük kitlesini ise daha geri, sistem içi taleplere doğru iteleyerek kapsamak olarak özetleyebileceğimiz bu emperyalist politika özellikle 1970'lerden itibaren yaygın biçimde uygulanmaktadır. Batı Avrupa ve Amerika'da 68'lerde gelişen devrimci eleştirinin ve mücadelenin, 1970'lerden itibaren ekolojik ve diğer sistem içi toplumsal eleştirilere dönüştürülmesi; yeşil hareket ve diğer toplumsal hareketlere (feminist kadın hareketi, çeşitli dayanışma hareketleri, burjuva demokratik hareketler, vb.) dönüşmesi bunun ilk örnekleri olmuştur. Emperyalist-kapitalist sistem belli bir anda kendisine yönelen devrimci toplumsal çatışma dinamiklerinin, devrimci özünü ve bunlara dayanan devrimci hareketleri budamayı başardığında, bu hareketlerin sisteme yönelen eleştirilerini, taleplerini asgari ölçüde karşılayarak onları sistem içine çekmenin mümkün olduğunu görmüştür. Ve bu noktadan itibaren, bu eleştirilerin esas olarak sistemi yenilemede, açık-gediklerini onarmak için reforme etmede, geniş kesimleri sisteme bağlamak için oldukça işlevsel olduğu anlaşılmıştır. (Emperyalist-kapitalist sistem kırma-kırılma seçeneğinin yanısıra, esneyerek içerme ve yararlanma seçeneğini de sistematik olarak devreye sokmuştur.)
       Dahası, 1980'lere gelindiğinde, post-modernizm yoluyla, bu düşünce ve pratik en sistematik anlatımına da kavuşmuştur. Büyük anlatıların bittiği, geleceğe ilişkin büyük değişim fikrinin değil, an'ı yaşayan ve değiştiren küçük adımların esas olduğu düşüncesi bir yanıyla tüm insanlığa dönük bir yozlaşma penceresi olurken, politik anlamını ise esas olarak protestonun da, değişimin de ancak düzen içi ve küçük, yerel, lokal, parça mücadeleler ile mümkün olduğu, bu temelde bir düşünsel, pratik ve örgütsel zemin üzerinden hareket etmek gerektiği fikri ve pratiğinde buldu.
       İlk uygulama denemeleri emperyalist-kapitalist ülkelerde gerçekleşen bu politika, 1980'lerde sistemin büyük restorasyon süreci (neoliberalizm, yeni sağ, düşük yoğunluklu çatışma/yıldız savaşları, postmodernizm temelinde) başlatıldığında adım adım yeni-sömürge ülkelere de yayıldı. 1980'lerde Filipinler'de emperyalizmin onlarca yıllık uşağı Marcos büyük bir halk isyanıyla devrilirken yaşananlar bugün Mısır'da yaşananlardan çok farklı değildi. ABD, ona da git dedi. Halk hareketi önemli ölçüde manipüle edilerek en geri düzen içi zemine çekildi. Ardından Güney Afrika ve başkaca örnekler geldi.
       1990'la başlayan yeni tarihsel dönem bu politikanın artık tekil uygulama örneklerinin ötesinde, sistematik bir politika haline getirildiği, dünya çapında dev organizasyonlarla kurumsallaştırıldığı, dahası toplumsal çelişkiler daha çatışmalara dönüşmeden önce, bu tür hareketlerin bizzat organize edildiği görülüyor. Reel sosyalizmin çözülüşü, yeni bir devrimci seçeneğin bütünlüklü olarak üretilememiş oluşu ve her türlü araçla hızla yaygınlaştırılan postmodern düşünce, bu politika için gerekli ideolojik, siyasal, sosyal, kültürel atmosferi sunuyor.
       Emperyalist-kapitalist güçler toplumsal çelişkilerin ve halk hareketlerinin manipüle edilmesi, yönetilmesi politikasını sadece toplumsal çelişkilerin devrimlere, devrimci girişimlere doğru evrilmesini önlemek için değil, aynı zamanda gerekli gördükleri iktidar değişikliklerini sağlamak için, bir başka emperyalistin denetimi altındaki yeni-sömürge iktidarların devrilmesi için kullanmayı da başat araçlarından biri haline getirmişlerdir. Eski Sovyet Cumhuriyetleri'nin bir bölümünde Rusya'nın denetimindeki iktidarların devrilmesi için "renkli devrim"ler temelinde "demokrasi" talebiyle "halk hareketleri" yaratılması ve devreye sokulması, Asya ve Afrika'da pek çok ülkede halk hareketlerinin manipüle edilmesi bunun somut örnekleri olmuştur.
       2010'larla birlikte başlayan büyük mücadele dalgası emperyalist manipülasyon ve denetim altına alma politikasını ve mekanizmalarını da bugüne değin olan en kapsamlı ve yaygın biçimde devreye sokmuş durumdadır.
       "Wall Street'i İşgal Et" hareketinin eylemlerine, Wall Street'i yıllarca kumanda etmiş, neoliberal politikaların üreticisi olan, yıllarca IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların yöneticiliğini yapmış, şimdilerde kimi düzeltmeler yapılmasını isteyerek, sözde "sol" eleştiriler getirenlerin katılması bu bağlamda şaşırtıcı değildir.
       Aynı biçimde, Arap halklarının büyük halk hareketlerine önce kuşkuyla bakan emperyalistlerin devrimci bir önderliğin var olmadığını gördüklerinde hareketi desteklemeye başlamaları, yıllarca ayakta tuttukları diktatörleri yurtdışına göndererek, ya da tutuklayarak yönetimi orduya devredip hareketin hızını kesmeye çalışmaları, Mısır'da, Tunus'ta islamcı hareketleri "ılımlı islam" çizgisine çekerek, hareketin özgürlük ve insanca yaşam taleplerini islamcı hareket zemininde boğmaya çalışmaları bu politikanın ürünleridir. Dahası, bu hareketlerin deneyimlerinden de yararlanılarak Libya'daki hareket daha baştan kontrol altına alınmış ve El Kaideciler devşirilerek yönetim şiddet yoluyla devrilmiş, ortaya çıkan çete yönetimi ise demokrasi olarak piyasaya sürülmüştür. Suriye'de de benzer bir plan hala uygulanmaktadır. Arap halklarının özgürlük ve insanca yaşam talepleriyle geliştirdiği büyük mücadele dalgası adım adım manipüle edildi/ediliyor.
       Yunanistan ve İtalya'da teknokrat hükümetlerinin kurulması bir çok nedenin yanısıra, bir yanıyla da halk hareketlerinin hükümetlere ve devlete yönelmiş öfkesinin ve eylemlerinin hızını hükümet değişiklikleriyle kesmeyi hedefliyor. Yunanistan'da ve diğer ülkelerde gündeme gelen seçimler (ve erken seçimler) yıkıcı nitelik kazanmaya evrilen, ancak devrimci bir önderlik olmadığı için bu noktada tıkanan halkın ve halk hareketinin önüne sistem içi seçeneklerin konulmasını ve emekçilerin siyasal eyleminin ve tercihinin bu kanala evriltilmesini hedefliyor.
       2010'ların büyük mücadele dalgasının ilk görünümleri olarak ortaya çıkan bu mücadeleler, şu anda yukarıda ifade ettiğimiz etkenlerin basıncı altında durulmaya başlamıştır. Emperyalist-kapitalist ülkelerdeki mücadeleler krizin derinleşip, hafiflemesine bağlı olarak yükselip geri çekilmektedir. Yunanistan'da gündemdeki seçimler halk hareketinin dinamiklerinin belirli ölçülerde sistem partilerine bağlanmasını sağlayacaktır. Bu noktada halk hareketinin ivmesinin en azından bir süreliğine düşmesi mümkündür.
       Arap halklarının büyük mücadele dalgası şu anda önemli ölçüde ivme kaybetmiş durumdadır. Hareketin devirdiği diktatörlüklerin yerine, sistemi restore edecek emperyalizmin dümen suyundaki ya da doğrudan denetimi altındaki ılımlı islamcı güçler öne çıkarılmıştır.
       2000'lerin başında Latin Amerika'da gelişen ve hala gücünü koruyan halkçı hareketler için de benzer sınırlar ve tehlikeler söz konusudur. Halkçı hareketlerin yarattığı büyük toplumsal dinamikler ve olanakları, devrimci çıkışlar için basamak haline getiren devrimci önderliklerin oluşmadığı koşullarda, bu hareketlerin de emperyalistlerin basıncı altında çıkışsızlıklar, yıpranmalar, yozlaşmalar vb. pek çok geriletici faktör tarafından hızla ya da adım adım geriye düşmesi kaçınılmazdır.
       Fakat halk hareketlerini bu aşamada geriye çeken bu faktörlerin hiç biri, halkların bilincinde artık özgürlük ve insanca yaşam umudunun somut bir hedefe dönüşmeye başladığı, kapitalist sisteme yıkıcı darbeler vurma isteğinin ve pratiğinin başat bir öğe haline gelmeye başladığı gerçeğini değiştiremez/değiştirmeyecek. Bilinçte ve eylemde yeni bir sıçrama artık kendini somutlaştırıyor.
       Arap ülkeleri açısından cin şişeden çıkmıştır. Bugün ılımlı islam ekseninde gelişen yeniden yapılandırma, özgürlük ve insanca yaşam isteğini ancak bir süre için frenleyebilir... Büyük toplumsal çelişkiler yerli yerinde durmaktadır. Halk hareketlerinin ortaya çıkardığı özgürlük ve insanca yaşam talepleri ortaya yerde durmaktadır. Emekçi Arap halkları kolektif eylemlerinin yarattığı büyük değişim olanaklarını, neleri başarabileceğini apaçık görmüştür. Gelinen noktada, bu büyük mücadelelerin emperyalistler ve onlarla uzlaşan islamcı güçler tarafından manipüle edilmiş olması, bu mücadele dalgasının taşıdığı demokratik ve ilerici özü ve büyük mücadele olanaklarını gölgeleyemez.
       Emperyalist-kapitalist ülkelerde ve çeperlerinde kapitalist sistemin yıkılmazlığı ve seçeneksizliği tabusu, 2008'de başlayan büyük krizin yarattığı derin çelişkiler ve gelişen büyük işçi, emekçi, gençlik hareketleriyle giderek kırılmaktadır. Bu mücadeleler henüz sisteme büyük ve ağır darbeler vuramamış olsa da, dipteki büyük kaynamanın, gelişen yıkıcı dalganın ipuçlarını, öncü adımlarını ifade ediyorlar. Daha da ötesi, devrim fikri, henüz demokratik halk iktidarlarını, sosyalizmi kurma bağlamında olmasa bile, kapitalizmin yıkılması, özgürlük ve insanca yaşamın egemen olduğu bir toplumsal düzen istemi bağlamında yeniden geniş kitlelerin gündemine girmeye başlamıştır.
       Toparlayacak olursak; dünya halklarının kapitalist sistem karşısındaki bu yeni duruşunu bir başka ifade ile şöyle tanımlayabiliriz; kurtuluş umudunun henüz kendini büyük bir devrimci çıkışla, sosyalizmin yeni bir zaferiyle billurlaştırmadığı, fakat devrimci mayalanmanın, halkların özgürlük ve insanca yaşam isteklerinin artık kendini büyük kalkışmalarla ifade ettiği, protestolardan, somut sonuçlara yöneldiği bir döneme girmiş bulunuyoruz.
       Bu sürecin nasıl ve nereye doğru evrileceği noktasında bugün tayin edici faktörler, kapitalist dünya sisteminin gelişme seyri ve esasta da devrimci seçenek/önderliğin yerel ve dünya ölçeğinde yokluğu meselesidir.
       1999'larda başlayan küresel anti-kapitalist protestolar ve halkçı hareketlerden, günümüzdeki mücadelelere değin, bütün halk hareketlerinde, bütün sınıf çatışmalarında, tüm dünya sol ve devrimci hareketlerinin yaptığı ana vurgu bu mücadelelerin devrimci bir seçenek ve önderlikten yoksun olmaları ve bunun, hareketlerin en zayıf noktası olduğudur.
       Tam da bu noktada bazı sorular sorarak ilerlemek, zorunludur; devrim iddiasında olan, kimileri küçümsenemeyecek bir örgütsel aygıta sahip olan onca devrimci örgüt dünyanın dört bir yanında faaliyet yürütmesine karşın, devrimci seçenek/önderliğin yokluğundan söz edilmesinin anlamı nedir ve neden yoktur? Devrimci seçeneğin, önderliğin anlamı nedir ve nasıl yaratılabilir?

       II-Ana Halka; Devrimci Seçeneğin/Önderliğin Yaratılması

       a) Önce İki Temel Nokta; Devrimin Güncelliği ve Öncü Parti
       Devrimci seçenek/önderlik sorununa girmeden önce, bu noktayla temelden bağlantılı iki olguyu ele alarak devam etmek gerekiyor. Leninist devrim teorisinin ana halkalarından ikisini oluşturan devrimin güncelliği ve devrimci öncü parti tezleri özellikle 1990 sonrasında yoğun tartışmaların konusu oldu. Emperyalist-kapitalist sistemin ideologları bu tezlerin tarih tarafından boşa çıkarıldığını iddia ederken, sol ve devrimci cephenin büyük bir bölümünde ise derin bir kafa karışıklığı oluştu.
       21. yüzyılın büyük mücadele dalgaları bu bağlamda söz konusu tezlerin geçerliliği, tarihsel yeri ve anlamı meselesini teorik tartışma konusu olmaktan çıkararak, toplumsal pratiğin açığa çıkardığı gerçeklerle belirleme olanağını bir kez daha yaratmıştır. Devrimci seçenek/önderlik sorununun esas olarak bu iki noktayla içiçe ele alınması zorunlu bir mesele olduğundan, daha doğrusu bunların dolaysız uzantısı olduğu için öncelikle bu iki noktada geldiğimiz yere bakmak gerekiyor.

       Devrimin güncelliği...
       Devrimci seçenek/önderlik meselesi herşeyden önce devrimin güncelliği fikriyle, yani gerek dünya ölçeğinde, gerekse tek tek ülkelerde devrimin nesnel olarak mümkün olduğu, devrimci güçlerin ana görevinin devrimi hazırlamak/devrime hazırlanmak olduğu fikriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Leninist devrim teorisinin özü ve temel çıkış noktası, emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması ve son durağı olduğu, emperyalist aşamanın aynı zamanda kapitalizmin genel ve sürekli bunalımı anlamına geldiği ve bunun dünya ölçeğinde devrimler için nesnel koşulları hazırladığı, devrimin güncel bir sorun olduğu tespitidir. Leninist devrim teorisi devamla, işçi sınıfı partisinin görevinin devrimin öznel zeminini hazırlamak olduğu, tüm çalışmasının ekseninin devrime hazırlanmak/devrimi hazırlamak ve gerçekleştirmek üzerine kurulması gerektiğini tespit eder.
       1990 sonrası yeni tarihsel dönemde, reel sosyalizmin çöktüğü, pek çok devrimci hareketin reformist çizgiye evrildiği koşullarda, emperyalist-kapitalist sistemin bütün ideolojik aygıtlarının, ön cephede postmodern takımı olarak koro halinde toplumsal dokunun bütün hücrelerine değin nüfuz ettirmeye çalıştıkları ana fikir; devrimler döneminin bittiği yaygarasıydı. Reel sosyalizm çökmüş, kapitalizm ebedi bir zafer kazanmış, devrimler ve sosyalizm için toplumsal koşulların olmadığı apaçık görülmüştü. Gerçekleşen devrimler ise olsa olsa tarihsel kazalardı, hatalardı. Kapitalizm iç çelişkilerine rağmen kendisini onararak, insanlık için en iyi olanı yaratmaktaydı. Devrimci cepheden buna karşı ifade edilen itirazlar ise arkasında hiç bir toplumsal destek kalmamış solcuların, radikal devrimci hareketlerin ezberleri olarak lanetlenliyor, ya da en hafifinden ciddiye alınmayacak sözler olarak nitelendiriliyordu. Hiç kuşkusuz, kapitalist sistemin akıl fikir üreticileri devrimler döneminin bittiği, kapitalizmin ebediliği söylemlerini geniş emekçi kesimler içinde adeta tartışmasız doğrularmış gibi yayarken, reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı fırsatı değerlendiriyorlardı. Düşünsel dolandırıcılık için o güne değin olmadığı kadar elverişli koşullar ortaya çıkmıştı. Ve bu fırsatı tepe tepe kullandılar. Fakat öte yandan, gerçeğin çok daha farklı olduğu, kapitalist sistemin egemen güçlerinin kendi aralarındaki çelişkilerin ve emekçilerle olan çatışmalarının bir süre sonra daha da şiddetlenerek gelişeceği gerçeğinden hareketle, bu çatışmalara dönük strateji arayışlarına da, daha o günlerde başlamışlardı. 1990'ların daha başlarında "medeniyetler savaşı" söylemiyle çatışmalara kılıf arayışı, "21. yüzyılın ayaklanmalar yüzyılı olacağı" tespitleri ve bu ayaklanmalara karşı strateji tespit etmeye dönük hummalı faaliyetleri; bir yandan devrimler dönemi sona erdi söylemiyle emekçileri uyutmaya çalışırken, diğer yandan sınıflar savaşımının sert kayalarına eni konu çarpacakları gerçeğinden hareketle daha baştan önlemler almaya giriştiklerini gösteriyordu. Onlar devrimin güncel bir mesele olduğunu hiç bir zaman görmezlikten gelmediler, unutmadılar!
       Bu karanlık dönem koşullarında yolunu bulamayan pek çok sol ve "devrimci" hareket de, devrimler için artık koşulların ortadan kalktığı, devrimin güncel bir olgu olmaktan çıktığı fikrini açıktan ifade ederek reformist, tasfiyeci cepheye katıldılar. Devrimci cephede, açıktan devrim fikrini terk etmemekle birlikte, bunu örtük biçimde yapan, ya da adım adım bu noktaya kayan daha geniş bir kesim de söz konusudur. Bu kesimler, çoğunlukla cılız, kimi zaman veya kimi örneklerde ise daha yüksek sesle devrim sözü etmesine karşın, devrimin güncelliği fikrini üstü örtük biçimde gündeminden, pratiğinden çıkarmış, bu fikri esas alan bir ufuk, politika ve pratik düzeyin yakınından bile geçmeyen, ya da adım adım uzaklaşan bir çizgi üzerinden hareket etmektedirler.
       1990'lı yıllarda bu karşı-devrimci söylem oldukça etkili olmasına rağmen, aynı zamanda hayatın gerçeği karşısında bir o kadar da dayanıksızdı. Bu söylemler tümüyle ideolojik yanıltmaya dayanan, arka planı boş, bir tür düşünsel dolandırıcılıktan başka bir şey değidi. Tüm dünya çapında azgın biçimde devreye sokulan neoliberal politikalar, kültürel deformasyon uygulamaları, eski reel sosyalist ülkelerden, Afrika'ya, Asya'ya milyonlarca insanın yaşamına mal olan paylaşım savaşlarının ortaya koyduğu kapitalist barbarlığın nesnel etkisi altında tuzla-buz oldukça, kapitalist barış ve gelişme söylemlerinin cazibesi de giderek etkisini yitirdi.
       İşte 1999'larda Latin Amerika'da ortaya çıkan halkçı hareketler, sonrasında tüm dünya çapında görülen anti-kapitalist protesto hareketleri bir yandan kapitalist sistem ile işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenlerin uzlaşmaz çelişkilerini ortaya koyarken, diğer yandan da devrimin güncelliği fikrini yeniden gündemleştirmeye başladı.
       2010'larda başlayan büyük toplumsal mücadelelerin ikinci dalgası ise, devrimin güncel olup olmadığı sorusunu teorik, politik tartışma düzleminden çıkarıp pratik olarak yanıtlamıştır. Arap halklarının büyük mücadele dalgası, Yunanistan'dan Portekiz'e, ordan ABD'nin şehir meydanlarına değin uzanan geniş bir coğrafyadaki mücadelelerin bu soruya verdiği yanıt kesin olmuştur; devrim günceldir!
       Özellikle Arap halklarının büyük mücadele dalgası bu bağlamda kesin biçimde noktayı koymuştur. 500 milyonu aşan geniş Arap coğrafyasının işçileri, emekçileri, gençleri kendi öz pratikleri yoluyla gerici-faşist diktatörlüklerin yıkılabileceğini gördüler, "devrim" bir hayal olmaktan çıkıp, yaptıkları bir şeye dönüştü. Bugün bu devrimci dalga geri çekilmiş gibi görünse de, işçiler, ezilen halklar kendi birleşik eylemleriyle başarabileceklerini gördüler. Tüm dünyaya devrimin güncel olduğunu gösterdiler.
       Gelinen noktada, devrimin güncel bir sorun olup olmadığı tartışması dünya çapında gelişen sınıf mücadeleleri pratiği tarafından kesin biçimde pratikte yanıtlanarak bitmiştir; emperyalist-kapitalist sistem sürüyor, onun genel bunalımı yapısaldır ve kimi zaman hafiflese de hep sürdü, sürüyor; onun dönemsel krizleri hem sistem çapında, hem de tek tek ülkeler düzeyinde en ağır toplumsal sonuçları, yıkımları, ulusal krizleri en derin biçimleriyle yaratmaya devam ediyor ve edecek. İşte bundan dolayıdır ki; devrim günceldir, hep günceldi!

       Olmazsa olmazların başlıcası; devrimci sosyalist öncü...
       Devrimin güncel bir sorun olarak varoluşu, devrimi kaçınılmaz kılmaz. Sadece devrimin nesnel toplumsal koşullarının dünya ölçeğinde varolduğunu, kapitalist sistemin ancak bir devrimle çözümlenebilecek çelişkileri sürekli biçimde ürettiğini gösterir.
       Devrimi, devrim hedefiyle çok yönlü ve basitten karmaşığa değişik biçimler altında örgütlenmiş işçi sınıfı ve emekçi halk yığınları yapar. Leninist devrim teorisi bu noktada yakalanması gereken ana halkayı öncü devrimci sosyalist parti olarak tespit eder. Toplumsal çelişkiler ne denli derin, çatışmalar ne denli sert olursa olsun, işçilerin, emekçilerin kurtuluş arayışlarının varacağı en yüksek nokta sendikal hareket ya da kendiliğinden isyanlar boyutunu aşamaz. İşçi ve emekçilere, ezilenlere kendisinde devrimci seçeneği billurlaştırmış devrimci sosyalist bir parti önderlik yapmıyorsa işçilerin, emekçilerin kazanımları ancak çok sınırlı olabilir, ya da daha kötüsü eğer bir isyan, vb. söz konusu ise yenilgiye uğrar veya sistem tarafından reformist kanallara akıtılarak bir süre için bastırılır. İşçi ve emekçi kitleleri kendiliğinden devrim ve sosyalizm fikrine ve bu fikrin gerektirdiği yüksek örgütlülük ve eylem düzeyine ulaşamazlar. Bu düzey ancak en ileri öncü işçilerin, emekçilerin ve aydınların yaratacakları devrimci sosyalist öncü parti tarafından gerçekleştirilebilir. Bu bağlamda, Leninist devrim teorisinde işçi sınıfın ve emekçilerin en geniş kitlesi ile devrim fikri ve eylemi arasındaki ana bağlantı noktası öncü devrimci partidir. Devrimci sosyalizmin ufkuna, en ileri teorik ve pratik birikimine sahip olan, bu temelde devrimci seçeneği programatik düzeyde yaratmış, sımsıkı bir disiplinle, demokratik merkeziyetçi temelde örgütlenmiş, yaşamının tümünü devrime adamış profesyonel devrimci kadroların çekirdeğini oluşturduğu, geniş işçi ve emekçi yığınları içinde derinliğine kök salmayı örgütsel ve pratik çalışmasının merkezine koymuş, devrimi güncel bir sorun olarak ele alan ve tüm teori ve pratiğini devrimi hazırlamaya/somut pratik olarak geliştirmeye yöneltmiş partidir, öncü parti.
       1990 sonrası yeni tarihsel dönemde, gerek emperyalist-kapitalist sistemin ideologları, gerekse devrim fikrini açık ya da örtük biçimde terk edenler devrimin güncelliği fikrinin üstünü çizerken, bununla bağlantılı olarak en canhıraş biçimde devrimci öncü parti fikrine de saldırdılar. Gerek devrimin güncelliği, gerekse devrimci öncü parti tezlerinin Leninist devrim teorisinin en önemli köşe taşlarından ikisi olduğunu biliyorlardı. Bunlar devrildiğinde, geri kalanı zaten kuru sözden başka bir anlam ifade etmezdi.
       Öncü parti fikrinin devrim süreçlerindeki kimi zaaflı uygulamaları, reel sosyalizm uygulamalarındaki bürokratik bozulmalar ve öncü partinin tersine dönüşmesi bu noktada, karşı-devrimin ve devrim iddiasından şu ya da bu biçimde vazgeçmiş olanların kullandıkları başlıca söylemlerin dayanaklarını oluşturdular. Emperyalist burjuvazinin saldırıları elbette anlaşılır birşeydir. Bu saldırıyla işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilenlerin kurtuluş mücadelesindeki en önemli silahları olan öncü partiyi/örgütü tarihsel olarak mahkum etmek ve böylece olası devrimci girişimleri bu silahtan yoksun bırakmak, en azından bu silahı kulanma konusunda onları kuşkuya sevkederek, bilinç bulanıklığı yaratmak başlıca amaçtı.
       Fakat daha da önemlisi, öncü parti fikrinin ve bunun gerektirdiği ideolojik, politik, örgütsel ve pratik duruşa ilişkin bilinç bulanıklığının sol ve devrimci çevrelerde de yaygın ve derin biçimde oluşmasıdır. 1990 sonrası yeni tarihsel dönemde devrimci öncü parti fikrinden kopuşan güçler, aslında devrim hedefinden de vazgeçen örgüt ve partilerdi. Ancak bu tür açıktan devrimci cepheyi terk edenlerin yanı sıra, bu konuda açıkça tutum almadan, postmodern yaklaşımlarla, anarşizan söylemlerin, ekonomist yaklaşımların vb. içiçe geçtiği muğlak söylemlerle kurnazca öncü parti fikrinden uzaklaşanlar, ya da kafa karışıklığı içinde yönsüzleşenler de ciddi bir toplam oluşturuyorlar. Burjuvazinin ağır karşı-devrimci şiddetinin yarattığı basınçla devrimci cüretin yitimi, yeni dönemin gerektirdiği teorik ve politik ufku yaratamama, stratejik bakış açısından kopuş, siyasetin merkezine müdahale yerine, yerel, lokal kitle mücadelelerini öne çıkarma, vb. bir dizi etken devrimci öncülükten kaçışın, uzak duruşun hem nedeni, hem de dışavurumu oldular.
       Devrimci öncülüğün yerine açık ya da üstü örtük biçimde ikame edilen şey; ağırlıklı olarak sistem içi siyasal arenada boy gösterme temelinde bir ardçılık, protestoculuk, en fazlasından kitle hareketlerinin önünde değil, yanında yürüme ve onlara siyasi gerçekleri görmelerinde "yardımcı olma" oldu.
       Her teorik-politik sorunda olduğu gibi, bu konuda da kesin hükmü ancak proletaryanın, emekçilerin ve ezilenlerin tarihsel eylemleri verebilirdi. Bu bağlamda, Leninist devrim teorisi, 21. yüzyılın ilk büyük mücadele dalgaları içinde deyim yerindeyse bir kez daha toplumsal pratiğin sınavından geçmektedir.
       Leninist devrim teorisinin temel tezlerinden biri olan devrimin güncelliği tezi bu sınavdan kesin biçimde geçmiştir. Emperyalist-kapitalizmin devrim için nesnel koşulları sürekli biçimde üretmesini ifade eden devrimin güncelliği tezi 21. yüzyılın ilk mücadele dalgaları tarafından doğrulanmıştır.
       Leninist devrim teorisinin bir diğer temel halkası olan sınıfa devrimci bilincin ancak dışarıdan öncü parti tarafından götürülebileceği ve devrimin ancak devrimci program temelinde devrimci parti tarafından öncülük edilen işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenler tarafından gerçekleştirilebileceği tezi de bu çetin sınavın içindedir. 20. yüzyılın büyük devrimleri ve devrimci mücadeleleri tarafından kesin biçimde doğrulanan bu tez, 1990 çöküşü ile beraber devrim fikri tarihin teori mezarlığına gömülmek istenirken, 21. yüzyılın ilk büyük mücadele dalgalarıyla birlikte yeniden tüm solun ve devrimci güçlerin gündemine sadece teorik bir sorun olarak değil, yakıcı bir pratik sorun olarak da olanca ağırlığıyla girmiştir.
       Bu tarihsel sınavda henüz devrimci seçeneği kendisinde billurlaştırmış öncü devrimci bir partinin/önderliğin kazandığı bir zaferle verilmiş doğrudan bir yanıt yoktur.
       Fakat yanıt farklı biçimde, dolaylı bir yoldan verilmiştir, vardır; 1990 sonrası yeni tarihsel sürecin bütün büyük mücadele pratiklerinin apaçık gösterdiği şey; kapitalist sisteme karşı yıkıcı taleplerle ya da protestolarla (özgürlük ve insanca yaşam talepleriyle, gerici-faşist diktatörlüklerin yıkılması talepleriyle, ulusal özgürlük talepleriyle, vb.) ayağa kalkan işçi, emekçi ve ezilen halk hareketlerinde ortaya çıkan büyük enerji ile zafer arasındaki bağlantı halkasının devrimci partide cisimleşen, devrimci seçenek/önderlik olduğudur. Daha doğrusu, ancak devrimci seçenek/önderlikle doldurulması mümkün olan bir boşluğun söz konusu olduğudur. Bu tespitte, en azından sol ve devrimci hareketlerin tümüne yakın bir bölümünün birleştiğinden söz edebiliriz. Hiç kuşkusuz, varılan bu nokta bu tarihsel sınavdan geçişte bir ilk büyük mevziyi oluşturuyor. Bu elbette, on-onbeş yıl öncesine göre oldukça ileri bir adımdır. Ancak bu tespiti yapmak, tarihin sınavına verilmesi gereken doğrudan yanıtı; devrimci seçeneği/önderliği yaratarak büyük devrimci süreçleri, devrimleri gerçekleştirerek verilecek olan asıl yanıtı vermek anlamına gelmiyor. Yukarıda belirttiğimiz gibi, dolaylı bir yanıt oluşturuyor. Ve bu dolaylı yanıt, yine yukarıda belirttiğimiz gibi, aynı zamanda mevcut devrimci hareketlerin asli devrimci rollerini, yani öncülük rolünü oynayamadıkları anlamına da geliyor. Dolayısıyla, bugün büyük mücadele dalgaları tarafından yeniden yakıcı tarzda gündemleşen devrimci seçeneğin/öncülüğün zorunluluğu noktasında devrimci güçlerin daha net bir duruşa yönelmeleri kendi içinde bir yandan olumlu bir yönelişi ifade ediyor. Ama diğer yandan, devrimci seçeneğin/önderliğin yokluğu tespitinin yapılması da devrimci güçlerin devrimci bir rol oynama yeteneğinden uzak oluşlarının itirafı olması anlamında olumsuz bir zeminde durulduğunu da göstermektedir.
       Bu nokta, devrimci hareketin durduğu yeri anlamak açısından önemlidir ve bu nedenle kısaca da olsa irdelemek gerekiyor.

       b) Devrimci Seçeneğin/Önderliğin Yokluğundan Yakınan Devrimcilik?
       Tüm sol ve devrimci hareketlerin özellikle büyük kitle mücadeleleri inişe geçtiğinde ya da ileri hedeflere ulaşamadığında, bunun nedenini açıklamak için koro halinde ifade ettikleri devrimci seçeneğin/önderliğin yokluğu tespiti, sadece kitle hareketlerinin durumu ve geleceği açısından değil, esas olarak sol ve devrimci hareketlerin kendi duruşları ve gelecekleri açısından oldukça tanımlayıcı, belirleyici bir tespittir. Ve ne yazık ki, bu tespit en kritik, en yalın, tümüyle doğru ve sonuçları en acı olan tespittir. Ve yine ne yazıktır ki, bu tespit sol ve devrimci hareketlerin dilinde bir nakarata dönüşmüş, kalemine yapışıp kalmış, adeta kemikleşmiştir.
       Ne yazık ki, diyoruz, çünkü bu tespit aynı zamanda bu tespiti yapan sol ve devrimci hareketlerin kendi duruşunu, varoluşunu anlamsızlaştıran, ironik bir tespittir. Devrimci seçeneği yaratmak, önderliği yapmak asli görevi olan devrimci hareketlerin, bu işi yapanın olmadığı tespitini yapması tutumu karşısında aslında ironik tanımlaması en hafif tanımlamadır.
       Varlık nedeni devrimci seçenek/önderlik yaratmak/olmak olan devrimci hareketlerin, adeta bir seyirci/yorumcu tutumuyla kitle mücadelelerine bakarak, "devrimci önderliğin/seçeneğin" yokluğuna hayıflanmaları, "durum tespiti" yapmaları aslında kendilerinin içinde bulundukları durumun, yani devrimci olmayan/olamayan duruşun da ifadesidir. Bu tespiti yapmak her devrimci hareket açısından aslında kendi varoluş nedeninin pratik bir karşılığını yaratamadığını ifade etmek, yani aslında kendisinin iddiası-hedefi bağlamında varolmadığını tespit etmek anlamına gelir.
       Eğer, hem devrimci örgüt/parti olma iddiasında olup, hem de onlarca yıldır, devrimci bir seçenek, bir önderlik düzeyi yaratılamamışsa, ne tür bir devrimci rol oynandığının izah edilmesi gerekir. Devrimci seçenek/önderlik olmak için ne tür bir programa sahip olduğunun somut teorik ve pratik karşılıklıkları ile ifade edilmesi gerekir.
       Biraz daha açarsak; bugün dünyanın hemen hemen her ülkesinde devrim ve sosyalizm iddiası taşıyan pek çok örgüt ve parti söz konusu. Ancak buna rağmen, bir devrimci önderlik/seçenek sorunu bulunuyor. Demek ki, devrimci örgüt ve partilerin varolması devrimci önderlik sorununun otomatik olarak çözüldüğü anlamına gelmiyor. Devrimci önderlik/seçenek ile tanımlanmaya çalışılan durum ve düzey ile devrimci örgüt ve partilerin varolması durumunun birbirleriyle ilişkili ancak, her zaman birbiriyle aynı olan şeyler olmadığı apaçıktır. Bir devrimci örgüt ve parti varolduğu andan itibaren devrimci seçeneğin (teorik-politik ufuk, örgütsel düzey ve pratik hedefler bağlamında) kendisinde cisimleştiği iddiasıyla ortaya çıkar ve bu temelde kendisini toplumsal mücadelelerin önderliğinin nüvesi, adayı olarak ortaya koyar, tanımlar. Fakat iddia ve duruş ne olursa olsun, devrimci önderlik/seçenek olma durumu teorik ve pratik faaliyet içinde kazanılabilir bir şeydir. Bunu başaramadıkları ölçüde devrimci önderlik/seçenek ile devrimci örgüt ve parti ayrı şeylerdir. Bu başaramama durumunun uzadığı ve kemikleştiği ölçüde, devrimci seçenek iddiası ile ortaya çıkan örgüt ve partilerin devrimci bir rol oynayıp oynamadığı, daha doğrusu politik, toplumsal işlevinin ne olduğu da tartışmalı hale gelir.
       Gelişen toplumsal mücadelelerin gerek dünya ölçeğinde, gerekse Türkiye ölçeğinde bu bağlamda ortaya koyduğu gerçek, devrimci örgüt ve partilerin yürüttükleri faaliyetlerin esas olarak hala minimum düzeyde sürdüğü gerçeğidir. Bu düzey; devrimci seçeneği ve önderliği somutlaştıracak ideolojik, teorik, politik ufuktan uzak, örgütsel, kadrosal zeminden yoksun, esas olarak kendi varlığını korumaya dönük, düşmanla cepheden karşı karşıya gelmekten kaçınan, devrimci özellikleri son derece sınırlı bir pratikten oluşmaktadır. Bırakalım durgunluk dönemlerinde öncü çıkışlar yaratmayı, toplumsal mücadelelerin büyük ivmeler kazandığı koşullarda bile devrimci seçenek/önderlik düzeyini yaratmayan devrimci güçlerin teorik ve pratik bağlamda devrimci özellikleri, devrimci rol oynama yetenekleri ciddi ölçüde zayıf demektir ve durum da budur... 1990'ın üzerinden 20 yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına karşın, Lenin'in böylesi kritik bir anda verdiği "evet böyle bir parti var" yanıtına ulaşma yönünde güçlü bir çaba/çıkış hala somutlaştırılamamıştır.
       Kolombiya, Hindistan, Filipinler vb. ülkelerde halk demokrasisi ve sosyalizm iddiasıyla sürmekte olan devrimci halk savaşları ve bunlara öncülük yapan devrimci partiler bu noktada belli ölçülerde ayrıksı özellikler taşıyorlar. Bu partiler ve mücadeleleri dünya devrimci hareketi açısından birer direnç noktası, devrimci savaşımın sürdürülebilir ve ileriye taşınabilir olduğunu gösteren önemli umut kaynakları... Ancak 1990 sonrası yeni dönemde teorik, politik açılımları, programları ve pratik düzeyleri itibariyle döneme bütünlüklü yanıt oluşturmaktan uzaklar. Esas olarak geride kalan 1990 öncesi dönemin teorik, politik ve pratik duruşunu günümüz koşullarına kısmen uyarlayarak, onlarca yıllık devrimci savaşımın yarattığı köklü ilişkilere dayanarak ve 1990 çöküşünde devrimci duruşlarını korumanın verdiği avantajlar üzerinden yürüyorlar. Dolayısıyla bulundukları ülkelerde güçlerini iniş-çıkışlarla da olsa korumalarına, tüm dünya devrimcileri için direnişleri, mücadeleleriyle moral ve umut kaynağı olmalarına karşın, hem bulundukları ülkelerde, hem de dünya ölçeğinde henüz büyük bir devrimci çıkış yaratacak bir ufuk ve önderlik düzeyine ulaşabilmiş değiller. Bu nedenle, bu devrimci parti ve örgütlerin gelişim seyri de oldukça sancılı ve inişli-çıkışlı sürmektedir.
       Bu noktada devrimci seçenek/önderlik nedir? sorusu daha açık bir anlam kazanıyor.

       c) Devrimci Seçenek/Önderlik

       Devrim ve sosyalizm ufku
       Devrimci seçeneği/önderliği yaratmak ya da olmak herşeyden önce, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin ve bu sistemin bulunulan ülkedeki varoluş tarzının güçlü, sistematik bir devrimci eleştirisine ve bütün deneyimlerin ışığında sosyalist/komünist uygarlığın öncüllerini koyan bir teorik ve politik ufka sahip olmak anlamını taşır.
       1990 sonrası dönemin en tipik özelliklerinden biri bu ufka sahip olma perspektifinden kopmaktır. Sosyalist uygarlığın ifadesi olarak gördükleri reel sosyalizmin çöküşü, kapitalist sistemin sahte "zafer"inin yarattığı basınçla birleştiğinde pek çok sol ve devrimci hareket devrimin güncelliğini reddetsin ya da etmesin pratik gündeminden çıkararak "muhalif" konuma savrulmuş, devrimci özellikleri önemli ölçüde törpülenmiştir. Sosyalist/komünist uygarlık hedefi, ufku ise daha çok bir "ütopya" derekesine düşmüştür. Devrimcilikte ısrar eden, devrimin güncelliğini teorik ve politik dağarcığından çıkarmayan devrimci güçlerin önemli bir bölümü ise esas olarak geride kalan dönemin ufku ile 1990 sonrası yeni tarihsel dönemde kendini var etmeye çalıştığı ölçüde güdük, etkisiz, en fazlasından gücünü korumaya çalışan, bu anlamda güçlü bir devrimci rol oynamaktan uzak bir konuma düşmüşlerdir. Bu bağlamda, 1990 sonrası dönemde sol ve devrimci hareketi tanımlayan en önemli öğelerden biri devrim ve sosyalizm ufkundan önemli ölçüde kopmaktır.

       Stratejik çizgi/bakış
       Devrim ve sosyalizm ufku, devrimin örgütlenmesini, iktidar hedefini başat sorun olarak ortaya koyar. Devrimin örgütlenmesi ise iktidar hedefine kilitlenmiş bir stratejik politik çizgiyi gerektirir. İktidarı almaya dönük bir devrimci stratejik çizgi (devrim yolu, mücadele araçları, vb.), buna uygun politik, sosyal, kültürel ve diğer toplumsal varoluş biçimlerine ilişkin taktikler, ittifak ilişkileri ve militan bir pratik çizgi; devrimci seçeneğin/önderliğin somutlaştığı ikinci temel halka budur.
       Devrimci seçeneğin/önderliğin pratik duruşunu sıradan bir politik çalışmadan, geniş emekçi kesimlerinin eylemlerinden ayıran, onun her bir pratiğinin/eyleminin kesin biçimde iktidarı ele geçirmeye kilitlenmiş stratejik çizgisinin adım adım sıçramalı tarzda geliştirilmesine bağlanmış olmasıdır. Devrimci seçeneğin/önderliğin her bir pratiği stratejik çizgi temelinde planlı faaliyettir. Onun her pratiğine iktidar hedefine bir adım daha yaklaşma perspektifi hakimdir, bu hiç bir bulanıklık olmadan net biçimde görülebilir.
       Geniş emekçi hareketlerinin ve sol ve devrimci çevrelerin pratiğine ve taktiklerine egemen olan stratejik çizgiden/bakış açısından yoksun, protestoculuk, günü kurtarmaya dönük sıradan ve perspektifsiz, kendiliğindenciliğin akışına bırakılmış taktikler-pratikler, en fazlasından yerel, lokal hedeflere kilitlenmiş faaliyetlerdir. Güçsüzlüğü ve iktidar hedefinden yoksun, iddialı bir faaliyet yürütememeyi örtmekten başka işe yaramayan ittifak ilişkileri, devrim iddiasından yoksun "muhalefet" olma söylemleri ve pratikleri, iktidar hedefinden kopuk dünyayı değiştirme söylem ve pratikleri; devrim ve sosyalizm ufkuyla, stratejik bakış açısıyla ilgisi olmayan, dolayısıyla devrimci olmayan, ya da en fazlasından devrimci özellikleri oldukça zayıf faaliyet biçimlerinden başka bir şey değildir.

       Devrimci sosyalist parti
       Devrimci seçenek/önderlik, devrim ve sosyalizm ufkuyla yaratılmış en ileri teori ve politikaya dayanan, tüm pratiğini devrim hedefine kilitlemiş bir stratejik çizgi temelinde geliştiren, bütün bunların en ileri düzeyde cisimleşmesini ifade eden devrimci sosyalist partidir. Devrimci sosyalist partide cisimleşmeyen devrimci ufuk ve stratejik çizginin sadece söz kalabalığı olarak kalması kaçınılmazdır. Sadece 20. yüzyılın değil, 21. yüzyılın tüm toplumsal mücadele pratikleri apaçık gösteriyor ki, devasa aygıtlarıyla insanlığın üzerine çullanmış olan emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadeleye öncülük edecek örgüt, ancak proletaryanın en ileri kesimlerini, en sıkı disiplin, yüksek üretkenlik ve katılım düzeyiyle saflarında örgütlemiş Leninist parti olabilir.
       Leninist parti anlayışının teorik öncülleri ve örgütsel ilkeleri, bugün gerek geniş kitle mücadelelerine egemen olan öncüden yoksunluk, dağınıklık durumunun, gerekse devrimci harekette varolan devrime kilitlenmiş örgüt düzeyinden yoksunluk durumunun tam olarak karşılığıdır. Proletarya ve diğer devrimci dinamiklere devrimci bilincin ancak dışarıdan götürülebileceği, proletaryanın en ileri kesimlerinin sımsıkı örgütlenmesi olarak devrimci partinin/örgütün öncülüğü olmadan işçi ve emekçilerin geniş kesimlerinin isyan ve mücadelelerinin devrim ve sosyalizm hedefine ulaşamayacakları, vb. gibi Leninist parti anlayışının temel öncülleri bugün büyük mücadeleler içinde doğrulanmaktadır.
       Hiç kuşkusuz, Leninist örgüt-parti anlayışı, Marksizm-Leninizmin tüm yapı taşları gibi bitmiş tamamlanmış bir perspektif değildir. Onun yaklaşık yüz yılı aşan uygulama biçimleri başarı ve başarısızlıklarıyla önümüzde durmaktadır. Bütün bu deneyimlerin açıkça gösterdiği gibi, Leninist parti anlayışının proletaryanın, emekçilerin ve ezilenlerin en geniş kesimlerinin devrimci enerjisini açığa çıkaracak, onların devrimci düşünce ve eylemin geliştirilmesine en geniş katılımını sağlayacak tarzda geliştirilmesi devrimci seçeneği/önderliği yaratmanın olmazsa olmazlarından biri durumundadır.

       Devrimci militan
       Devrimci seçeneğin/önderliğin partiyle birlikte cisimleştiği bir diğer temel halka devrimci militan/kadrodur. Devrim ve sosyalizm ufkunu, yaşamının ufku haline getirmiş, tüm yaşam pratiğini bu ufukla geliştiren, bu bağlamda devrimci pratiğiyle hem dünyayı, hem de kendini değiştiren, bu temelde sosyalizm hedefini/ufkunu kendi yaşamında cisimleştiren, bu ufku kitleler içinde örgütleyen, üreten, devrim ve sosyalizmin insanda cisimleşmiş halidir devrimci militan...
       Devrimci militan soyut ve birdenbire ortaya çıkan bir şey değildir. O başlangıçta sistem insanıdır, isyan eder ve isyanının karşılığını devrim ve sosyalizmde bulur. Sistemden kesin ve köklü kopuş iradesini gösterdiği noktada devrime yönelir. Devrime yöneliş, devrimci faaliyete katılım ilk adımdır. Devrimci militan kimliğinin kazanılması ise düzenle ve kendisindeki düzen kişiliği ile mücadele içinde mümkündür. Yani devrimci pratik ve örgütlü yaşamla ortaya çıkar. Devrim ve sosyalizm ufku, stratejik çizgi, bu çizgiye uygun pratik ve örgüt içinde mücadele ile kazanılır devrimci militan kimliği. En ileri düzeyini profesyonel devrimcilikte bulan çok katlı, çok yönlü bir süreçtir bu...
       Günümüzde devrim ve sosyalizm ufkunun, stratejik çizginin, pratiğin ve örgütün bütünlüklü bir tarzda kendini daha ileri bir düzeyden üretemeyerek gerilediği 1990 sonrası süreçte, devrimci militan kimliği de önemli ölçüde aşınmıştır.
       Devrimci sosyalizmin tarihsel mücadele deneyimleri, devrimci olsun olmasın işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin geniş kesimlerinin yüreğinde bilincinde en ileri insani duruşu cisimleştiren pek çok örnek devrimci militan yaratmıştır. Che bunların en parlak ifadelerinden biri olarak, 1990 sonrasının en karanlık dönemlerinde dahi parlayan kutup yıldızı olmuştur. Sadece öne çıkmış örnekler değil, kitlesel olarak devrimci militanlığın ileri örneklerini yaratmış bir çok devrimci mücadele deneyimi ile doludur devrimler tarihi.
       Devrimci sosyalizmin devrimci seçeneği/önderliği bütünlüklü tarzda yaratma yönündeki adımları, aynı zamanda devrimci militanlığın, tarihsel örneklerin kılavuzluğunda, daha ileri bir düzeyini geliştirme mücadelesi olarak da biçimlenecektir.

       Devrimci irade ve cüret
       Devrimci seçeneğin/önderliğin olmazsa olmaz bileşenlerinden biri de, devrimci yıkma ve kurma iradesi ve cüretinin en ileri düzeyde var olmasıdır. Che'nin "gerçekçi ol, imkansızı iste" parolası bu düzeyin en yalın ve parlak ifadesidir. Devrimci seçenek/önderlik olabilmek için devrimci ufuk ve stratejik çizgiyi tam bir serdengeçtilikle, fedai ruhuyla, sonsuz bir enerjiyle, engel tanımadan sıçramalı gelişme persepktifiyle mücadele pratiğine dönüştürme iradesi gerekir. Ve mayasında devrimci cüret vardır.
       1990 öncesi dönemlerde de dünyanın dört bir yanındaki çeşitli devrimci pratiklerde görülen, 1990 sonrası yeni dönemde ise sol ve devrimci güçlerin büyük bir bölümünün teorik ve politik çizgilerini şu veya bu düzeyde adeta karartan duruş ise irade kırılması ve cüret yitimidir... On yılların yıpranmışlıklarının, devrimci seçeneğin/önderliğin temel halkalarının yaratılamamasıyla birleşmesi, devrimci atılım ruhundan yoksun, en az riskle, en az olanı yapma, devrimin gereğini yapma yerine, giderek devrimci anlamını yitiren kendi varlığını koruma, kendine güvenmeme gibi hastalıklarla sakatlanmış bir devrimcilik tarzı yaratmaktadır. Devrimciliğin ölümü anlamına gelen bu irade ve cüret yitimi elbette aşılmaz değildir. Aşamayanlar, sınıf mücadelelerinin içinde sürekli biçimde ortaya çıkan devrimci öğeler tarafından kaçınılmaz biçimde aşılacaktır.

              ***
       Devrimci seçeneğin/önderliğin bu ana halkaları kendi içinde organik bir bütün oluşturuyorlar. Her birinin kendi özgün yanları ve gelişme yolları olsa da, her biri bir diğerinin olmazsa olmazıdır. Ve devrimci seçeneğin/önderliğin yaratılması bir anın değil, her adımı örgütlenmiş, planlanmış bir mücadele sürecinin ürünü olabilir. Devrimci seçenek/önderlik bir yerlerde bir grup akıllı, zeki insanın yaratıp sunacağı bir şey değildir. Zorlu mücadeleleri, hele ki, 1990 sonrası karanlık dönemde, oldukça zorlu ve büyük mücadeleleri gerektiriyor. Devrimci hareketin kendi tarihsel hata ve zaaflarından, yetersizliklerinden kaynaklanan engeller ile 1990 sonrası emperyalist-kapitalist sistemin dünya ölçeğinde yeniden egemen hale gelişinin yarattığı büyük nesnel zorluklar bir aradadır.
       Ancak öte yandan, özellikle 2000'lerden bu yana yine dünya ölçeğinde gelişen büyük mücadele dalgaları, kapitalizmin yarattığı engelleri ve devrimci hareketin yetmezliklerini giderek daha fazla zorlamakta, devrimci seçeneği/önderliği yaratma görevini hem bu büyük kitlesel mücadeleleri geliştiren güçlerin ileri kesimlerinin, hem de devrimci güçlerin önüne her zamankinden daha yakıcı biçimde koymaktadır.
       Henüz bu büyük mücadelelerin içinden fırlayarak öne atılıp, devrimci seçeneği/önderliği kendi cephelerinde somutlaştırmak için örnek bir adım atmış yeni bir hareket bulunmuyor. (Bu durum, hiç olmayacağı anlamına gelmez elbette. Sadece an'da durum budur.)
       Enternasyonal düzeyde devrimci hareketin deneyim ve birikimlerini toparlayarak, 1990 sonrası yeni tarihsel dönemin devrimci eleştirisi üzerinden sosyalizm ufkunu geliştiren, bunun tek tek ülkelerdeki birikimle buluşmasını sağlamayı hedefleyen bir çaba ise henüz yok denecek düzeydedir. (Çeşitli devrimci parti ve örgütlerin oluşturduğu zayıf enternasyonal birliklerin bu yönlü çabaları ya yoktur, ya da çok cılız düzeydedir.)
       Bu gerçeklikten hareketle, devrimci seçeneği/önderliği esas olarak tek tek ülkelerde kendini bu hedefe kilitlemiş, yerel-evrensel ilişkisini kuran devrimci parti ve örgütlerin geliştirebileceği açıktır. Tek tek ülkelerdeki devrimci partilerin devrimci seçeneği/önderliği kendi gelişme yollarından ilerleyerek, (fakat enternasyonal etkileşime açık olarak, bunun için özel çaba harcayarak) bir dizi güçlü atılım örnekleri yaratarak somutlaştırabileceğini söyleyebiliriz. Devrimci önderliği/seçeneği somutlaştıran bu atılımların enternasyonal düzeydeki etkileşimleri, bireşimleri, enternasyonal düzeyde de devrimci seçenek ve önderliği geliştirecektir. Bugün için görünen yol budur.
       Tam da bu noktada, Türkiye devrimci hareketinin, özel de ise devrimci sosyalist hareketimizin durduğu noktayı, yapılması/yapmamız gerekenleri ele almak gerekiyor.

       III- Türkiye ve Devrimci Seçenek/Önderlik

       a) Devrimin Güncelliği ve Türkiye
       Devrimin güncelliği, dünya kapitalizminin çelişkileri ve büyük halk hareketleri tarafından apaçık ortaya konulmuştur. Bu noktada, Türkiye sol ve devrimci hareketi açısından asıl soru, "bunun Türkiye'deki karşılığı nedir?" sorusudur.
       Türkiye'deki toplumsal zeminin devrimin güncelliği bağlamında genel bir analizini bir kaç ay önce Barikat'ın Kasım 2011 tarihli sayısında "Seçim Sonuçları ve Siyasal Durum; Eğilim ve Olasılıklar" başlıklı yazımız da yaptık.
       Kimi temel başlıkları yeniden ele alacak olursak;

       - Tüm temel çelişki alanları derinleşerek büyüyor...
       Türkiye kapitalist sistemi 1990 sonrası yeni tarihsel dönemin bütünü boyunca (ki daha öncesinde de) toplumsal yaşamın bütün alanlarında yoğun alt-üst oluşlarla biçimleniyor.
       Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesi ve bunun bütün dolaysız sonuçları, 1990 sonrası yeni dönemin dünya tablosu ve gelişmeleriyle birleşince, Türkiye kapitalist sisteminin bütün çivileri yerinden oynamış, büyük çatışmalar ve krizler içinde ayakta kalma, kendini restore etme süreci yaşanmıştır. Ana karakteristiklerini Türk, sünni, anti-demokratik, kapitalist ve ABD emperyalizminin buyruğunda NATO'nun ön cephe jandarması olarak belirlemiş Türkiye kapitalist sistemi ve devletinin bütün bu dayanak ve karakteristikleri (çivileri) dağılma sürecine girmiştir. 1990 sonrası, Türkiye'de devrimin güncelliği meselesini Türkiye kapitalist sisteminin üzerine kurulu olduğu ve her biri büyük çelişkilerin ve acıların kaynağı olan bu temel dayanaklarının durumu üzerinden izlemek mümkündür. Bu sürecin çelişki ve çatışmaları elbette düz bir çizgide ve aynı tempoda gelişmiyor. İnişler ve çıkışlarla biçimleniyor. 20 yılı aşan bu sürecin her aşamasının gösterdiği şey; dünya ölçeğinde var olan devrimin güncelliği koşullarının, Türkiye'de sık sık en ağır biçimde derinleşerek (milli krizin olgunlaşması) büyük çelişkiler ve çatışma zeminleri ortaya çıkardığı, Türkiye oligarşisinin bu koşulları aşma zeminine sahip olmadığıdır.
       Her şeyden önce, Türkiye oligarşisinin sömürgeci egemenliği altında olan Kuzey Kürdistan'da otuz yıldır, kimi iniş çıkışlarına rağmen sürmekte olan ve büyük bir halk desteğini arkasına almış bir ulusal kurtuluş savaşı söz konusudur. Kürt ulusunun Kuzey Kürdistan'da yaşayan büyük bir bölümü, 1990'dan bu yana binlerce onbinlerce yurtseverin ölümüne karşın, soluk soluğa süren büyük kitlesel mücadeleler yoluyla bu mücadelenin arkasında durmaktadır. Bu mücadelenin Türkiye metropollerindeki büyük Kürt kitlesinde de güçlü yankıları vardır. Türkiye metropollerindeki Kürt kitlesi önemli ölçüde proleterleşmiştir ve en yoksul kesimleri oluşturmaktadır. Bu proleter kesimlerin küçümsenemeyecek bir bölümü, ulusal baskı ve yoksulluğun ağır çelişkilerine karşı kimi zaman yüzbinleri bulan büyük eylemler ve mücadeleler yoluyla sokak mücadelelerine girmektedir.
       Sadece Kürtler değil, onların açtıkları yoldan, Laz, Çerkez ve diğer ulusal topluluklar da ulusal demokratik hakları için henüz nüve halinde olsa da mücadeleye girişmiştir.
       Türkiye kapitalist sisteminin başlıca belirleyicilerinden olan, Kuzey Kürdistan'ı sömürgeleştirme, diğer ulusal toplulukları baskı altında tutma politikası, tüm sömürgeci dayanaklarıyla birlikte çökmektedir.
       En büyük ezilen inanç grubu olan Aleviler de, 1960'lı yıllardan bu yana zayıf da olsa var olan, inanç özgürlüğü ve eşitliği bağlamındaki hak taleplerini, 1990'larla birlikte artık büyük protesto ve mücadelelerle ortaya koyuyorlar. Sistemin, bu halk dinamiğini güdük haklar temelinde kendine bağlama çabaları özellikle orta sınıflarda ve onların etki alanındaki daha yoksul kesimlerde kısmi sonuçlara ulaşmış olsa da, geniş Alevi kitlesi açısından tatmin edici olmamıştır. Muhalif bir dinamik olarak Alevilerin mücadelesi, dönem dönem devrimci güçlerle güçlü bir bağ içinde devrimci, demokratik bir rol oynamaya devam ediyor. Gazi direnişinden, katliamlara karşı büyük protesto ve mücadelelere değin, son 20 yılın mücadeleleri, Alevi dinamiğinin Cumhuriyet dönemi Türkiyesindeki en büyük ayağa kalkışlarını ifade ediyor. Dahası bu ayağa kalkış, Türkiye kapitalist sisteminin bir diğer temel dayanağı olan Sünni kimliğini de zorluyor, kırıyor.
       Türkiye kapitalist sisteminin, 1990 sonrası yeni dönemde, uluslararası alanda rol arayışı da oldukça sancılıdır. Jeopolitiğin değişmesiyle birlikte, NATO içinde daha önce üstlendiği rolün önemsizleşmesine bağlı olarak kendini bir boşlukta bulan oligarşi 1990-2000 arası yıllarda, dış politikasını önemli ölçüde PKK'nin dış ilişkilerini engelleme çabaları ve ABD'nin Ortadoğu, Balkanlar, Asya vb. coğrafyalardaki irili ufaklı işlerinin taşeronluğuna bağlamıştır. 2000'li yıllarda Büyük Ortadoğu Projesi ile yeni ve öncü bir rol bulduğunu düşünen Türkiye oligarşisi, bu politika eksenindeki hamleleriyle bugün tüm komşularıyla altından kalkamayacağı çatışmalı (Suriye ile savaş noktasına değin yaklaşmıştır) bir mecraya sürüklenmiş durumdadır.
       Türkiye kapitalist sisteminin belirleyici özelliklerden biri olan anti-demokratik karakter, (ki bu nitelik 1950'lerden itibaren sömürge tipi faşizm olarak biçimlenmiştir) bu süreç içinde bir yandan başta Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesi olmak üzere, devrimci ve sol güçlerin ve Alevilerin mücadeleleriyle küçümsenemeyecek ölçüde darbelenmiştir. Sistem açılım politikaları ve kimi düzeltmeler yoluyla, bu noktadaki çelişki ve çatışmaları sulandırarak denetim altına almaya çalışırken, bir yandan da tüm muhalif güçleri terörize etme, zaten oldukça güdük olan yasal demokratik mücadele alanlarını en minimum düzeye çekme çabası içindedir. Demokrasi ve özgürlük talepleriyle, büyük baskı dalgaları arasındaki gerilim ve çatışma zemini her geçen gün biraz daha büyümektedir.
       Egemen sınıflar arasındaki çatışmalarda AKP ve arkasındaki tekeller, diğer burjuva partileri ve onları destekleyen güçlere karşı açık bir başarı kazanmış görünüyor. Burjuva muhalefet partilerinin ve ordunun siyasal güç ve dolayısıyla ekonomik rant alanından önemli ölçüde uzaklaştırılması ve AKP'nin bütün siyasal ve toplumsal kaynakların başını kesin biçimde tutmasıyla birlikte, burjuva siyasal, ekonomik ve toplumsal güç mücadelesinin ekseni AKP içine dönmüştür. AKP, kendi içinde homojen bir yapı değildir, deyim yerindeyse bir koalisyondur. Birbirinden şu veya bu düzeyde ayrışan tekel grupları ve bunların siyasal, toplumsal ifadesi olan tarikatlar, vb. kümelenmelerden oluşmaktadır. Ve bu tarikatlar içinde en güçlü grubu oluşturan Gülen tarikatı ile Tayyip Erdoğan'ın başını çektiği grup arasında karşılıklı komplo ve zoru içeren müdahaleler, seçim sonrası süreçte belirginleşmiştir. Böylece oligarşi içi mücadelede yeni bir cephe açılmıştır. Ve bu cephe en az daha önceki ayrışma ve mücadeleler kadar serttir. Daha baştan, Gülencilerin MİT müsteşarını tutuklama girişimine ve ardından da Tayyip'in karşı hamlesiyle polis ve yargıdaki Gülen taraftarlarına dönük büyük bir sürgün kampanyasına dönüşebilmiştir. Gerek ordu içindeki tasfiye ve tutuklamalar, gerekse de Tayyip ile Gülen arasındaki güç mücadelelerinde siyasal zorun açıkça kullanılması, oligarşi içi çelişkilerin derinliğini ve genişliğini apaçık göstermektedir. Türkiye oligarşisi kendi cephesindeki yönetme sorunlarını ancak zor kullanarak çözebilecek denli derinlikli ve geniş çelişkilerle boğuşmaktadır.
       Türkiye oligarşisinin ve son on yılın iktidar partisi AKP'nin elini güçlendiren tek olgu ekonominin "iyiye gittiği" yönünde yaratılan ve toplumun geniş kesimlerine kabul ettirilen gerçek dışı manipülatif yargıdır. Türkiye ekonomisinin nasıl tümüyle borçlanmaya dayanan oldukça kırılgan bir rant dağıtım mekanizmasına dönüştürüldüğünü özet bir biçimde Barikat'ın Kasım 2011 tarihli sayısında ortaya koymuştuk. Türkiye'nin bağımlı, çarpık kapitalizmi 2001 krizini de aratacak bir ekonomik kırılmanın eşiğinde durmaktadır.
       Türkiye ekonomisi esas olarak sıcak para da denilen kısa vadeli ve önemli bölümü kayıt dışı olan finansman ve diğer iç ve dış borçlar yoluyla borçlanarak büyümektedir. Ve bu borçlanma furyası adım adım sınırlarına varmaktadır. Son bir ay içinde, Türkiye'nin kredi notunun, kredi derecelendirme kurumları tarafından düşürülmesi yeni ve güçlü sinyallerden biridir. Bu borçlanma furyasından yararlanan küçük ve orta burjuvazinin yaşadığı "sahte" zenginleşmenin yarattığı göz boyama ile bütün burjuva medya aracılığıyla yaratılan büyük manipülasyon birleşerek bu durumun adeta sonsuza değin süreceğini vaazediyorlar. Hiç kuşkusuz, bu tabloda emekçilere çeşitli dilencilik projeleri yoluyla dağıtılan kırıntıların da payı bulunuyor.
       Öte yandan, çöküşe doğru ilerleyen bu sahte "ekonomik ilerleme" tablosu, işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamının pek çok açıdan giderek daha katlanılamaz hale geldiği gerçeğini örtemez. Kölece çalışma koşulları artık işçilerin hayatının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. 8 saatlik resmi işgünü artık, özellikle özel sektörde tümüyle geride kalmıştır. Çoğu iş kolunda 10-12 saatlik (hatta daha fazla) işgünü olağan hale gelmiştir. Milyonlarca işçinin mahkum edildiği 701 TL gibi komik bir rakam düzeyinde olan asgari ücret ise ancak büyük kentlerde ve kısmen uygulanmaktadır. Anadolu'da özellikle kadın işçiler arasında resmi asgari ücret tamamen hayal haline gelmiştir. İşsizlik rakamları, özellikle genç işsizlik ekonominin patlama yaptığı dönemlerde bile düşmemektedir ve ciddi boyutlardadır. İlköğretim sonrası eğitim ve çalışma imkanı bulamayan on milyonlarca genç başıboş durumda yozlaşmanın kucağına, lümpen proletarya saflarına itiliyor. Üniversiteler milyonlarca eğitimli işsiz yaratıyor. Taşeronlaştırma, güvencesiz çalışma vb.'de en ufak bir iyileşme söz konusu değildir.
       Dünya Bankasının 2012 Dünya Kalkınma Göstergeleri raporuna göre, kırsal nüfusun 2008'de yüzde 34.6'sı yoksulluk sınırının altında yaşarken, 2009'da bu oran yüzde 38.7'ye yükseldi. Genel olarak yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı ise 2009'da yüzde 18.1'dir. Gelir piramidinin en üstünde yer alan nüfusun yüzde 20'si ulusal gelirin yüzde 45'ine (ilk yüzde 10, gelirin yüzde 29.4'ünü alıyor) sahip olurken, en alttaki yüzde 10 ise sadece yüzde 2.1'ine sahip oluyor.
       Oligarşi ve AKP, bu tabloyu, tümüyle orta ve orta üst sınıfların yararlandığı zenginlik tablolarıyla, göz boyamaya dönük kırıntı dağıtımlarıyla, sınıf bilinci ve duruşunu karartan ve durumu kabul edilebilir, hatta olabilecek en iyi durum olarak gösteren sistemin bütün ideolojik aygıtlarının birleşik bombardımanlarıyla meşru kılmayı başarıyor.
       Türkiye oligarşisi ve AKP açısından artık ekonomideki rant dağıtım mekanizmaları yoluyla yaratılan iyimserlik atmosferinin de sonuna gelinmektedir. Türkiye kapitalizmi için, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin içine girdiği kriz çukurunun labirentleri arasında bulduğu kısa soluklanma fırsatları artık tükenmektedir.
       Rant dağıtım mekanizmalarıyla tarikatların içiçe geçtiği Türkiye toplumu, kültürel açıdan da Allah ve doğruluk sözlerinin, en derin yozlaşma biçimleriyle içiçe geçişini de yaşıyor. Tüm toplumsal süreçler yozlaşmanın her türünün karanlık dehlizlerinde kaybolmuş durumdadır. İkiyüzlü, tümüyle çıkar ilişkilerine bulanmış tüccar dindarlığı, rüşvet, ihale fesatçılığı, kayırmacılıkla kısacası, kapitalist para ilişkileriyle yoğrulmuş olarak toplumun geniş kesimlerine yayılıyor. Fuhuş, uyuşturucu, irili ufaklı çetecilik, bu ilişkilerin olmazsa olmazı olarak toplumsal yaşamda giderek daha geniş bir yer buluyor. Postmodern çürüme ise bütün bunlarla içiçe, yanyana yeni biçimler kazanarak derinleşiyor. Bütün değer yargıları bu çürüme denizinin içinde yitip gidiyor. Çıkış bulamayan toplum bu yozlaşma batağında debelenip duruyor.
       Kadınlar bu toplumsal atmosfer içinde en ağır bedeli ödüyor. Tüccar dindarlığının ve postmodern yozlaşmanın çığrından çıkardığı kültürel davranış kodları kadına karşı, Türkiye tarihinde eşi görülmemiş düzeyde bir şiddet olarak geri dönüyor. AKP döneminde erkek şiddeti sonucu kadın cinayetleri tam 14 kat artmış durumda. Her ev adeta bir savaş alanına dönüşmüş durumda. Karşı koymak isteyen kadınların cılız sesi kendine çıkış arıyor.

       - Biriken, derinleşen çelişkiler için AKP'li yada AKP'siz sistem içi bir çıkış yoktur...
       Kürdüyle, Alevisiyle, hakkını arayan işçisiyle, toprağını, suyunu, kondusunu korumaya çalışan emekçisiyle, dizginsiz şiddetin kıskacındaki kadınıyla tüm toplumsal dinamikler bir yandan yoğun bir faşist terörün ve diğer yandan derin yozlaşmanın kıskacındadır. AKP eliyle yürütülen TC'nin ve kapitalist toplumsal ilişkilerin restore edilmesi süreci tüm toplumsal ilişkileri derin çelişkiler yumağıyla çevrelemiş durumdadır. Bu politika 90 yıllık TC'nin her biri çürümüş olan asli dinamiklerini hiç bir açıdan burjuva demokratik temelde bile olsa değiştirmeyi içermemektedir. Tam tersine, apaçık ortaya çıkmış olan çelişki alanlarında bir yandan göz boyayıcı politikalarla tepkilerin manipüle edilmesi hedeflenirken, diğer yandan esas olarak bu gerici devlet ve toplum dinamikleri güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Kürtlerin ve diğer ulusal toplulukların, Alevilerin, işçilerin, işsizlerin, milyonlarcası yoksulluk sınırının altında yaşayan emekçilerin, toprağına, suyuna, kondusuna sahip çıkmaya çalışan yoksul halkın, gençlerin, kadınların demokrasi, özgürlük, eşitlik ve insanca yaşam özlemlerinin, AKP'li ya da AKP'siz sistem içi bir karşılığının olmadığı açıkça görülüyor. (Son dönemde Müslüman Sosyalist ya da anti-kapitalist Müslümanlar isimli bir akımın boy vermesi de devrimin güncelliğinin giderek daha da belirginleşmesinden ayrı düşünülemez.)
       Bu nedenledir ki, restorasyon politikası Kürt sorununda, Alevi sorununda, demokratik haklar bağlamında, kadın sorununda, eğitim sorununda, kısacası her alanda oligarişinin elinde patlamıştır. Toplumsal muhalefetin reform, açılım vb. göstermelik söylemlerle oyalanması dönemi kapanmıştır. Toplumsal muhalefet dinamiklerinin örgütlü güçleri bu oyalamaları gördüğü ölçüde tekrar direniş kanallarına yönelmiştir. AKP öncülüğündeki karşı-devrim cephesi de açılım söylemleriyle geliştirdiği manipülasyon politikalarını artık terk ederek, yoğun bir faşist şiddeti gündemleştirmiştir.
       Sürekli büyüyen ve sürekli biçimde şiddet üreten bu çelişki alanları, büyük ve köklü değişimlerle çözüm bulabilir. Emperyalizme bağımlı çarpık Türkiye kapitalizminin hiç bir çelişki alanında çözücü bir alternatifi yoktur, olamaz. Devrim her dönem olduğu gibi, her zamankinden daha fazla bugün de toplumsal çelişkilerin yegane çözüm zeminidir. Devrimin güncelliği yeni-sömürge Türkiye'nin en temel gerçeği olarak daima var oldu, varolmaya devam ediyor.

       - Büyüyen sadece nesnel çelişkiler değil, direniş eğilimidir de...
       Sadece toplumsal çelişkilerin derinliği değil, toplumsal muhalefetin iniş ve çıkışlarına rağmen, gösterdiği direnç de devrimin güncelliğinin en açık göstergelerinden biridir.
       Solun ve devrimci hareketin örgütsüzlüğüne ve zayıflığına karşın, 2001'deki krizin yarattığı büyük halk öfkesi, kolluk güçleriyle çatışmalara dönüşen kendiliğinden büyük halk gösterileri bir kenara, son yıllarda Küba'dan sonra en büyük 1 Mayıs gösterileri Türkiye'de yaşanıyorsa, hapishanelerde on bini aşan devrimci tutsak bulunuyorsa, tutuklu gazeteci sayısında Türkiye dünya birinciliğini elinde tutuyorsa, ülkenin dört bir yanında tekellerin doğayı yağmalamasına karşı toprağına ve suyuna sahip çıkan onbinlerce emekçi jandarma şiddetine karşın direniyorsa, kent rantı için tekellere peşkeş çekilen emekçi semtlerinde büyük bir direniş potansiyeli kendini apaçık gösteriyorsa ve daha pek çok irili ufaklı işçi, emekçi halk direnişi boy veriyorsa, bunun tek bir anlamı vardır; devrimin üzerinde gelişeceği nesnel çelişki alanlarında onbinlerce devrim tohumu devrimci seçeneğin/önderliğin güneşi ile boyvereceği zamanı kollamaktadır.
       Kürt ulusunun sadece 1970'lerden bu yana sömürgeci boyunduruğa karşı yürüttüğü büyük savaş bile Türkiye'de ve Kürdistan'da nesnel toplumsal çelişkilerin devrimci savaşım için ne denli büyük imkanlar yarattığını, devrimci durumun, yani devrimin güncelliğinin ne denli somut olduğunun en açık örneği olarak karşımızdadır.
       Kürt ulusu, 1970'lerden bu yana modern parti ve örgütleriyle ayaktadır. Son 20 yılı aşkın süredir ise büyük halk kitlelerinin sert mücadeleleriyle, gerilla savaşının bileşiminden oluşan devasa bir halk hareketi oluşmuştur. Bu hareket, gelişmesinin her aşamasında oligarşiyi az ya da çok gerileterek ilerlemiştir. Bunun tek nedeni, bir ulusal kurtuluş önderliğinin. büyük savaşımları göze alarak öne atılması ve halk kitlelerine doğru ya da yanlış bulalım kendi seçeneğini göstermesidir. Sol ve devrimci çevrelerde tam bir cehalet örneği olarak sıkça tekrarlanan; orası Kürdistan, ulusal çelişkiler var, bundan dolayı hareket gelişiyor gerekçelendirmesi demagojiktir. Kürdistan'da ulusal çelişkiler 1980 veya 1990'larda ortaya çıkmış değildir. Ulusal çelişkiler Kürdistan sömürgeleştirildiğinden bu yana vardır. Mücadelenin 1970'lerden, özellikle 1980'lerden itibaren ivme kazanması, 1990'lardan itibaren ise büyük bir halk hareketine dönüşmesi tümüyle, bu çelişkilere ilişkin demokratik çözümler öneren, Kürt emekçilerinin özgürlük istemlerini büyük mücadeleler yoluyla eyleme dönüştüren ulusal kurtuluş öncülüğünün ortaya çıkmasındandır. Türkiye devrimci hareketi de 1970'lerde öncü güçlerinin devrimci savaşımıyla tarih sahnesine çıktığında, o dönem açısından Kürdistan'dakinden çok daha büyük mücadele süreçleri yaratabilmiştir.
       Kürt ulusal hareketinin yarattığı büyük mücadele solun ve devrimci hareketin hemen hemen her kesiminden şu ya da bu ölçüde kabul görüyor. Ancak kaderini bu hareketin gelişim seyrine bağlayanından, sosyal-şoven politik yaklaşımların etkisiyle uzak durma eğilimi gösterenlerine değin, sol ve devrimci hareket, bu mücadelenin devrimin güncelliğini görme ve buna uygun bir militanlık üzerinden geliştiğini (Kürt ulusal hareketinin bugün idelojik ve politik olarak geldiği nokta, bu gerçeği değiştirmiyor) ve kendisini bu temelde gözden geçirmesi gerektiğini ısrarla görmekten kaçınma tutumu içindedir.
       Türkiye'de devrimin güncelliğine ilişkin sol ve devrimci çevrelerde şu ya da bu düzeyde varolan ve çoğunlukla açıkça da ifade edilmeyen kuşkular, tümüyle devrimci bir rol oynamaktan uzaklaşmaktan kaynaklanan bozulmalardır. Dahası 1990 sonrası yeni tarihsel dönemde dünya ve ülkenin gerçeklerini devrimci eleştiri temelinde çözümleyen ve sosyalist uygarlığın temel hareket noktalarını yeniden üreten bir bilinç açıklığından uzak olmanın ve karşı-devrimin şiddeti karşısında yorgun ve ürkek durmanın, sistemin tolere edebileceği sınırlar içinde solculuk, devrimcilik yapma çabasının dışavurumlarıdır, körlüğüdür. Görmek istemeyenden daha kör kimse olamaz.
       Öyleyse Türkiye'de devrimci seçenek/önderlik bu tablonun neresindedir?

       b) Türkiye'de Devrimci Seçenek/Önderlik Sorunu
       Türkiye devrimci hareketine ilişkin devrimci seçenek/önderlik noktasında yukarıda genel bağlam içinde ifade ettiğimiz tespiti, daha baştan açık ve net olarak ifade etmek gerekiyor; ülkemizde devrimci iddialarla onlarca yıldır varlık sürdüren pek çok örgüt ve parti olmasına karşın, devrimci seçeneği kendisinde billurlaştırmış ve devrimci önderliği pratikleştirmiş bir siyasal yapı yoktur. Bu, tartışılması ve kanıtlanması gereken bir iddia değildir, yaşam içinde somut olarak görülen nesnel bir olgudur; Türkiye proletaryasının, emekçilerinin, ezilenlerinin izlediği, teorik-politik ve pratik alanda emekçilerin yaşamına devrim ve sosyalizm seçeneğini sokan, geliştirdiği güçlü müdahalelerle, bırakalım emekçilerde, devrime en yakın duran kesimlerde devrimci ilerleme ve düzenden kopuş duygusu yaratan bir siyasal özne yoktur.
       - Sosyalizm ufkundan teorik-politik düzeyde kopuş, burjuva demokratik taleplere sıkışma, postmodernizmin sol siyasetteki uzantısı olan parça talepleri öne çıkarma,
       - Devrim iddiasının pratik olarak kaybedilmesi, pratikte iktidar pespektifinden uzak, sosyalizm ufkuna sahip olmayan politikalar temelinde legal alana sıkışmış ve reformist sol güçlerden farkı olmayan bir pratik içinde sürüklenme,
       - Devrimci savaşçı ve katılımcı bir parti yapısından uzaklaşarak, daralan ufuk çizgisine, iddiaya ve pratiğe denk düşen devrimci özellikleri zayıf parti ve örgütlere dönüşme,
       -Kadro ve kitle yapısı itibariyle yine bu ufuk ve iddiaya denk düşen bir pratikle biçimlenmiş, öncü bilinci ve devrimci savaşçı özellikleri zayıf bir kadro ve kitle yapısı,
       - Devrimci savaşın başlatılıp geliştirilebileceğine inancı düşman saldırılarıyla büsbütün zayıflamış bir irade, daha doğrusu irade kırılması ve cüret yitimi,
       Türkiye devrimci hareketinin bileşenlerini belirleyen güncel karakteristik özelliklerdir...
       Devrimci hareketin neredeyse bütün bileşenlerinin, özellikle irili ufaklı toplumsal mücadele süreçlerini değerlendirirken sürekli vurguladıkları devrimci seçeneğin/önderliğin varolmadığı tespiti, bu gerçeğin dışavurumundan başka bir şey değildir. (Hiç bir devrimci örgüt ya da parti devrimci seçeneğin/önderliğin kendisinde cisimleştiği iddiasında değildir. Bu iddiayı kimi zaman seslendirenler açısından ise iddia, hiç bir toplumsal güç tarafından kabul edilmeyen, inanılmayan, teorik ve pratik dayanaklardan yoksun cılız ajitasyonlar düzeyini aşamamaktadır.) Bu gerçek, devrimci hareketlerin tek tek her birinin yayınlarında değişik bağlamlarda ifade edilmesine karşın, bunu kendi öz gerçeği olarak görme yaklaşımı oldukça zayıftır. Daha çok, proletarya ve emekçi halk hareketlerinin gelişmemesinin bir nedeni olarak genel geçer bir tespit, kendi dışında bir olgu olarak ele alma tutumu söz konusudur. Devrimci hareketler genel olarak, bir devrimci siyasal hareketin varlık nedeni, tüm faaliyetinin ana ekseni olan devrimci seçeneğin/önderliğin varolmayışı durumunun kendi varlığını sorgulaması gerektirdiği yaklaşımından uzaktırlar. Devrimci seçenek/önderlik olma hedefi kendi varoluşlarının dışında, soyut, dışsal bir olgu durumundadır. Bu yaşamsal soruna bakışta tam bir kendiliğindencilik ve dışarıdan bakış hakimdir. Devrimci örgütlerin kendi varlık nedenlerine, yani devrimci seçenek/önderlik olma hedefine yabancılaşmaları bu denli derinleşmiş durumdadır.
       Hiç kuşkusuz, devrimci hareketin bütün bileşenlerinin bu olumsuz özelliklerden aynı düzeyde etkilendiği söylenemez. Ancak devrimci hareketlerin bir bölümünün daha az, bir bölümünün daha fazla bu olumsuz faktörler tarafından belirlenmiş olması, genel tablonun karakteristik özelliklerinin yukarıda sayılan faktörler olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
       Bu faktörleri açarak ilerleyelim;
       - Türkiye devrimci ve sol hareketi devrim ve sosyalizm ufkundan kopmuştur...
       Türkiye devrimci hareketinin hiç bir bileşeni, 1990 sonrası yeni tarihsel süreçte kapitalizmin bütünlüklü devrimci eleştirisi ve sosyalizm/komünizmin geçmişin deneyimleri ışığında, günümüz koşullarına uygun olarak alternatif bir uygarlık düzeyi halinde somutlayabilecek yeni bir devrimci programatik çalışma ortaya koyamamıştır.
       Emperyalist-kapitalist sistemin gelişim seyiri ve reel sosyalizmin çöküşü nedenleri konusunda vb. kimileri oldukça önemli belirlemeleri içeren pek çok çalışma olmasına karşın, bunları pratik olarak devrim hedefine bağlayan, sosyalizmin yeni bir düzeyini somut bir hedef olarak ortaya koyan, bir devrim hareketinin ufku olarak bütünlüklü tarzda somutlaştıran bir düzey söz konusu değildir.
       Teorik ve politik yorumculuk boyutunu aşıp, devrim, devrimci seçeneğin/önderliğin yaratılması için teori ve politikayı bütünlüklü olarak yeniden üretme yaklaşımına ulaşılmamıştır. Bu bağlamda yazılıp çizilenler, her hangi bir sol entellektüelin kapitalizmin gelişim seyri ve reel sosyalizme ilişkin değerlendirmelerini aşan bir düzeye sahip değildir. (Çoğu kez içerik olarak düzeyi ve siyasal etkisi bunların da gerisinde kalmaktadr.)
       Dolayısıyla yapılan teorik-politik üretimler devrimci çalışmanın önünü açacak perspektif ve içerikten yoksundur. Yeni tarihsel dönemde devrimin üzerinde yükseleceği çelişki alanlarını, hedefleri, sosyalist uygarlığın temel hareket noktalarını göstermekten yani devrimci bir rol oynamaktan uzaktır. (Devrimci yayınlarda bunun tipik örneği, pek çok temel teorik ve genel politik değerlendirme yazısının somut devrimci görevler dizisi belirlemek yerine, kısa bir iki paragraf ya da bölümde genel geçer bir devrimci görevlere sahip çıkma, mücadele etme tespit ve temennileriyle sonuçlandırılmasıdır.)
       Düşülen bu düzeyin anlamı; devrim ve sosyalizm ufkundan kopmaktır.
       1971 devrimci atılımın yaratan THKP-C, THKO ve TKP-ML'nin genç ve bugünkü kadro ve önderlik yapısına nazaran oldukça deneyimsiz önderliklerinin teorik-politik ufuklarını inşa ederken, kapitalist sistemin devrimci eleştirisinden, sosyalizme, devrim teorisi ve stratejik çizgiye ve daha pek çok soruna ilişkin yaptıkları hummalı teorik-politik çalışmalarda apaçık göze çarpan devrimci seçeneğin/önderliğin ufuk çizgisini yaratmak için tüm temel sorunları bütünlüklü olarak ele alma yaklaşımı ile bugünkü bölük pörçük yorumculuk tarzı karşılaştırıldığında kaybedilenin ne olduğu daha net anlaşılır. Sadece '71 atılımının yaratan örgütlerin kurucu çalışmaları değil, daha sonrasında bütün bir 70'li yıllar boyunca büyük bir heyecanla devam eden temel teorik-politik sorunların bütünlüklü olarak açımlanması çabaları ve devrimci örgütler arasında bu sorunlara ilişkin yapılan tartışmalara gözatıldığında, bugünkü teorik-politik ufkun yeniden üretilmesine karşı ilgisizlik ve en fazlasından yorumculuk tarzı hemen ayırdedilebilir. (O dönemdeki teorik-politik çalışmaların içeriğinin zayıf olduğu, çeşitli uluslararası merkezlerin etkisi altında geliştiği yönünde yapılacak eleştiriler belli bir haklılık payı taşısa bile, devrim ve sosyalizme ilişkin devrimci bir ufuk çizgisi yaratma çabasının bütün bu faaliyetlerin merkezinde olduğu gerçeğini değiştirmez.)
       Teorik-politik ufkun devrim ve sosyalizm ufkunu somutlaştıran devrimci eleştiri ve somut hedefler dizisinden yorumculuğa değin daralması, kaçınılmaz olarak, devrimci çalışmada somutlaşan pratik ufkun da ciddi biçimde zayıflamasını ya da salt ajitatif bir söyleme dönüşmesini beraberinde getirmiştir.
       - Türkiye devrimci ve sol hareketi iktidar perspektifinden, stratejik bakış/çizgiden kopmuştur
       Türkiye devrimci hareketi iktidarı alma hedefinden, yani devrim perspektifinden ve iktidarı alma sürecinin bütününün temel çizgilerinin planı anlamına gelen, bu niteliğiyle devrim iradesini somutlaştıran stratejik bakıştan/çizgiden kopmuştur.
       1990'lara değin, devrimci hareketin bileşenlerinin büyük bir bölümünün, doğru ya da yanlış bulalım, devrimin yolu, temel ve tali mücadele araçları, temel örgütlenmeleri, ittifak ilişkileri vb.de somutlaşan bir devrim planı ve stratejik çizgisi söz konusuydu. Devrimci irade, tüm faaliyetlerini bu stratejik bakışa uygun olarak gerçekleştirilmesi için gösterilen büyük çabada somutlaşıyordu.
       1990 sonrası yeni tarihsel süreçte devrimci hareketler hızlı ya da adım adım ilerleyen bir süreç içinde faaliyetlerinin iktidarı almayı mümkün kılacağını düşündükleri stratejik bakış açılarından uzaklaşarak üç farklı biçimde somutlaşan bir kopuş yaşamışlardır.
       Gelecek sayımızda bu üç biçimi başlıklar altında inceleyerek kaldığımız yerden devam edeceğiz.

(SÜRECEK...)

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL