Tarihin
akışı yeniden hızlanıyor... Özgürlük ve insanca
yaşam umudu ve arayışı emekçi halklar denizinde
yeniden kabarıyor. Artık kapitalist dünya sisteminin
surlarına öfkeyle çarpan protestolar ya da çatlaklar
arasında sızmaya, küçük parçalar koparmaya çalışan
halkçı arayışlar değil, kapitalizmin kalbinde,
sinir sisteminin en hassas bölgelerinde özgürlük
ve insanca yaşam isteyen büyük dalgalar yükseliyor...
Yeni
biçimler ve düzeyler kazanarak büyüyen emekçi
kitle mücadeleleri doğal olarak sadece ortaya
çıktıkları ülkelerde değil, tüm dünya çapında
büyük umutlar yaratıyor. Reel sosyalizmin çöküşüyle
birlikte, emperyalist-kapitalist sistemin yaydığı
kapitalist sistemin alternatifsizliği, barış,
demokrasi ve insanca yaşamın yegane yolu olduğu
yalanlarının artık emekçi halklar nezdinde bir
değerinin kalmadığı bu büyük mücadeleler yoluyla
apaçık görülüyor.
Hiç
kuşkusuz, bu gelişmeler/mücadeleler bir yanıyla
kaçınılmazdır. Kapitalizmin varoluş ve kendini
üretme tarzının kaçınılmaz olarak daha büyük çelişkileri,
insanlığın varlığını tehdit eden daha büyük çatışmaları
geliştireceği ve 1990 sonrası olağanüstü düzeyde
yaygınlaştırılan emperyalist gri propagandanın
bu gerçekliğin üzerini örtemeyeceği açıktı.
Özellikle
1999-2000'lerden bu yana dünya ölçeğinde gelişen
anti-kapitalist büyük kitle mücadeleleri, yerel
düzeylerdeki büyük kitle mücadeleleri ve ayaklanmalar,
artık işçi ve emekçi mücadelelerinin yerel ve
tekil olgular olmaktan çıkıp, iniş çıkışlarına
rağmen kendine özgü yapıları, gelişme yolları
ve süreğenlikleriyle, 1990 sonrası yeni dönemin
işçi ve emekçi hareketinin giderek billurlaştığını
gösteriyorlar. Bu gelişme seyri, aynı zamanda,
işçi ve emekçi hareketlerinin, tarih sahnesinde,
(uluslararası burjuvazinin özenle silmeye çalıştığı)
yerlerini aldıklarını gösteriyor.
Devrim
ve karşı-devrim cephesindeki istisnasız tüm politik
aktörler gelişen bu mücadele dinamiklerine ilişkin
(ve tabii ki olası başka mücadele dinamiklerine
ilişkin de) sayısız değerlendirmeler yapıyorlar.
Karşı-devrim güçleri emekçi halk hareketlerini
kontrol altına almak, geriletmek, ya da kendi
çıkarları için manipüle etmek, kullanmak amacıyla,
devrimci güçler ise ortaya çıkan kitle mücadelelerini
anlamak ve devrim rotasına sokmak için sürekli
bir çaba içindeler.
Devrimci
güçler cephesinde gelişen kitle mücadeleleri ile
kendi ilişkileri konusunda yapılan değerlendirmelerin
neredeyse tümünde ortaklaşılan temel nokta; bu
hareketlere önderlik eden bir devrimci seçeneğin/önderliğin
yokluğudur.
İşçi,
emekçi ve ezilenlerin hareketleri inişli çıkışlı
biçimde, her adımda yeni bir düzeye sıçrayarak
gelişiyor. Kendi yolunu arıyor. 1990'lardan bu
yana bu hareketlerin gelişim seyrine baktığımızda
bu ilerleme, sıçrama seyrini apaçık görüyoruz.
Tabii, devimci seçenek/önderlik yokluğunu da...
Devrimci
seçeneğin/önderliğin bulunmayışı sorununun büyük
kitle mücadeleleri geliştiğinde yakıcı hale gelmesi
ve daha güçlü biçimde tartışılıp sorgulanması
doğal bir durum. Ancak, solun ve devrimci hareketlerin
alışkanlık haline getirdiği üzere, böylesi belirleyici
temel bir sorunun salt ya da ağırlıklı olarak
böyle dönemlerde tartışılması veya satır aralarında
geçiştirilmesi doğal ya da normal bir durum olarak
görülemez.
Devrimci
sosyalizm, devrimci seçenek/önderlik sorununu,
2002'de başlattığı yeniden inşa sürecinin daha
ilk adımında başat sorun olarak ele aldı ve tüm
düşünsel ve pratik kurgusunu bu temel üzerine
kurdu ve yürüyüşünü başlattı. Bu zorlu süreç tüm
eksik ve zaaflarına karşın sürüyor.
Dünya
ölçeğinde gelişen büyük kitle mücadelelerinin
devrimci seçenek/önderlik sorununu olağanüstü
ölçülerde yakıcı hale getirdiği, Türkiye devrimci
hareketinin devrimci faaliyet bağlamında en geri
noktaya düştüğü günümüz koşullarında, kitle mücadeleleri
ve devrimci seçenek/önderlik sorununu hem birbiriyle
bağlantılı, hem de kendi özgün yapılarıyla birlikte
ele alarak devrimci sonuçlar/pratikler ortaya
çıkarmak bugün her şeyden daha önemli hale gelmiştir.
I-
Emekçi Kitle Hareketleri:
Cılız
Karşı Koyuşlardan, Yıkıcı ve Somut Talep ve Eylemlere...
a)
1990-1999 Karanlık Dönem; Sınırlı ve Cılız Karşı
Koyuşlar
Reel
sosyalizmin çöküşüyle emperyalist-kapitalist sistemin
politik, moral, ekonomik, kültürel, sosyal ve
askeri saldırıları birleşerek devrimci hareketlerde,
işçi ve emekçi hareketlerinde kimi istisnalar
dışında büyük bir moral, siyasal ve örgütsel gerilemeyi,
etkisizleşmeyi de beraberinde getirdi. Reel sosyalizmin
çözülmeye başladığı 1989'dan 1999'lara değin olan
on yılı aşkın dönem, Kürdistan'da gerillanın gelişmesi,
Meksika'da yeni bir gerilla hareketinin ortaya
çıkışı, çeşitli ülkelerdeki büyük direnişler ve
grevlere rağmen, dünya ölçeğinde bakıldığında
sistem karşıtı mücadele esas olarak sınırlı ve
cılız karşı koyuşlarla biçimlendi. Bu süreç, kapitalist
barbarlığın zafer çığlıklarının kulakları sağır
ettiği karanlık dönem olarak geçti tarihe.
b)
1999-2009 Karanlığın Perdesi Yırtılıyor;
1990
Sonrası İlk Büyük Mücadele Dalgası
Büyük
bir ideolojik, politik ve kültürel saldırıyla
1990 başlarında tüm gündemi işgal eden küreselleşme
ve demokrasi söylemlerinin aslında işçi sınıfı
ve emekçi halklar açısından savaş ve toplumsal
yıkım anlamına geldiği kısa sürede açığa çıktı.
1999'larda başlayan ve 2000'li yıllarda devam
eden küresel anti-kapitalist eylem dalgaları bu
tabloya karşı ilk güçlü karşı koyuş oldu. Geleneksel
işçi, emekçi örgütlerinin inisiyatifi dışında,
tümüyle kendine özgü örgütsel ve pratik araçlar
üzerinden gelişen ve esas olarak anti-kapitalist
protestolar olarak biçimlenen yerel olmaktan öte,
ulusararsı nitelik taşıyan bu eylemler dünya proletaryasının,
emekçilerin ve ezilenlerin mücadele dinamiklerinin
hala diri olduğunu, yeni biçimler ve zeminlerde
kendini üretme kapasitesi taşıdığını apaçık gösterdi.
(Bu eylemlerin yanı sıra yerel düzeydeki sınıf
mücadeleleri de canlandı. Arjantinli emekçilerin
2000'lerin başındaki mücadelesi bunun en parlak
ifadelerinden biri oldu...) Sınıf mücadelelerinin
bittiği, tarihin sonunun geldiği, proletaryaya
elveda demek gerektiği yönündeki burjuva ideolojik,
politik ve kültürel saldırıların etkisine ilk
ciddi pratik darbeler vuruldu.
1999
sonrası dönemde, uuslararası anti-kapitalist eylemlerin
yanısıra, özellikle Latin Amerika'da kendini halkçı
demokratik hareketlerde ifade eden büyük bir uyanış
da gelişti. Venezuella, Bolivya, Ekvator, Nikaragua
ve daha bir dizi ülkede halkçı hareketler işçi
sınıfının, emekçi halk kesimlerinin ve bütün ezilenlerin
özgürlük ve insanca yaşam istemlerini arkalayarak
büyük halk hareketleri yarattılar. Devrim ve sosyalizm
hedefinin ya bulunmadığı ya da çok cılız ve şekilsiz
olarak ifade edildiği bu hareketler, daha çok
halkçı iyileştirmeler ve uluslararası alanda anti-emperyalist
bir duruş temelinde seçimler yoluyla iktidara
geldiler. Ve Latin Amerika'daki emperyalist planları
önemli ölçüde bozdular. ABD emperyalizmi ve yerli
işbirlikçileri tarafından planlanan darbeleri
ve diğer saldırıları savuşturmayı başardılar.
Tüm dünya çapında emeğin ve ezilen halkların kaderlerini
ellerine alma gücüne ve isteğine sahip olduklarını
göstererek, solda ve devrimci güçlerde ciddi bir
canlanma yarattılar.
Bunun
yanı sıra, 2000'lerde Latin Amerika ve Asya'da
devrimci ve sol gerilla hareketleri de belirgin
bir canlanma gösterdi. Kolombiya'da Nepal'de,
Filipinler'de, Hindistan'da devrimci ve sol gerilla
güçleri büyüdü, Nepal özgülünde iktidarı zorlayan
bir noktaya ulaştı. Dahası, başkenti kuşatacak
ve hükümete girecek düzeye geldi. PKK lideri Öcalan'ın
yakalanmasının ardından ideolojik, politik ve
örgütsel açıdan ciddi bir gerileme gösteren Kürdistan
gerillası toparlandı. Latin Amerika'da ayakta
kalan Kolombiya gerillası toparlandı ve yeniden
iktidar alternatifi haline geldi.
Küresel
anti-kapitalist eylemler işçi, emekçi hareketi
açısından, 1990 sonrası emperyalist-kapitalist
sistemin yeni tarihsel döneminde yaratılan ideolojik,
politik, kültürel ve moral toplumsal hegemonyaya
yöneltilmiş öfkeli protestoları ifade etmekteydi.
Latin Amerika'daki halkçı hareketler ve hükümetler
ise esas olarak sistemin çatlaklarından sızma,
özgürlük ve insanca yaşam umutlarını somutlaştırma
çabalarıydı. Devrimci ve sol gerilla hareketlerinin
yeniden gelişme yoluna girmesi temelde yeni tarihsel
döneme denk düşen bir devrimci düzeyin yaratılmasına
dayanmamasına rağmen, devrimci arayışların canlandığının
habercileri oldular.
Proletarya,
emekçi halklar ve ezilenler cephesinde 1999-2010
arası dönemde esas olarak bu üç damar üzerinden
gelişen mücadeleler, reel sosyalizmin çöküşünün
ardından gelen ilk büyük mücadele dalgasını oluşturdular.
Böylece kapitalizmin tarihin önüne çekmeye çalıştığı
kara perde yırtılmaya, açılan gediklerden ışık
sızmaya başladı, karanlık alacakaranlığa dönmeye
başladı. 1990 sonrası yeni dönemin bu ilk büyük
mücadele dalgası dünya ölçeğinde işçilerin, emekçilerin,
ezilenlerin ayağa kalkışta ilk mücadele mevzilerini
yarattı.
c)
2010'lar; Protesto'dan Somut Hedeflere ve Yıkıcı
Darbelere
2008'de
başlayan kapitalizmin büyük krizi, sadece emperyalist-kapitalist
sistemin iç işleyişi ve çelişkileri bağlamında
değil, dünya ölçeğinde işçi ve emekçi hareketleri
açısından da yeni arayışların ve mücadele düzeylerinin
başlangıcı oldu.
Krizin,
henüz genel etkilerinin görüldüğü 2008-2009'da
işçi ve emekçi güçlerinin karşı refleksi esas
olarak hak gasplarına karşı dünya çapında büyük
protesto eylemleri olarak biçimlendi. Küresel
çapta yapılan protestolarla, yerel düzeydeki protesto
eylemleri iç içe gelişti. Eylemler küçük, hatta
orta burjuvazinin bir kısımını da kapsayarak daha
öncekilere nazaran çok daha büyük kesimleri içerdi
ve genelleşti.
2009
sonlarından başlayarak krizin tek tek ülkelerdeki
faturasının ağır sonuçları belirginleştikçe eylemler
giderek tek tek ülkeler düzeyinde de özgünleşerek
derinleşmeye başladı. Başta Yunanistan olmak üzere,
krizin ağır darbeleriyle yüz yüze gelen İspanya,
Portekiz, İtalya ve ABD'de büyük ve yerel nitelikleri
daha belirgin olan (fakat ulusararsı nitelik kazanmaya
açık) mücadeleler öne çıktı.
Tam
da bu noktadan itibaren işçi sınıfı ve emekçilerin
eylemlerinin niteliğinde yeni bir sıçrama somutlaşmaya
başladı; artık salt protesto niteliğindeki eylemlerin
yanı sıra, henüz dağınık ve şekilsiz de olsa,
kapitalizmi işlemez kılmaya ve alternatif arayışına
yönelmiş somut talepler eksenindeki hareketler
de gelişiyor.
2010'larla
birlikte, artık sistemin kalbinde, ABD'de, AB'de
büyük mücadele dalgaları yükseliyor. Kapitalist
bireyciliğin kalbinde, "Wall Street'i İşgal
Et!", yani dünya kapitalizminin kalbini parçala,
onu işlemez kıl diyor, ABD'li emekçi... İspanya'da
benzer biçimde aylarca süren meydan işgalleri
gerçekleşiyor. 77 yaşındaki Yunanlı ihtiyar delikanlı
D. Hrispulas, "eline kalaşnikof alan ilk
Yunan olsaydı, ikinci ben olurdum" çığlıyla,
kurşunu kendisine sıkarken, "geleceksiz bırakılan
genç insanların bir gün silahlarını ellerine alacağına
ve İtalyanların 1945'de Mussolini'ye yaptıkları
gibi ulusal hainleri Anayasa Meydanı'nda alaşağı
edeceğine inanıyorum" diyerek umudu ve hedefi
gösteriyordu, bir yılı aşkın süredir gösterilerle,
sokak çatışmaları ve grevlerle AB kapitalizminin
surlarını döven Yunan emekçilerine...
Bu
ve benzeri eylemler, 1999-2009 arasında emperyalist-kapitalist
ülkelerde yaygın biçimde görülen ve daha çok emperyalist
efendilerin zirvelerini, toplantılarını, kararlarını
protesto etmeye dönük, yerel olmaktan çok enternasyonal
nitelik taşıyan, birkaç günle sınırlı eylemlerden,
hedefleri, örgütlülüğü ve sürekliliği bağlamında
çok daha ileri bir düzeyi ifade ediyor. Eylemler
giderek açık biçimde kapitalizmin yıkılması, kapitalist
dünya sisteminin işlemez hale getirilmesi hedefini
daha çok öne çıkarıyor. Sadece bir kaç günle sınırlı
protestodan çok, uzun süreli ve daha gelişkin
örgütlülük biçimleri ortaya çıkıyor.
Sadece
bunlar da değil... Kapitalist sistemin sinir sisteminin
en hassas yerinde Ortadoğu'da, Arap halkları,
tam da Ortadoğu devrimci çemberi tezini doğrular
biçimde, ülkeden ülkeye dalga dalga yayılan özgürlük
ve insanca yaşam talepleriyle gerici-faşist rejimleri
teker teker düşürdüler... Tunus'ta ilk büyük gösterilerin
başladığı günden, belki de bir gün önce, Arap
ülkelerinde emekçilerin özgürlük ve insanca yaşam
talepleriyle kısa süre içinde ayağa kalkacağı
ve gerici-faşist diktatörlükleri tek tek devireceği
söylenseydi, bu açıkça bir hayal, bir spekülasyon
olarak tanımlanırdı. Arap ülkelerindeki muhalefete
bakıldığında görülebilen tek şey; ılımlı ve radikal
islamcı güçlerden başka bir şey değildi. Fakat
Arap emekçileri tüm dünyayı yanıltarak 2000'lerin
en büyük mücadele dalgasını yarattılar. Ayağa
kalkan milyonlar salt protestolarla yetinmeyerek,
doğrudan iktidarın yıkılmasını hedeflediler. On
binlerce şehit pahasına da olsa, gerici-faşist
rejimleri devirdiler. Ortadoğu'da ne denli büyük
bir mücadele dinamiğinin var olduğunu gösterdiler.
Bütün
bu büyük gelişmeler işçi ve halk hareketlerinin
yeni bir aşamaya geçişini gösteren ilk nüvelerini
oluşturuyorlar.
d)
2010'lar; Yeni Bir Mücadele Dalgası Gelişirken
Tehlikeler ve Olanaklar
Artık
öfkeli protestolar, halkçı iyileştirmelerle geçiştirme
dönemi, alacakaranlık dönemi aşılıyor. Özgürlük
ve insanca yaşam doğrultusunda somut hedefler,
yıkıcı darbeler dönemi açılıyor.
Kolay
olmayacak, büyük ve zorlu, hem de oldukça zorlu
mücadeleler dönemi başlıyor. İnişlerle, çıkışlarla,
zikzaklarla dolu, yenilgilerle ve zaferlerin içiçe
geçtiği bir döneme girdik. Büyük mücadele dinamikleri
dünyanın dört bir yanında büyük halk hareketleri
temelinde ortaya çıkarken, aynı zamanda bu hareketlerin
zaafları, eksiklikleri de apaçık ortaya çıkıyor.
Toplumsal
çelişkilerin yarattığı çatışma dinamikleri milyonlarca
işçiyi, emekçiyi, ezileni harekete geçirirken,
emperyalist kapitalist sistemin bütün ideolojik,
politik, kültürel, askeri vd. mekanizmaları da
çok yönlü ve planlı bir çabayla harekete geçmiş
durumda. Yüzyılların kurumsallaşmış karşı-devrimci
birikimi kaçınılmaz olan bu çatışma dinamiklerini
ve hareketlerini bastırmak, sistem sınırları içine
çekmek, dahası bunlardan kendi çıkarları doğrultusunda
yararlanmak için olağanüstü bir enerjiyi harekete
geçiriyor.
Gerici-faşist
terör bu noktada başlıca araçlardan biridir. Arap
halklarının özgürlük ve insanca yaşam taleplerini
bastırmak için Mısır, Tunus, Yemen ve Bahreyn'de
devreye sokulan ve binlerce emekçinin yaşamına
mal olan faşist terör ve Bahreyn'in Suudi Arabistan
tarafından işgali yeni mücadele dalgası karşısında
ilk elde başvurulan başlıca araç oldu. Ancak sadece
Arap halklarının isyanı karşısında değil, emperyalist
ülkelerde de polis terörü, yüzleri, binleri aşan
gözaltı ve tutuklamalar, gösterilere polis saldırısı,
demokratik hakların kullanımının engellenmesi
gerici-faşist terörün farklı düzeylerde de olsa
başlıca araçlardan biri olduğunu bir kez daha
gösterdi. Halk hareketlerine karşı şiddet sadece
bunlarla sınırlı değil. Özellikle son on yılı
aşkın bir süredir izleme ve denetleme aygıtlarının
sürekli biçimde geliştirilmesi ve bu anti-demokratik
araçların kullanımının yasallaştırılması, kitle
mücadelelerini bastırmak için yeni ve oldukça
vahşi tekniklerin, silahların geliştirilmeye çalışılması,
bunun için büyük kaynakların ayrılması, ordu ve
polis güçlerinin giderek daha büyük bir bölümünün
halk hareketlerini bastırmaya dönük birimler içinde
konumlandırılması, vb., emperyalist-kapitalist
sistemin işçi, emekçi ve ezilenlerin özgürlük
ve insanca yaşam arayışlarının ve mücadelelerinin
büyüyeceği gerçeğini gördüklerini ve baskı aygıtlarını
büyüterek ve yetkinleştirerek yeniden organize
ettiklerini gösteriyor.
Gerici-faşist
terör halk hareketlerini bastırmak için başat
araçlardan biri olmasına karşın, en az onun kadar
önemli bir araç da; halk hareketlerini manipüle
ederek denetim altına almaya, sistem içileştirmeye,
dahası yerel ve uluslararası düzlemde emperyalist
planların bir aracına dönüştürmeye dönük olarak
yaratılmış, uluslararası düzeyde kurumsallaşmış
büyük mekanizmalardır. Ve bunlar yaklaşık 40 yılı
aşkın bir süredir devrede bulunuyor.
İşçi,
emekçi ve ezilenlerin hareketlerini bu temelde
yozlaştırma çabaları hiç kuşkusuz yeni değildir.
Yaklaşık iki yüzyıllık uluslararası mücadele tarihinin
gösterdiği gibi, işçi, emekçi ve daha geniş halk
hareketlerinin içinde çıkan uzlaşmacı, sistemle
cepheden mücadele etmekten kaçınan reformist,
ya da yozlaşmış önderlikleri ve kesimleri burjuvazinin
açık ya da örtülü biçimde desteklediği, önünü
açtığı biliniyor. Bunun yanı sıra, başta sendikal
alan olmak üzere, tüm toplumsal hareketler içine
ajanlar sızdırarak, yönetimlerini satın alarak,
gangaster örgütlenmeleri geliştirerek hareketleri
yozlaştırma ve denetleme politikası özellikle
20. yüzyıldan bu yana yoğun biçimde devrededir.
Kırk
yılı aşkın bir süredir, 1968 mücadelelerinin deneyimlerinden
yola çıkılarak, 1970'lerden itibaren, bu politikaların
yanı sıra, yeni yol ve araçlar geliştirilmiş ve
kitle mücadelelerinin denetimi ve manipülasyonu
yeni bir düzey kazanmıştır. Devrimci kesimleri
gerici-faşist terör yoluyla bastırma, hareketin
büyük kitlesini ise daha geri, sistem içi taleplere
doğru iteleyerek kapsamak olarak özetleyebileceğimiz
bu emperyalist politika özellikle 1970'lerden
itibaren yaygın biçimde uygulanmaktadır. Batı
Avrupa ve Amerika'da 68'lerde gelişen devrimci
eleştirinin ve mücadelenin, 1970'lerden itibaren
ekolojik ve diğer sistem içi toplumsal eleştirilere
dönüştürülmesi; yeşil hareket ve diğer toplumsal
hareketlere (feminist kadın hareketi, çeşitli
dayanışma hareketleri, burjuva demokratik hareketler,
vb.) dönüşmesi bunun ilk örnekleri olmuştur. Emperyalist-kapitalist
sistem belli bir anda kendisine yönelen devrimci
toplumsal çatışma dinamiklerinin, devrimci özünü
ve bunlara dayanan devrimci hareketleri budamayı
başardığında, bu hareketlerin sisteme yönelen
eleştirilerini, taleplerini asgari ölçüde karşılayarak
onları sistem içine çekmenin mümkün olduğunu görmüştür.
Ve bu noktadan itibaren, bu eleştirilerin esas
olarak sistemi yenilemede, açık-gediklerini onarmak
için reforme etmede, geniş kesimleri sisteme bağlamak
için oldukça işlevsel olduğu anlaşılmıştır. (Emperyalist-kapitalist
sistem kırma-kırılma seçeneğinin yanısıra, esneyerek
içerme ve yararlanma seçeneğini de sistematik
olarak devreye sokmuştur.)
Dahası,
1980'lere gelindiğinde, post-modernizm yoluyla,
bu düşünce ve pratik en sistematik anlatımına
da kavuşmuştur. Büyük anlatıların bittiği, geleceğe
ilişkin büyük değişim fikrinin değil, an'ı yaşayan
ve değiştiren küçük adımların esas olduğu düşüncesi
bir yanıyla tüm insanlığa dönük bir yozlaşma penceresi
olurken, politik anlamını ise esas olarak protestonun
da, değişimin de ancak düzen içi ve küçük, yerel,
lokal, parça mücadeleler ile mümkün olduğu, bu
temelde bir düşünsel, pratik ve örgütsel zemin
üzerinden hareket etmek gerektiği fikri ve pratiğinde
buldu.
İlk
uygulama denemeleri emperyalist-kapitalist ülkelerde
gerçekleşen bu politika, 1980'lerde sistemin büyük
restorasyon süreci (neoliberalizm, yeni sağ, düşük
yoğunluklu çatışma/yıldız savaşları, postmodernizm
temelinde) başlatıldığında adım adım yeni-sömürge
ülkelere de yayıldı. 1980'lerde Filipinler'de
emperyalizmin onlarca yıllık uşağı Marcos büyük
bir halk isyanıyla devrilirken yaşananlar bugün
Mısır'da yaşananlardan çok farklı değildi. ABD,
ona da git dedi. Halk hareketi önemli ölçüde manipüle
edilerek en geri düzen içi zemine çekildi. Ardından
Güney Afrika ve başkaca örnekler geldi.
1990'la
başlayan yeni tarihsel dönem bu politikanın artık
tekil uygulama örneklerinin ötesinde, sistematik
bir politika haline getirildiği, dünya çapında
dev organizasyonlarla kurumsallaştırıldığı, dahası
toplumsal çelişkiler daha çatışmalara dönüşmeden
önce, bu tür hareketlerin bizzat organize edildiği
görülüyor. Reel sosyalizmin çözülüşü, yeni bir
devrimci seçeneğin bütünlüklü olarak üretilememiş
oluşu ve her türlü araçla hızla yaygınlaştırılan
postmodern düşünce, bu politika için gerekli ideolojik,
siyasal, sosyal, kültürel atmosferi sunuyor.
Emperyalist-kapitalist
güçler toplumsal çelişkilerin ve halk hareketlerinin
manipüle edilmesi, yönetilmesi politikasını sadece
toplumsal çelişkilerin devrimlere, devrimci girişimlere
doğru evrilmesini önlemek için değil, aynı zamanda
gerekli gördükleri iktidar değişikliklerini sağlamak
için, bir başka emperyalistin denetimi altındaki
yeni-sömürge iktidarların devrilmesi için kullanmayı
da başat araçlarından biri haline getirmişlerdir.
Eski Sovyet Cumhuriyetleri'nin bir bölümünde Rusya'nın
denetimindeki iktidarların devrilmesi için "renkli
devrim"ler temelinde "demokrasi"
talebiyle "halk hareketleri" yaratılması
ve devreye sokulması, Asya ve Afrika'da pek çok
ülkede halk hareketlerinin manipüle edilmesi bunun
somut örnekleri olmuştur.
2010'larla
birlikte başlayan büyük mücadele dalgası emperyalist
manipülasyon ve denetim altına alma politikasını
ve mekanizmalarını da bugüne değin olan en kapsamlı
ve yaygın biçimde devreye sokmuş durumdadır.
"Wall
Street'i İşgal Et" hareketinin eylemlerine,
Wall Street'i yıllarca kumanda etmiş, neoliberal
politikaların üreticisi olan, yıllarca IMF, Dünya
Bankası gibi emperyalist kurumların yöneticiliğini
yapmış, şimdilerde kimi düzeltmeler yapılmasını
isteyerek, sözde "sol" eleştiriler getirenlerin
katılması bu bağlamda şaşırtıcı değildir.
Aynı
biçimde, Arap halklarının büyük halk hareketlerine
önce kuşkuyla bakan emperyalistlerin devrimci
bir önderliğin var olmadığını gördüklerinde hareketi
desteklemeye başlamaları, yıllarca ayakta tuttukları
diktatörleri yurtdışına göndererek, ya da tutuklayarak
yönetimi orduya devredip hareketin hızını kesmeye
çalışmaları, Mısır'da, Tunus'ta islamcı hareketleri
"ılımlı islam" çizgisine çekerek, hareketin
özgürlük ve insanca yaşam taleplerini islamcı
hareket zemininde boğmaya çalışmaları bu politikanın
ürünleridir. Dahası, bu hareketlerin deneyimlerinden
de yararlanılarak Libya'daki hareket daha baştan
kontrol altına alınmış ve El Kaideciler devşirilerek
yönetim şiddet yoluyla devrilmiş, ortaya çıkan
çete yönetimi ise demokrasi olarak piyasaya sürülmüştür.
Suriye'de de benzer bir plan hala uygulanmaktadır.
Arap halklarının özgürlük ve insanca yaşam talepleriyle
geliştirdiği büyük mücadele dalgası adım adım
manipüle edildi/ediliyor.
Yunanistan
ve İtalya'da teknokrat hükümetlerinin kurulması
bir çok nedenin yanısıra, bir yanıyla da halk
hareketlerinin hükümetlere ve devlete yönelmiş
öfkesinin ve eylemlerinin hızını hükümet değişiklikleriyle
kesmeyi hedefliyor. Yunanistan'da ve diğer ülkelerde
gündeme gelen seçimler (ve erken seçimler) yıkıcı
nitelik kazanmaya evrilen, ancak devrimci bir
önderlik olmadığı için bu noktada tıkanan halkın
ve halk hareketinin önüne sistem içi seçeneklerin
konulmasını ve emekçilerin siyasal eyleminin ve
tercihinin bu kanala evriltilmesini hedefliyor.
2010'ların
büyük mücadele dalgasının ilk görünümleri olarak
ortaya çıkan bu mücadeleler, şu anda yukarıda
ifade ettiğimiz etkenlerin basıncı altında durulmaya
başlamıştır. Emperyalist-kapitalist ülkelerdeki
mücadeleler krizin derinleşip, hafiflemesine bağlı
olarak yükselip geri çekilmektedir. Yunanistan'da
gündemdeki seçimler halk hareketinin dinamiklerinin
belirli ölçülerde sistem partilerine bağlanmasını
sağlayacaktır. Bu noktada halk hareketinin ivmesinin
en azından bir süreliğine düşmesi mümkündür.
Arap
halklarının büyük mücadele dalgası şu anda önemli
ölçüde ivme kaybetmiş durumdadır. Hareketin devirdiği
diktatörlüklerin yerine, sistemi restore edecek
emperyalizmin dümen suyundaki ya da doğrudan denetimi
altındaki ılımlı islamcı güçler öne çıkarılmıştır.
2000'lerin
başında Latin Amerika'da gelişen ve hala gücünü
koruyan halkçı hareketler için de benzer sınırlar
ve tehlikeler söz konusudur. Halkçı hareketlerin
yarattığı büyük toplumsal dinamikler ve olanakları,
devrimci çıkışlar için basamak haline getiren
devrimci önderliklerin oluşmadığı koşullarda,
bu hareketlerin de emperyalistlerin basıncı altında
çıkışsızlıklar, yıpranmalar, yozlaşmalar vb. pek
çok geriletici faktör tarafından hızla ya da adım
adım geriye düşmesi kaçınılmazdır.
Fakat
halk hareketlerini bu aşamada geriye çeken bu
faktörlerin hiç biri, halkların bilincinde artık
özgürlük ve insanca yaşam umudunun somut bir hedefe
dönüşmeye başladığı, kapitalist sisteme yıkıcı
darbeler vurma isteğinin ve pratiğinin başat bir
öğe haline gelmeye başladığı gerçeğini değiştiremez/değiştirmeyecek.
Bilinçte ve eylemde yeni bir sıçrama artık kendini
somutlaştırıyor.
Arap
ülkeleri açısından cin şişeden çıkmıştır. Bugün
ılımlı islam ekseninde gelişen yeniden yapılandırma,
özgürlük ve insanca yaşam isteğini ancak bir süre
için frenleyebilir... Büyük toplumsal çelişkiler
yerli yerinde durmaktadır. Halk hareketlerinin
ortaya çıkardığı özgürlük ve insanca yaşam talepleri
ortaya yerde durmaktadır. Emekçi Arap halkları
kolektif eylemlerinin yarattığı büyük değişim
olanaklarını, neleri başarabileceğini apaçık görmüştür.
Gelinen noktada, bu büyük mücadelelerin emperyalistler
ve onlarla uzlaşan islamcı güçler tarafından manipüle
edilmiş olması, bu mücadele dalgasının taşıdığı
demokratik ve ilerici özü ve büyük mücadele olanaklarını
gölgeleyemez.
Emperyalist-kapitalist
ülkelerde ve çeperlerinde kapitalist sistemin
yıkılmazlığı ve seçeneksizliği tabusu, 2008'de
başlayan büyük krizin yarattığı derin çelişkiler
ve gelişen büyük işçi, emekçi, gençlik hareketleriyle
giderek kırılmaktadır. Bu mücadeleler henüz sisteme
büyük ve ağır darbeler vuramamış olsa da, dipteki
büyük kaynamanın, gelişen yıkıcı dalganın ipuçlarını,
öncü adımlarını ifade ediyorlar. Daha da ötesi,
devrim fikri, henüz demokratik halk iktidarlarını,
sosyalizmi kurma bağlamında olmasa bile, kapitalizmin
yıkılması, özgürlük ve insanca yaşamın egemen
olduğu bir toplumsal düzen istemi bağlamında yeniden
geniş kitlelerin gündemine girmeye başlamıştır.
Toparlayacak
olursak; dünya halklarının kapitalist sistem karşısındaki
bu yeni duruşunu bir başka ifade ile şöyle tanımlayabiliriz;
kurtuluş umudunun henüz kendini büyük bir devrimci
çıkışla, sosyalizmin yeni bir zaferiyle billurlaştırmadığı,
fakat devrimci mayalanmanın, halkların özgürlük
ve insanca yaşam isteklerinin artık kendini büyük
kalkışmalarla ifade ettiği, protestolardan, somut
sonuçlara yöneldiği bir döneme girmiş bulunuyoruz.
Bu
sürecin nasıl ve nereye doğru evrileceği noktasında
bugün tayin edici faktörler, kapitalist dünya
sisteminin gelişme seyri ve esasta da devrimci
seçenek/önderliğin yerel ve dünya ölçeğinde yokluğu
meselesidir.
1999'larda
başlayan küresel anti-kapitalist protestolar ve
halkçı hareketlerden, günümüzdeki mücadelelere
değin, bütün halk hareketlerinde, bütün sınıf
çatışmalarında, tüm dünya sol ve devrimci hareketlerinin
yaptığı ana vurgu bu mücadelelerin devrimci bir
seçenek ve önderlikten yoksun olmaları ve bunun,
hareketlerin en zayıf noktası olduğudur.
Tam
da bu noktada bazı sorular sorarak ilerlemek,
zorunludur; devrim iddiasında olan, kimileri küçümsenemeyecek
bir örgütsel aygıta sahip olan onca devrimci örgüt
dünyanın dört bir yanında faaliyet yürütmesine
karşın, devrimci seçenek/önderliğin yokluğundan
söz edilmesinin anlamı nedir ve neden yoktur?
Devrimci seçeneğin, önderliğin anlamı nedir ve
nasıl yaratılabilir?
II-Ana
Halka; Devrimci Seçeneğin/Önderliğin Yaratılması
a)
Önce İki Temel Nokta; Devrimin Güncelliği ve Öncü
Parti
Devrimci
seçenek/önderlik sorununa girmeden önce, bu noktayla
temelden bağlantılı iki olguyu ele alarak devam
etmek gerekiyor. Leninist devrim teorisinin ana
halkalarından ikisini oluşturan devrimin güncelliği
ve devrimci öncü parti tezleri özellikle 1990
sonrasında yoğun tartışmaların konusu oldu. Emperyalist-kapitalist
sistemin ideologları bu tezlerin tarih tarafından
boşa çıkarıldığını iddia ederken, sol ve devrimci
cephenin büyük bir bölümünde ise derin bir kafa
karışıklığı oluştu.
21.
yüzyılın büyük mücadele dalgaları bu bağlamda
söz konusu tezlerin geçerliliği, tarihsel yeri
ve anlamı meselesini teorik tartışma konusu olmaktan
çıkararak, toplumsal pratiğin açığa çıkardığı
gerçeklerle belirleme olanağını bir kez daha yaratmıştır.
Devrimci seçenek/önderlik sorununun esas olarak
bu iki noktayla içiçe ele alınması zorunlu bir
mesele olduğundan, daha doğrusu bunların dolaysız
uzantısı olduğu için öncelikle bu iki noktada
geldiğimiz yere bakmak gerekiyor.
Devrimin
güncelliği...
Devrimci
seçenek/önderlik meselesi herşeyden önce devrimin
güncelliği fikriyle, yani gerek dünya ölçeğinde,
gerekse tek tek ülkelerde devrimin nesnel olarak
mümkün olduğu, devrimci güçlerin ana görevinin
devrimi hazırlamak/devrime hazırlanmak olduğu
fikriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Leninist devrim
teorisinin özü ve temel çıkış noktası, emperyalizmin
kapitalizmin en yüksek aşaması ve son durağı olduğu,
emperyalist aşamanın aynı zamanda kapitalizmin
genel ve sürekli bunalımı anlamına geldiği ve
bunun dünya ölçeğinde devrimler için nesnel koşulları
hazırladığı, devrimin güncel bir sorun olduğu
tespitidir. Leninist devrim teorisi devamla, işçi
sınıfı partisinin görevinin devrimin öznel zeminini
hazırlamak olduğu, tüm çalışmasının ekseninin
devrime hazırlanmak/devrimi hazırlamak ve gerçekleştirmek
üzerine kurulması gerektiğini tespit eder.
1990
sonrası yeni tarihsel dönemde, reel sosyalizmin
çöktüğü, pek çok devrimci hareketin reformist
çizgiye evrildiği koşullarda, emperyalist-kapitalist
sistemin bütün ideolojik aygıtlarının, ön cephede
postmodern takımı olarak koro halinde toplumsal
dokunun bütün hücrelerine değin nüfuz ettirmeye
çalıştıkları ana fikir; devrimler döneminin bittiği
yaygarasıydı. Reel sosyalizm çökmüş, kapitalizm
ebedi bir zafer kazanmış, devrimler ve sosyalizm
için toplumsal koşulların olmadığı apaçık görülmüştü.
Gerçekleşen devrimler ise olsa olsa tarihsel kazalardı,
hatalardı. Kapitalizm iç çelişkilerine rağmen
kendisini onararak, insanlık için en iyi olanı
yaratmaktaydı. Devrimci cepheden buna karşı ifade
edilen itirazlar ise arkasında hiç bir toplumsal
destek kalmamış solcuların, radikal devrimci hareketlerin
ezberleri olarak lanetlenliyor, ya da en hafifinden
ciddiye alınmayacak sözler olarak nitelendiriliyordu.
Hiç kuşkusuz, kapitalist sistemin akıl fikir üreticileri
devrimler döneminin bittiği, kapitalizmin ebediliği
söylemlerini geniş emekçi kesimler içinde adeta
tartışmasız doğrularmış gibi yayarken, reel sosyalizmin
çöküşünün yarattığı fırsatı değerlendiriyorlardı.
Düşünsel dolandırıcılık için o güne değin olmadığı
kadar elverişli koşullar ortaya çıkmıştı. Ve bu
fırsatı tepe tepe kullandılar. Fakat öte yandan,
gerçeğin çok daha farklı olduğu, kapitalist sistemin
egemen güçlerinin kendi aralarındaki çelişkilerin
ve emekçilerle olan çatışmalarının bir süre sonra
daha da şiddetlenerek gelişeceği gerçeğinden hareketle,
bu çatışmalara dönük strateji arayışlarına da,
daha o günlerde başlamışlardı. 1990'ların daha
başlarında "medeniyetler savaşı" söylemiyle
çatışmalara kılıf arayışı, "21. yüzyılın
ayaklanmalar yüzyılı olacağı" tespitleri
ve bu ayaklanmalara karşı strateji tespit etmeye
dönük hummalı faaliyetleri; bir yandan devrimler
dönemi sona erdi söylemiyle emekçileri uyutmaya
çalışırken, diğer yandan sınıflar savaşımının
sert kayalarına eni konu çarpacakları gerçeğinden
hareketle daha baştan önlemler almaya giriştiklerini
gösteriyordu. Onlar devrimin güncel bir mesele
olduğunu hiç bir zaman görmezlikten gelmediler,
unutmadılar!
Bu
karanlık dönem koşullarında yolunu bulamayan pek
çok sol ve "devrimci" hareket de, devrimler
için artık koşulların ortadan kalktığı, devrimin
güncel bir olgu olmaktan çıktığı fikrini açıktan
ifade ederek reformist, tasfiyeci cepheye katıldılar.
Devrimci cephede, açıktan devrim fikrini terk
etmemekle birlikte, bunu örtük biçimde yapan,
ya da adım adım bu noktaya kayan daha geniş bir
kesim de söz konusudur. Bu kesimler, çoğunlukla
cılız, kimi zaman veya kimi örneklerde ise daha
yüksek sesle devrim sözü etmesine karşın, devrimin
güncelliği fikrini üstü örtük biçimde gündeminden,
pratiğinden çıkarmış, bu fikri esas alan bir ufuk,
politika ve pratik düzeyin yakınından bile geçmeyen,
ya da adım adım uzaklaşan bir çizgi üzerinden
hareket etmektedirler.
1990'lı
yıllarda bu karşı-devrimci söylem oldukça etkili
olmasına rağmen, aynı zamanda hayatın gerçeği
karşısında bir o kadar da dayanıksızdı. Bu söylemler
tümüyle ideolojik yanıltmaya dayanan, arka planı
boş, bir tür düşünsel dolandırıcılıktan başka
bir şey değidi. Tüm dünya çapında azgın biçimde
devreye sokulan neoliberal politikalar, kültürel
deformasyon uygulamaları, eski reel sosyalist
ülkelerden, Afrika'ya, Asya'ya milyonlarca insanın
yaşamına mal olan paylaşım savaşlarının ortaya
koyduğu kapitalist barbarlığın nesnel etkisi altında
tuzla-buz oldukça, kapitalist barış ve gelişme
söylemlerinin cazibesi de giderek etkisini yitirdi.
İşte
1999'larda Latin Amerika'da ortaya çıkan halkçı
hareketler, sonrasında tüm dünya çapında görülen
anti-kapitalist protesto hareketleri bir yandan
kapitalist sistem ile işçi sınıfı, emekçiler ve
ezilenlerin uzlaşmaz çelişkilerini ortaya koyarken,
diğer yandan da devrimin güncelliği fikrini yeniden
gündemleştirmeye başladı.
2010'larda
başlayan büyük toplumsal mücadelelerin ikinci
dalgası ise, devrimin güncel olup olmadığı sorusunu
teorik, politik tartışma düzleminden çıkarıp pratik
olarak yanıtlamıştır. Arap halklarının büyük mücadele
dalgası, Yunanistan'dan Portekiz'e, ordan ABD'nin
şehir meydanlarına değin uzanan geniş bir coğrafyadaki
mücadelelerin bu soruya verdiği yanıt kesin olmuştur;
devrim günceldir!
Özellikle
Arap halklarının büyük mücadele dalgası bu bağlamda
kesin biçimde noktayı koymuştur. 500 milyonu aşan
geniş Arap coğrafyasının işçileri, emekçileri,
gençleri kendi öz pratikleri yoluyla gerici-faşist
diktatörlüklerin yıkılabileceğini gördüler, "devrim"
bir hayal olmaktan çıkıp, yaptıkları bir şeye
dönüştü. Bugün bu devrimci dalga geri çekilmiş
gibi görünse de, işçiler, ezilen halklar kendi
birleşik eylemleriyle başarabileceklerini gördüler.
Tüm dünyaya devrimin güncel olduğunu gösterdiler.
Gelinen
noktada, devrimin güncel bir sorun olup olmadığı
tartışması dünya çapında gelişen sınıf mücadeleleri
pratiği tarafından kesin biçimde pratikte yanıtlanarak
bitmiştir; emperyalist-kapitalist sistem sürüyor,
onun genel bunalımı yapısaldır ve kimi zaman hafiflese
de hep sürdü, sürüyor; onun dönemsel krizleri
hem sistem çapında, hem de tek tek ülkeler düzeyinde
en ağır toplumsal sonuçları, yıkımları, ulusal
krizleri en derin biçimleriyle yaratmaya devam
ediyor ve edecek. İşte bundan dolayıdır ki; devrim
günceldir, hep günceldi!
Olmazsa
olmazların başlıcası; devrimci sosyalist öncü...
Devrimin
güncel bir sorun olarak varoluşu, devrimi kaçınılmaz
kılmaz. Sadece devrimin nesnel toplumsal koşullarının
dünya ölçeğinde varolduğunu, kapitalist sistemin
ancak bir devrimle çözümlenebilecek çelişkileri
sürekli biçimde ürettiğini gösterir.
Devrimi,
devrim hedefiyle çok yönlü ve basitten karmaşığa
değişik biçimler altında örgütlenmiş işçi sınıfı
ve emekçi halk yığınları yapar. Leninist devrim
teorisi bu noktada yakalanması gereken ana halkayı
öncü devrimci sosyalist parti olarak tespit eder.
Toplumsal çelişkiler ne denli derin, çatışmalar
ne denli sert olursa olsun, işçilerin, emekçilerin
kurtuluş arayışlarının varacağı en yüksek nokta
sendikal hareket ya da kendiliğinden isyanlar
boyutunu aşamaz. İşçi ve emekçilere, ezilenlere
kendisinde devrimci seçeneği billurlaştırmış devrimci
sosyalist bir parti önderlik yapmıyorsa işçilerin,
emekçilerin kazanımları ancak çok sınırlı olabilir,
ya da daha kötüsü eğer bir isyan, vb. söz konusu
ise yenilgiye uğrar veya sistem tarafından reformist
kanallara akıtılarak bir süre için bastırılır.
İşçi ve emekçi kitleleri kendiliğinden devrim
ve sosyalizm fikrine ve bu fikrin gerektirdiği
yüksek örgütlülük ve eylem düzeyine ulaşamazlar.
Bu düzey ancak en ileri öncü işçilerin, emekçilerin
ve aydınların yaratacakları devrimci sosyalist
öncü parti tarafından gerçekleştirilebilir. Bu
bağlamda, Leninist devrim teorisinde işçi sınıfın
ve emekçilerin en geniş kitlesi ile devrim fikri
ve eylemi arasındaki ana bağlantı noktası öncü
devrimci partidir. Devrimci sosyalizmin ufkuna,
en ileri teorik ve pratik birikimine sahip olan,
bu temelde devrimci seçeneği programatik düzeyde
yaratmış, sımsıkı bir disiplinle, demokratik merkeziyetçi
temelde örgütlenmiş, yaşamının tümünü devrime
adamış profesyonel devrimci kadroların çekirdeğini
oluşturduğu, geniş işçi ve emekçi yığınları içinde
derinliğine kök salmayı örgütsel ve pratik çalışmasının
merkezine koymuş, devrimi güncel bir sorun olarak
ele alan ve tüm teori ve pratiğini devrimi hazırlamaya/somut
pratik olarak geliştirmeye yöneltmiş partidir,
öncü parti.
1990
sonrası yeni tarihsel dönemde, gerek emperyalist-kapitalist
sistemin ideologları, gerekse devrim fikrini açık
ya da örtük biçimde terk edenler devrimin güncelliği
fikrinin üstünü çizerken, bununla bağlantılı olarak
en canhıraş biçimde devrimci öncü parti fikrine
de saldırdılar. Gerek devrimin güncelliği, gerekse
devrimci öncü parti tezlerinin Leninist devrim
teorisinin en önemli köşe taşlarından ikisi olduğunu
biliyorlardı. Bunlar devrildiğinde, geri kalanı
zaten kuru sözden başka bir anlam ifade etmezdi.
Öncü
parti fikrinin devrim süreçlerindeki kimi zaaflı
uygulamaları, reel sosyalizm uygulamalarındaki
bürokratik bozulmalar ve öncü partinin tersine
dönüşmesi bu noktada, karşı-devrimin ve devrim
iddiasından şu ya da bu biçimde vazgeçmiş olanların
kullandıkları başlıca söylemlerin dayanaklarını
oluşturdular. Emperyalist burjuvazinin saldırıları
elbette anlaşılır birşeydir. Bu saldırıyla işçi
sınıfının, emekçilerin ve ezilenlerin kurtuluş
mücadelesindeki en önemli silahları olan öncü
partiyi/örgütü tarihsel olarak mahkum etmek ve
böylece olası devrimci girişimleri bu silahtan
yoksun bırakmak, en azından bu silahı kulanma
konusunda onları kuşkuya sevkederek, bilinç bulanıklığı
yaratmak başlıca amaçtı.
Fakat
daha da önemlisi, öncü parti fikrinin ve bunun
gerektirdiği ideolojik, politik, örgütsel ve pratik
duruşa ilişkin bilinç bulanıklığının sol ve devrimci
çevrelerde de yaygın ve derin biçimde oluşmasıdır.
1990 sonrası yeni tarihsel dönemde devrimci öncü
parti fikrinden kopuşan güçler, aslında devrim
hedefinden de vazgeçen örgüt ve partilerdi. Ancak
bu tür açıktan devrimci cepheyi terk edenlerin
yanı sıra, bu konuda açıkça tutum almadan, postmodern
yaklaşımlarla, anarşizan söylemlerin, ekonomist
yaklaşımların vb. içiçe geçtiği muğlak söylemlerle
kurnazca öncü parti fikrinden uzaklaşanlar, ya
da kafa karışıklığı içinde yönsüzleşenler de ciddi
bir toplam oluşturuyorlar. Burjuvazinin ağır karşı-devrimci
şiddetinin yarattığı basınçla devrimci cüretin
yitimi, yeni dönemin gerektirdiği teorik ve politik
ufku yaratamama, stratejik bakış açısından kopuş,
siyasetin merkezine müdahale yerine, yerel, lokal
kitle mücadelelerini öne çıkarma, vb. bir dizi
etken devrimci öncülükten kaçışın, uzak duruşun
hem nedeni, hem de dışavurumu oldular.
Devrimci
öncülüğün yerine açık ya da üstü örtük biçimde
ikame edilen şey; ağırlıklı olarak sistem içi
siyasal arenada boy gösterme temelinde bir ardçılık,
protestoculuk, en fazlasından kitle hareketlerinin
önünde değil, yanında yürüme ve onlara siyasi
gerçekleri görmelerinde "yardımcı olma"
oldu.
Her
teorik-politik sorunda olduğu gibi, bu konuda
da kesin hükmü ancak proletaryanın, emekçilerin
ve ezilenlerin tarihsel eylemleri verebilirdi.
Bu bağlamda, Leninist devrim teorisi, 21. yüzyılın
ilk büyük mücadele dalgaları içinde deyim yerindeyse
bir kez daha toplumsal pratiğin sınavından geçmektedir.
Leninist
devrim teorisinin temel tezlerinden biri olan
devrimin güncelliği tezi bu sınavdan kesin biçimde
geçmiştir. Emperyalist-kapitalizmin devrim için
nesnel koşulları sürekli biçimde üretmesini ifade
eden devrimin güncelliği tezi 21. yüzyılın ilk
mücadele dalgaları tarafından doğrulanmıştır.
Leninist
devrim teorisinin bir diğer temel halkası olan
sınıfa devrimci bilincin ancak dışarıdan öncü
parti tarafından götürülebileceği ve devrimin
ancak devrimci program temelinde devrimci parti
tarafından öncülük edilen işçi sınıfı, emekçiler
ve ezilenler tarafından gerçekleştirilebileceği
tezi de bu çetin sınavın içindedir. 20. yüzyılın
büyük devrimleri ve devrimci mücadeleleri tarafından
kesin biçimde doğrulanan bu tez, 1990 çöküşü ile
beraber devrim fikri tarihin teori mezarlığına
gömülmek istenirken, 21. yüzyılın ilk büyük mücadele
dalgalarıyla birlikte yeniden tüm solun ve devrimci
güçlerin gündemine sadece teorik bir sorun olarak
değil, yakıcı bir pratik sorun olarak da olanca
ağırlığıyla girmiştir.
Bu
tarihsel sınavda henüz devrimci seçeneği kendisinde
billurlaştırmış öncü devrimci bir partinin/önderliğin
kazandığı bir zaferle verilmiş doğrudan bir yanıt
yoktur.
Fakat
yanıt farklı biçimde, dolaylı bir yoldan verilmiştir,
vardır; 1990 sonrası yeni tarihsel sürecin bütün
büyük mücadele pratiklerinin apaçık gösterdiği
şey; kapitalist sisteme karşı yıkıcı taleplerle
ya da protestolarla (özgürlük ve insanca yaşam
talepleriyle, gerici-faşist diktatörlüklerin yıkılması
talepleriyle, ulusal özgürlük talepleriyle, vb.)
ayağa kalkan işçi, emekçi ve ezilen halk hareketlerinde
ortaya çıkan büyük enerji ile zafer arasındaki
bağlantı halkasının devrimci partide cisimleşen,
devrimci seçenek/önderlik olduğudur. Daha doğrusu,
ancak devrimci seçenek/önderlikle doldurulması
mümkün olan bir boşluğun söz konusu olduğudur.
Bu tespitte, en azından sol ve devrimci hareketlerin
tümüne yakın bir bölümünün birleştiğinden söz
edebiliriz. Hiç kuşkusuz, varılan bu nokta bu
tarihsel sınavdan geçişte bir ilk büyük mevziyi
oluşturuyor. Bu elbette, on-onbeş yıl öncesine
göre oldukça ileri bir adımdır. Ancak bu tespiti
yapmak, tarihin sınavına verilmesi gereken doğrudan
yanıtı; devrimci seçeneği/önderliği yaratarak
büyük devrimci süreçleri, devrimleri gerçekleştirerek
verilecek olan asıl yanıtı vermek anlamına gelmiyor.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, dolaylı bir yanıt
oluşturuyor. Ve bu dolaylı yanıt, yine yukarıda
belirttiğimiz gibi, aynı zamanda mevcut devrimci
hareketlerin asli devrimci rollerini, yani öncülük
rolünü oynayamadıkları anlamına da geliyor. Dolayısıyla,
bugün büyük mücadele dalgaları tarafından yeniden
yakıcı tarzda gündemleşen devrimci seçeneğin/öncülüğün
zorunluluğu noktasında devrimci güçlerin daha
net bir duruşa yönelmeleri kendi içinde bir yandan
olumlu bir yönelişi ifade ediyor. Ama diğer yandan,
devrimci seçeneğin/önderliğin yokluğu tespitinin
yapılması da devrimci güçlerin devrimci bir rol
oynama yeteneğinden uzak oluşlarının itirafı olması
anlamında olumsuz bir zeminde durulduğunu da göstermektedir.
Bu
nokta, devrimci hareketin durduğu yeri anlamak
açısından önemlidir ve bu nedenle kısaca da olsa
irdelemek gerekiyor.
b)
Devrimci Seçeneğin/Önderliğin Yokluğundan Yakınan
Devrimcilik?
Tüm
sol ve devrimci hareketlerin özellikle büyük kitle
mücadeleleri inişe geçtiğinde ya da ileri hedeflere
ulaşamadığında, bunun nedenini açıklamak için
koro halinde ifade ettikleri devrimci seçeneğin/önderliğin
yokluğu tespiti, sadece kitle hareketlerinin durumu
ve geleceği açısından değil, esas olarak sol ve
devrimci hareketlerin kendi duruşları ve gelecekleri
açısından oldukça tanımlayıcı, belirleyici bir
tespittir. Ve ne yazık ki, bu tespit en kritik,
en yalın, tümüyle doğru ve sonuçları en acı olan
tespittir. Ve yine ne yazıktır ki, bu tespit sol
ve devrimci hareketlerin dilinde bir nakarata
dönüşmüş, kalemine yapışıp kalmış, adeta kemikleşmiştir.
Ne
yazık ki, diyoruz, çünkü bu tespit aynı zamanda
bu tespiti yapan sol ve devrimci hareketlerin
kendi duruşunu, varoluşunu anlamsızlaştıran, ironik
bir tespittir. Devrimci seçeneği yaratmak, önderliği
yapmak asli görevi olan devrimci hareketlerin,
bu işi yapanın olmadığı tespitini yapması tutumu
karşısında aslında ironik tanımlaması en hafif
tanımlamadır.
Varlık
nedeni devrimci seçenek/önderlik yaratmak/olmak
olan devrimci hareketlerin, adeta bir seyirci/yorumcu
tutumuyla kitle mücadelelerine bakarak, "devrimci
önderliğin/seçeneğin" yokluğuna hayıflanmaları,
"durum tespiti" yapmaları aslında kendilerinin
içinde bulundukları durumun, yani devrimci olmayan/olamayan
duruşun da ifadesidir. Bu tespiti yapmak her devrimci
hareket açısından aslında kendi varoluş nedeninin
pratik bir karşılığını yaratamadığını ifade etmek,
yani aslında kendisinin iddiası-hedefi bağlamında
varolmadığını tespit etmek anlamına gelir.
Eğer,
hem devrimci örgüt/parti olma iddiasında olup,
hem de onlarca yıldır, devrimci bir seçenek, bir
önderlik düzeyi yaratılamamışsa, ne tür bir devrimci
rol oynandığının izah edilmesi gerekir. Devrimci
seçenek/önderlik olmak için ne tür bir programa
sahip olduğunun somut teorik ve pratik karşılıklıkları
ile ifade edilmesi gerekir.
Biraz
daha açarsak; bugün dünyanın hemen hemen her ülkesinde
devrim ve sosyalizm iddiası taşıyan pek çok örgüt
ve parti söz konusu. Ancak buna rağmen, bir devrimci
önderlik/seçenek sorunu bulunuyor. Demek ki, devrimci
örgüt ve partilerin varolması devrimci önderlik
sorununun otomatik olarak çözüldüğü anlamına gelmiyor.
Devrimci önderlik/seçenek ile tanımlanmaya çalışılan
durum ve düzey ile devrimci örgüt ve partilerin
varolması durumunun birbirleriyle ilişkili ancak,
her zaman birbiriyle aynı olan şeyler olmadığı
apaçıktır. Bir devrimci örgüt ve parti varolduğu
andan itibaren devrimci seçeneğin (teorik-politik
ufuk, örgütsel düzey ve pratik hedefler bağlamında)
kendisinde cisimleştiği iddiasıyla ortaya çıkar
ve bu temelde kendisini toplumsal mücadelelerin
önderliğinin nüvesi, adayı olarak ortaya koyar,
tanımlar. Fakat iddia ve duruş ne olursa olsun,
devrimci önderlik/seçenek olma durumu teorik ve
pratik faaliyet içinde kazanılabilir bir şeydir.
Bunu başaramadıkları ölçüde devrimci önderlik/seçenek
ile devrimci örgüt ve parti ayrı şeylerdir. Bu
başaramama durumunun uzadığı ve kemikleştiği ölçüde,
devrimci seçenek iddiası ile ortaya çıkan örgüt
ve partilerin devrimci bir rol oynayıp oynamadığı,
daha doğrusu politik, toplumsal işlevinin ne olduğu
da tartışmalı hale gelir.
Gelişen
toplumsal mücadelelerin gerek dünya ölçeğinde,
gerekse Türkiye ölçeğinde bu bağlamda ortaya koyduğu
gerçek, devrimci örgüt ve partilerin yürüttükleri
faaliyetlerin esas olarak hala minimum düzeyde
sürdüğü gerçeğidir. Bu düzey; devrimci seçeneği
ve önderliği somutlaştıracak ideolojik, teorik,
politik ufuktan uzak, örgütsel, kadrosal zeminden
yoksun, esas olarak kendi varlığını korumaya dönük,
düşmanla cepheden karşı karşıya gelmekten kaçınan,
devrimci özellikleri son derece sınırlı bir pratikten
oluşmaktadır. Bırakalım durgunluk dönemlerinde
öncü çıkışlar yaratmayı, toplumsal mücadelelerin
büyük ivmeler kazandığı koşullarda bile devrimci
seçenek/önderlik düzeyini yaratmayan devrimci
güçlerin teorik ve pratik bağlamda devrimci özellikleri,
devrimci rol oynama yetenekleri ciddi ölçüde zayıf
demektir ve durum da budur... 1990'ın üzerinden
20 yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına karşın,
Lenin'in böylesi kritik bir anda verdiği "evet
böyle bir parti var" yanıtına ulaşma yönünde
güçlü bir çaba/çıkış hala somutlaştırılamamıştır.
Kolombiya,
Hindistan, Filipinler vb. ülkelerde halk demokrasisi
ve sosyalizm iddiasıyla sürmekte olan devrimci
halk savaşları ve bunlara öncülük yapan devrimci
partiler bu noktada belli ölçülerde ayrıksı özellikler
taşıyorlar. Bu partiler ve mücadeleleri dünya
devrimci hareketi açısından birer direnç noktası,
devrimci savaşımın sürdürülebilir ve ileriye taşınabilir
olduğunu gösteren önemli umut kaynakları... Ancak
1990 sonrası yeni dönemde teorik, politik açılımları,
programları ve pratik düzeyleri itibariyle döneme
bütünlüklü yanıt oluşturmaktan uzaklar. Esas olarak
geride kalan 1990 öncesi dönemin teorik, politik
ve pratik duruşunu günümüz koşullarına kısmen
uyarlayarak, onlarca yıllık devrimci savaşımın
yarattığı köklü ilişkilere dayanarak ve 1990 çöküşünde
devrimci duruşlarını korumanın verdiği avantajlar
üzerinden yürüyorlar. Dolayısıyla bulundukları
ülkelerde güçlerini iniş-çıkışlarla da olsa korumalarına,
tüm dünya devrimcileri için direnişleri, mücadeleleriyle
moral ve umut kaynağı olmalarına karşın, hem bulundukları
ülkelerde, hem de dünya ölçeğinde henüz büyük
bir devrimci çıkış yaratacak bir ufuk ve önderlik
düzeyine ulaşabilmiş değiller. Bu nedenle, bu
devrimci parti ve örgütlerin gelişim seyri de
oldukça sancılı ve inişli-çıkışlı sürmektedir.
Bu
noktada devrimci seçenek/önderlik nedir? sorusu
daha açık bir anlam kazanıyor.
c)
Devrimci Seçenek/Önderlik
Devrim
ve sosyalizm ufku
Devrimci
seçeneği/önderliği yaratmak ya da olmak herşeyden
önce, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin
ve bu sistemin bulunulan ülkedeki varoluş tarzının
güçlü, sistematik bir devrimci eleştirisine ve
bütün deneyimlerin ışığında sosyalist/komünist
uygarlığın öncüllerini koyan bir teorik ve politik
ufka sahip olmak anlamını taşır.
1990
sonrası dönemin en tipik özelliklerinden biri
bu ufka sahip olma perspektifinden kopmaktır.
Sosyalist uygarlığın ifadesi olarak gördükleri
reel sosyalizmin çöküşü, kapitalist sistemin sahte
"zafer"inin yarattığı basınçla birleştiğinde
pek çok sol ve devrimci hareket devrimin güncelliğini
reddetsin ya da etmesin pratik gündeminden çıkararak
"muhalif" konuma savrulmuş, devrimci
özellikleri önemli ölçüde törpülenmiştir. Sosyalist/komünist
uygarlık hedefi, ufku ise daha çok bir "ütopya"
derekesine düşmüştür. Devrimcilikte ısrar eden,
devrimin güncelliğini teorik ve politik dağarcığından
çıkarmayan devrimci güçlerin önemli bir bölümü
ise esas olarak geride kalan dönemin ufku ile
1990 sonrası yeni tarihsel dönemde kendini var
etmeye çalıştığı ölçüde güdük, etkisiz, en fazlasından
gücünü korumaya çalışan, bu anlamda güçlü bir
devrimci rol oynamaktan uzak bir konuma düşmüşlerdir.
Bu bağlamda, 1990 sonrası dönemde sol ve devrimci
hareketi tanımlayan en önemli öğelerden biri devrim
ve sosyalizm ufkundan önemli ölçüde kopmaktır.
Stratejik
çizgi/bakış
Devrim
ve sosyalizm ufku, devrimin örgütlenmesini, iktidar
hedefini başat sorun olarak ortaya koyar. Devrimin
örgütlenmesi ise iktidar hedefine kilitlenmiş
bir stratejik politik çizgiyi gerektirir. İktidarı
almaya dönük bir devrimci stratejik çizgi (devrim
yolu, mücadele araçları, vb.), buna uygun politik,
sosyal, kültürel ve diğer toplumsal varoluş biçimlerine
ilişkin taktikler, ittifak ilişkileri ve militan
bir pratik çizgi; devrimci seçeneğin/önderliğin
somutlaştığı ikinci temel halka budur.
Devrimci
seçeneğin/önderliğin pratik duruşunu sıradan bir
politik çalışmadan, geniş emekçi kesimlerinin
eylemlerinden ayıran, onun her bir pratiğinin/eyleminin
kesin biçimde iktidarı ele geçirmeye kilitlenmiş
stratejik çizgisinin adım adım sıçramalı tarzda
geliştirilmesine bağlanmış olmasıdır. Devrimci
seçeneğin/önderliğin her bir pratiği stratejik
çizgi temelinde planlı faaliyettir. Onun her pratiğine
iktidar hedefine bir adım daha yaklaşma perspektifi
hakimdir, bu hiç bir bulanıklık olmadan net biçimde
görülebilir.
Geniş
emekçi hareketlerinin ve sol ve devrimci çevrelerin
pratiğine ve taktiklerine egemen olan stratejik
çizgiden/bakış açısından yoksun, protestoculuk,
günü kurtarmaya dönük sıradan ve perspektifsiz,
kendiliğindenciliğin akışına bırakılmış taktikler-pratikler,
en fazlasından yerel, lokal hedeflere kilitlenmiş
faaliyetlerdir. Güçsüzlüğü ve iktidar hedefinden
yoksun, iddialı bir faaliyet yürütememeyi örtmekten
başka işe yaramayan ittifak ilişkileri, devrim
iddiasından yoksun "muhalefet" olma
söylemleri ve pratikleri, iktidar hedefinden kopuk
dünyayı değiştirme söylem ve pratikleri; devrim
ve sosyalizm ufkuyla, stratejik bakış açısıyla
ilgisi olmayan, dolayısıyla devrimci olmayan,
ya da en fazlasından devrimci özellikleri oldukça
zayıf faaliyet biçimlerinden başka bir şey değildir.
Devrimci
sosyalist parti
Devrimci
seçenek/önderlik, devrim ve sosyalizm ufkuyla
yaratılmış en ileri teori ve politikaya dayanan,
tüm pratiğini devrim hedefine kilitlemiş bir stratejik
çizgi temelinde geliştiren, bütün bunların en
ileri düzeyde cisimleşmesini ifade eden devrimci
sosyalist partidir. Devrimci sosyalist partide
cisimleşmeyen devrimci ufuk ve stratejik çizginin
sadece söz kalabalığı olarak kalması kaçınılmazdır.
Sadece 20. yüzyılın değil, 21. yüzyılın tüm toplumsal
mücadele pratikleri apaçık gösteriyor ki, devasa
aygıtlarıyla insanlığın üzerine çullanmış olan
emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadeleye
öncülük edecek örgüt, ancak proletaryanın en ileri
kesimlerini, en sıkı disiplin, yüksek üretkenlik
ve katılım düzeyiyle saflarında örgütlemiş Leninist
parti olabilir.
Leninist
parti anlayışının teorik öncülleri ve örgütsel
ilkeleri, bugün gerek geniş kitle mücadelelerine
egemen olan öncüden yoksunluk, dağınıklık durumunun,
gerekse devrimci harekette varolan devrime kilitlenmiş
örgüt düzeyinden yoksunluk durumunun tam olarak
karşılığıdır. Proletarya ve diğer devrimci dinamiklere
devrimci bilincin ancak dışarıdan götürülebileceği,
proletaryanın en ileri kesimlerinin sımsıkı örgütlenmesi
olarak devrimci partinin/örgütün öncülüğü olmadan
işçi ve emekçilerin geniş kesimlerinin isyan ve
mücadelelerinin devrim ve sosyalizm hedefine ulaşamayacakları,
vb. gibi Leninist parti anlayışının temel öncülleri
bugün büyük mücadeleler içinde doğrulanmaktadır.
Hiç
kuşkusuz, Leninist örgüt-parti anlayışı, Marksizm-Leninizmin
tüm yapı taşları gibi bitmiş tamamlanmış bir perspektif
değildir. Onun yaklaşık yüz yılı aşan uygulama
biçimleri başarı ve başarısızlıklarıyla önümüzde
durmaktadır. Bütün bu deneyimlerin açıkça gösterdiği
gibi, Leninist parti anlayışının proletaryanın,
emekçilerin ve ezilenlerin en geniş kesimlerinin
devrimci enerjisini açığa çıkaracak, onların devrimci
düşünce ve eylemin geliştirilmesine en geniş katılımını
sağlayacak tarzda geliştirilmesi devrimci seçeneği/önderliği
yaratmanın olmazsa olmazlarından biri durumundadır.
Devrimci
militan
Devrimci
seçeneğin/önderliğin partiyle birlikte cisimleştiği
bir diğer temel halka devrimci militan/kadrodur.
Devrim ve sosyalizm ufkunu, yaşamının ufku haline
getirmiş, tüm yaşam pratiğini bu ufukla geliştiren,
bu bağlamda devrimci pratiğiyle hem dünyayı, hem
de kendini değiştiren, bu temelde sosyalizm hedefini/ufkunu
kendi yaşamında cisimleştiren, bu ufku kitleler
içinde örgütleyen, üreten, devrim ve sosyalizmin
insanda cisimleşmiş halidir devrimci militan...
Devrimci
militan soyut ve birdenbire ortaya çıkan bir şey
değildir. O başlangıçta sistem insanıdır, isyan
eder ve isyanının karşılığını devrim ve sosyalizmde
bulur. Sistemden kesin ve köklü kopuş iradesini
gösterdiği noktada devrime yönelir. Devrime yöneliş,
devrimci faaliyete katılım ilk adımdır. Devrimci
militan kimliğinin kazanılması ise düzenle ve
kendisindeki düzen kişiliği ile mücadele içinde
mümkündür. Yani devrimci pratik ve örgütlü yaşamla
ortaya çıkar. Devrim ve sosyalizm ufku, stratejik
çizgi, bu çizgiye uygun pratik ve örgüt içinde
mücadele ile kazanılır devrimci militan kimliği.
En ileri düzeyini profesyonel devrimcilikte bulan
çok katlı, çok yönlü bir süreçtir bu...
Günümüzde
devrim ve sosyalizm ufkunun, stratejik çizginin,
pratiğin ve örgütün bütünlüklü bir tarzda kendini
daha ileri bir düzeyden üretemeyerek gerilediği
1990 sonrası süreçte, devrimci militan kimliği
de önemli ölçüde aşınmıştır.
Devrimci
sosyalizmin tarihsel mücadele deneyimleri, devrimci
olsun olmasın işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin
geniş kesimlerinin yüreğinde bilincinde en ileri
insani duruşu cisimleştiren pek çok örnek devrimci
militan yaratmıştır. Che bunların en parlak ifadelerinden
biri olarak, 1990 sonrasının en karanlık dönemlerinde
dahi parlayan kutup yıldızı olmuştur. Sadece öne
çıkmış örnekler değil, kitlesel olarak devrimci
militanlığın ileri örneklerini yaratmış bir çok
devrimci mücadele deneyimi ile doludur devrimler
tarihi.
Devrimci
sosyalizmin devrimci seçeneği/önderliği bütünlüklü
tarzda yaratma yönündeki adımları, aynı zamanda
devrimci militanlığın, tarihsel örneklerin kılavuzluğunda,
daha ileri bir düzeyini geliştirme mücadelesi
olarak da biçimlenecektir.
Devrimci
irade ve cüret
Devrimci
seçeneğin/önderliğin olmazsa olmaz bileşenlerinden
biri de, devrimci yıkma ve kurma iradesi ve cüretinin
en ileri düzeyde var olmasıdır. Che'nin "gerçekçi
ol, imkansızı iste" parolası bu düzeyin en
yalın ve parlak ifadesidir. Devrimci seçenek/önderlik
olabilmek için devrimci ufuk ve stratejik çizgiyi
tam bir serdengeçtilikle, fedai ruhuyla, sonsuz
bir enerjiyle, engel tanımadan sıçramalı gelişme
persepktifiyle mücadele pratiğine dönüştürme iradesi
gerekir. Ve mayasında devrimci cüret vardır.
1990
öncesi dönemlerde de dünyanın dört bir yanındaki
çeşitli devrimci pratiklerde görülen, 1990 sonrası
yeni dönemde ise sol ve devrimci güçlerin büyük
bir bölümünün teorik ve politik çizgilerini şu
veya bu düzeyde adeta karartan duruş ise irade
kırılması ve cüret yitimidir... On yılların yıpranmışlıklarının,
devrimci seçeneğin/önderliğin temel halkalarının
yaratılamamasıyla birleşmesi, devrimci atılım
ruhundan yoksun, en az riskle, en az olanı yapma,
devrimin gereğini yapma yerine, giderek devrimci
anlamını yitiren kendi varlığını koruma, kendine
güvenmeme gibi hastalıklarla sakatlanmış bir devrimcilik
tarzı yaratmaktadır. Devrimciliğin ölümü anlamına
gelen bu irade ve cüret yitimi elbette aşılmaz
değildir. Aşamayanlar, sınıf mücadelelerinin içinde
sürekli biçimde ortaya çıkan devrimci öğeler tarafından
kaçınılmaz biçimde aşılacaktır.
***
Devrimci
seçeneğin/önderliğin bu ana halkaları kendi içinde
organik bir bütün oluşturuyorlar. Her birinin
kendi özgün yanları ve gelişme yolları olsa da,
her biri bir diğerinin olmazsa olmazıdır. Ve devrimci
seçeneğin/önderliğin yaratılması bir anın değil,
her adımı örgütlenmiş, planlanmış bir mücadele
sürecinin ürünü olabilir. Devrimci seçenek/önderlik
bir yerlerde bir grup akıllı, zeki insanın yaratıp
sunacağı bir şey değildir. Zorlu mücadeleleri,
hele ki, 1990 sonrası karanlık dönemde, oldukça
zorlu ve büyük mücadeleleri gerektiriyor. Devrimci
hareketin kendi tarihsel hata ve zaaflarından,
yetersizliklerinden kaynaklanan engeller ile 1990
sonrası emperyalist-kapitalist sistemin dünya
ölçeğinde yeniden egemen hale gelişinin yarattığı
büyük nesnel zorluklar bir aradadır.
Ancak
öte yandan, özellikle 2000'lerden bu yana yine
dünya ölçeğinde gelişen büyük mücadele dalgaları,
kapitalizmin yarattığı engelleri ve devrimci hareketin
yetmezliklerini giderek daha fazla zorlamakta,
devrimci seçeneği/önderliği yaratma görevini hem
bu büyük kitlesel mücadeleleri geliştiren güçlerin
ileri kesimlerinin, hem de devrimci güçlerin önüne
her zamankinden daha yakıcı biçimde koymaktadır.
Henüz
bu büyük mücadelelerin içinden fırlayarak öne
atılıp, devrimci seçeneği/önderliği kendi cephelerinde
somutlaştırmak için örnek bir adım atmış yeni
bir hareket bulunmuyor. (Bu durum, hiç olmayacağı
anlamına gelmez elbette. Sadece an'da durum budur.)
Enternasyonal
düzeyde devrimci hareketin deneyim ve birikimlerini
toparlayarak, 1990 sonrası yeni tarihsel dönemin
devrimci eleştirisi üzerinden sosyalizm ufkunu
geliştiren, bunun tek tek ülkelerdeki birikimle
buluşmasını sağlamayı hedefleyen bir çaba ise
henüz yok denecek düzeydedir. (Çeşitli devrimci
parti ve örgütlerin oluşturduğu zayıf enternasyonal
birliklerin bu yönlü çabaları ya yoktur, ya da
çok cılız düzeydedir.)
Bu
gerçeklikten hareketle, devrimci seçeneği/önderliği
esas olarak tek tek ülkelerde kendini bu hedefe
kilitlemiş, yerel-evrensel ilişkisini kuran devrimci
parti ve örgütlerin geliştirebileceği açıktır.
Tek tek ülkelerdeki devrimci partilerin devrimci
seçeneği/önderliği kendi gelişme yollarından ilerleyerek,
(fakat enternasyonal etkileşime açık olarak, bunun
için özel çaba harcayarak) bir dizi güçlü atılım
örnekleri yaratarak somutlaştırabileceğini söyleyebiliriz.
Devrimci önderliği/seçeneği somutlaştıran bu atılımların
enternasyonal düzeydeki etkileşimleri, bireşimleri,
enternasyonal düzeyde de devrimci seçenek ve önderliği
geliştirecektir. Bugün için görünen yol budur.
Tam
da bu noktada, Türkiye devrimci hareketinin, özel
de ise devrimci sosyalist hareketimizin durduğu
noktayı, yapılması/yapmamız gerekenleri ele almak
gerekiyor.
III-
Türkiye ve Devrimci Seçenek/Önderlik
a)
Devrimin Güncelliği ve Türkiye
Devrimin
güncelliği, dünya kapitalizminin çelişkileri ve
büyük halk hareketleri tarafından apaçık ortaya
konulmuştur. Bu noktada, Türkiye sol ve devrimci
hareketi açısından asıl soru, "bunun Türkiye'deki
karşılığı nedir?" sorusudur.
Türkiye'deki
toplumsal zeminin devrimin güncelliği bağlamında
genel bir analizini bir kaç ay önce Barikat'ın
Kasım 2011 tarihli sayısında "Seçim Sonuçları
ve Siyasal Durum; Eğilim ve Olasılıklar"
başlıklı yazımız da yaptık.
Kimi
temel başlıkları yeniden ele alacak olursak;
-
Tüm temel çelişki alanları derinleşerek büyüyor...
Türkiye
kapitalist sistemi 1990 sonrası yeni tarihsel
dönemin bütünü boyunca (ki daha öncesinde de)
toplumsal yaşamın bütün alanlarında yoğun alt-üst
oluşlarla biçimleniyor.
Kürt
ulusunun kurtuluş mücadelesi ve bunun bütün dolaysız
sonuçları, 1990 sonrası yeni dönemin dünya tablosu
ve gelişmeleriyle birleşince, Türkiye kapitalist
sisteminin bütün çivileri yerinden oynamış, büyük
çatışmalar ve krizler içinde ayakta kalma, kendini
restore etme süreci yaşanmıştır. Ana karakteristiklerini
Türk, sünni, anti-demokratik, kapitalist ve ABD
emperyalizminin buyruğunda NATO'nun ön cephe jandarması
olarak belirlemiş Türkiye kapitalist sistemi ve
devletinin bütün bu dayanak ve karakteristikleri
(çivileri) dağılma sürecine girmiştir. 1990 sonrası,
Türkiye'de devrimin güncelliği meselesini Türkiye
kapitalist sisteminin üzerine kurulu olduğu ve
her biri büyük çelişkilerin ve acıların kaynağı
olan bu temel dayanaklarının durumu üzerinden
izlemek mümkündür. Bu sürecin çelişki ve çatışmaları
elbette düz bir çizgide ve aynı tempoda gelişmiyor.
İnişler ve çıkışlarla biçimleniyor. 20 yılı aşan
bu sürecin her aşamasının gösterdiği şey; dünya
ölçeğinde var olan devrimin güncelliği koşullarının,
Türkiye'de sık sık en ağır biçimde derinleşerek
(milli krizin olgunlaşması) büyük çelişkiler ve
çatışma zeminleri ortaya çıkardığı, Türkiye oligarşisinin
bu koşulları aşma zeminine sahip olmadığıdır.
Her
şeyden önce, Türkiye oligarşisinin sömürgeci egemenliği
altında olan Kuzey Kürdistan'da otuz yıldır, kimi
iniş çıkışlarına rağmen sürmekte olan ve büyük
bir halk desteğini arkasına almış bir ulusal kurtuluş
savaşı söz konusudur. Kürt ulusunun Kuzey Kürdistan'da
yaşayan büyük bir bölümü, 1990'dan bu yana binlerce
onbinlerce yurtseverin ölümüne karşın, soluk soluğa
süren büyük kitlesel mücadeleler yoluyla bu mücadelenin
arkasında durmaktadır. Bu mücadelenin Türkiye
metropollerindeki büyük Kürt kitlesinde de güçlü
yankıları vardır. Türkiye metropollerindeki Kürt
kitlesi önemli ölçüde proleterleşmiştir ve en
yoksul kesimleri oluşturmaktadır. Bu proleter
kesimlerin küçümsenemeyecek bir bölümü, ulusal
baskı ve yoksulluğun ağır çelişkilerine karşı
kimi zaman yüzbinleri bulan büyük eylemler ve
mücadeleler yoluyla sokak mücadelelerine girmektedir.
Sadece
Kürtler değil, onların açtıkları yoldan, Laz,
Çerkez ve diğer ulusal topluluklar da ulusal demokratik
hakları için henüz nüve halinde olsa da mücadeleye
girişmiştir.
Türkiye
kapitalist sisteminin başlıca belirleyicilerinden
olan, Kuzey Kürdistan'ı sömürgeleştirme, diğer
ulusal toplulukları baskı altında tutma politikası,
tüm sömürgeci dayanaklarıyla birlikte çökmektedir.
En
büyük ezilen inanç grubu olan Aleviler de, 1960'lı
yıllardan bu yana zayıf da olsa var olan, inanç
özgürlüğü ve eşitliği bağlamındaki hak taleplerini,
1990'larla birlikte artık büyük protesto ve mücadelelerle
ortaya koyuyorlar. Sistemin, bu halk dinamiğini
güdük haklar temelinde kendine bağlama çabaları
özellikle orta sınıflarda ve onların etki alanındaki
daha yoksul kesimlerde kısmi sonuçlara ulaşmış
olsa da, geniş Alevi kitlesi açısından tatmin
edici olmamıştır. Muhalif bir dinamik olarak Alevilerin
mücadelesi, dönem dönem devrimci güçlerle güçlü
bir bağ içinde devrimci, demokratik bir rol oynamaya
devam ediyor. Gazi direnişinden, katliamlara karşı
büyük protesto ve mücadelelere değin, son 20 yılın
mücadeleleri, Alevi dinamiğinin Cumhuriyet dönemi
Türkiyesindeki en büyük ayağa kalkışlarını ifade
ediyor. Dahası bu ayağa kalkış, Türkiye kapitalist
sisteminin bir diğer temel dayanağı olan Sünni
kimliğini de zorluyor, kırıyor.
Türkiye
kapitalist sisteminin, 1990 sonrası yeni dönemde,
uluslararası alanda rol arayışı da oldukça sancılıdır.
Jeopolitiğin değişmesiyle birlikte, NATO içinde
daha önce üstlendiği rolün önemsizleşmesine bağlı
olarak kendini bir boşlukta bulan oligarşi 1990-2000
arası yıllarda, dış politikasını önemli ölçüde
PKK'nin dış ilişkilerini engelleme çabaları ve
ABD'nin Ortadoğu, Balkanlar, Asya vb. coğrafyalardaki
irili ufaklı işlerinin taşeronluğuna bağlamıştır.
2000'li yıllarda Büyük Ortadoğu Projesi ile yeni
ve öncü bir rol bulduğunu düşünen Türkiye oligarşisi,
bu politika eksenindeki hamleleriyle bugün tüm
komşularıyla altından kalkamayacağı çatışmalı
(Suriye ile savaş noktasına değin yaklaşmıştır)
bir mecraya sürüklenmiş durumdadır.
Türkiye
kapitalist sisteminin belirleyici özelliklerden
biri olan anti-demokratik karakter, (ki bu nitelik
1950'lerden itibaren sömürge tipi faşizm olarak
biçimlenmiştir) bu süreç içinde bir yandan başta
Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesi olmak üzere,
devrimci ve sol güçlerin ve Alevilerin mücadeleleriyle
küçümsenemeyecek ölçüde darbelenmiştir. Sistem
açılım politikaları ve kimi düzeltmeler yoluyla,
bu noktadaki çelişki ve çatışmaları sulandırarak
denetim altına almaya çalışırken, bir yandan da
tüm muhalif güçleri terörize etme, zaten oldukça
güdük olan yasal demokratik mücadele alanlarını
en minimum düzeye çekme çabası içindedir. Demokrasi
ve özgürlük talepleriyle, büyük baskı dalgaları
arasındaki gerilim ve çatışma zemini her geçen
gün biraz daha büyümektedir.
Egemen
sınıflar arasındaki çatışmalarda AKP ve arkasındaki
tekeller, diğer burjuva partileri ve onları destekleyen
güçlere karşı açık bir başarı kazanmış görünüyor.
Burjuva muhalefet partilerinin ve ordunun siyasal
güç ve dolayısıyla ekonomik rant alanından önemli
ölçüde uzaklaştırılması ve AKP'nin bütün siyasal
ve toplumsal kaynakların başını kesin biçimde
tutmasıyla birlikte, burjuva siyasal, ekonomik
ve toplumsal güç mücadelesinin ekseni AKP içine
dönmüştür. AKP, kendi içinde homojen bir yapı
değildir, deyim yerindeyse bir koalisyondur. Birbirinden
şu veya bu düzeyde ayrışan tekel grupları ve bunların
siyasal, toplumsal ifadesi olan tarikatlar, vb.
kümelenmelerden oluşmaktadır. Ve bu tarikatlar
içinde en güçlü grubu oluşturan Gülen tarikatı
ile Tayyip Erdoğan'ın başını çektiği grup arasında
karşılıklı komplo ve zoru içeren müdahaleler,
seçim sonrası süreçte belirginleşmiştir. Böylece
oligarşi içi mücadelede yeni bir cephe açılmıştır.
Ve bu cephe en az daha önceki ayrışma ve mücadeleler
kadar serttir. Daha baştan, Gülencilerin MİT müsteşarını
tutuklama girişimine ve ardından da Tayyip'in
karşı hamlesiyle polis ve yargıdaki Gülen taraftarlarına
dönük büyük bir sürgün kampanyasına dönüşebilmiştir.
Gerek ordu içindeki tasfiye ve tutuklamalar, gerekse
de Tayyip ile Gülen arasındaki güç mücadelelerinde
siyasal zorun açıkça kullanılması, oligarşi içi
çelişkilerin derinliğini ve genişliğini apaçık
göstermektedir. Türkiye oligarşisi kendi cephesindeki
yönetme sorunlarını ancak zor kullanarak çözebilecek
denli derinlikli ve geniş çelişkilerle boğuşmaktadır.
Türkiye
oligarşisinin ve son on yılın iktidar partisi
AKP'nin elini güçlendiren tek olgu ekonominin
"iyiye gittiği" yönünde yaratılan ve
toplumun geniş kesimlerine kabul ettirilen gerçek
dışı manipülatif yargıdır. Türkiye ekonomisinin
nasıl tümüyle borçlanmaya dayanan oldukça kırılgan
bir rant dağıtım mekanizmasına dönüştürüldüğünü
özet bir biçimde Barikat'ın Kasım 2011 tarihli
sayısında ortaya koymuştuk. Türkiye'nin bağımlı,
çarpık kapitalizmi 2001 krizini de aratacak bir
ekonomik kırılmanın eşiğinde durmaktadır.
Türkiye
ekonomisi esas olarak sıcak para da denilen kısa
vadeli ve önemli bölümü kayıt dışı olan finansman
ve diğer iç ve dış borçlar yoluyla borçlanarak
büyümektedir. Ve bu borçlanma furyası adım adım
sınırlarına varmaktadır. Son bir ay içinde, Türkiye'nin
kredi notunun, kredi derecelendirme kurumları
tarafından düşürülmesi yeni ve güçlü sinyallerden
biridir. Bu borçlanma furyasından yararlanan küçük
ve orta burjuvazinin yaşadığı "sahte"
zenginleşmenin yarattığı göz boyama ile bütün
burjuva medya aracılığıyla yaratılan büyük manipülasyon
birleşerek bu durumun adeta sonsuza değin süreceğini
vaazediyorlar. Hiç kuşkusuz, bu tabloda emekçilere
çeşitli dilencilik projeleri yoluyla dağıtılan
kırıntıların da payı bulunuyor.
Öte
yandan, çöküşe doğru ilerleyen bu sahte "ekonomik
ilerleme" tablosu, işçi sınıfı ve emekçilerin
yaşamının pek çok açıdan giderek daha katlanılamaz
hale geldiği gerçeğini örtemez. Kölece çalışma
koşulları artık işçilerin hayatının ayrılmaz bir
parçası haline gelmiştir. 8 saatlik resmi işgünü
artık, özellikle özel sektörde tümüyle geride
kalmıştır. Çoğu iş kolunda 10-12 saatlik (hatta
daha fazla) işgünü olağan hale gelmiştir. Milyonlarca
işçinin mahkum edildiği 701 TL gibi komik bir
rakam düzeyinde olan asgari ücret ise ancak büyük
kentlerde ve kısmen uygulanmaktadır. Anadolu'da
özellikle kadın işçiler arasında resmi asgari
ücret tamamen hayal haline gelmiştir. İşsizlik
rakamları, özellikle genç işsizlik ekonominin
patlama yaptığı dönemlerde bile düşmemektedir
ve ciddi boyutlardadır. İlköğretim sonrası eğitim
ve çalışma imkanı bulamayan on milyonlarca genç
başıboş durumda yozlaşmanın kucağına, lümpen proletarya
saflarına itiliyor. Üniversiteler milyonlarca
eğitimli işsiz yaratıyor. Taşeronlaştırma, güvencesiz
çalışma vb.'de en ufak bir iyileşme söz konusu
değildir.
Dünya
Bankasının 2012 Dünya Kalkınma Göstergeleri raporuna
göre, kırsal nüfusun 2008'de yüzde 34.6'sı yoksulluk
sınırının altında yaşarken, 2009'da bu oran yüzde
38.7'ye yükseldi. Genel olarak yoksulluk sınırının
altında yaşayanların oranı ise 2009'da yüzde 18.1'dir.
Gelir piramidinin en üstünde yer alan nüfusun
yüzde 20'si ulusal gelirin yüzde 45'ine (ilk yüzde
10, gelirin yüzde 29.4'ünü alıyor) sahip olurken,
en alttaki yüzde 10 ise sadece yüzde 2.1'ine sahip
oluyor.
Oligarşi
ve AKP, bu tabloyu, tümüyle orta ve orta üst sınıfların
yararlandığı zenginlik tablolarıyla, göz boyamaya
dönük kırıntı dağıtımlarıyla, sınıf bilinci ve
duruşunu karartan ve durumu kabul edilebilir,
hatta olabilecek en iyi durum olarak gösteren
sistemin bütün ideolojik aygıtlarının birleşik
bombardımanlarıyla meşru kılmayı başarıyor.
Türkiye
oligarşisi ve AKP açısından artık ekonomideki
rant dağıtım mekanizmaları yoluyla yaratılan iyimserlik
atmosferinin de sonuna gelinmektedir. Türkiye
kapitalizmi için, emperyalist-kapitalist dünya
sisteminin içine girdiği kriz çukurunun labirentleri
arasında bulduğu kısa soluklanma fırsatları artık
tükenmektedir.
Rant
dağıtım mekanizmalarıyla tarikatların içiçe geçtiği
Türkiye toplumu, kültürel açıdan da Allah ve doğruluk
sözlerinin, en derin yozlaşma biçimleriyle içiçe
geçişini de yaşıyor. Tüm toplumsal süreçler yozlaşmanın
her türünün karanlık dehlizlerinde kaybolmuş durumdadır.
İkiyüzlü, tümüyle çıkar ilişkilerine bulanmış
tüccar dindarlığı, rüşvet, ihale fesatçılığı,
kayırmacılıkla kısacası, kapitalist para ilişkileriyle
yoğrulmuş olarak toplumun geniş kesimlerine yayılıyor.
Fuhuş, uyuşturucu, irili ufaklı çetecilik, bu
ilişkilerin olmazsa olmazı olarak toplumsal yaşamda
giderek daha geniş bir yer buluyor. Postmodern
çürüme ise bütün bunlarla içiçe, yanyana yeni
biçimler kazanarak derinleşiyor. Bütün değer yargıları
bu çürüme denizinin içinde yitip gidiyor. Çıkış
bulamayan toplum bu yozlaşma batağında debelenip
duruyor.
Kadınlar
bu toplumsal atmosfer içinde en ağır bedeli ödüyor.
Tüccar dindarlığının ve postmodern yozlaşmanın
çığrından çıkardığı kültürel davranış kodları
kadına karşı, Türkiye tarihinde eşi görülmemiş
düzeyde bir şiddet olarak geri dönüyor. AKP döneminde
erkek şiddeti sonucu kadın cinayetleri tam 14
kat artmış durumda. Her ev adeta bir savaş alanına
dönüşmüş durumda. Karşı koymak isteyen kadınların
cılız sesi kendine çıkış arıyor.
-
Biriken, derinleşen çelişkiler için AKP'li yada
AKP'siz sistem içi bir çıkış yoktur...
Kürdüyle,
Alevisiyle, hakkını arayan işçisiyle, toprağını,
suyunu, kondusunu korumaya çalışan emekçisiyle,
dizginsiz şiddetin kıskacındaki kadınıyla tüm
toplumsal dinamikler bir yandan yoğun bir faşist
terörün ve diğer yandan derin yozlaşmanın kıskacındadır.
AKP eliyle yürütülen TC'nin ve kapitalist toplumsal
ilişkilerin restore edilmesi süreci tüm toplumsal
ilişkileri derin çelişkiler yumağıyla çevrelemiş
durumdadır. Bu politika 90 yıllık TC'nin her biri
çürümüş olan asli dinamiklerini hiç bir açıdan
burjuva demokratik temelde bile olsa değiştirmeyi
içermemektedir. Tam tersine, apaçık ortaya çıkmış
olan çelişki alanlarında bir yandan göz boyayıcı
politikalarla tepkilerin manipüle edilmesi hedeflenirken,
diğer yandan esas olarak bu gerici devlet ve toplum
dinamikleri güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Kürtlerin
ve diğer ulusal toplulukların, Alevilerin, işçilerin,
işsizlerin, milyonlarcası yoksulluk sınırının
altında yaşayan emekçilerin, toprağına, suyuna,
kondusuna sahip çıkmaya çalışan yoksul halkın,
gençlerin, kadınların demokrasi, özgürlük, eşitlik
ve insanca yaşam özlemlerinin, AKP'li ya da AKP'siz
sistem içi bir karşılığının olmadığı açıkça görülüyor.
(Son dönemde Müslüman Sosyalist ya da anti-kapitalist
Müslümanlar isimli bir akımın boy vermesi de devrimin
güncelliğinin giderek daha da belirginleşmesinden
ayrı düşünülemez.)
Bu
nedenledir ki, restorasyon politikası Kürt sorununda,
Alevi sorununda, demokratik haklar bağlamında,
kadın sorununda, eğitim sorununda, kısacası her
alanda oligarişinin elinde patlamıştır. Toplumsal
muhalefetin reform, açılım vb. göstermelik söylemlerle
oyalanması dönemi kapanmıştır. Toplumsal muhalefet
dinamiklerinin örgütlü güçleri bu oyalamaları
gördüğü ölçüde tekrar direniş kanallarına yönelmiştir.
AKP öncülüğündeki karşı-devrim cephesi de açılım
söylemleriyle geliştirdiği manipülasyon politikalarını
artık terk ederek, yoğun bir faşist şiddeti gündemleştirmiştir.
Sürekli
büyüyen ve sürekli biçimde şiddet üreten bu çelişki
alanları, büyük ve köklü değişimlerle çözüm bulabilir.
Emperyalizme bağımlı çarpık Türkiye kapitalizminin
hiç bir çelişki alanında çözücü bir alternatifi
yoktur, olamaz. Devrim her dönem olduğu gibi,
her zamankinden daha fazla bugün de toplumsal
çelişkilerin yegane çözüm zeminidir. Devrimin
güncelliği yeni-sömürge Türkiye'nin en temel gerçeği
olarak daima var oldu, varolmaya devam ediyor.
-
Büyüyen sadece nesnel çelişkiler değil, direniş
eğilimidir de...
Sadece
toplumsal çelişkilerin derinliği değil, toplumsal
muhalefetin iniş ve çıkışlarına rağmen, gösterdiği
direnç de devrimin güncelliğinin en açık göstergelerinden
biridir.
Solun
ve devrimci hareketin örgütsüzlüğüne ve zayıflığına
karşın, 2001'deki krizin yarattığı büyük halk
öfkesi, kolluk güçleriyle çatışmalara dönüşen
kendiliğinden büyük halk gösterileri bir kenara,
son yıllarda Küba'dan sonra en büyük 1 Mayıs gösterileri
Türkiye'de yaşanıyorsa, hapishanelerde on bini
aşan devrimci tutsak bulunuyorsa, tutuklu gazeteci
sayısında Türkiye dünya birinciliğini elinde tutuyorsa,
ülkenin dört bir yanında tekellerin doğayı yağmalamasına
karşı toprağına ve suyuna sahip çıkan onbinlerce
emekçi jandarma şiddetine karşın direniyorsa,
kent rantı için tekellere peşkeş çekilen emekçi
semtlerinde büyük bir direniş potansiyeli kendini
apaçık gösteriyorsa ve daha pek çok irili ufaklı
işçi, emekçi halk direnişi boy veriyorsa, bunun
tek bir anlamı vardır; devrimin üzerinde gelişeceği
nesnel çelişki alanlarında onbinlerce devrim tohumu
devrimci seçeneğin/önderliğin güneşi ile boyvereceği
zamanı kollamaktadır.
Kürt
ulusunun sadece 1970'lerden bu yana sömürgeci
boyunduruğa karşı yürüttüğü büyük savaş bile Türkiye'de
ve Kürdistan'da nesnel toplumsal çelişkilerin
devrimci savaşım için ne denli büyük imkanlar
yarattığını, devrimci durumun, yani devrimin güncelliğinin
ne denli somut olduğunun en açık örneği olarak
karşımızdadır.
Kürt
ulusu, 1970'lerden bu yana modern parti ve örgütleriyle
ayaktadır. Son 20 yılı aşkın süredir ise büyük
halk kitlelerinin sert mücadeleleriyle, gerilla
savaşının bileşiminden oluşan devasa bir halk
hareketi oluşmuştur. Bu hareket, gelişmesinin
her aşamasında oligarşiyi az ya da çok gerileterek
ilerlemiştir. Bunun tek nedeni, bir ulusal kurtuluş
önderliğinin. büyük savaşımları göze alarak öne
atılması ve halk kitlelerine doğru ya da yanlış
bulalım kendi seçeneğini göstermesidir. Sol ve
devrimci çevrelerde tam bir cehalet örneği olarak
sıkça tekrarlanan; orası Kürdistan, ulusal çelişkiler
var, bundan dolayı hareket gelişiyor gerekçelendirmesi
demagojiktir. Kürdistan'da ulusal çelişkiler 1980
veya 1990'larda ortaya çıkmış değildir. Ulusal
çelişkiler Kürdistan sömürgeleştirildiğinden bu
yana vardır. Mücadelenin 1970'lerden, özellikle
1980'lerden itibaren ivme kazanması, 1990'lardan
itibaren ise büyük bir halk hareketine dönüşmesi
tümüyle, bu çelişkilere ilişkin demokratik çözümler
öneren, Kürt emekçilerinin özgürlük istemlerini
büyük mücadeleler yoluyla eyleme dönüştüren ulusal
kurtuluş öncülüğünün ortaya çıkmasındandır. Türkiye
devrimci hareketi de 1970'lerde öncü güçlerinin
devrimci savaşımıyla tarih sahnesine çıktığında,
o dönem açısından Kürdistan'dakinden çok daha
büyük mücadele süreçleri yaratabilmiştir.
Kürt
ulusal hareketinin yarattığı büyük mücadele solun
ve devrimci hareketin hemen hemen her kesiminden
şu ya da bu ölçüde kabul görüyor. Ancak kaderini
bu hareketin gelişim seyrine bağlayanından, sosyal-şoven
politik yaklaşımların etkisiyle uzak durma eğilimi
gösterenlerine değin, sol ve devrimci hareket,
bu mücadelenin devrimin güncelliğini görme ve
buna uygun bir militanlık üzerinden geliştiğini
(Kürt ulusal hareketinin bugün idelojik ve politik
olarak geldiği nokta, bu gerçeği değiştirmiyor)
ve kendisini bu temelde gözden geçirmesi gerektiğini
ısrarla görmekten kaçınma tutumu içindedir.
Türkiye'de
devrimin güncelliğine ilişkin sol ve devrimci
çevrelerde şu ya da bu düzeyde varolan ve çoğunlukla
açıkça da ifade edilmeyen kuşkular, tümüyle devrimci
bir rol oynamaktan uzaklaşmaktan kaynaklanan bozulmalardır.
Dahası 1990 sonrası yeni tarihsel dönemde dünya
ve ülkenin gerçeklerini devrimci eleştiri temelinde
çözümleyen ve sosyalist uygarlığın temel hareket
noktalarını yeniden üreten bir bilinç açıklığından
uzak olmanın ve karşı-devrimin şiddeti karşısında
yorgun ve ürkek durmanın, sistemin tolere edebileceği
sınırlar içinde solculuk, devrimcilik yapma çabasının
dışavurumlarıdır, körlüğüdür. Görmek istemeyenden
daha kör kimse olamaz.
Öyleyse
Türkiye'de devrimci seçenek/önderlik bu tablonun
neresindedir?
b)
Türkiye'de Devrimci Seçenek/Önderlik Sorunu
Türkiye
devrimci hareketine ilişkin devrimci seçenek/önderlik
noktasında yukarıda genel bağlam içinde ifade
ettiğimiz tespiti, daha baştan açık ve net olarak
ifade etmek gerekiyor; ülkemizde devrimci iddialarla
onlarca yıldır varlık sürdüren pek çok örgüt ve
parti olmasına karşın, devrimci seçeneği kendisinde
billurlaştırmış ve devrimci önderliği pratikleştirmiş
bir siyasal yapı yoktur. Bu, tartışılması ve kanıtlanması
gereken bir iddia değildir, yaşam içinde somut
olarak görülen nesnel bir olgudur; Türkiye proletaryasının,
emekçilerinin, ezilenlerinin izlediği, teorik-politik
ve pratik alanda emekçilerin yaşamına devrim ve
sosyalizm seçeneğini sokan, geliştirdiği güçlü
müdahalelerle, bırakalım emekçilerde, devrime
en yakın duran kesimlerde devrimci ilerleme ve
düzenden kopuş duygusu yaratan bir siyasal özne
yoktur.
-
Sosyalizm ufkundan teorik-politik düzeyde kopuş,
burjuva demokratik taleplere sıkışma, postmodernizmin
sol siyasetteki uzantısı olan parça talepleri
öne çıkarma,
-
Devrim iddiasının pratik olarak kaybedilmesi,
pratikte iktidar pespektifinden uzak, sosyalizm
ufkuna sahip olmayan politikalar temelinde legal
alana sıkışmış ve reformist sol güçlerden farkı
olmayan bir pratik içinde sürüklenme,
-
Devrimci savaşçı ve katılımcı bir parti yapısından
uzaklaşarak, daralan ufuk çizgisine, iddiaya ve
pratiğe denk düşen devrimci özellikleri zayıf
parti ve örgütlere dönüşme,
-Kadro
ve kitle yapısı itibariyle yine bu ufuk ve iddiaya
denk düşen bir pratikle biçimlenmiş, öncü bilinci
ve devrimci savaşçı özellikleri zayıf bir kadro
ve kitle yapısı,
-
Devrimci savaşın başlatılıp geliştirilebileceğine
inancı düşman saldırılarıyla büsbütün zayıflamış
bir irade, daha doğrusu irade kırılması ve cüret
yitimi,
Türkiye
devrimci hareketinin bileşenlerini belirleyen
güncel karakteristik özelliklerdir...
Devrimci
hareketin neredeyse bütün bileşenlerinin, özellikle
irili ufaklı toplumsal mücadele süreçlerini değerlendirirken
sürekli vurguladıkları devrimci seçeneğin/önderliğin
varolmadığı tespiti, bu gerçeğin dışavurumundan
başka bir şey değildir. (Hiç bir devrimci örgüt
ya da parti devrimci seçeneğin/önderliğin kendisinde
cisimleştiği iddiasında değildir. Bu iddiayı kimi
zaman seslendirenler açısından ise iddia, hiç
bir toplumsal güç tarafından kabul edilmeyen,
inanılmayan, teorik ve pratik dayanaklardan yoksun
cılız ajitasyonlar düzeyini aşamamaktadır.) Bu
gerçek, devrimci hareketlerin tek tek her birinin
yayınlarında değişik bağlamlarda ifade edilmesine
karşın, bunu kendi öz gerçeği olarak görme yaklaşımı
oldukça zayıftır. Daha çok, proletarya ve emekçi
halk hareketlerinin gelişmemesinin bir nedeni
olarak genel geçer bir tespit, kendi dışında bir
olgu olarak ele alma tutumu söz konusudur. Devrimci
hareketler genel olarak, bir devrimci siyasal
hareketin varlık nedeni, tüm faaliyetinin ana
ekseni olan devrimci seçeneğin/önderliğin varolmayışı
durumunun kendi varlığını sorgulaması gerektirdiği
yaklaşımından uzaktırlar. Devrimci seçenek/önderlik
olma hedefi kendi varoluşlarının dışında, soyut,
dışsal bir olgu durumundadır. Bu yaşamsal soruna
bakışta tam bir kendiliğindencilik ve dışarıdan
bakış hakimdir. Devrimci örgütlerin kendi varlık
nedenlerine, yani devrimci seçenek/önderlik olma
hedefine yabancılaşmaları bu denli derinleşmiş
durumdadır.
Hiç
kuşkusuz, devrimci hareketin bütün bileşenlerinin
bu olumsuz özelliklerden aynı düzeyde etkilendiği
söylenemez. Ancak devrimci hareketlerin bir bölümünün
daha az, bir bölümünün daha fazla bu olumsuz faktörler
tarafından belirlenmiş olması, genel tablonun
karakteristik özelliklerinin yukarıda sayılan
faktörler olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Bu
faktörleri açarak ilerleyelim;
-
Türkiye devrimci ve sol hareketi devrim ve sosyalizm
ufkundan kopmuştur...
Türkiye
devrimci hareketinin hiç bir bileşeni, 1990 sonrası
yeni tarihsel süreçte kapitalizmin bütünlüklü
devrimci eleştirisi ve sosyalizm/komünizmin geçmişin
deneyimleri ışığında, günümüz koşullarına uygun
olarak alternatif bir uygarlık düzeyi halinde
somutlayabilecek yeni bir devrimci programatik
çalışma ortaya koyamamıştır.
Emperyalist-kapitalist
sistemin gelişim seyiri ve reel sosyalizmin çöküşü
nedenleri konusunda vb. kimileri oldukça önemli
belirlemeleri içeren pek çok çalışma olmasına
karşın, bunları pratik olarak devrim hedefine
bağlayan, sosyalizmin yeni bir düzeyini somut
bir hedef olarak ortaya koyan, bir devrim hareketinin
ufku olarak bütünlüklü tarzda somutlaştıran bir
düzey söz konusu değildir.
Teorik
ve politik yorumculuk boyutunu aşıp, devrim, devrimci
seçeneğin/önderliğin yaratılması için teori ve
politikayı bütünlüklü olarak yeniden üretme yaklaşımına
ulaşılmamıştır. Bu bağlamda yazılıp çizilenler,
her hangi bir sol entellektüelin kapitalizmin
gelişim seyri ve reel sosyalizme ilişkin değerlendirmelerini
aşan bir düzeye sahip değildir. (Çoğu kez içerik
olarak düzeyi ve siyasal etkisi bunların da gerisinde
kalmaktadr.)
Dolayısıyla
yapılan teorik-politik üretimler devrimci çalışmanın
önünü açacak perspektif ve içerikten yoksundur.
Yeni tarihsel dönemde devrimin üzerinde yükseleceği
çelişki alanlarını, hedefleri, sosyalist uygarlığın
temel hareket noktalarını göstermekten yani devrimci
bir rol oynamaktan uzaktır. (Devrimci yayınlarda
bunun tipik örneği, pek çok temel teorik ve genel
politik değerlendirme yazısının somut devrimci
görevler dizisi belirlemek yerine, kısa bir iki
paragraf ya da bölümde genel geçer bir devrimci
görevlere sahip çıkma, mücadele etme tespit ve
temennileriyle sonuçlandırılmasıdır.)
Düşülen
bu düzeyin anlamı; devrim ve sosyalizm ufkundan
kopmaktır.
1971
devrimci atılımın yaratan THKP-C, THKO ve TKP-ML'nin
genç ve bugünkü kadro ve önderlik yapısına nazaran
oldukça deneyimsiz önderliklerinin teorik-politik
ufuklarını inşa ederken, kapitalist sistemin devrimci
eleştirisinden, sosyalizme, devrim teorisi ve
stratejik çizgiye ve daha pek çok soruna ilişkin
yaptıkları hummalı teorik-politik çalışmalarda
apaçık göze çarpan devrimci seçeneğin/önderliğin
ufuk çizgisini yaratmak için tüm temel sorunları
bütünlüklü olarak ele alma yaklaşımı ile bugünkü
bölük pörçük yorumculuk tarzı karşılaştırıldığında
kaybedilenin ne olduğu daha net anlaşılır. Sadece
'71 atılımının yaratan örgütlerin kurucu çalışmaları
değil, daha sonrasında bütün bir 70'li yıllar
boyunca büyük bir heyecanla devam eden temel teorik-politik
sorunların bütünlüklü olarak açımlanması çabaları
ve devrimci örgütler arasında bu sorunlara ilişkin
yapılan tartışmalara gözatıldığında, bugünkü teorik-politik
ufkun yeniden üretilmesine karşı ilgisizlik ve
en fazlasından yorumculuk tarzı hemen ayırdedilebilir.
(O dönemdeki teorik-politik çalışmaların içeriğinin
zayıf olduğu, çeşitli uluslararası merkezlerin
etkisi altında geliştiği yönünde yapılacak eleştiriler
belli bir haklılık payı taşısa bile, devrim ve
sosyalizme ilişkin devrimci bir ufuk çizgisi yaratma
çabasının bütün bu faaliyetlerin merkezinde olduğu
gerçeğini değiştirmez.)
Teorik-politik
ufkun devrim ve sosyalizm ufkunu somutlaştıran
devrimci eleştiri ve somut hedefler dizisinden
yorumculuğa değin daralması, kaçınılmaz olarak,
devrimci çalışmada somutlaşan pratik ufkun da
ciddi biçimde zayıflamasını ya da salt ajitatif
bir söyleme dönüşmesini beraberinde getirmiştir.
-
Türkiye devrimci ve sol hareketi iktidar perspektifinden,
stratejik bakış/çizgiden kopmuştur
Türkiye
devrimci hareketi iktidarı alma hedefinden, yani
devrim perspektifinden ve iktidarı alma sürecinin
bütününün temel çizgilerinin planı anlamına gelen,
bu niteliğiyle devrim iradesini somutlaştıran
stratejik bakıştan/çizgiden kopmuştur.
1990'lara
değin, devrimci hareketin bileşenlerinin büyük
bir bölümünün, doğru ya da yanlış bulalım, devrimin
yolu, temel ve tali mücadele araçları, temel örgütlenmeleri,
ittifak ilişkileri vb.de somutlaşan bir devrim
planı ve stratejik çizgisi söz konusuydu. Devrimci
irade, tüm faaliyetlerini bu stratejik bakışa
uygun olarak gerçekleştirilmesi için gösterilen
büyük çabada somutlaşıyordu.
1990
sonrası yeni tarihsel süreçte devrimci hareketler
hızlı ya da adım adım ilerleyen bir süreç içinde
faaliyetlerinin iktidarı almayı mümkün kılacağını
düşündükleri stratejik bakış açılarından uzaklaşarak
üç farklı biçimde somutlaşan bir kopuş yaşamışlardır.
Gelecek
sayımızda bu üç biçimi başlıklar altında inceleyerek
kaldığımız yerden devam edeceğiz.
(SÜRECEK...)
|