Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

Şahin Şimşek

       GİRİŞ:
       Dünyada, Ortadoğu’da, Kürdistan ve ülkemizdeki tüm gelişmeler sınıf mücadelesinde yeni bir aşamayı işaret etmektedir. Hiç şüphesiz bu süreç, daha önceki süreçlerin devamı olup, bundan sonraki süreçlere de yön verecektir. Burada basit ve aritmatiksel süreçlerden bahsetmiyoruz. Dinamik, çok yönlü, ilişkilerin birbirini etkilediği ve yön verdiği süreçlerden söz ediyoruz. Daha önce birbirine eklenen süreçlerin tüm birikim ve dinamikleri bugün yeni biçimler almakta ve buradan geleceğe yönelik zemin oluşturmaktadır. Gelecek bu zemin üzerinden biçim alacaktır. Bu biçim alış sarmal ve sıçramalıdır. Tarih denilen süreçler böylesi sarmal gelişim içinde, sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin sayısız unsurlarının çatışmasıyla belirleniyor.
       Dünyada, bölgemiz Ortadoğu’da, Kürdistan ve Türkiye’de hızlı bir değişim süreci yaşanmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistem büyük bir kriz sarmalındadır ve bu krizin tüm sonuçları birer birer ortaya çıkıyor. Emperyalist-kapitalist sistemin merkezinde, ABD’de başlayan kriz dalgası tüm dünyaya yayıldı; sermaye yeniden yapılanırken krizin tüm yıkıcı faturalarını işçi ve emekçiler ödedi. Bu kriz dalgası yerini “toparlanmaya” bırakmadan yeni bir kriz dalgası ortaya çıktı ve bunun yıkıcı etkileri önümüzdeki günlerde çok sık tartışılacaktır. Emperyalist-kapitalist sistemde bugün egemen olan, hatta tümden belirleyici olan sömürü modeli neo-liberalizmdir. 1970’lerden bu yana kapitalizme yön veren bu sömürü modeli, reel sosyalizmin yıkılmasıyla tümden sürece egemen olmuştur. Ancak, deniz tükenmiştir, neo-liberal sömürü modeli iflas etmiştir.
       Neo-liberalizmin üretmiş olduğu toplumsal ve siyasal sonuçlar kapitalizm için adeta “son söz”dür. Kapitalizm kriz dinamiklerini biriktiriyor, işçi sınıfı ve ezilen halkların yeni bir dünya arayışları güçleniyor. Emperyalist saldırı politikaları sınır tanımıyor; emperyalist savaş, işgal ve askeri müdahaleler yayılıyor, işçi ve emekçi sınıfların tüm kazanımları tek tek elinden alınıyor. Kitlesel açlık, yoksulluk, işsizlik yayılıyor, kültürel bozulma derinleşiyor, demokrasinin kırıntıları da ortadan kalkıyor. Hiç şüphesiz tüm bunlar eşitlik-özgürlük-demokrasi-sosyalizm için mücadeleyi kışkırtıyor, bu temelde arayışları büyütüyor.
       Her kriz süreci kapitalizm için yeni sermaye birikim sürecini ifade eder. Bu açıdan emperyalist-kapitalist sistemin merkezinde, ABD’de yaşanan son krizin dalgaları tüm dünyaya yayılıyor, iflaslar çoğalıyor, orta sınıflar çözülüyor, dünyanın en büyük tekelleri birleşerek dünyaya egemen oluyor, hakimiyetini ilan ediyor. Ekonomik alanda neo-liberal sömürü derinleşiyor ve kapitalizmin sınırlarını aşındırıyor; ideolojik alanda tüm “kutsal” tezleri tek tek iflas ediyor. Neo-liberalizm ideolojik cephede dün “devlet”e savaş açmıştı; bugün ise “kapitalizm devletsiz yaşayamaz” tezini doğruluyor. Krize karşı “devlet müdahalesi” politikası izliyor, iflas eden sermaye gruplarına devlet desteği sunuyor. Kriz, sadece yeni bir sermaye birikim sürecini ortaya çıkarmıyor, bununla birlikte kapitalist sömürü ve örgütlenmenin yeni biçimlerini, yeni kapitalist formasyonun ipuçlarını ortaya çıkarıyor.
       Bir toplum biçiminden bir başka toplum biçimine geçiş keyfi bir tercihin sonucu değil, “zorunlu uygunluk yasasının” sonucudur. Tarihsel olarak mevcut toplumda yaşanan kriz, yeni toplumun habercisidir. Zor ya da devrim ise yeni toplumun ebesidir. Anlaşılacağı üzere, “kriz” ile “devrim” ilişkisi birbirinden kopuk bir yerde durmuyor. İkisi arasındaki ilişki doğrudandır. Kriz olmadan devrim olmaz, devrimler krizi derinleştirir. Kapitalizmden sosyalizme geçişin, herhangi bir dönemde değil de emperyalist çağda gerçekleşmesi tümden bu toplumsal yasa gereğidir. 1848 Avrupa devrimlerine yol açan kriz, bu ilişkiyi açığa çıkardı. Marx ve Engels yaşanan bu büyük krizi kapitalizmin “son krizi” sandı; ama bu yanılgıydı ve bu yanılgıyı ünlü özeleştiriyle ifade ettiler. Ekim Devrimi, bu özeleştiri ve öngörünün ifadesi olarak ortaya çıktı; tesadüf değildir, emperyalist-kapitalist sistemin üretmiş olduğu kriz ve savaş içinde ortaya çıkmıştır. Bunu diğer kriz ve devrimler izlemiştir.
       Bugün yaşanan ise, emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı en büyük krizdir ve etkileri on yılları kapsayacaktır. Bu açıdan, emperyalist çağda güncelleşen devrimlerin zemini güçleniyor, sosyalizmin maddi zemini her zamakinden daha çok bugün olgunlaşıyor. İşçi ve emekçilerin, halkların yeni bir dünya arayışı yeni biçimler alıyor. Kriz tüm dünyaya yayılıyor, emperyalist-kapitalist sistemin zayıf halkalarında halklar başkaldırıyor. Güncel yaşanan Ortadoğu halklarının başkaldırısı, buna karşı emperyalizmin hamleleri, halk hareketlerine yön verme çabaları, “uyutma ve kışkırtma” taktikleri özünde bu tezlerimizi bir kez daha doğruluyor. Karanlık tümden yırtılmadı ama ışık dünyanın bir çok yerinde çoğalıyor. Böylesi bir dünya ve süreçte Türkiye’de sınıf mücadelesi derinleşiyor. Bir yandan emperyalizm ile işbirlikçisi AKP iktidarı sınıf mücadelesini kontrol altına almaya çalışıyor, diğer yandan oligarşi içi çelişki yeni boyutlar kazanıyor. AKP neo-liberal politikaları devam ettiriyor, bu politikaların son hamlelerini yapıyor. AKP, oligarşi içi çelişkide bir adım önde duruyor; emperyalist ve yerli tekelci sermaye AKP’de çıkarlarını birleştiriyor. Başta CHP olmak üzere, milliyetçi-ulusalcı burjuva cephe ise sürecin gerisinde kalıyor, ciddi bir hamle yapamıyor. Emeğin sömürüsü derinleşiyor. İşçi sınıfının zaten zayıf olan direniş mekanizmaları işlevsizleştiriliyor, işsizlik ve yoksulluk yoğunlaşıyor. Demokratik hiçbir sorun çözülmüyor, demokrasi mücadelesinin tüm talepleri güncelleşiyor, faşizm AKP elinde yeni formatta kurumsallaşıyor. Böylece emek ve demokrasi sorunları iç içe geçiyor, sınıfsal çelişkiler, devrimin stratejik ve güncel sorunlarını doğrudan kesiyor. Demokratik ve sosyalist görevleri sıkı biçimde birbirine bağlayan halk devrimi tüm sorunların çözüm gücü olarak ortaya çıkıyor.
       Kürt sorunu yeni boyutlar kazanıyor. Emperyalizm ve AKP Kürt sorununu, Kürt Ulusunun kazanımlarını etkisizleştirerek, en az kırıntı ile düzen içinde nasıl çözerizin hesabını yapıyor. Bu temelde “demokratik açılım” adı altında sahte demokrasi projesinden bahsediliyor. Ama bu sahte demokrasi hamlesi, hem işçi sınıfı ve emek güçleri karşısında, hem de Kürt halkının özgürlük mücadelesi karşısında anlamsız kalıyor. “Demokratik açılım” yalanları faşizm gerçeğini değiştirmiyor. Nitekim bu sahte “demokrasi” projesi iflas edince AKP yeni bir konsept arayışı içine girdi. “Kürt sorunu yoktur” diyerek ırkçı, şovenist söylemi kışkırtıyor, seçimde başarı sağlayan yurtsever hareketi, Kürtleri tehdit ediyor, yurtseverleri tutukluyor, dağları bombalıyor, sınır ötesine saldırıyor. Tüm bunlara karşı “demokratik özerklik” Kürt yurtsever hareketinin yeni bir hamlesi oluyor, dahası yurtsever hareket savaşa da hazır konum alıyor. “Demokratik özerklik” İmralı savunmalarında ileri sürülen, devrimi değil düzen içi arayışı ifade eden “demokratik cumhuriyet” projesinin devamıdır; ama daha derli toplu ve ileri bir biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Bu projede ne devrim ne de sosyalizm vardır; ama düzen içinde, en ciddi demokrasi hamlesidir. Bu proje “iki dilli yaşam”, “anadilde eğitim” gibi haklı talepler ve “sivil itaatsizlik” gibi politik/kitlesel hamlelerle anlam kazanıyor. 12 Haziran seçimleri bu proje üzerinden başarı kazanıyor.
       Tüm bu gelişmeler, sadece oligarşi içinde bir ayrışmayı işaret etmiyor, Türkiye devrimi ile Kürdistan devrimi arasındaki tüm nesnel bağlara rağmen adeta iki farklı kanalda akmasına yol açıyor. Ayrıca, gerileyen Türkiye devrimi, güncel ve dönemsel sorunlar üzerinden yeniden saflaşıyor, ulusal sol, dogmatik sol, liberal sol basıncı altında devrimci sosyalizm kendine alan açmakta zorlanıyor. Kürt yurtsever hareketinin reformist kanallarda yol alması en yoğun biçimde yeni bir tasfiye süreci yaşayan Türkiye devrimci hareketini etkiliyor; devrimci güçler daralıyor, reformizm yeni biçimler alıyor. “Çatı partisi” tartışmaları bu temelde yeniden güncelleşiyor. Yaşanan bir tür karmaşa görüntüsü veriyor ve bu karmaşa içinde ısrarla kendi yolumuzdan yürümek son derece önem kazanıyor.
       Devrimci siyaset sanatı, doğru ve ana halkayı kavramak, buradan yürümek, büyük emek ve sabırla devrim için mücadele etmektir. Stratejik bir yerden bakarak, dönemin ana halkası devrimci kurtuluşun partisini inşa etmek ve güncel sorunlar üzerinden mücadeleyi yükseltmektir. Günü kazanamayan dönemsel ve stratejik hedefleri kazanamaz. Ağırlaşan gündemler ve karmaşık süreçler işimizi zorlaştırır; ama bizim ana yönelimimizi belirlemez. Politik gündemler sık sık bu ülkede değişir; tümüne yetişmek mümkünde değildir. Sahte gündemler ana gündemleri örtebilir; bizim görevimiz asıl olanı yakalamaktır. Bu temelde bugünün dünyasında, Ortadoğu’da gelişen halk hareketleri ve emperyalizmin bunları kontrol altına alma hamlelerini ele almakta yarar vardır.

       1.Bölüm: Kapitalizmin Güncel İki Çizgisi
       İçinde bulunduğumuz dönem, emperyalizmin 4./yeni bunalım dönemidir. Reel sosyalizmin çözülmesiyle başlayan bu dönemde tüm ilişki ve çelişkilerin derinleştiği, dönemin kendine ait olguların olgunlaşıp yeni biçimler aldığı bir süreci yaşıyoruz.
       Bugün, emperyalist-kapitalist sistem iki ana olgu ile karşı karşıyadır. Birincisi, tüm dünyada görülen ve 1929 kriziyle sık sık karşılaştırılan ekonomik-mali kriz; diğeri ise, 1970 sonrası sürekli krize karşı geliştirilen ve emperyalist- kapitalist sistemin ana sömürü modeli olan neo-liberalizmin, sadece ekonomik değil, ideolojik açıdan da iflas etmesidir. Her iki olgu iç içedir ve kapitalizme özgü başka olgularla birlikte kapitalist sistemi tüketmekte, kapitalizme özgü tüm çelişkileri günceleştirmekte, bunun sonuçlarını günlük yaşamın bir parçasına dönüştürmektedir. Tarihsel olarak bu tükeniş sürecini yüz yılı aşkın yaşayan kapitalizm, hiç şüphesiz bu yüz yılık süreçte yeniden ve yeniden kendini üretmiştir; ama artık cephaneliğinde malzeme kalmamıştır. Tarihsel tükeniş siyasal ve ekonomik tükenişin tüm iç dinamiklerini barındırıyor. Tarihsel olarak tükenen kapitalizm, siyasal ve ekonomik olarak ayakta kalmakta zorlanıyor. İşçi sınıfının tarihsel ve siyasal rolü kapitalizmin sonunu belirleyecektir.
       Ama öte yandan tarih tek başına bizim irademiz ve isteklerimize göre yaşanmıyor. Başta kapitalizme ait ana sınıflar (burjuvazi ve işçi sınıfı) olmak üzere, bu sınıfların politik temsilcileri, ara sınıf ve katmanlar ve bunların temsilcileri gibi sayısız politik irade ve güç bu tarihsel süreci belirlemeye çalışıyor. İrili ufaklı bir dizi çelişki ve çatışma tarihi belirliyor, sınıf mücadelesi ve ilişkileri buradan kendi mecrasını buluyor.
       Tükenişi yaşayan kapitalizm için şans sayılabilecek durum sosyalizmin yaşadığı kırılmanın aşılamamış olmasıdır. Eğer devrimci sınıf olan işçi sınıfı tarihsel ve siyasal rolünü oynayamazsa kapitalizm kendiliğinden yıkılmaz. İşçi sınıfının kurtuluşu ile insanlığın kurtuluşunu birleştiren sosyalizm, “politik akım”dan öte “politik hareket” olmayı güçlü biçimde kuramazsa, sosyalizm için maddi koşullar ne kadar olgun olursa olsun, kapitalist barbarlıktan, kaostan kurtuluş mümkün değildir.
       Bir yandan kapitalizm adeta “patlayıcı maddeleri” biriktiriyor. Emperyalist merkezlerde işçi ve yoksulların tepkisi giderek güçleniyor, “küresel isyan”lara yeni sömürge ülkelerde halkın tepkileri ekleniyor. Latin Amerika’nın bazı ülkelerinde yeni bir halkçı kitle hareketi gelişirken, bazılarında da gerilla savaşı dinamiklerini koruyor; bu iki kanal halkların tarihi için dip notlar düşüyor. Asya’da işçi sınıfı ve yoksullar yer yer ayaklanıyor, yeni mücadele araçları ortaya çıkıyor. Ortadoğu’da “köle halklar” emek ve özgürlük için ayağa kalkıyor. Kısaca sınıfsal çelişkiler yoğunlaşıyor ve çözülmeyen sorunlara yeni sorunlar ekleniyor. Tüm bunlar sosyalizm için güçlü, maddi zeminleri açığa çıkarıyor. Ama öte yandan karanlığı yırtacak, tüm bunlara önderlik edecek olan işçi sınıfı sosyalist bilinç üzerinden politik önderliğini yeterli derecede inşa edemediğinden ve tarihsel kırılmanın hala etkisi devam ettiğinden, bu nesnel birikim sosyalizme taşınamıyor;sancı buradadır, tarihin düğüm noktası budur. Sosyalizm politik harekete dönüşerek, tüm bu çelişkileri çözecek ve insanlığın yaşadığı bu kapitalist barbarlık son bulacaktır. Hiçbir şey tarihin bu akışını durduramaz.

       a) Kriz Ve Devrim
       Bugün emperyalist-kapitalist sistemi krizden ayrı düşünemeyiz. Kriz kapitalizme ait, kapitalizmde içsel bir olgudur. Kapitalizm kriz üretir. Kapitalizmin krizinin asıl nedeni, meta üretimin yaygınlaşması ama buna karşılık kitlelerin alım gücünün düşmesidir. Kriz tüketim alanında başlıyor, giderek üretim alanına yansıyıp genelleşiyor. Bu açıdan kapitalizme özgü ve “çevrimsel kriz” olarak da tanımlanan kriz, kapitalizmde içseldir ve serbest rekabetçi kapitalizm koşullarında yaklaşık on yılda bir tekrarlanmaktadır. Ama kapitalizmin kriz dinamizmi bununla sınırlı değildir. Emperyalizm, burjuvazinin devrimci rol oynadığı, üretici güçleri geliştirdiği döneme son verdi, kapitalist üretim ilişkileri üretici güçleri engelledi; böylece emperyalist çağda kriz, sürekli ve genel bir karakter kazandı. Emperyalizm çağının kapitalizmin “son ve en yüksek aşaması” ve “devrimler çağı” olması bundandır.
       Kapitalizmde her kriz yeni bir sermaye birikim sürecine basamak olur. Kriz dönemlerinde kitleler yığınlar halinde yoksullaşır. Kapitalizm geliştikçe, sermaye giderek tekellerde yoğunlaştıkça, bu temelde tekelci sermaye, ekonomik ve siyasal alana egemen oldukça, kitlelerin yoksullaşması derinleşir, orta sınıflar çözülür ve kapitalizmin bunalımı genelleşir. Her kriz süreci, aynı zamanda sermayenin giderek daha az ellerde yoğunlaştığı, buna karşılık emekçi sınıfların daha yoksullaştığı ve geri düzeyde yaşama itildiği süreçlerdir. Düz bir hatta ilerlemeyen kapitalizm için böylesi kriz dönemleri, yeni bir formatla kendini örgütlediği dönemler olur; sömürü ve kapitalizme ait sınıf ilişkileri buna göre biçim alır. Her büyük kriz sürecinden sonra, yeni bir sömürü biçiminin ortaya çıkması ya da bir önceki sömürü biçiminin yeni biçimler alması bundandır.
       Kriz ile emperyalist savaş arasında doğrudan ilişki vardır. Kimi tarihsel süreçlerde, örneğin, 1929 dünya kapitalizminin büyük krizinde olduğu gibi, bu süreç paylaşım savaşına kadar uzamış ve yeniden paylaşımla kriz nispeten çözülmüş olsa da, kapitalizm kriz sarmalından kurtulamamıştır. Bazı tarihsel süreçlerde kapitalizmin krizi hafifler, üretim güçleri nispeten gelişir ve kar oranları yükselir, ama kapitalizm “daha fazla sömürü ve kar” üzerine kurulduğu için, daha derin kriz süreçlerinden uzak olamaz.
       Nitekim kapitalizm, serbest rekabetçi dönemi geride bırakıp tekelci kapitalizme dönüşünce, emperyalistler arasındaki hegemonya savaşı hızlandı. Kapitalizmde içsel olan eşitsiz ve dengesiz gelişim yasası tekelci kapitalizm döneminde tümden açığa çıktı; hatta buna bağlı olarak daha geri konumda olan emperyalist güçler hızla dünya pazarından pay kapma savaşına girişti. Birinci paylaşım savaşı bu temelde güncelleşti; dünya pazarı, yeryüzü buna bağlı yeniden paylaşıldı. Ancak emperyalist/gerici savaş kapitalizmin krizini geçici çözdü, tümden çözemedi, tam tersine yeni kriz dinamikleri yarattı. Birinci paylaşım savaşının yıkıntıları içinde Ekim devrimi ile proletarya ilk kez kendi iktidarını kurdu. Emperyalist hegemonya savaşı o kadar yoğun ve kapitalizm için vazgeçilmezdi ki, sosyalizm bile bu çelişkilere son veremedi, veremez de. Sosyalizm, çok parçalı emperyalistlerin kendi çelişkisinden yararlanarak tek ülkede zafer kazandı; bu insanlık için yeni bir umut ışığı oldu ve emperyalist çağa, 20. yüzyıla yön verdi.
       İkinci paylaşım savaşı, tıpkı birinci paylaşım savaşında olduğu gibi, emperyalistler arasındaki kapitalist pazar mücadelesinin, hegemonya savaşının askeri alana yansımasıdır. Savaş politikanın devamıdır. Kapitalist pazar için mücadele, askeri alana yansımış ve emperyalistler dünyayı yeniden kendi aralarında paylaşmışlardır. Dünya savaşı, sadece milyonlarca emekçinin ölümüne yol açmakla kalmadı, üretim araçları ve ülkelerin yıkılmasına, tahrip olmasına yol açtı. Emperyalist-kapitalist ülkeler başta olmak üzere, kapitalizmin egemen olduğu ülkelerin yeniden onarımı, ikinci paylaşım savaşı sonrası güncelleşti. ABD emperyalizmi önderliğinde gelişen bu onarma, sosyalizme karşı kapitalizmin yeniden inşası anlamını taşımaktadır ve bu süreçte kar oranı yükselmiş, kapitalizmin kriz dinamikleri ortadan kalkmamış, ama kapitalizm için “altın çağ” denilen bir süreç yaşanmıştır. Ancak bu süreç çok sürmemiş, kapitalizm 1970’lerde yeni bir kriz sürecine girmiştir.
       Bu dönemde, yani ikinci paylaşım savaşı sonrası, kapitalizmin içsel kriz dinamikleri üzerinde, bu kriz dinamiklerini derinleştiren iki önemli güç vardır. Bir, emperyalist-kapitalist sisteme karşı, artık tek ülke sınırları içinde olmayan ve dünyanın 1/3’de egemen olan sosyalizm. İki, emperyalizme karşı ezilen ulus ve halkların ulusal kurtuluş mücadelesidir. Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelesi toplumsal kurtuluş mücadelesi ile iç içe yeni devrimleri mayalamaktadır. Sosyalizm emperyalist-kapitalist pazarı daraltmış; emperyalistler arası hegemonya mücadelesi yeni biçim almıştır.
       Her kriz süreci yeni sömürü modelini güncelleştirir ya da eski sömürü modeli yeni biçimler alır. 1873 krizi yaklaşık 20 yılı etkiledi ve 1873-93 kriz süreci tekel öncesi kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesine yol açtı. Bu süreç aynı zamanda üretim tekniğinde pre-Taylorizmden Taylorizme geçiş sürecidir. Aynı biçimde 1929 dünya krizi tüm emperyalist-kapitalist sistemi etkisi altına aldı, ucu ikinci paylaşım savaşına dayandı. Bu süreçte, üretim tekniği Taylorizmden Fordizme geçişi simgeledi ve üretim, emek süreçleri buna göre biçim aldı. Keynesci sömürü modeli bu süreci yönlendirdi. Kapitalizmin1970’lerde içine girdiği uzun kriz dalgasına karşı üretmiş olduğu çözüm ise, Keynesgil sömürü modelini ve sosyalizme karşı geliştirdiği, sosyalizmin “yan ürünü” olarak ortaya çıkan “sosyal devlet”i bir yana atarak yeni bir sömürü modelini, Neo-liberalizmi geliştirmek olmuştur. 1970’lerde uç veren Neo-liberal sömürü modeli, 1980 sonrası yaygınlaşmış, reel sosyalizmin çözülmesi ve ulusal ve devrimci kurtuluş mücadelelerinin geriye düşmesi ile tüm dünyaya yayılmıştır. İlk önce, emperyalizmin desteği ve yönlendirmesi ile Şili ve G. Kore’de uygulanan bu model, ABD ve İngiltere’de yeni sağ iktidarların kurulması ile dönüşü olmayan bir yola girmiş ve reel sosyalizmin çözülmesi ile yani 1990’lı yıllarla birlikte “küresel kapitalizm” adı altında her alanda yaygınlaşmıştır.
       Peki, bu sömürü modeli kapitalizmin krizini çözmüş müdür? Hayır. Tam tersine krizi derinleştirmiştir.
       İkinci paylaşım savaşı sonrası, dünyanın 1/3’de egemen olan sosyalizm, dünya kapitalist pazarı daraltmıştır. Yeni sömürgecilik daralan kapitalist pazara karşı geliştirilen, inceltilmiş sömürgeciliktir. Kapitalizmin daralan pazar sorunu, sadece açık işgal ve yeraltı-yer üstü zenginliklerin talanına dayanan sömürgecilikle çözülemezdi. Yeni sömürgecilik, daha önce sömürge ve yarı-sömürge konumda olan ülkelerde, bir yandan emperyalist işgali gizlemek, diğer yandan ise bu ülkeleri sadece askeri ve siyasi açıdan değil, ekonomik açıdan da kendine tam bağlamak için güncelleşti. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, 1970‘li yıllara gelindiğinde emperyalist-kapitalist sistem yeni bir kriz sürecine girdi ve neo-liberal sömürü modeli bu kriz için “çözüm” yolu oldu.
       Bu yıllar, sosyalizmin devasa prestijine rağmen, revizyonizmin elinden yozlaşmanın yaşandığı, bürokrasinin elinden kapitalizm için kanalların açıldığı yıllardır. Nihayetinde bu içsel gelişim, revizyonizmin “1980 komünizme geçiş yılı...” olarak ilan etmesine rağmen, sadece siyasal alanda değil, ekonomik ve sosyal alanda da kriz üretmiş, emperyalizmin aktif katkısı ile “reel sosyalizm” çözülmüştür. “Reel sosyalizm”in çözülmesi ve bu ülkelerin kapitalist pazara açılması, ilk başta kapitalizmin pazar sorununu çözen bir görüntüye sahiptir. Ancak pazar sorunu nispeten çözülse de bu süreç yeni kriz dinamiklerini ortaya çıkarmıştır.
       Daha önce, eşitsiz ve dengesiz gelişim yasası gereği rekabet içinde olan emperyalist güçler, bu dönemden sonra, daha güçlü biçimde hegemonya ve nüfus alanı savaşına tutuşmuş, hatta bu hegemonya savaşına yeni emperyalist güçler (Rusya, Çin vb) katılmıştır. Hiç şüphesiz, tüm bu süreç, kapitalizm için yeni bir sermaye birikim sürecidir; mali sermayenin devasa çok uluslu şirketlerin elinde her alanda egemenlik sağladığı süreçtir. Bu sürecin öteki yüzü, kapitalist sömürü ve yeni sömürgeciliğin derinleşmesi, sınıfsal ve ulusal çelişkilerin güçlenmesi, orta sınıfların hızla çözülmesi ve açlık, yoksulluk, kitlesel hastalık, ahlaki çöküntü vb yaygınlaşması, bu eksendeki çelişkilerin dünya ve tek tek ülkeler ölçeğinde keskinleşmesidir.
       ABD emperyalizmi, ikinci paylaşım savaşı sonrası, emperyalist-kapitalist sistemin önderliğini ele almış, sosyalizme karşı önce Avrupa ve Japon ekonomisini onarmış, bu ülkeleri kontrol altına almış; bununla yetinmemiş, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, yeni sömürgeciliği geliştirmiştir. Ancak bu hegemonik güç, az önce yukarıda işaret ettiğimiz 1970’ li yıllarda kriz ile sarsılmış; eşitsiz gelişim yasası sonucu Avrupa ve Japon sermayesi giderek güçlenmiş, dolar devüle edilmiş, özellikle Vietnam devrimi ile halkların hedefi haline gelmiştir. Yani bu yıllar ABD emperyalizminin, sosyalizm ve devrimci kurtuluş savaşları karşısında hızla gerilediği yıllardır.
       “Reel sosyalizmin” çözülmesi emperyalist-kapitalist sisteme nefes aldırmıştır. “Reel sosyalizmin” çözülmesi ve birinci ortadoğu savaşı, yani “körfez savaşı” 1990’lı yılların başında ABD emperyalizmi için yeni imkanlar sunmuştur. Bu süreçte, ABD emperyalizmi, “sosyalizm öldü”,”tarihin sonu” gibi ideolojik tezlerle hegemonik gücünü yeniden tesis etmiştir. ABD emperyalizmi bu gücünü daha çok siyasi ve askeri alanda kullanmış olsa da, ekonomisi 2008 yılı mali krizinden bu yana bir durgunluk yaşamaktadır. Dünyaya hükmeden çok uluslu emperyalist sermaye içinde AB ve Japon sermayesi oldukça önemli yer tutmaktadır. Sadece bu değil, yeni emperyalist güç olan Rusya ve Çin, bunlarla birlikte bölgesel birer güç olan İran ve Hindistan, bunların oluşturduğu ittifak ABD emperyalizmine karşı, özellikle Avrasya’da bir set oluşturmaktadır. Çok daha önemlisi, Büyük Ortadoğu Projesi ile ABD, İsrail ve İngiltere’nin emperyalist ittifakı ve başlatmış oldukları sömürge savaşı istenilen gibi gitmemektedir. Büyük Ortadoğu Projesinin ana ekseni olan Filistin ve Kürt sorunu çözülmediği gibi, tam tersine daha karmaşık hal almıştır. Afganistan ve özellikle Irak işgali, gelinen aşamada emperyalizmi vuran birer direnişe dönüşmüştür; bu işgal bazı emperyalist çevrelerce başarısızlık olarak tanımlanmakta, hatta bu projenin iflas ettiği ilan edilmektedir.
       Her ne kadar ABD emperyalizmi askeri ve siyasi alanda hala emperyalist-kapitalist sistemin önderliğini elinde tutsa da, bu önderlik ekonomik alanda olduğu gibi giderek siyasal alanda da etkisini yitirmektedir. Artık, çok parçalı emperyalist-kapitalist sistemde başka güçlerde söz sahibidir ve hegemonya savaşı giderek derinleşmektedir.
       Özetle emperyalist-kapitalist sistem 1970 sonrası içine girdiği kriz sarmalından kurtulamadığı gibi, 2008 dünya krizi ile yeni ve daha uzun kriz sürecine girmiştir. Bunun sonuçları hem emperyalist merkezlerde hem de yeni sömürgelerde hızla ortaya çıkarken, kitleleri de uzun süre etkileyecektir.

       b) Neo-liberalizm Tükenmiştir
       Kapitalizmin krizine karşı “alternatif yok” söylemiyle geliştirilen neo-liberal politikalar tel tel dökülmektedir. Bu politikalar, kapitalizmin krizine son vermediği gibi, tam tersine bu krizi derinleştirmiştir; “reel sosyalizmin” çözülmesi ve 1,5 milyar işgücü, sosyalizmin ekonomik kazanımları, doğal zenginliklerin talan edilmesine rağmen. Önce Şili ve Güney Kore’de uygulanan, 1980’li yıllarda ABD ve İngiltere’de başlıca politika olup kapitalist- emperyalist sisteme yön veren bu politikaların önü sosyalizmin çözülmesiyle açılmıştır.
       Kapitalizm sömürüsüz yapamaz; neo-liberal sömürü kapitalist sömürünün derin biçim aldığı sömürü modeldir. Yoğun yoksullaşma ve işçileşme dalgasıyla yan yana yürütülen bu sömürü modelinde “esnek üretim” ve buna bağlı güvencesiz işçilik yaygınlaşmıştır. Özelleştirme bu sömürü modelinin en önemli ayağıdır. Özelleştirme sadece devlet kapitalizmine dayanan önemli sanayi kuruluşlarını kapsamamış, hizmet sektörü dahil her alana el atmıştır; sağlık, eğitim, doğal zenginlikler (su, tarım ve tohumculuk vb) özelleştirmelerin alanları olmuştur. İşçileşme kitleselleşmiş ama buna karşılık işçilerin örgütlülüğü oldukça zayıflamıştır. Bu saldırı politikaları kapitalizmin egemen olduğu her alanda görülmüştür; yeryüzü bir kez daha bu politikalarla derinlemesine sömürülmüş, paylaşılmıştır.
       Uluslararası sermaye bir yandan merkezileşiyor, diğer yandan dünya birkaç yüz çok uluslu tekelin egemenliği altında toplanıyor. “1970’de 7 bin kadar olan ÇUŞ (çok uluslu şirket) sayısı,1990’da 37 bini aşıyordu. Bugün dünyadaki ÇUŞ sayısı 37 bin ve Güney ülkelerini ahtapotun kolları gibi saran 170 bin yavrusuyla, dünyanın egemeni gibi. ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere en büyük 200 ÇUŞ’ten 172 tanesine sahiptir. 200 ÇUŞ, 1982’den 1992’ye satışlarını 3 trilyon dolara, GSMH’deki toplam paylarını %24,2’den %26,8’e çıkarmıştır. 1982-92 döneminde 200 ÇUŞ içinde ABD’nin payı 80’den 60’a gerilerken, Japonya’nın payı 35’den 54’e, İsviçre’ninki ise 2’den 8’e çıkmıştır. 200 ÇUŞ’un 10 tanesi, geri kalan 180 ÇUŞ’un yıllık toplam karlarına (38,6) eşit bir kar (34,8 milyon dolar) gasp ediyor.”(Neo-Liberal Saldırı, Kriz ve İnsanlık/sf:88)
       “Dünyanın en zengin üç adamının varlığı, 48 yoksul ülkenin ulusal gelirinden yüksek. Dünyanın en zengin 15 kişisinin varlığı, kara Afrika ülkelerinin tümünün ulusal gelirinin üstünde. Dünyanın en zengin 225 insanının varlığının %4’ü, bütün dünyadaki insanların sosyal gereksinmelerini karşılamaya yetecek güçte ”(sf.34). Toplam 1 trilyon dolar olan 225 kişinin serveti, dünya nüfusunun %47’si olan 2,5 milyar insanın gelirine eşit. “200 ÇUŞ, dünyadaki tüm gelirlerin %30’una el koyuyor” (Age/sf:140)
       Emperyalist ülkeler ile sömürge ve yeni sömürge ülkeler arasındaki açı giderek derinleşiyor. Bu açı farkı, sadece hiyerarşik bir düzeni içeren emperyalist-kapitalist sistemde ülkeler temelinde değil, aynı zamanda ülke içi sınıfsal sömürü ve farklı yaşam biçiminin derinleşmesiyle birlikte yaşanıyor. 1965 yılında dünya nüfusunun en zengin %20’si gelirin %69,5’ine, en yoksul %20’si %2,3’üne sahipken bu oran 1990’da %83,4 ve %1,4 olmuştur. G7 ülkelerinin gelir seviyesi, en alttaki 7 ülkenin 29 katı iken, 1995’te 60 katına ulaştı. Bu oran günümüzde daha yüksektir. Yeni sömürge ülkeler borç batağında. Askeri harcamalar devasa boyutlar kazanıyor. Tüm bunlar, dünya çapında kitlesel yoksullaşma, açlık ile birlikte yürüyor. Latin Amerika’da nüfusun %40-50’si yoksuldur; bu oran Orta Afrika’da % 70’i aşıyor. Avrupa nüfusunun %20’si yoksul ve 2,5 milyon kişi sokaklarda yaşıyor. ABD’de 40 milyon yoksul var, açlık içinde sokakta yaşayan sayısı oldukça yüksek. Bugün dünyada 5 milyar insan düşük ve orta gelir düzeyinde, yani açlık ve yoksulluk içinde yaşıyor. Dünyada yaklaşık 3 milyar çocuk yaşıyor, bunların %24 okuma yazma bilmiyor, 5-14 yaş grubundan 250 milyonu aşkın çocuk çalışıyor, 650 milyon çocuk yeterli beslenmiyor, 400 milyon çocuk temiz su içmiyor, 1 milyar çocuk yoksulluk içinde yaşıyor, her yıl 4 milyon çocuk ölüyor, 1 milyar çocuk sağlıklı ev ortamından uzak, 15 milyon çocuk evsiz, 7 milyon çocuk mülteci, 6 milyon çocuk savaşta sakat kalmış durumdadır. Tüm bunlar “demokrasi”, “insan hakları” söylemleriyle yan yana örgütlenmiştir. Kapitalizm “reel sosyalizmin” çözülmesiyle “sosyalizm öldü”, “tarihin sonu” tezleriyle mutlak zaferini ilan etmişti; “demokrasi” ise sadece bir aldatmacaydı.Bunlar yaşanarak öğrenildi.Ortadoğu savaşları, Afganistan ve Irak işgalleri ve buna karşı direniş “demokrasi” nin koca bir yalan olduğunu gösterdi. Yeryüzünde neo-liberal sömürü ve sonuçlarına karşı işçiler, emekçiler emperyalist merkezlerde, Latin Amerika, Afrika, Asya’da baş kaldırdı. Yunanistan’dan Mısır’a, Latin Amerika’dan Kore’ye her ülkede kitle hareketleri yükseldi. Savaşa, sömürüye karşı, yeni bir dünya özlemi dirildi, neo-liberalizm saltanatı sarsılmaya başladı. Tüm bunlar kapitalizm için ölüm çanları çalıyor demektir.

       2.Bölüm: Ortadoğu Nereye Gidiyor?

       a) Ortadoğu’da Kazan Kaynıyor

       Ortadoğu sadece coğrafi açıdan değil, ekonomik, politik, askeri açıdan da stratejik bir coğrafyadır. Bir yandan Akdeniz’den Avrupa’ya, diğer yandan Asya’nın batısından Afrika’ya açılır. Ortadoğu coğrafi olarak, Asya’nın batısı ile Afrika’nın kuzey doğusunu kapsar. Başta petrol olmak üzere doğal zenginliklerin, farklı uygarlıkların merkezidir. Bundan dolayı emperyalizm için önemli bir coğrafi bölgedir.
       Bugünkü siyasal coğrafya, ortadoğu’da önemli ölçüde 1. paylaşım savaşıyla çizilmiştir. 2. paylaşım savaşı sonrası ABD kapitalist-emperyalist sistem içinde önderliği eline alınca, buna paralel ortadoğu’da nüfuz alanı da gelişmiştir. ABD ve İngiltere’nin bu tarihsel süreçte ortadoğu’da yeri belirleyicidir. 2. paylaşım savaşı sonrası ABD, daha önce ise İngiltere bu coğrafyada önemli rol üstlenmiştir. Ama bu coğrafya sadece bu emperyalist güçler için değil, AB, Japonya ve “reel sosyalizmin” çözülmesiyle Rusya içinde nüfuz alanı olmuştur. Bu anlamda bu coğrafyanın aynı zamanda emperyalistler arasında hegemonya savaşının önemli bir alanı olduğunu söyleyebiliriz.
       Ortadoğu’nun yakın tarihi sömürgecilik ve yeni sömürgecilik tarihidir. Emperyalizmin ortadoğu’ya yönelik hegemonya mücadelesi Osmanlı İmparatorluğun çözülmesine ve kapitalizmim gelişmesine paraleldir. Osmanlı İmparatorluğu’nun işgali altındaki ortadoğu’da önce bu işgale karşı başkaldırı söz konusudur; bunu izleyen süreçte, kapitalizmin doğuş ve gelişiminde öncü olan İngiltere başta olmak üzere Avrupalı emperyalist güçlerin (Fransa, Almanya vb) hegemonya kurma savaşı vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı- sömürgeleşmesi, Mısır ve İran’ın yine yarı-sömürgecilik içinde tutulması, ama bunun dışında geniş bir coğrafyanın sömürgeleşmesi; kapitalizmin ulusal pazarı aşıp uluslar arası pazara yönelmesiyle iç içedir. 18 ve 19. yüzyıl kapitalist sömürgecilik tarihidir. Bu tarihsel süreç, aynı zamanda emperyalistler arası hegemonya savaşı tarihidir; İngiltere en önemli sömürgeci güçtür, Fransa ve daha sonra Almanya bu hegemonya savaşında yerini almıştır.
       Ancak 2. paylaşım savaşı ve sonuçları, emperyalist-kapitalist sistemde yeni bir dönemi ifade eder. Eski sömürgecilik artık aşınmış, yerini sistemin nefes borularını açacak olan yeni sömürgeciliğe bırakmıştır. İran ve Türkiye gibi kapitalizmle öncesinde tanışmış ülkeler, yeni sömürgecilikte model ve öncüdür; imparatorluk geçmişlerinin verdikleri deneyimleri de arkalayarak Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesinde emperyalizme fazla iş bırakmamışlardır. Dünyanın başka bölgelerinde de kendileri de yeni sömürge olan devletlerin gelişmişlikleri oranında farklı halkları sömürgeleştirdikleri bilinmektedir. Fas’ın Batı Sahra, Endonezya’nın Doğu Timor Adasındaki Aceh bölgesi üzerindeki hakimiyeti bunun örnekleridir. Bahsi geçen yerlerde emperyalizmin sömürüsü dolaylı olarak gerçekleştiği için bu bölgelerde gelişen bağımsızlık hareketlerin atni-emperyalistlikleri de dünyadaki politik atmosfere bağlı olarak silikleşmiş ya da hiç gelişmemiştir.
       Bu süreçlerde emperyalizm İslam dinini sosyalizme karşı en verimli biçimde kullanmış, bir dönem sosyalizme karşı “yeşil kuşak” teorileriyle bu hegemonyasını sürdürmüştür. İsrail’in korsan biçimde Filistin topraklarında örgütlenmesiyle, emperyalizm için İsrail özel bir proje olmuştur. İsrail, emperyalizmin Ortadoğu’da bir üssü, emperyalizm adına ortadoğu haklarına karşı vurucu gücü olmuştur.
       Ortadoğu’da kapitalizmin gelişme düzeyi ve merkezi devlet örgütlenmesi birbirinden farklı ülke tiplerini ortaya çıkarmıştır: Bir yanda feodal ve yarı feodal ilişki içinde geri konumda ülkeler, diğer yanda ise kapitalizmin nispeten daha geliştiği ülkeler söz konusu olmuştur. Ayrıca, emperyalizmin ihtiyacı, kapitalizmin gelişme düzeyi ve jeo-politik konuma göre bazı ülkelere yeni rol vermiş, bu ülkeler “eksen” ülke konumda örgütlenmiştir. 2. paylaşım savaşı sonrası İsrail, Türkiye 1980 yılına kadar, Şah döneminde İran ve 1970’lerden sonra Mısır bu tip ülkelerdir. Emperyalizm bu ülke ve işbirlikçi yönetimlere dayanarak Ortadoğu’da hegemonyasını sürdürmüştür.
       Bugün ise İsrail ve Türkiye Büyük Ortadoğu Projesi içinde bir adım öndedir. Bu ikisini Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkeler. Hegemonya savaşı sadece emperyalistler arasında değil, Saddam Irak’ının tasfiye olmasıyla bölgesel güç olan İran ile yaşanan gerilimlerle de devam ediyor. Yaşanan birçok gelişmede, örneğin son halk hareketleri sürecinde de bu hegemonya savaşının izleri vardır.
       Ortadoğu bu tarihsellik içinde, kapitalizmin geliştiği, sınıfsal, ulusal, dinsel/mezhepsel ve kültürel çelişkilerin yoğunlaştığı bir coğrafyadır. Bugün, Tunus ve Mısır da başlayan, Libya ve en son Suriye’de daha özel biçim alan, ama farklı düzeyde olsa da tüm ortadoğu’ya yayılan kitle hareketlerinin hem tarihsellik içinde biriken dinamikleri vardır, hem de güncel biçimler almıştır. Bu açıdan ortadoğu adeta yeni bir alt üst oluşu yaşamaktadır.
       Büyük Ortadoğu Projesi, emperyalizmin orta doğu ve kuzey Afrika’da yeni düzenlemelerini içerir. Bu ülkelerin bir kısmı emperyalizme yeni sömürgecilikle bağımlı (Mısır, Tunus, Suudi Arabistan vb) bir kısmı ise bir dönem kapitalizm ve sosyalizmin dışında “üçüncü yol” olarak tanımlanan ve nispeten bağımsız (Libya, İran vb) konumda olan ülkelerdir. Ancak, her ülkede kapitalizmin gelişme düzeyi, tarihsel koşul ve gelişmelere paralel olarak farklılıklar gösterir. Mısır, Tunus gibi ülkelerde kapitalizm daha gelişkindir, Yemen ve Libya gibi ülkelerde ise daha geri konumdadır. Ayrıca bu coğrafyada, ister emperyalizme bağımlı olsun isterse de nispeten bağımsız olsun, hiçbirinde burjuva demokrasisi yoktur. Kiminde monarşi, kiminde cumhuriyet,kiminde şeriat vardır.
       Bu geniş coğrafi alan, başta petrol olmak üzere çeşitli yeraltı-yerüstü doğal kaynaklarına sahiptir. Emperyalizm bu kaynakları ele geçirip doğrudan denetleyerek bölgeyi açık pazara dönüştürmeyi istemektedir. “Küresel kapitalizm” için bu alanlar nispeten bakirdir; hem bu kaynaklar elde edilmeli, hem de uluslar arası tekellerin malları, ürünleri bu geniş coğrafyada pazar bulmalıdır. Emperyalizm bunu gözetmekte ve stratejilerini buna göre kurgulamaktadır; “reel sosyalizm”in çözülmesi sonrası “Avrasya’yı ele geçirmek” stratejisinin güncellik kazanması ve bu temelde emperyalist saldırıların yoğunlaşması boşuna değildir.
       Emperyalizm bu stratejide bir hayli yol almıştır. Irak ve Afganistan işgal edilmiş, bu işgal ve hegemonya savaşında ulusal ve dinsel çelişkiler kışkırtılmış, “demokrasi” söylemi kullanılarak ideolojik hegemonya kurulmaya çalışılmıştır. Bu süreç tükenmemiştir, devam etmektedir.
       Peki emperyalizmin bu sratejik yöneliminin önünde engeller var mı? Evet vardır.
       Birinci engel, dün Saddam’ın Irak’ı bugünse İran’dır. Emperyalizmin kendi kontrolü altında olmayan bölgesel güçlere tahammülü yoktur. Bunun için kendi kontrolünde Türkiye ve İsrail’e bu rolü, “bölgesel güç” ya da bir başka ifade ile “eksen ülke” olma rolünü vermektedir. Bu iki ülke, farklı biçimler altında bölgede emperyalizm adına hareket eder. İsrail, daha çok askeri alanda vurucu güçtür; Türkiye ise, emperyalist sermaye ile iç içe bir yandan ekonomik hamleleri yapar, diğer yandan emperyalizm adına, onun ihtiyaçlarına göre politik, askeri rol oynar. Bugün Türkiye ve İsrail’in Ortadoğu’daki politik hamlelerini emperyalizmden ayrı düşünemeyiz. Kontrolü dışında bölgesel güç istemeyen emperyalizm Bu anlamda, dün Saddam Irak’ını tasfiye etmiş, bugün bölgede en önemli güç olan İran’a karşı birçok cephede savaş açmıştır. ABD ve İngiltere başta olmak üzere emperyalizmin Irak’taki açık işgali sürekli olamaz ve süreç yeni sömürgeleşme sürecidir; buna bağlı olarak Irak emperyalizm için yeni roller üslenebilir; bu yönde ipuçları vardır. Ama bu tümden kapsamlı çatışmaların sonucuna bağlıdır.
       Emperyalizmin kontrolünde olmayan bölgesel güçler, ki bu İran’dır; Saddam Irak’ında olduğu gibi, büyük bir yalan ve manipülasyon ile gerekirse işgal edilerek ya yıkılacak ya da güçleri sınırlanacak. Dünya ve bölge koşulları dün Saddam diktatörlüğünü yıkmaya uygundu; yıkıldı. Ama İran ne Irak’tır ne de emperyalizmin böylesi bir saldırı için koşulları uygundur. İran’a saldırı masadadır; ama bunun için önce Afganistan ve Irak’ta islamcı karakteri daha ön planda olan direnişin tasfiye edilmesi zorunludur. Uluslararası koşullarda bu durum bugün çok olgun değildir. Halkların emperyalizme karşı tepkisi, başkaldırısı da önemli bir unsurdur. O halde, şimdilik İran kuşatılmalı, etkisi kırılmalı... İran’a yönelik strateji budur.
       İkinci engel, Ortadoğu’da islamcı ve sol güçlerdir. İslamcı güçlere, sosyalizm ve sosyalist hareketin güçlü olduğu süreçlerde, “yeşil kuşak” projesine paralel emperyalizmin destek verdiği biliniyor. Ama ne zaman “reel sosyalizm” çözüldü ve sosyalist hareket geriledi, bu boşluğu İslamcı akımlar doldurmaya başladı. Ayrıca yeni/4. bunalım dönemi olarak tanımladığımız bu süreçte de emperyalizmin bölgesel hesapları değişim gösterdi. Bir yandan “ılımlı İslam” adı altında islam emperyalizmin kontrolünde tutulmaya çalışılırken, diğer yanda Afganistan ve Irak işgali, Filistin sorunu ile “medeniyetler çatışması” adı altında, “bizden olmayan düşmandır” söylemiyle radikal islam düşman ilan edildi. Bu islamcı akımlardan, Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas önemli politik güçtür. Ama bu akımların kapitalizmle bir çelişkisi yoktur, daha çok anti-İsrail, anti-ABD konumdadır. Filistin, Lübnan, Mısır, Türkiye vb ülkelerde sol ve devrimci hareket eski gücünden uzaktır; Mezopotamya’da ise yurtsever hareket somutunda sol, ama marksizmden uzaklaşan, anti-kapitalist mücadeleyi bir yana atan silahlı reformist hareket önemli politik güçtür. Emperyalizmin farklı düzeylerde bu hareketleri tasfiye etme ya da kontrol altına alma projesi vardır.
       Üçüncü engel, Ortadoğu’da çözülmeyen sorunlar var; Filistin ve Kürt sorunu bunların başında gelir. Bu sorunlar emperyalizmin kendi çıkarları doğrultusunda çözülmeden, emperyalizmin bölgesel hesapları tam tutmaz. Emperyalizmin bu iki temel sorun için benzer reçeteleri olsa da aynı politik duruş içinde değildir. Filistin için çözüm, İsrail’in çıkarlarıyla uyumlu, Filistin’in kontrol altına alınmasıdır. Bundan dolayı, biçimsel politik bağımsızlıkla Filistin sorununu çözmek ama her koşulda İsrail’in çıkarlarını garanti altına almak ana yönelimdir. Ancak bu proje tutmamaktadır; İsrail tüm işgal ettiği bölgelerden çekilmeden, Filistin toprakları özgürleşmeden bu proje tutmaz. Kürt sorununda ise -en son Irak işgaliyle “demokrasi” taleplerini de kontrol altına almak için- kendine bağımlı biçimde kendi çözümünü dayatmaktadır. Güney Kürdistan’da emperyalizmin kontrolünde federasyon gibi çözümler, Irak’ın ve Güney Kürdistan’ın yeni sömürgeleşmesiyle çelişmez; bu süreç yaşanıyor. Ama Kürt sorunun en önemli ayağı bu anlamda Türkiye’de yaşanmaktadır. Silahlı bir yurtsever hareket, devrim gibi politik iddialarını bir yana atıp kapitalist sistem içinde çözüm arasa da hala emperyalizm için tehdittir. Bundan dolayı emperyalizm Mezopotamya için TC oligarşisini karşısına almadan (sınırlı,kısmi kazanımlarla; dil serbestliği, kültürel vb) bu sorunun çözümünü istemektedir. AKP’nin “demokratik açılım” projesi özünde budur. Hiç şüphesiz bu çözüm değil tasfiyedir; bu hesap tutmamış ve iflas etmiştir.
       Emperyalizmin Ortadoğu’da hesapları bu olgularla, bu temeldeki çelişki ve gelişmelerle biçim alacaktır. Bu alan aynı zamanda birçok politik öznenin rol oynadığı tarihsel bir sahnedir. Emperyalizm tüm Ortadoğu’yu açık pazara dönüştürmek için her unsuru kullanıyor. Bir yandan katı diktatörleri koruyor ama diğer yandan çıkarı bazı diktatörleri tasfiye ya da onların gücünü sınırlamayı gerektiriyorsa, “demokrasi” söylemine başvurup, burada kitleleri kışkırtıyor ya da açığa çıkan kitle hareketini kontrol altına almaya çalışıyor. Emperyalizm her şeye egemen değil, ama hiçbir şeye de ilgisiz kalmıyor ve hep oyunun içinde olmak, oyunu yönetmek istiyor.
       Burada şunu ifade etmekte yarar vardır: Dün Irak’ta Saddam rejimi, Libya’daki Kaddafi rejimi, bugün Suriye’de Esat rejimi “anti-emperyalizm” adına savunulamaz. Bu rejimlerin bir dönem, reel sosyalizmin desteğini de alarak nispeten bağımsız bir yerde durduğu, hatta bu süreçte “bağlantısızlar hareketi” içinde önemli unsurlar olduğu açıktır. Böylesi bir “ara yol” sürgit olamaz; yaşananlar da tamı tamına bu “ara yol”un bitmesidir. Kapitalist üretim ilişkilerini reddetmeyen, devlet kapitalizmini uygulayan bu gibi ülkeler, doğal olarak bir süre sonra emperyalist-kapitalist sistemle bütünleşmek zorundadır. Nitekim dünyanın 1/3 de sosyalizmin egemen olduğu bir dönem kapanınca, “reel sosyalizm” çözülünce, dünya çapında sosyalist hareketler zayıflayınca, bu rejimlerde de çözülme süreci yaşandı. Önce emperyalizmin yoğun baskısıyla emperyalizmle uzlaştı ve giderek yeni ilişkiler geliştirdi. Mısır’da Nasır rejimi 1967’de çözüldü ve Mısır yeni sömürgeleşme sürecinin parçası oldu. Libya, 1983 sonrası bu süreci yaşadı. Geçtiğimiz yıl yaşanan emperyalist müdahale ile Libya’daki rejimin neoliberal sömürü modeliyle çelişen bütün unsurları da son derece vahşi bir yöntemle tırpanlanmış oldu. Suriye de emperyalizmle uzlaşma ve yakınlaşma eğilimini, Saddam gericiliğinin yıkılması sonrası derinden yaşamaktadır; Türkiye, emperyalizmin kendisine verdiği yeni göreve uygun olarak bu konuda rolünü oynamaktadır.
       Önemli olan bir diğer olgu ise; bir dönem nispeten “bağımsız” olan bu ülkelerde işçilerin, yoksulların, geniş halk kitlelerinin koyu bir diktatörlük altında olmasıdır. Bu ülkelerde burjuva demokrasisi hiçbir zaman kurumsallaşmadı. Bu ülkelerin, sosyalizmin prestijinin yüksek olduğu süreçlerde, politik olarak daha “bağımsız” bir yerde durduğu açıktır. Ama BAAS gibi bir partiye ya da özellikle ordu içinde cuntalara dayanarak kurulan iktidarların demokratik olduğu söylenemez. Bu ülkeler, Irak, Suriye, Libya, Mısır 1960’lı yıllarda, emperyalizmle mesafeli bir ilişki üzerinden devlet kapitalizmini yaşadı, ama halk kitleleri için tüm bu süreçler koyu birer diktatörlüktür. “Arap sosyalizmi”ne öncülük eden Nasır rejiminin çözülmesiyle Mısır’da bu diktatörlük, yeni sömürgecilikle başka bir diktatörlüğe, faşizme dönüştü. Irak’da Saddam diktatörlüğü, son Irak işgaliyle yıkıldı ama yerini burjuva demokrasisi almadı; yeni sömürgecilik üzerinden faşizm örgütlenmeye çalışılıyor, Özetle, bu ülkelerde kapitalizm daha çok iç pazara göre, “devlet kapitalizmi” biçiminde örgütlenirken, sınıfsal ayrışmalar yoğunlaşırken, politik alanda, devlet biçiminde burjuva diktatörlükler varlığını sürdürdü. Ortadoğu’da burjuva devrimler ve buna uygun burjuva demokrasisi hiç yaşanmadı; hangi biçimde olursa olsun, ister emperyalizme bağımlı, ister bir dönem olduğu gibi nispeten “bağımsız” olsun (ki bu “bağımsızlık” geride kaldı) hiçbir zaman burjuva demokrasisi varolma şansı bulamadı.
       Ortadoğu halkları için, emperyalizm ve burjuva diktatörlüğün biçimleri, en büyük engeldir. Emperyalizmin “reel sosyalizmin” çözülmesiyle, Ortadoğu’da yeni bir dönem ve yeni politik hesaplarının olduğu biliniyor. Bu hesaplar çok kez büyük bir ideolojik saldırıyla birlikte yürüyor. Emperyalizm bazen tümden çıkarlarına bağlı olarak diktatörlüklerle çatışıyor ve buradan bazı liberaller “demokratik emperyalizm” teorilerini geliştiriyor. Kürtler içinde bu eğilim oldukça güçlüdür. Emperyalizm işgal ve hegemonya eğilimidir; demokrasinin inkarıdır. Ne “diktatörlüğe” karşı emperyalizm, ne de emperyalizme karşı “diktatörlükler” savunulabilir. İşçi sınıfı ve halkların çıkarı ile emperyalizmin çıkarları yan yana değildir; işçi sınıfı ve halklar emperyalizme ve bu burjuva diktatörlüklerine kökten karşıdır.
       Tam bu noktada, doğru politik tavır şudur: emperyalist işgal ve müdahalelerine cepheden, “ama”sız tavır alırken, devrimci sosyalizm için emperyalizm ve tüm burjuva diktatörlük biçimleri açık hedeftir. Emperyalizm ve yerli burjuva diktatörlüklerin politik hesaplarında “taraf” olmak söz konusu olamaz. Biz emperyalizmin ortadoğudan tasfiyesini ve halk için demokrasiyi savunuruz.
       Devam edelim. Emperyalizm kendi çıkarı için kendine bağlı iktidarları oluşturmak ya da yıprananları değiştirmek için ordadoğuda sorunları kaşıyabiliyor, halkı kışkırtabiliyor. Bunun için Libya’da olduğu gibi bazı aşiretleri ya da Suriye meselesinde olduğu gibi Türkiye’yi de kullanabiliyor. Ama bu toplumsal ve siyasal zemin iki ana sorunu, “demokrasi” ve “insanca yaşam” sorununu ortadan kaldırmıyor, tam tersine bu iki sorunu ön plana çıkarıyor. Halk hareketleri bu zeminden yükselmekte, “bölgesel devrim” ya da “ortadoğu çemberi” mantığına uygun olarak birbirini etkilemekte ve değişimi yaşamaktadır.
       Halk hareketi her zaman devrimci rol oynamaz ya da tüm halk hareketleri devrimci nitelik göstermez. Eğer devrimci ve sosyalist hareket halk hareketine önderlik ederse pekala devrimci halk hareketi ortaya çıkabilir; ama bundan yoksunsa, emperyalistler, islamcılar buna yön verebilirler. Bundan dolayı, nerede bir halk hareketi var, onu “alkışlamak” ve abartılı biçimde onda olmayan sonuçlar çıkarmak doğru değildir. Halk hareketleri bu anlamda homojen değildir; sayısız politik iradenin bileşkesi olarak ortaya çıkar. Her ülkede farklı nitelikte olsa da Ortadoğu’da yaşanan budur. Kendiliğindenci, ideolojik yapısı zayıf, amorf bir karakter söz konudur; ama halk kitlelerinin yıkıcı etkisi bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır. Devrimci ve sosyalist hareket zayıftır (Tunus ve Mısır’da nispeten daha örgütlü) islamcı ve burjuva akımlar daha baskındır. Bu aynı zamanda, değişimin yönünü, politik hedeflerini de az çok bize vermektedir. Bu değişim, emperyalistlerin müdahil olmasıyla, ekonomik alanda, tüm coğrafyayı açık pazara dönüştürmek, politik alanda ise “demokrasi” söylemiyle “ılımlı İslam” projesini de kullanarak, biçimsel bir demokrasi inşa etmektir. Yani, bu coğrafya bir yandan yeni sömürgeciliğin derinleştiği alan, diğer yanda ise faşizmin örtülü örgütlendiği, parlamento ve seçimlerin bunu örttüğü bir siyasal sistem oluşacak. Emperyalizmin hesabı budur.
       Emperyalizm her dönem, hiç değişmeden işbirlikçi iktidarlarda ısrar eder mi? Hayır; eğer işbirlikçi faşist iktidarlar, diktatörlükler yıpranmışsa, ne olursa olsun, her zaman bunda ısrar etmez. Emperyalizm işbirlikçilerine sahip çıkar ama bunların ipliği pazara çıkınca “yeni” politik manevralara başvurmaktan geri durmaz. Yeni sömürgecilik emperyalizmin adeta nefes borusudur; bunda ısrar eder. Emperyalizm yeni sömürge ülkelerde toplumsal-sınıfsal dayanağını korumaya çalışır. Ama eğer Mübarek ve Bin Ali gibi işbirlikçiler yıpranmışsa, dahası halk hareketi bunları silip süpürüyorsa, yeni politik manevralar zorunlu olur. Mısır’da tüm dünyanın gözü önünde yapılan pazarlıklar bilinmektedir. Dikkat edilirse, emperyalizm demokratik ve sosyalist bir Mısır istemiyor. Ne yapmaya çalışıyor? Yıpranan H. Mübarek’i değiştiriyor, politik rejimde ısrar ediyor, kitlelerin demokratik taleplerini bununla sınırlı ele alıyor ve işbirlikçi bir başka devlet kurumunu, orduyu devreye sokuyor. Bu anlamda Mübarek’in değişimi bir tercih değil zorunluluktur. Libya ve Suriye ise bu kategori içinde değildir. Libya ve Suriye de ise halk hareketi, Mısır ve Tunus’tan etkilenerek, ama toplumsal ve sınıfsal bir zeminde ortaya çıktı. Emperyalizm Libya için son 20-25 yılda bu ülkede her şeyi izledi, ekonomik bir dizi alanda mevzilendi ve halk hareketine baştan müdahil oldu. Suriye’de ise, Irak işgali sonrası daha “ılımlı” bir ilişki kurdu, Türkiye ise bu ilişkide özel rol oynadı; bugün ise Esat yönetimini yıkmak için adeta seferber olmaktadırlar. Emperyalizm için Kaddafi değil, burjuvazinin önderlik ettiği “isyancılar” daha önemlidir; bundan dolayı NATO devreye girmiş ve igal noktasına sürüklenmiştir. Suriye’de ise Esat yönetimi daha örgütlüdür, emperyalizm ve Türkiye halk hareketlerini kışkırtan konumdadır. Dikkat edelim; emperyalizm, Mısır ve Tunus’ta halk hareketini “uyutma”ya çalışırken, Libya ve Suriye’de kışkırtmıştır.

       b) Libya Ve Suriye:
       Emperyalizm Ortadoğudan Elini Çek!

       Ortadoğu’da yükselen halk hareketlerinin toplumsal ve siyasal zemini vardır. Bu halk hareketleri her ülkede kendine özgü biçimler alıyor; burada Libya ve Suriye için özel parantez açmak zorunludur. Tunus ve Mısır’da başlayan halk hareketi, bir süre sonra, burjuva basının ve emperyalistlerinde kışkırtmasıyla önce Libya’ya yansıdı. Libya’da emperyalizmin desteği ve özellikle NATO’nun hava saldırılarıyla iç savaş gelişti ve Kaddafi rejimi yıkıldı. Yaklaşık altı ay süren bu emperyalist saldırıya Kaddafi ve ailesinin direndiği açıktır. Ama bu direniş, hem emperyalist saldırıyı, hem de bununla bağlantılı, işbirlikçi önderlikli hareketi püskürtmeye yetmedi. Bugün, işbirlikçi-islamcı bir iktidar kuruldu.
       Emperyalizm, ortadoğuda gelişen halk hareketlerini kontrol etmeyi ve kendi çıkarı için kullanmayı, Mısır’dan sonra çok iyi öğrendi. Emperyalizmin buradaki kitle hareketini kışkırtarak; işbirlikçi bölgesel güçleri bu yönde yönlendirdiği çok açıktır. Mısır ve Tunus’da gelişen halk hareketlerini kontrol edip düzen içinde eritmeye çalışan, ama Mısır’da bunu çok başaramayan emperyalistler Libya ve Suriye için elini çabuk tuttu. Libya 1980 sonrası emperyalistlerle çeşitli ilişkiler içindedir; emperyalizmin başta petrol olmak üzere ekonomik konularda çeşitli anlaşmaları vardır. Politik açıdan Kaddafi rejimi, emperyalizm ile mesafeli olsa da, yeni tarihsel dönemin güçler dengesini de dikkate alırsak, bu mesafenin karmaşık olduğu açıktır. Suriye ise devlet kapitalizmi ve devlet örgütlenmesinin daha gelişkin olduğu, Ortadoğu’da stratejik bir konumdaki bir ülkedir. İsrail’e karşı, İran ile birlikte en önemli güçtür. Yani özetle, emperyalizmin uzun yıllar bir eli Libya’nın içindedir, bir başka eli ise Türkiye üzerinden Suriye’ye uzanmıştır.
       Halk için yoksulluk toplumsal bir olgudur. Demokrasi ise, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Suriye ve Libya için söz konusu değildir. Libya’da, bir tür aşiretler koalisyonuna dayanan diktatörlük, Suriye’de ise BAAS partisine dayanan ve ciddi bir devlet örgütlenmesine sahip diktatörlük söz konusudur. Her iki ülkenin toplumsal ve siyasal zemini, halk hareketi için nesnel veridir; bu nesnel zeminin hem islamcı hem de emperyalist güçler için kullanılmaması düşünülemez. Ayrıca, gerek Tunus ve Mısır’da, gerekse de Suriye ve Libya’da islamcı hareketler ile emperyalizm arasında çelişki değil uyum, birlikte hareket etme, paralellik kurma, işbirlikçiliğin islam üzerinden gelişmesi söz konusudur. Böylece, ilk günden bu yana, “muhalefet” ya da “isyancı güçler” denilen farklı ideolojik etkileri kendi içinde barındıran hareketin burjuva önderlikli ve emperyalizmin etki ve denetiminde olduğu söylenebilir.
       Libya’da bu hareket kısa sürede Bingazi merkez olmak üzere, Libya’nın doğusunda etkili oldu ve 6 ayda NATO desteği ve hava saldırısıyla Kaddafi rejimi yıkıldı. Kaddafi rejiminin yıkılması, bu emperyalist saldırının asıl özünü açığa çıkardı; ilk iş, emperyalizmin çıkarlarına bağlı petrol bölüşümünü yeniden yapmak oldu. Yeni işbirlikçi rejim ise ne demokratiktir ne de güçlü bir toplumsal tabana sahiptir. Tümden açığa çıktığı üzere, Libya’da “isyancı güçler”in emperyalistlerle doğrudan bağları vardır ve bu güçlere dayanan rejim kukladır, diktatörlüktür, kelimenin her anlamında Kaddafi rejiminden çok daha gericidir.
       Emperyalizmin Libya’ya saldırısı ve Kaddafi rejiminin yıkılması Libya ve ortadoğu için yeni bir sayfadır.
       Fransa önderliğinde emperyalist ittifakın saldırısı, aynı zamanda emperyalistler arasındaki ilişkinin biçimini de yansıttı. “BM şemsiyesi altında” olsun, “NATO bu saldırıyı yönetsin” gibi tüm tartışmalar, biçimsel olmuştur. Türkiye’nin de içinde yer aldığı bu tartışmalar, güç ve hegemonya kavgasının yansımalarıdır. Bu tartışmaların Libya ve ortadoğu halkları için hiçbir anlamı olmamıştır. Bugün Libya, Ortadoğu üzerinde çeşitli hesapları olan emperyalist koalisyonun işgali altındadır.
       ABD, Fransa, İtalya başta olmak üzere tüm emperyalistler, emperyalist savaş örgütü NATO, Libya ve ortadoğu halklarının düşmanıdır. Emperyalizm “insani yardım” ve “demokrasi”nin değil, Libya’nın paylaşılmasının peşindedir. Tereddütsüz söylüyoruz: Hangi gerekçe ile olursa olsun (ki bu gerekçeler sahte ve yalandır; tıpkı Irak vb olduğu gibi) emperyalizmin Libya ve Ortadoğu’ya müdahale etmesi kabul edilemez, savunulamaz. Bunun için, emperyalizm Ortadoğu’dan elini çek! Diyoruz.
       Libya’dan sonra ikinci durak ise Suriye’dir. Emperyalizm, Suriye’de kitle hareketini kışkırtmakta ve bunun üzerinden artık ezberlediğimiz bir senaryoyu devreye sokmaktadır. Libya örneğinin benzeri, daha özgün biçimi devrededir. İsrail’i “dışta” tutarak, Türkiye ve Arap birliğini öne çekerek uygulanan bu senaryonun kanlı bir iç savaşa kadar uzandığı açıktır. Yaşanan süreç bu yönde gelişmektedir.
       Türkiye için özel parantez açmak zorunludur. Türkiye, bir yandan “Libya’ya bomba atmayacağız” diyerek Ortadoğu halklarının ve Türkiye halkının tepkilerini yumuşatmak istemiş, diğer yandan “ Kaddafi gitsin, BM ve NATO çerçevesinde operasyonlar yürüsün” diyerek özünde bu emperyalist saldırının parçası olmuştur. İzmir’de NATO merkezinden Libya’daki operasyonların yönetilmesi, “insani yardım” adı altında “muhalifler”in desteklenmesi, işbirlikçi islamcı güçlere nasıl mali desteğin verildiğinin en yetkili ağızlardan anlatılması tamı tamına budur. Suriye için ise Türkiye “öncü” rolü oynuyor, “iç işlerimiz” diyerek elinin Suriye’de olduğunu kabul ediyor, emperyalizmin sözcülüğüne soyunuyor, Esat rejimini “sonun Saddam gibi olur” diyerek tehdit ediyor, işbirlikçi islamcı güçleri kendi topraklarında ağırlıyor ve yönlendiriyor. Türkiye, Libya ve Suriye somutunda çok net açığa çıktığı üzere, ABD emperyalizmi ile uyumlu biçimde “Truva atı” rolü oynamaktadır. Bu rol, yeni dönemde emperyalizmin Türkiye’ye verdiği role uygundur ve sadece emperyalist saldırı için değil, olası ortaya çıkacak yeni senaryoları dikkate almaktadır. Türkiye emperyalizmin suç ortağıdır; ortadoğu halklarının düşmanıdır.
       Devrimci tutum; sadece emperyalistlere değil, emperyalizmin suç ortağı Türkiye oligarşisine de net biçimde, tam karşıdan tavır almak, teşhir etmektir. Kendi burjuvazisine karşı mücadele etmeyen sosyal şovenizmden kurtulamaz. Bu anlamda devrimci sosyalizm sadece emperyalizmi hedef tahtasına koymaz, bu emperyalist koalisyon içinde yer alan Türkiye oligarşisini de hedef olarak belirler. Türkiye oligarşisi, ortadoğu halklarının, Libya ve Suriye halkının düşmanıdır, emperyalizmin suç ortağıdır; emperyalizme karşı mücadele oligarşiye karşı mücadeleyle bir kez daha üst üste düşmektedir.
       Ortadoğu’nun kaderinini ancak Ortadoğu halkları çizebilir. Ortadoğu halkların kurtuluşu her şeyden önce emperyalizmin tümden tasfiye edilmesinden geçer. Ortadoğu’da gerici diktatörlükler emperyalizme dayanır; emperyalizmin çıkarlarıyla ters düşen her diktatörlük bir şekilde “cezalandırılır” ve yeniden, günün ihtiyaçlarına göre düzenlenir. Emperyalizmin kitle hareketlerine ilgisi bundandır. Emperyalizm ya bu kitle hareketlerini kontrol altına alıp düzen içinde eritmek isteyecek ya da Libya, Fildişi ve Suriye örneğinde olduğu gibi kullanacaktır. Her kitle hareketi “ilerici, devrimci” değildir; emperyalizme ve kapitalizme darbe vurmayan, işçi ve emekçilerin özgürlüğü ve birliğini sağlamayan kitle hareketi devrimci olamaz. Ortadoğu halklarının gerçek kurtuluşu, emperyalizme her cepheden savaş açmaktan, diktatörlüklere karşı halk demokrasisi için mücadeleden geçmektedir. Kapitalizmin gelişme düzeyi ve Ortadoğu’nun özgünlüğü devrimleri birbirine bağlamaktadır. Her devrim bir diğerini etkiler, biri diğerini besler. Bu anlamda “Ortadoğu devrimci çemberi”, sadece bir şiar değil, yaşanan tarihsel olgularla bir kez daha açığa çıktığı üzere, devrim ve sosyalizm için üzerinden atlanamayacak bir olgudur.
       Bir kez daha ifade ediyoruz: emperyalizm Ortadoğu’dan elini çek, yaşasın Ortadoğu devrimci çemberi!

       c) Türkiye Model mi?
       Bu, Türkiye nasıl bir ülkedir” sorusunun cevabına bağlıdır. Eğer bu soruya doğru yanıt veremezsek, “model” tartışmalarına tam ve gerçek yanıt veremeyiz. Bunun için önce bazı temel saptamalar yapmakta yarar vardır.
       Bir: Türkiye emperyalizme bağımlı, yeni sömürge bir ülkedir. Sık sık ifade ettik, Türk burjuvazisi baştan emperyalizme bağımlı ortaya çıktı, her süreçte emperyalizme gönüllü hizmet etti, emperyalizmin ana yönelimlerini dikkate alarak kendine görev alanı seçti. Tüm süreçlerin ortak yanı budur. 1908 burjuva devrimi (“demokratik” değil “burjuva devrimi”), 1908-20 arasındaki başka ulus ve haklara yönelik soykırım ve saldılar... 1923 burjuva devrimi, 1923-45 Kemalist burjuva diktatörlüğü sürecinde emperyalizm ile ilişkiler (kendi içinde bir çok aşamayı içererek)... 1945 sonrası yeni sömürgecilik dönemi bu yönde bize ciddi veriler sunmaktadır.
       İki: Türkiye’de burjuva demokrasisi hiçbir dönemde olmadı, bugün yaşanan sürekli faşizmdir. Emperyalizme bağımlı biçimde ortaya çıkan burjuvazi hiçbir dönemde “demokratik” özellik kazanmadı, baştan ırkçı, şövenist ve diktatör olmuştur. Başka halklara karşı ırkçı ve şövenist olan burjuvazi, kendi işçi ve emekçi halkına karşı da demokratik nitelikten uzaktır. Osmanlı imparatorluğunun feodal sömürgeciliği bir yana, burjuvazinin “ulus devlet” olarak örgütlendiği Kemalist diktatörlük, açık işgale karşı sınırlı bir politik tavır alırken, başta işçi ve emekçi sınıflar olmak üzere, Kürt Ulusu ve başka halklara karşı inkar ve imha siyaseti izlemiştir. Bu tutum, ilk burjuva devlet biçimi olan Kemalist diktatörlüğü, demokrasi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan, bonapartist diktatörlüğe dönüştürmüştür. Faşizm ise, bunun üzerinden, 2. paylaşım savaşı sonrası, yeni sömürgecilik zeminde, emperyalizm ve tekelci sermayeye dayalı devlet biçimi olarak, yukarıdan aşağı örgütlenmiştir. Faşizm, her süreçte, o sürecin ihtiyaçlarına göre biçim almıştır. Sürekli faşizm, burjuva parlamentosunu tümden bir yana atmaz, 12 Mart ve 12 Eylül gibi süreçlerde bunları bir yana atarak açık biçimde görülse de, bu biçim sürekli değildir. Baskı, göstermelik “demokrasi” ile gizlenir, baskı ve zor süreklidir ve emperyalizm ve tekelci sermayenin çıkarlarına göre “yeniden yapılanır”.
       Üç: Türkiye, sıradan bir yeni sömürge ülke değil, orta düzeyde kapitalizmin geliştiği, kapitalizmin tümden egemen olduğu, emek ve sermaye çelişkisinin temel çelişki olduğu bir ülkedir. Oligarşik/faşist devlet ise, basit bir “kukla yönetim” değil, Osmanlı ve Kemalist dönemin tüm mirası üzerinden oluşan, NATO içinde asker sayısı bakımından ikinci büyük orduyu içeren, gelenek ve kökleri olan devlettir. Baştan bu yana sömürgecidir. Osmanlının feodal sömürgeciliğini miras almıştır, Kürt ülkesini sömürgeleştirmiş, Kuzey Kıbrıs’ı işgal etmiş, emperyalizmle uyumlu biçimde Ortadoğu ve Kafkaslar’da yeni roller üslenmiştir. Bu durum, özelikle 1980 sonrası neoliberalizm önderliğinde örgütlenen “dışa açılma” siyaseti ile birlikte daha belirgin bir hal almıştır; bir yandan emperyalist sermaye ile iç içe tekelci sermaye Ortadoğu ve Kafkaslar’a yönelik ekonomik hamleler yapmakta, diğer yanda ise, askeri ve politik rol oynamaktadır. Türkiye’nin bu ekonomik, politik, askeri hamleleri emperyalizmden bağımsız değildir; uluslararası iş bölümüne uygundur. Bu Türkiye’yi “eksen ülke” ya da aynı anlama gelmek üzere “model” ülke yapmaktadır.
       Dört: AKP, hem neoliberal sömürü modelinin devamı, hem de bu yeni işbölümü ve role uygun olarak pozisyon alıyor ve sömürü ve egemenlik alanlarını buna göre yeniden yapılandırıyor. Bir yandan yeni sömürgecilik AKP elinde derinleşiyor, neoliberal sömürü modeli için son hamleler güncelleşiyor... Diğer yandan, sürekli faşizm, yeni/4. bunalım döneminin sonuçları emperyalizm ve tekelci sermayenin ihtiyacına göre biçim alıyor. “Ilımlı islam” projesi, düne ait olan “yeşil kuşak” projesinin yeni biçimidir; AKP bu projenin en önemli ayağıdır ve radikal islam ile halk kitleleri arasına giren, kitleleri emperyalizme bağlamanın bir aracıdır. AKP elinde “üç tarz siyaset” yani osmanlıcılık, islam ve türkçülük yeniden biçim alıyor; tüm bunlar emperyalizm ile ilişkide önemli bir köprü oluyor.
       İşte bunlardan dolayı, örneğin Ortadoğu’da kazan kaynarken boşuna “Türkiye model olabilir mi?” tartışmaları dillendirilmiyor. Emperyalizmin Türkiye’ye “reel sosyalizmin” çözülmesiyle yeni görevler verdiği biliniyor. Son 8 yılda AKP eliyle uygulanan bu yeni görevler daha çok ekonomik ve siyasal alanları kapsıyor. “Ilımlı islam” projesiyle Türkiye bu coğrafyaya ekonomik sızma ve siyasal denetim rolü oynuyor, şimdilik açık askeri girişimlerden kısmen geri tutuluyor. İran ile ilişkilerde Türkiye’nin rolü iyi incelenmeli; Türkiye 28 Şubat konseptinden farklı olarak, emperyalizmin çıkarlarını da gözeterek İran ile ilişki sürdürüyor. Bu ilişki emperyalizme rağmen değil, onun denetiminde bir ilişkidir. Mısır’da halk hareketinin Mübarek’i saf dışı bırakması sonrası Abdullah Gül’ün Mısır’ı ziyareti dikkat çekicidir. Mısır’da Müslüman Kardeşler emperyalizmle flört ediyor, islamcılar emperyalizmin adamı El Baradey ile uyumlu çalışıyor. Tunus’ta İslamcılar AKP ve Türkiye’yi model aldıklarını dillendiriyor. Suriye ile ilişkilerde Türkiye emperyalizm adına hareket ediyor.
       Özetle, “model” tartışmasının bu temelde bir zemini vardır. Ama bu görüntüdedir. Tam da yukarıda özetlediğimiz ana eksenlere bağlı olarak, Türkiye Ortadoğu’da gelişen halk hareketlerine “model” olamaz.
       Bir kez daha ifade edelim: Türkiye, Ortadoğu’da gelişen halk hareketleri için ancak “tersinden”, ne “yapmamalarını” göstermek bakımından “model” olabilir. Politik bilinçleri ne olursa olsun, güdüsel olarak ABD ve İsrail’den nefret eden Ortadoğu halklarının, bu iki ülkenin stratejik ortağını “model” almayacakları, “model” aldığını söyleyen politikacılarına sıcak bakmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Türkiye’ye dair “One minute” ve Mavi Marmara zamanında oluşan sempati, Libya ve füze kalkanı projesiyle tamamen tersine dönmüş durumda. Bu anlamda halklar için Türkiye “model” değil, hedef ülkedir.
       Anlaşılacağı üzere, tüm bu projeler, emperyalist siyasal projenin bir parçasıdır. Bu projenin nasıl biçim alacağını her ülkenin somut tarihsel ve sınıfsal dinamikleri tayin edecektir. Bunun için sosyalist hareketin politik harekete dönüşmesi ve önderliği eline alması yaşamsaldır. Aksi taktirde emperyalistlerin senaryolarında olduğu gibi, halk hareketleri “uyutulup” “demokrasi” adına “siyasal islam”ı da içine alan yeni-sömürgeci düzen derinleşerek onarılacaktır. Emperyalistlerin hesabı budur!
       Bu emperyalist hesabı bozacak tek güç sosyalist önderliğe sahip emekçi sınıflar, örgütlü halktır. Sosyalist bir önderlikten yoksun halk hareketi, ne kadar yıkıcı olursa olsun, belki kısmi kazanımlar elde eder, ama burjuvazi örgütlü bir sınıf olduğu için, emperyalizmin desteği ile halk hareketini kontrol edebilir. Politik talepleriyle kapitalizmin sınırlarını aşamayan sosyalist önderlikten yoksun halk hareketi düzeni onarabilir ama yıkamaz. Bugün Mısır ve Tunus başta olmak üzere Ortadoğu’da yaşananları bu tehlike beklemektedir; hatta bu tehlike kapıdan içeri girmiştir ve süreçlere yön vermektedir.

       3. Bölüm: Sonuç Yerine
       Bir: Emperyalist merkezlerde üretilen burjuva yalanlar tümden açığa çıkmıştır. Dün, neo-liberalizm krizin nedeni olarak “sosyal devlet” politikalarını, Keynesci “ekonomiye devletin müdahalesi” tezlerini gösteriyordu; bugün ABD’nin yaşanan krizde son çaresi “devlet müdahalesi” olmuştur. Dün “sosyalizm öldü”, “tarihin sonu” söylemleriyle kapitalizm ölümsüzlüğünü ilan edip sınıf mücadelesinin bittiğini ilan ediyordu; bugün tam tersi kapitalizm sınıf mücadelesini her alana taşımış ve kapitalizme özgü tüm çelişkileri açığa çıkarmıştır. Kriz emperyalist-kapitalist sistemi sarsmaktadır, neo-liberalizm son hamlelerini yapmıştır; kapitalizmin sınırları buraya kadardır.
       İki: Tüm bunların sonucu olarak, dünya pazarının etrafında saf tutan ve birbirine eklenen emperyalist-kapitalist sistem için ölüm çanları çalmaktadır. Ya kapitalizm bu kaos içinde kısır bir döngüyle yaşamını uzatmaya çalışacak ya da yıkılacaktır. Avrupa’da “komünizm hayaleti” dolaşmıyor ama Fransa’dan tutalım Yunanistan’a kadar birçok merkezde, sömürü politikalarına karşı işçilerin, yoksulların direnişi söz konusudur. Sadece Avrupa değil, Latin Amerika’da gerilla ve kitle hareketi iç içe, neo-liberal sömürünün tüm sonuçlarına karşı ayaktadır. Sosyalist Küba kuşatma altında direniyor, Venezüella’da halkçı iktidar sistemi zorluyor, diğer sol ve halkçı iktidar ve kitle hareketleri yeni kanallar arıyor. Asya’da işçi ve halk hareketi gelişiyor. Bunlara Ortadoğu’da yeni halk/kitle hareketleri ekleniyor. Tüm bunlar zengin dersleri içeriyor ve emperyalizmin yeni/4. bunalım döneminin mücadele biçimleri arasında hem güçlü bağ kuruyor hem de mücadele yeni araçları ortaya çıkarıyor.
       Üç: “Küresel kapitalizm”e karşı mücadele küresel direnişte somutlaşmaktadır. Emperyalizm, kapitalizmde içkin olan eşitsiz ve dengesiz gelişme yasasını tümden açığa çıkarmıştır. Dünya kapitalist pazarı etrafında, merkezinde gelişmiş kapitalist ülkelerin olduğu, bunlara bağımlı yeni-sömürge ve sömürge ülkelerin yer aldığı bir dünya sistemi söz konusudur. Bu emperyalist-kapitalist sistemde güç ve hegemonya ilişkisine göre biçim alan, en güçlülerin en üstte, en zayıfların en altta yer aldığı hiyerarşik bir ilişki vardır. Bu sistemin en zayıf halkası, sınıfsal ve ulusal çelişkilerin en yoğun yaşandığı ülke ya da ülkelerdir. Yeni-sömürge ve sömürge ülkeler zayıf halka konumundadır. Devrim, sistemin zayıf halkasında, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde gerçekleşecektir.
       Dört: Ancak kapitalizmin gelişme düzeyi, sermaye, meta ve emeğin uluslararasılaşması, tek tek ülke devrimlerini bölgesel devrimlere, bölgesel devrimleri dünya devrimine daha sıkı bağlamaktadır. Emperyalizm kapitalizmin en yüksek biçimidir ve yüz yılı aşkın bu dönem yaşanmaktadır. Yüz yıl öncesiyle kıyaslarsak bugün, yukarıda ifade ettiğimiz bu bağ çok daha sıkıdır. Avrupa’da yaşanan isyan ve “küreselleşme karşıtı hareketler”, Asya’da yaşanan işçi ve halk hareketleri, Latin Amerika’yı kapsayan direniş ve “yeni bir dünya” özlemi ve en son Ortadoğu’da yaşanan halk/kitle hareketleri bu konuda çok daha güçlü veriler sunmaktadır.
       Beş: Tarihin paradoksu şudur; tüm bunlar devrim ve devrimler için nesnel koşulları her gün olgunlaştırırken, değişim ve devrimin öncülük sorunu yakıcıdır. Sosyalizm ve sosyalist hareket savunma konumunu aşmış değildir. Tüm dünyada bu anlamda önderlik sorunu aşılmış değildir. Elbette sosyalist hareket, tüm tarihsel ve siyasal birikimi üzerinden kendini yeniden üretecek ve tarihin kalbini elinde tutacaktır; ama hala bu yakalanmış değildir, sosyalizmin yaşadığı kriz aşılmış değildir. Büyük bir irade ve emekle, teorik, ideolojik, politik ve örgütsel tüm alanlarda üretimle bu süreç aşılacaktır. Bu anlamda tek tek ülke devrimlerin birikimi dünya devrimin bir parçası olacak, onu etkileyecek, ondan alıp ona katkı sunacaktır. Sosyalizmin politik atılımı için ağır görevler devrimci sosyalistlerin önünde durmaktadır. Bu evrensel görevlere sahip çıkmak, bu evrensel görevleri özgün, devrimimize özgü görevlerle birleştirmek devrimci sosyalizmin görevidir. Bu görev bizimdir; ya başaracağız ya başaracağız! Bizim için başka bir yol, “ara yol” yoktur!

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL