Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

C. Ulaş

       Tarihin sistematik bir bilim haline gelmesinde Marksizm’in büyük bir katkısı vardır. Çünkü Marksizm sayesinde ard arda yığılmış durumdaki olaylar silsilesini belirli ekonomik-toplumsal ilişkiler bütününün (üretim tarzının) evriminin dolayımları olarak ele alıp inceleyebilme olanağına kavuşan bilimciler, daha sağlıklı kategoriler halinde inceleme yapabilmişlerdir. Bu durumun ortaya çıkmasında Marx ve Engels’in yöntemi, oldukça belirleyicidir. Her ikisi de çok iyi tarih bilgisine sahip bu iki deha, ekonomi, siyaset ve pozitif bilimlerdeki gelişmeleri de takip edip sağlam bir felsefe altyapısına sahip olduklarından tarihsel gelişmeleri karşılıklı ilişkiler (diyalektikleri) içinde ele alarak açıklamayı da başarmışlardır. “Maymunun anotomisi, insanın anatomisinin anahtarıdır” (Marx, Grundrisse) sözünden de anlaşılacağı üzere, her olguyu tarihsel gelişimi içerisinde ele almışlar ve hiçbir zaman bu süreklilikten koparmamışlardır.
       Bu anlamıyla Marksizm’in anlaşılabilmesinde ve kavranabilmesinde tarih bilinci anahtar önemdedir. Tarih dediğimiz elbette şovenist hamaset edebiyatından ibaret “resmi” tarih değil, bilimsel olarak öncesiyle sonrasıyla sınıflar mücadelesinin evrimsel gelişimini inceleyen bilim anlamındaki tarihtir. Tarihsel materyalizm kavrandıktan sonra resmi söylemin usandırıcı sunumundan ayıklanan gerçek tarih, keyifli ve eğitici bir okumanın konusu olacaktır. İşte böylesi bir tarih bilinci, içerisinde yaşanılan toplumun dinamiklerinin çözümlenmesinde ve geleceğe dair perspektiflerinin oluşturulmasında kilit önemdedir. Buradaki kastımız elbette ki Mahir’in “Osman Gazi’den bu yana” diye gönderme yaptığı, ayrıntılarda boğulan, güncelden kopan, amaç-araç ilişkisinde kontrolü kaybeden bir “tarih kitaplarına gömülme” ya da günümüzde postmodernizm tarafından durmadan pompalanan her şeyin reçetesini tarihteki bir benzerinde arama pratiği değil elbette. Tarihsel olguları doğru açıklayabilmek, öncelikli olarak bu olguların doğru bilgisine sahip olmaktan geçer.
       Peki tüm bunlar ne kadar gerekli diye sorulacak olursa, hala güncel olan bir örnekle hemen yanıt verebiliriz: Kemalizm hakkında sahip olunan her doğru bilgi, bu olgunun ilkokuldan bu yana kafamıza sokuşturulduğu gibi olmadığı hakkında birçok şey verir bize. Küçük bir örnek verecek olursak, bizlere okutulan tarihte laiklikle birlikte tüm tekke ve zaviyelerin kapatıldığı anlatılır. Oysa Mevlevi tekkeleri hiç kapatılmamıştır.
       İyi bir devrimci olmak için, içinde yaşanılan dönemi çok iyi kavramış olmak yetmez. Dünya ve ülke tarihini de iyi bilmek gerekir. Çünkü o tarihte yaşananlar, daha sonra yaşanacak olanlara ışık tutarlar. Ancak hiçbir şey basit tekrar biçiminde gerçekleşmez, aynı etkiyi ortaya çıkarmaz. Ama hiçbir toplumsal gelişme, geçmişten kopuk ya da durup dururken ortaya çıkan bir olgu değildir, olamaz.
       Önder Mahir “Yayın Politikamız” yazısında “Bu hareket, revizyonizmin uzun yıllar etkin olduğu bir ortamda yeşermiş, gelişmiş ve güçlenmiştir. O yüzden işler ne kadar sıkı tutulursa tutulsun başlangıçta, şu veya bu ölçüde, bu ortamın izlerini içinde taşıyacaktır. Tersini düşünmek idealizmdir. Bu kalıntılar, savaş içinde, savaşıla savaşıla atılacaktır.” sözleriyle o güne kadarki solun içinden çıktıkları için kaçınılmaz olarak ondan izler taşıdıklarını açıkça belirtmiştir. O, bunu yazarken bizim bugün “süreklilik-kopuş” diyalektiği içinde açıkladığımız süreci farklı bir biçimde dile getiriyordu. İçinden geldiği geleneği inkar etmiyor; ama öte yandan bir yanıyla ona da “karşı” olan bir kopuş hareketini örgütlüyordu.
       71 devrimci atılımının aktörlerinde bu kopuş oldukça belirgindir. Bu kopuşun teorisyeni Mahir Çayan’dır. Elbette ki sadece teori ile yetinmemiş, yazdıklarını pratiğe de geçirmiş, hatta son satırlarını da bizzat pratiğin içindeyken yazmıştır. Bu bakımdan Mahir Çayan’ın yazılarını bile tarihselliğinden soyutlayarak okuyamayız. Nasıl ki Marx’ın ilk yazıları “sol hegelci dönem” ya da kimilerine göre “genç Marx” olarak daha sonraki külliyatından ayrı ele alınıyorsa, benzer bir şey Mahir Çayan için de geçerlidir; Kesintisiz Devrim I, II-III broşürlerine kadar bir olgunlaşma süreci sözkonusudur.
       Böylesi bir tarihsellik içinde ele alınmadan ne geçmiş açıklanabilir ne de geleceğe dair doğru perspektifler ortaya konulabilir. Bu yüzden tarih, en devrimci bilimlerden biri olarak devrimcilerin en güvenilir silahlarından biridir. Ancak bahsettiğimiz tarih, dondurulmuş bir olgu değildir. Doğa ve toplumdaki her şey gibi o da hareket halindedir; değişmektedir. Değişen şey yaşanmışlığın kendisi değildir elbette. Ama yıllar geçtikçe yaşanmışlığın taşıdığı anlam ve etki farklı olabilmektedir, farklılaşabilmektedir.
       29 Mart 1971’de Kızıldere diye bir köyün adını o köyle şu ya da bu şekilde ilgisi olmuş olanlar haricinde çok az insan biliyordu. 31 Mart 1971 günü ise tüm Türkiye. Orada yaşanan devrimci direniş ve katliamın izlerinin zamanla silineceğini düşündü oligarşi. Ama öyle olmadı. Bunu yaratan halkların dilinde destanlaşan bir kahramanlık öyküsü müydü? Asla. Böyle düşünmek metafiziktir. Sonrasındaki devrimci mücadeleyi besleyen ve ondan beslenen canlı bir tarih ortaya çıktı. Evet, tarihsel olguların canlılıkları vardır. Eğer siz onu doğru “gıda”larla beslerseniz, başkalarının unutulup gideceğini beklediği şeyler yaşandığı günlere göre çok daha fazla insan tarafından bilinir ve anımsanır hale gelebilirler. Siyasal çalışmanın bir parçasıdır bu. Şu da bir gerçektir ki tek başına doğru “gıda”lar da olgunun kendisi yeterince güçlü değilse bir işe yaramaz. Daha sonraları siyasal acemilikle Kızıldere ile karşılaştırılmaya çalışılan, hatta bazılarına göre onu “aştığı” söylenen kimi pratiklerin toplum üzerindeki, tarih üzerindeki etki(sizlik)lerine bakmak bunun için yeterlidir.
       Kızıldere’yi bu denli önemli yapan şeyi de yine tarihsel gelişimi içerisinde aramak doğru bir yöntem olacaktır. Sosyalizmin bu topraklardaki serüveni yeni değildir. Ancak birçok girişime rağmen sınıf dinamikleriyle, geniş kitlelerle bir türlü buluşamayan bu hareket yoğun baskılarla kötürümleştirilmiş durumdaydı. 60’lı yıllarda yeni bir sanayileşme dalgası yaşayan Türkiye’de genç bir işçi kitlesi oluşmuş ve hakkını arama mücadelesine girişmişti. Bu taze kanın dinamizmiyle ortaya çıkan TİP’in politikaları, sözkonusu dinamizmin çok uzağındaydı. Dünya çapındaki anti-emperyalist dalganın ülkemiz kıyılarına da vurmasıyla gençliğin hareketi, sözkonusu potansiyeli harekete geçirdi. Varolan politik organizasyonlardan umudunu kesen gruplar, kendi yollarını açtılar, kendi rotalarını çizdiler. Bu bir kopuş eylemiydi. Sosyalizme dair ilk gıdalarını o yapılardan almışlardı ama pratik içinde devrimciliğin böyle bir şey olmadığını görmüş ve harekete geçmişlerdi. Böylece bizim bugün “yenilenme” dediğimiz şeyin bu topraklardaki ilk örneğini gerçekleştirdiler.
       Dünyada neler olup bittiğine şöyle bir göz atmaları yeterince fikir veriyordu. Küba Devrimi’nin ardından tüm Latin Amerika ülkelerinde çeşitli düzeylerde gerilla hareketleri başlamış, öncesinde varolanlar da güçlenmişti. Afrika ve Güneydoğu Asya’da, özellikle de Vietnam’da gelişen anti-emperyalist mücadeleler dünyayı kızıllaştırıyordu. Yanıbaşımızda, Ortadoğu’da Filistin’de verilen mücadele tüm dünyayı etkiliyordu. Tüm bunların ışığında dünyaya ve Türkiye’ye dair yeni bir yaklaşım geliştirdiler ve bunu pratiğe geçirdiler. Ne politik yaklaşımlarının, ne pratiklerinin, ne de örgütlenme ve çalışma tarzlarının bu topraklarda daha önce bir benzeri gerçekleştirilmemişti. Ama ortada “yoktan var olan” bir şey de yoktu. Süreklilik içinde kopuşu gerçekleştirmişlerdi. Bu sürecin mimarı olan Mahir Çayan, deyim yerindeyse bu topraklardaki ilk devrimci yenilenme hareketini de böylece başlatmıştı. Elbette tek başına değildi bunu yaparken. Ama kimse onun cümleleriyle bu süreci özetleyemedi.
       Böylelikle Türkiye devrimci hareketinin bir bölüğü, Üçüncü Enternasyonal’in kavramsal çerçevesini aşabilmiştir. Yeryüzündeki ekonomik ve siyasal gelişmelerin denk düştüğü yeni bir kavramsal çerçevenin bu topraklara taşıyıcısı ve geliştiricisi olan Mahir Çayan, özel olarak böyle bir derdi olmadığı halde, bu topraklarda devrimin önünü açmak için böyle bir ihtiyaç ortaya çıktığı anda bunu üretmekten çekinmemiştir. “Kafasına göre” yapmamıştır hiçbir şeyi. Dünyadaki diğer devrimci hareketlerin o süreçteki tartışmalarını takip ederek, sentezleyerek ulaşmıştır bu noktaya. Onun bir parçası olduğunun bilincindedir. Ondan etkilenmekte ve etkilemektedir. Dünya çapındaki emperyalist sömürü biçimindeki gelişmeleri, uluslararası ilişkileri, tüm bunların ülkenin ekonomisine ve siyasetine yansımalarını, dolayısıyla toplumda yarattığı değişimleri inceleyerek bir rota çizmiştir Mahir Yoldaş. Çizilen rotanın başka bir benzeri yoktur; ülkeye özgündür. Ve tüm bunlar, masa başında olup biten süreçler değildir. Elde silah, sıcak savaşın ortasında geliştirilen tezlerdir.
       Elbette yapılan şey, sadece bir kavramsal çerçevenin aşılması anlamında bir yenilenme değildir. Siyaset yapma tarzında, örgütlenme modelinde, kültürde… bir bütün olarak bir yenilenme vardır. Ortadaki devrimci modeli, geçmişin solcu tiplemesinden daha farklıdır. Ataktır, enerjiktir, iddialıdır, tuttuğunu koparandır…
       ***
       Halka güven verdiler. Çünkü söyledikleri her şeyi yaptılar. Canları pahasına da olsa. Samimiyetlerinden kimsenin kuşkusu yoktu. Bu yüzden milyonların sempatilerini kısa zamanda kazanmayı başarabildiler. Ödedikleri bedelin karşılığını aldılar. Bunu yapmak için ne milyonlarca bildiri dağıttılar, ne de yüzbinlerce gazete sattılar. Sadece ve sadece eylemleriyle başardılar bunu. Tıpkı toplumsal ilişkilerin tümünde olduğu gibi siyasal ilişkilerde de güven, somut bir olgudur. Somuttan beslenir ve kendini somut olarak ifade eder.
       Ortaya çıkan hareket, kendi tarihsel-siyasal koşulları içerisinde varabileceği en uç noktaya kadar ulaştı. Bu saatten sonra “Kızıldere olmasaydı, yaşasalardı şöyle olacaktı…” gibi tartışmalar tamamen spekülatiftir ve gereksizdir. Artık ortada tarihe mal olmuş bir olgu vardır.
       Peki nedir tarihe mal olmuş olan? Sadece bir devrimci direniş mi? Hayır. Ne sadece direniş, ne sadece devrimci dayanışma, ne sadece silahlı eylem… Bunların hepsi de içinde olmak üzere Kızıldere’de sistemin toptan, cepheden karşısına çıkmak, buna cüret ve cesaret etmek vardır. Kızıldere’nin kendisi yukarıda saydıklarımızın hepsinin, ve daha fazlasının aritmetik toplamından daha öte bir şeydir.
       İki sınıf çatışmaktadır aslında Tokat’ın Niksar İlçesi’ndeki bu köyde. İki sınıf arasındaki çelişkinin uzlaşmazlığı pratiğe dönüşmektedir silahların namlularında. Hesaplaşma tarihseldir ve dünyanın her yerinde aynıdır. Rehin alınan İngilizler için kendi hükümetlerinin kuşatanlara “bildiğinizi yapın” demesi tesadüf değildir. Sınıf mücadelesinde çok daha deneyimli olan İngilizlerin sözkonusu uzlaşmazlığın bilincinde oldukları ve buna göre tavır aldıkları açıktır.
       Kızıldere sonrasındaki tarihe baktığımızda yine benzer tablolar vardır karşımızda. Bir kısım Mahir takipçisi açısından sürecin “tekrarı” gerekmektedir. Yeniden kitle hareketleri gelişecek ve bu hareketlerin içinden “partileşme süreci” içinde yeniden o noktaya varılacak… Bu yaklaşım hegelci “tarihin tekerrür” etmesini bekleyen idealist yaklaşımdır. O tarih yaşandı ve geride kaldı.
       Bunun bilincinde olanlar için ise görev açıktı. Göreve sahip çıkıldı. Ancak sahip çıkılan mirasın “teorik” zenginliği geliştirilemedi. Deyim yerindeyse “cepten yendi”. Daha doğru bir ifadeyle söyleyecek olursak pratik kadar hızlı ve yoğun yaşanamayan teorik gelişim, bir noktadan sonra tıkayıcı oldu. Bu durumun yaşanmasında, 71 devrimci atılımının “yenilenmeci” karakterinin yeterince bilince çıkarılamamasının rolü büyüktür. Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz diyen Lenin’in sözleri, böylece bir kez daha ispatlanmış oldu. Elbette ki her şey öylece kalmadı; sonrasında bu tıkanma noktalarının üzerine gidilerek Mahir’den devralınan “süreklilik-kopuş” diyalektiği içinde gelişen “devrimci yenilenme” eylemi sürdürüldü. Ancak günümüzdeki süreçte de pratiğe dair aksayan yanlarımızın olduğunun farkındayız. Bu durum da başka türden bir tıkanmanın hem nedeni, hem de sonucu olmaktadır.
       Tüm bu süreçlerde tarih, en büyük yardımcımızdı. Sadece hangi hatamızı nasıl doğrultacağımız konusunda değil, geleceğe dair sağlıklı adımlar atarken de bize yön veren çok dersimiz vardı. Elbette ki tüm bunlar yanlış yapmaya engel değildir. Eğer tarih dediğimiz şey bir kahramanlıklar manzumesine indirgenirse yanlış yapmak kaçınılmazdır. Çünkü bilimsel yaklaşım bu değildir. Tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Sınıf mücadelesinin içinden geçtiği dönemin tüm özellikleri siyasal atmosferi, entelektüel ortamı, ideolojik mücadelenin gündemini ve daha birçok şeyi belirler. Bu bütünlüğü içinde ele alınmayan bir tarih okuması yanılgılara da kapı aralayabilir.
       Türkiye devrimci hareketinde özellikle geçmişe dönük polemiklerde sıkça rastlanan bir durum da her bir tarafın, tarihi kendi işine geldiği biçimde yorumlamasıdır. Kimine göre Kızıldere’nin ülkede bu denli derin izler bırakması, sonrasında basının konunun üzerine çok gitmesinden kaynaklanmıştır. Siyasal rekabet adına bunları söyleyebilmek ne denli nesnel bulunabilir? Aynı basın Kızıldere’de katledilen devrimci önderlerimizi “eli kanlı katiller” olarak yansıtmıştır. Burada kavranamayan şey şudur: Olayın kendisi, kendini o kadar iyi anlatmaktadır ki, basın bunu ne şekilde çarpıtırsa çarpıtsın, kimse için inandırıcı olmamaktadır. Herkes anlaması gereken neyse onu anlamaktadır. Olgu somuttur. Bu gibi gelişmelerin toplumsal bilince yansıtılmasında basına bu denli önem atfetmek yanıltıcıdır. Kaldı ki basının yansıtma biçimiyle ortaya çıkan toplumsal bilinç arasındaki farklılığı da böylesi bir yaklaşım açıklayamaz.
       Bu etkinin ortaya çıkmasındaki bir diğer faktör de Kızıldere’de katledilen devrimcilerin aslında hiç de halkın yabancısı olmadıkları kişiler olmalarıdır. Mahir Çayan, deyim yerindeyse bu ülkeyi karış karış gezmiştir. Geçtiği her yerde unutulmayacak izler bırakan Mahir için hala ülkenin birçok yerinde artık efsaneleşmeye başlayan öykülerin anlatılması boşuna değildir. Yoğun bir emek sürecinin sonucunda ortaya çıkan birikimin birden ortadan kalkması imkansızdır.
       Sınıf mücadelesinin aktörlerinin ideolojik donanımları oldukça etkilidir. Elbette bu ideolojik donanımın nerede ve nasıl kullanıldığı da en az onun kadar önemlidir. Bugün gücünü dost düşman herkesin kabul ettiği yurtsever hareketin kuruluş dönemi kadrolarının nasıl okudukları, nasıl çalıştıkları hala bir efsane gibi anlatılmaktadır. Dolayısıyla 71 devrimci atılımının mimarlarının ortaya koydukları düşünsel ve eylemsel pratik, sınıf mücadelesinin zorlu sınavlarında kendini birçok defa ispatlamıştır.
       Tarihten öğrenmek, bir iki ihtiyarı denk getirip anılarını anlattırmak, ya da şimdilerde biraz da piyasanın taleplerine uygun olarak çıkarılan “araştırma” kitaplarını okumaktan ibaret değildir. Tarih de tıpkı diğer bilimler gibi bir disipline sahiptir. Ekonomik, kültürel, sanatsal, uluslararası ilişkiler ve dengeler vb. gibisinden birçok olgu değerlendirilmeden sınıflar mücadelesinin seyrine dair sağlıklı veriler elde etmek çok olanaklı olmayacaktır. Devrimciliğe dair hiçbir şey kolay elde edilmez. Günümüzün “tüketicisine” sunulan bütün “konsantre” bilgiler yetersiz, yanlış ve/veya yanıltıcıdır. “Tüketici” konumundan çıkılıp, “üretici” olmadan, emekçi olmayı bilmeden devrimci olmayı istemek, hayal kurmaktan başka bir şey değildir.
       Tarih Kızıldere’de bitmemiştir. Sonrasında yaşananların da bugünden bakarak daha sağlıklı değerlendirmeleri yapılabilir ve yapılmaktadır. Ancak daha önce de değindiğimiz gibi, tarihin kendisi de her olgu gibi diyalektik olarak sürekli değişim halindedir.
       Tarihin tekrarını beklemek idealizmdir. Kendini geçmiş günlerin nostaljisine kilitleyenlerin günümüz koşullarına uygun politik hamleler geliştirebilme şansı yoktur. Dolayısıyla tarih içine gömülünecek değil, derinlemesine kök salınarak ondan beslenilecek bir topraktır.
       ***
       Kızıldere, aynı zamanda paha biçilmez bir “değer”dir. Değer kavramı Marksist ekonomi politikte kısaca şöyle tarif edilir: Çeşitli nesneler üzerinde düşünsel ya da fiziksel insan emeği harcanarak yapılan değişiklikler sonucu, sözkonusu nesnelerin önceki durumlarına göre kazanmış oldukları toplumsal yararlıklara “değer” diyebiliriz. Bu bakış açısıyla bu ülke, bu halk Kızıldere ile büyük bir değer kazanmışlardır. Bu değeri yaratan emeğin sahipleri biliniyor. Onları bugün buradan bir kez daha saygıyla anıyoruz.
       Bu değer sayesinde bu ülkenin niteliği değişmiştir. Bu değer sayesinde bu toplumun niteliği değişmiştir. Bu değer sayesinde bu topraklardaki yaşayan, canlı bir olgu olarak siyasetin niteliği değişmiştir. Bu değer, bu ülkenin devrimcilerinin ruh halini şekillendiren, ilham ve güç veren bir olgudur. Oligarşinin yıllar boyu yaptığı her şeye rağmen bu ülke, bu toplum, sözkonusu değeri kazanmadan önceki haline geri götürülememiştir, götürülemeyecektir.
       Bugün oligarşi Mahir Çayan adını hiç duymamış bir nesil yaratmayı hedefliyor olabilir. Bizler varoldukça bunu başaramayacaklar.
       Kızıldere, yeri doldurulamayacak bir moral değerdir. Tarihseldir, ama tarihte kalmış değildir. Devrimcilere teslim olmanın dayatıldığı birçok yerde ve zamanda oligarşinin aldığı cevapta yaşanmıştır, yaşanmaktadır.
       Yaşanan tıkanma anlarında ayet ezberler gibi klasik kitapları ya da geçmiş literatürü hatmetmekten başka çıkar yol bulamayan çaresizlerin aksine, yeni durumun yeni olgularını, geçmiş tarihsel birikimlerin ışığında yorumlayarak yeni çözümlemeler sentezleyen ve bunları hayata geçiren “devrimci yenilenme”de yaşamaktadır. Mahir’in sözleriyle “marksizmi bir dogma değil, eylem klavuzu” olarak ele alanların yaklaşımları başka türlü olamaz.
       Kızıldere, basitten karmaşığa ilerleyen diyalektik gelişimin bir sıçrama noktası, bir nitelik sıçramasıdır. Diyalektiğin yasası gereği basit olanı yapabildikleri için karmaşık olana kadar ilerleyebilmişlerdir. Basit olana burun kıvıranın, karmaşık olana varabilme şansı hiç yoktur. Bunu da tarih öğretmektedir bize.
       Tarih, bizim tarihimizdir. Hele ki içinde Kızıldere’yi barındıran bir tarihe sahip olmak bir onurdur. Ve aynı zamanda büyük bir sorumluluktur. Hem o tarihi bilmek anlamında, hem de onun hakkını vermek anlamında. Bu tarihe yüzümüzü yeni şeyler üretmek için dönmemiz, en sağlıklısıdır. Ne sürekli geçmişe bakmak, ne de hiç bakmamak sağlıklı bir tavırdır.
       Kızıldere’yi yakamızda bir şeref madalyası gibi taşımak ne çok zor, ne de çok kolaydır. Zordur, çünkü günümüzün çok daha ağırlaştırdığı devrimci görevlerin tümünün başarılı biçimde yerine getirilmesini gerektirir. Kolaydır, çünkü tüm varoluşunu devrimci savaşta ortaya koyanlar için varlığını sadece kendilerinin ve yoldaşlarının bildiği bu madalyalar kimseye hissettirmeksizin taşınmaktadır.

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL