Geride
bıraktığımız yıl, TC tarihine kapkara bir leke
daha ekleyerek kapandı. 28 Aralık günü Şırnak
Uludere'de Roboski köyünde savaş uçaklarının bombardımanıyla
17'si çocuk 35 Kürt katledildi. Önce saklamaya
çalıştılar. Hatta ambulansların bölgeye gidişini
engellediler. Sonra yarım ağızla suçlarını kabul
ettiler. Ama pişkinliği hiç elden bırakmadılar…
Yaşananlar 33 kurşunun bir benzeriydi. JİTEM arazilerinde
kazılar yapıp bulduğu kemiklerle "demokratlığını"
ispatlamaya çalışan AKP, bir yandan toprağa yeni
bedenler göndermekten de geri durmuyor. Sahi topraktan
çıkan onca insan kemiği için kaç kişi gözaltına
alındı ya da tutuklandı? Oysa sözkonusu olan bizler
olunca yargı da, polis de çok hızlı çalışıyor…
Bu
çifte standardın en sırıtan örneğini yine Roboski
köylüleri yaşadı. Katliam sonrası köylerini ziyaret
eden kaymakama tepki gösteren köylüler çok hızlı
bir biçimde linç girişimi suçlamasıyla kendilerini
yargı önünde buldular. Oysa ülkenin birçok yerinde
Kürtlere ya da devrimcilere yönelik benzer olaylarda
linç edilmek istenilenlerden başka kimse gözaltına
alınmazken, girişimde bulunanların bu davranışları
"vatandaş tepkisi" adı altında aklanmıştı.
Adaletin terazisi bir kez daha şaştığı gibi, bir
kez daha tepki gösteren vatandaşın Kürt olmayanının
makbul olduğu da tescillenmiş oldu.
***
Bugünlerde
Türkiye çok hareketli. Hergün bir yerlerden operasyon
ve gözaltı haberleri geliyor. Bu yılın Ocak ayından
14 Şubat'a kadar toplam 1332 kişi gözaltına alındı.
Hani o çok efsaneleştirilen, AKP'nin referandumla
"hesaplaştığını" iddia ettiği, bunun
üzerinden kendisinin ne kadar "demokrat"
olduğu propagandasını yaptığı 12 Eylül cuntası
zamanlarında tablo neydi peki? O "demokrasinin
rafa kaldırıldığı" günlere dair bir rakama
ulaşmaya çalışalım. Doğrudan cunta tarafından
basılmış bir kaynakta, Kenan Evren'in 28 Mart
1981 tarihli Alman ZDF televizyonunda yaptığı
konuşmada verdiği bilgilere göre o tarih itibariyle
8836 kişinin gözaltında olduğu söyleniyor. Bu
bilgiye, o günlerde gözaltı süresinin 90 gün olduğunu
da ekleyelim. 12 değil de 1 Eylülden saysak, martın
28'ini de mart ayı bitmiş kabul edelim, altı ay
eder. Bölme işleminin sonucuna göre 12 Eylül'ün
ilk altı ayında ayda ortalama 1472 kişi gözaltına
alınmış. 1332 ile arasındaki farka "ileri
demokrasi" diyor birileri.
2002
tarihli bir yazımızda postmodernizmin gerçeklik
algısını çarpıtmak için geliştirdiği yöntemlerden
bahsetmiştik. Gerçeklik ile bunun çarpıtılarak
sunulması arasındaki açı hiç bu kadar saçmalık
boyutuna varmamıştı. Ancak şunu şimdiden söyleyebilmek
mümkün ki; bu tabloya karşı bir toplumsal duruş
örgütlenemezse hayal bile edemeyeceğimiz daha
çok saçmalıkla karşı karşıya kalacağız.
"İleri
demokrasi"de gazeteciler gazetecilik yaptığı
için, avukatlar avukatlık yaptığı için, sendikacılar
sendikacılık yaptığı için kendilerini cezaevinde
bulabiliyor. Bir kez daha "kimin için demokrasi"
sorusunu gündemleştirmenin zamanlarını yaşıyoruz.
Çünkü avukatlık görevini yaptığı için insanlar
tutuklanırken polis kurşunlarıyla can veren üniversite
öğrencisi Şerzan Kurt davasında polislerin savunmasını
yapan avukat "çiçekle mi karşılık verecekti"
biçiminde bir savunma yaptığı halde (bu noktadan
sonra bu cümleler, artık bir sanığın değil, bir
cinayetin savunulmasıdır) ona dokunan olmuyor.
Çünkü "ileri demokrasi" böyle bir şey…
"İleri
demokrasi" artık sadece Kürt yurtseverlerini,
devrimcileri, sosyalistleri hücrelere kapatmakla
yetinmiyor. Sendikacılar, köyüne hidro elektrik
santral yapılmasına karşı çıkanlar şu ya da bu
biçimde hükümetin politikalarını beğenmeyenler
bir şekilde kendilerini mahkeme kapılarında ya
da parmaklıklar ardında bulabiliyorlar. Dünyanın
en fazla "terörist" suçlamasıyla cezaevinde
tutulan insanına sahip bir ülkede yaşıyoruz. Ve
her geçen gün bu sayıya yenileri ekleniyor. Dünyanın
tüm cezaevlerinde "terör" suçlamasıyla
tutuklu bulunan insan sayısı yaklaşık 30 bin.
Bunun 13 bini Türkiye'de. Böylece trafik kazalarından
sonra yeni bir dünya birinciliğimiz daha oldu.
Dünyanın en fazla "terörist" üreten
ülkesiyiz. Rakamlar böyle diyor. Elbette ki bunların
hepsi oligarşinin toplumsal muhalefeti bastırma
operasyonlarının dolaysız sonuçlarından başka
bir şey değil. ABD'nin Ortadoğu için "model
ülke"si olmak öyle kolay bir iş değil.
Geliştirilen
her "model"de olduğu gibi bu modelin
bazı aksayan yönleri olabiliyor elbette. Geçtiğimiz
günlerde yaşanan "MİT operasyonu" da
böyle bir şeydi. Sistemlerini mükemmelleştirmek
için var gücüyle çalışan iktidar sahipleri, bu
"pürüz"ü de kısa sürede giderdiler.
Polis, MİT, yargı… hepsi ama hepsi tek bir amaç
için varlar: Başta yurtsever Kürt hareketi olmak
üzere toplumsal muhalefetin tüm kesimlerini bastırmak,
susturmak, yok etmek…
Ama
tüm bu yaşananlara rağmen kimsenin sindiği, sustuğu
yok. Kürt Ulusu tüm örgütlü dinamikleriyle hiçbir
gücün artık ulusal demokratik haklarını almalarına
engel olamayacağını her gün haykırmaktan hiç vazgeçmiyor.
Devrimciler ve işçi sınıfının birçok değişik kesimi,
dağınık da olsa bu saldırı dalgalarına karşı örgütlülükleri
oranında, değişik biçimlerde direniyorlar.
Direnişin
en büyük zaafı dağınıklık. Değişik, odaklarda
farklı birlikler oluşsa da bir bütün olarak dağınıklık
tablosu ortadan kalkmış değil. Bu dağınıklığın
ortadan kaldırılması için kimi girişimler varsa
da henüz doyurucu sonuçlara ulaşmış değil. Girişimlerin
temel eksikliği her girişimin sınırlı bir gündemi
zemin kabul ederek birliktelik sağlamaya çalışması.
En geniş birlikteliği sağlamak adına yapılan bu
sınırlamalar birden fazla birlik ya da platform
oluşmasına yol açarken, zaten zayıf olan tablonun
toplantı bürokrasilerine boğularak daha da zayıflamasına
ve sürecin gerisinde kalmasına yol açıyor. Tutuklama
terörüne karşı oluşan bir birlikteliğin, yeni
geliştirilen sendika yasasını görmezden gelmesi,
ya da emperyalizmin Suriye'ye yönelik saldırısı
için topraklarımızı bir üs olarak organize etme
girişimlerini hiç gündemine almaması neyle açıklanabilir.
Roboski katliamı için neden bu kadar zayıf bir
birleşik tepki verilebilmiş olsun? Üstelik bu
katliamın tekil olmadığını hepimiz bildiğimiz
halde?
Türkiye
devrimci hareketi benzer durumların içinden çıkmayı
başarmıştır ve bu defa da başaracaktır. 12 Mart
ve 12 Eylül cuntası günlerinden daha kötü bir
tablo yok karşımızda. Yeniden tüm güçlerimizin
biraraya gelmesi için tekrardan Gündem Gazetesi'nin
bombalanması ya da Hrant Dink cinayeti gibi bir
saldırının gerçekleşmesine gerek yok. Ve bu birliktelik
gerçekleştiğinde oligarşinin sanıldığı kadar güçlü
olmadığı kısa sürede ortaya çıkacak. Özel olarak
bu yönde bir çaba gösterilmemesine rağmen, AKP
iktidarının pervasızlığını en açık biçimde yansıtan
Hrant Dink cinayeti davasının sonuçlanmasının
ardından katledilmesinin yıldönümünde sokakları
dolduran binlerce insan, hükümetin sahtekarca
da olsa geri adım atmasını sağlamıştır. Bu topraklarda
bu güç vardır. Üzerimize düşen görev, bu gücü
örgütlemek, birleştirmek ve savaştırmaktır.
Son
yıllarda AKP'nin seçim başarıları, belli bir umutsuzluk
dalgası da yaratmayı başarmıştır. Oysa seçimler
her ne kadar somut veriler olsa da gerçekliğin
birçok prizmadan çarpıtılarak yansıtıldığı mekanizmalardır.
Tarih birçok defa sandık ölçeğine vurulduğunda
azınlıkta kalacak siyasal oluşumların ülkenin
kaderini değiştirdiğini kaydetmiştir.
Bunun
belki de en bilinen örneği 71 devrimci atılımıdır.
Yıllardır ülkenin gündeminden silinemeyen bu olgu,
son yıllarda bilinçli olarak magazinleştirme çabalarına
maruz kalsa da siyasal ağırlığını hala korumaktadır.
12 Mart günleri de siyasal bilince sahip olmayan
geniş emekçi yığınlar açısından günümüzden daha
fazla umut vadetmiyordu. Ama bu karanlığı yırtan
eylemleriyle 71 devrimci atılımının yaratıcıları
kendi fiziksel yokoluşları pahasına halklarımızın
umudunu filizlendirmeyi başardılar. Kızıldere'den
sonra oligarşi gerçekleştirdiği katliamın altında
ezilmiştir. 30 Mart'ın yaklaştığı şu günlerde,
bu ders, günümüzün politik atmosferinin nasıl
değiştirilebileceğine dair çok fazla veri sunmaktadır.
Yine
Mart ayının gündemlerinden olan Newroz'un kahramanı
Kawa, nasıl ki yüzyıllar sonra bile yaşatılacak
bir gelenek yarattıysa, Kızıldere'nin yaratıcıları
da öylesine bu toprakları sarsmıştır. 30 Mart
1972 sabahı kendilerini kuşatanlara "Biz
buraya dönmeye değil ölmeye geldik!" diye
halkıran önder Mahir'in toprağa karışan kanı,
Tamer olup, Bedrettin olup, Serpil olup yeniden
yeniden defalarca filizlenmiştir, filizlenmektedir.
***
Bizleri
sıcak bir mart ayı bekliyor. Oligarşinin saldırılarıyla
ısınan bu günleri 8 Mart alanlarında, 12 Mart,
16 Mart gösterilerinde, Newroz ateşlerinde harlandırma
görevi tüm devrimci sosyalistlerin önünde duruyor.
Yeryüzünün
belki de en eski toplumsal çelişkisini yaşayan
kadınların kapitalizmle birlikte sınıfsal bir
boyut da kazanan özgürlük mücadelesi, her yıl
8 Martta yeryüzünün her köşesinde yankılanmaktadır.
Kadının
sınıflı toplumlardaki konumu, belki tarih kadar
eskidir. Buna karşı çıkmak üzere harekete geçmeleri
ise işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi ile neredeyse
zamandaştır. Çünkü kapitalizmle birlikte toplumsal
üretime geçiş, kadınların da üzerlerindeki tüm
baskıdan kurtulabilmeleri için gerekli koşulları
beraberinde getirmiştir. İşçi sınıfının bir parçası
olarak ev köleliğinden kurtulamasalar bile sokaklara
çıkabilmenin ve kendileri ile aynı koşullarda
yaşayanlarla bir araya gelebilmenin koşullarını
yakalayan kadınlar, çözüm yollarını üretmekte
de geç kalmadılar: Örgütlenip savaşmak. Toplumun
başka hiçbir alanında kendilerinde göremedikleri
gücü, üretim alanında, üretimden gelen güç olarak
grevlerde yaşadılar, gördüler. Artık bundan sonra
bu uyanışı karanlığa gömebilmek olanaksızdı. Her
geçen gün gelişti, zenginleşti. Kapitalizmin kendisine
yönelik her saldırısında yeni bir motif daha eklendi
bu mücadelenin dokusuna. Yaşamın her alanında
"biz de varız" dediler.
Kadınların
toplumsal konumlarını değiştirme yolundaki her
çabaları ve kazanımları, düzenin yeni saldırılarıyla
ya geri alınmaya ya da boşa çıkarılmaya çalışıldı,
çalışılıyor. Sınıf mücadelesindeki her gelişme,
bu alanda da yankısını buluyor. Son yıllarda İslamcı
ideolojinin emperyalizmin ve iktidarın da desteğini
arkasına alarak yapmış olduğu atılımlar, toplumsal
hayatın içinde kadının yerini sinsice geriletiyor.
Akademik kadrolaşmadan sokakların yürünebilirliğine,
TV'lerden pompalanan tutuculaştırma çabalarından
tutalım, mahallelerde girilmedik ev bırakmayan
cemaatleşmeye, kadın cinayetlerinden tutalım,
çocukların istismarına varana değin her alanda
kadınların etrafındaki çember giderek daralıyor.
Tüm bu gelişmeler, devrimimiz için yeni örgütlenme
olanakları haline getirilemezse oluşacak karanlık
kuyu, sadece kadınları yutmayacak.
Toplumların
gelişimi de eşitsiz ve sıçramalıdır. Ne yazık
ki sınıf mücadelesinin gelişimi dünyanın her yerinde,
her zaman kadınların özgürlük mücadelesi ile paralel
gitmemiştir. Bu durum dünya işçi sınıfı hareketinin
bir eksikliğidir ve ülkemiz için de geçerlidir.
Bundan kaynaklı bu büyük potansiyel, kimi dönemlerde
farklı kanallara akabilmiştir. Ancak bu duruma
yapılan devrimci müdahalelerle kadın sorunu devrimin
temel gündemlerinden biri olarak gereken yerini
almıştır. Elbette ki halen tüm sorunlar aşılabilmiş
değildir. Devrimci yenilenmenin bir boyutunu da
bu oluşturmaktadır. Dahası bu alandaki çelişkiler
devrimden sonra da varlığını sürdürecektir. Çünkü
sorun, tek başına yasal düzenleme, eğitim, kültür
gibi kategorilerin ötesine geçen boyutlar taşımaktadır.
Bu bağlamda insanlığın bu en eski çelişkisinin
çözümü, uzun ve sabırlı bir mücadeleyi gereksinecektir.
Ancak bu çelişkinin çözümünde çelişkiyi yaşayan
taraf sadece kadınlar olarak görüldüğü sürece
eksik kavrayış varlığını sürdürecektir. Varolan
sistem, erkeği de insanlaşmanın, özgürleşmenin
geri bir aşamasına hapsetmektedir. Sorun, farkında
olsun ya da olmasın onun da sorunudur. Kadınların
özgürleşmesi, erkeklerin de özgürleşmesi anlamına
gelecektir. Cinsiyetçi toplumsal işbölümü, sadece
kadınlara değil, erkeklere de belirli davranış
biçimlerini dayatarak onları kendine benzetmekte,
gericileştirmektedir.
Tıpkı
sınıf mücadelesinde oluduğu gibi kadın sorununda
da doğru politikanın ve örgütlenmenin asıl muhataplarıyla
buluşması temel problemlerden biridir. Bu problem
sözkonusu alanda yapılacak örgütsel atılımlarla
bu devrimci potansiyelin harekete geçirilebilmesi
ölçüsünde aşılacaktır. Yılın kısacık bir dönemine
sıkışmış 8 Mart çalışmalarıyla niteliksel bir
dönüşüm sağlayabilmek olanaksızdır. Varolan çalışmaların
ve bu konudaki örgütsel bilincin yansıması 8 Mart
alanlarında kendini gösterecektir. Bu eksende
8 Mart devrimci çalışmanın temel alanlarından
birinin "hasadı"dır.
Mart
ayında gerçekleşecek diğer gösteriler de AKP'nin
"sınır tanımayan" baskılarına, işbirlikçiliğine,
sınıfa yönelik saldırılarına dur demek için bir
fırsattır. 12 Mart Gazi katliamı, 16 Mart Beyazıt
ve Halepçe katliamlarının yıldönümlerinde yapılacak
gösteriler, faşizme karşı birleşik duruşun örgütlenmesi
için de birer fırsattır.
Kürt
ulusunun özgürlük mücadelesinin deyim yerindeyse
gövde gösterisi olan Newroz ise halkların kardeşliği
şiarına sahip çıkmanın, enternasyonalizmi eyleme
dönüştürmenin, halklarımızın birleşik mücalesini
örmenin en önemli gündemlerinden biridir. Milletvekilinden
belediye başkanına, sendikacısından inşaat işçisine,
üniversite öğrencisinden kaçakçısına kadar, hangi
sınırlar içinde yaşarsa yaşasın Kürt ulusu tehdit
altındadır. Bu tehdit gözaltı teröründen Roboski'de
olduğu gibi katliama kadar değişik biçimlerde
kendini gösterebilmektedir. Ama kaynağı tektir.
Bu tehditler karşısında boyun eğmeyen Kürt Ulusunun
yanında olmak, faşizme karşı öfkemizi birleştirmek
için Newroz alanları bizleri bekliyor. JİTEM bahçelerinden
çıkan kemiklerle demokrasi edebiyatı yapanlara
daha geçtiğimiz günlerde katledilen yanmış gerilla
bedenlerini bizlerden başka kimse anımsatmayacaktır.
Ermeni
Soykırımı yasa tasarısı var diye Fransa'ya laf
söylemeye çalışanlara yaşadığımız acıları kimsenin
politik malzemesi yaptırmayız diyerek hükümete
ders veren Cezayir'in onurlu duruşunu Newroz alanlarına
taşıyalım. Savaş sırasında Cezayir'e karşı Fransa'ya
destek veren TC'nin tarihiyle hesaplaşması için
ne JİTEM bahçelerindeki kazılar ne de sahtekarlığın
en uç örneklerinden biri olan Dersim Katliamı
açıklamaları yetmeyecek. Daha dün referandum öncesinde
meclis kürsüsünde gözyaşı dökerek gösteri yapanların
katletmeye devam ettikleri kardeş Kürt ulusunun
mücadelesi, kendi içinde ne gibi sorun alanları
barındırırsa barındırsın haklıdır, meşrudur. Newroz
alanlarında tüm bu katliamların, baskıların hesabını
muhatapları soracak, soracağız.
Bu
takvimin dışında oligarşinin yeni sendikal yasalar
aracılığıyla geliştirdiği yeni bir neoliberal
saldırı dalgası ile karşı karşıya olan işçi sınıfının
bu duruma karşı geliştireceği her direnişi sahiplenmek,
daha da ötesinde öncüsü olmak, tüm devrimci sosyalistlerin
temel görevleri arasındadır. Sendikaların basılıp,
sendikacıların tutuklandığı bugünlerde tüm bu
yaşananların sadece "KCK operasyonları"
ile açıklanmasına kimse bizi ikna etmeye çalışmasın.
Sınıfa yönelik saldırılar bütündür ve yanıtı da
bütün olmak zorundadır.
Elbette
ki tüm bunların yanı sıra devrimci sosyalistlerin
"özgürlük ve demokrasi" başlığı altındaki
kendi gündemleri üzerinden yürütecekleri çalışmalarla,
yukarıda andığımız gündemlerin çakışma noktaları
bizlere önemli bir güç vermektedir. Bu güç bizim
emeğimizden gelmektedir. Ne kadar emek verirsek
o kadar güçlüyüz demektir. Ne kadar emek verirsek
o kadar örgütlüyüz demektir. Ne kadar emek verirsek
o kadar özgürüz demektir…
|