Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

D. Sinan

       Türkiye, 2002'lerden bu yana, emperyalistler, onların savaş örgütü NATO ve tekelci sermaye tarafından yeniden yapılandırılıyor. AKP'nin öncülük ettiği, yer yer "ılımlı İslam/yeni Osmanlıcılık" gibi tanımlamalarla da biçimlenen bu konsept büyük çatışmalı bir süreçten geçerek yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Emperyalistler ve AKP, 12 Haziran seçimleriyle bu yeniden yapılandırma sürecinin son aşamasını devreye sokmak için gerekli toplumsal meşruiyet zeminini oluşturma noktasında önemli bir hamle yapmıştır. Hiç kuşkusuz, bu son aşama daha öncekilerden çok daha çatışmalı bir süreç olarak biçimlenecektir. Hem egemen sınıflar cephesinde, hem de emekçi sınıflarla oligarşi arasındaki çatışmaların giderek büyüyeceği bir sürecin eşiğindeyiz.
       Kürt ulusal hareketi, ezilenler halklar ve emekçi sınıflar cephesinde en güçlü ve dinamik kesim olarak, sistemi yeniden yapılandırma sürecinin önündeki en önemli stratejik ve güncel- pratik engel durumundadır. Emperyalistler ve oligarşi, Kürt ulusal hareketini tasfiye etmeden, yeniden yapılandırma sürecine ilişkin muratlarına eremeyeceklerinin, bölgede TC'nin oynamasını istediği rolü oynayamayacağının açık biçimde farkındalar. Bu nedenle, Kürdistan önümüzdeki çatışmalı sürecin en yoğun ve en kanlı biçimlerinin yoğunlaşacağı alan olacak.
Türkiye devrimci ve sol hareket son iki-üç yıldır ciddi bir geri düşüş içindedir. Bu gerileme eğilimi ile birlikte oligarşinin aşağılık biçimde bir ucu mutlaka Ergenekon operasyonlarına bağlanan saldırıları giderek yoğunlaşmıştır. Önümüzdeki dönemin devrimci bir çıkış yaratılamadığı, sol ve devrimci hareketin dar gündemlerini aşıp emekçilere ulaşamadığı koşullarda bu gerilemenin derinleşeceği, daha da nefes alınamaz bir dönemin kapıda olduğu açıktır.
       Kürt ulusal hareketi ideolojik duruşunu, programatik hedeflerini başlangıç noktasına göre oldukça geriye çekmiş olmasına karşın, Kürt ulusunun en asgari ulusal demokratik taleplerini savunma noktasında duruşunu koruyor ve direniyor.
       Görev Türkiye cephesini örgütlemektir... Devrimci bir sınıf ve halk hareketi örgütleme çabalarımızın önündeki engelleri ortadan kaldırarak oligarşinin oyunlarını bozmak ve devrimin ışığını emekçi sınıflara, halklarımıza göstermektir.
       12 Haziran seçimleri ve sonrasında ortaya çıkan siyasal ve toplumsal tablo bu bağlamda kritik bir öneme sahiptir. Devrimci seçenek bu tablo içinde biçimlenecek, pratikleşecektir. Egemen sınıfların ortaya çıkarmak istedikleri siyasal durum ile ortaya çıkan tablonun seçim sonuçlarıyla birlikte irdelenmesi önümüzdeki süreci ve devrimci seçeneği geliştirmek için var olan kısıtları ve imkanları anlamada özel bir önem taşıyor.

       Sistemi Meşrulaştırmanın
       Aracı Olarak Seçimler

       Seçimler parlamentolu burjuva siyaset makinesini meşrulaştırmanın ve yenilemenin en temel aracıdır. Geniş emekçi yığınların kendi kendini yönetme yanılsaması, bu yanılsamanın merkezi unsuru olan seçimlerin yinelenmesiyle sağlamlaştırılır. Seçimler yoluyla burjuva siyasetin vitrini yenilenir, egemen sınıfların değişik kesimleri arasında partiler aracılığıyla yürütülen güç ve rantın paylaşım mücadelesinde sağlanan toplumsal destek somutlaştırılır. Bütün bu boyutlarıyla seçimler, kapitalist sistemin toplumsal meşruiyetinin yeniden üretilmesinin en temel araçlarından biridir.
       Egemen sınıflar açısından seçimler geniş işçi ve emekçi yığınların, halkın politikleşmeleri gereken yegane andır; işçi ve emekçiler, halk sadece ve sadece seçim süreçlerinde egemen sınıfların çıkarlarını koruyan partilerin gösterdiği doğrultuda politikleşmelidirler ve oylarını bu partilerden biri için kullandıktan sonra, politikayı bir sonraki seçime değin unutmalıdırlar.
       12 Haziran seçimlerinde de oligarşisinin beklentisi yukarıda ifade ettiğimiz sonuçları yaratmasıydı. Seçimler yapılır, sonuçlar alınır, seçim süreci geride bırakılır ve sonuçlara denk düşen yeni siyasal ortam oluşur.
       Devrimci sosyalistler burjuva seçim sürecine emekçi yığınlarının politikaya ilgisinin arttığı ve bu ilginin devrimci ajitasyon/propaganda ve eylem aracılığıyla devrim ve sosyalizm mücadelesine yöneltilmesi gereken bir süreç olarak bakarlar. Bu süreçler, ülkedeki politik konjonktüre ve o sürecin bir dizi nesnel ve öznel unsuruna bağlı olarak, kendi adaylarıyla seçimlere katılmak, devrimci, demokrat adayların desteklenmesi veya boykot biçimlerinden birini alabilir. Bunun yanı sıra, seçim süreci ve sonuçları geniş işçi ve emekçi sınıfların politik duruşu, tercihleri vb.'ne ilişkin de önemli veriler sunar. Aynı biçimde egemen sınıfların, oligarşinin politik tercihlerine, aralarındaki mücadelenin seyrine, bir sonraki dönemde burjuva politik gündemin temel başlıklarına ilişkin verilerde az-çok netleşir.
       Bütün bu yönleriyle seçim süreçleri ve sonuçları devrimci faaliyet açısından da özel bir önem taşır. Seçim süreci ve sonuçlarının önümüze koyduğu verileri doğru okuyamadan, önümüzdeki dönemde izlenecek politikaları belirlemede bu verileri hesaba katmadan ciddi bir siyasal duruş ve pratik üretilemez.
       Peki, bu perspektiften bakıldığında, hemen hemen herkesin kritik bir seçim olduğu noktasında hemfikir olduğu 12 Haziran genel seçimlerini sınıflar mücadelesi açısından nasıl okumak gerekiyor?
       Evet, burjuva siyaset parlamento bağlamında kendisini oldukça sorunlu biçimde yeniledi. Beklenen ve beklenmeyen sonuçlar ve refleksler yan yana... AKP'nin oylarını arttırması, ama milletvekili sayısının düşmesi, anayasa değişikliği için gerekli çoğunluğa ulaşamaması, uluslararası burjuvazinin AKP ile uyumu, BDP ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu'nun seçimlerden ciddi bir güçle çıkması, "yeni" CHP'nin yeni olmaktan çok yamalı bohça görüntüsüyle umduğu sonuçlara ulaşamaması, Hatip Dicle'nin milletvekilliğinin gasp edilmesi, hapishanelerdeki milletvekillerinin serbest bırakılmaması ve TC tarihinde ilk kez parlamentoya giren partilerin parlamento boykotu gerçekleştirmesi....
       Bu başlıkların hepsini açacağız. Ancak ilk veriler bağlamında net biçimde ifade edilmesi gereken nokta; seçimin galiplerinin AKP ve BDP'nin öncülüğünü yaptığı ve gövdesini oluşturduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu olduğudur.
       Seçimler, kendi mantığı içinde iç tutarlılığa sahip (yada sahipmiş gibi gösterilen) bir toplumsal değişim/dönüşüm iddiası/projesi olan ve bu iddiasına uygun bir örgütlülük, kadro ve dinamizm taşıyan siyasal öznelerin başarı kazandığını göstermiştir. AKP ve BDP böylesi iç tutarlılığı olan projelerinin gerçekten olup olmamasından bağımsız olarak, seslendikleri kesimlere bu iddiayla gitmiş ve onları inandırmışlardır. Hiç kuşkusuz bunlar tümüyle boş iddialarda değildir. Her iki parti de öteden beri birer misyon partisi, şu veya bu düzeyde "ideolojik" parti olma iddiasına sahiptir ve geçirdikleri tüm değişimlere karşın, bu misyon ve proje partisi olma algısı güçlü örgüt, kadro ve dinamizmle birleşince seslendikleri toplumsal tabanda güçlü bir karşılık bulmuştur.
       Seçim sonuçlarına ilişkin bu ilk verilerin ardından, siyasal öznelerin seçim hedeflerinin ve ortaya çıkan siyasal ve toplumsal tablonun biraz daha ayrıntılı irdelemesine geçebiliriz.

       Neyin Seçimi?
       Türkiye'nin yeni-sömürgeleşmesi ile burjuva siyasetin "çok partililik" adı altında, faşizmi gizleyerek biçim alması (1946) çakışmıştır. Bir başka ifade ile yeni sömürgecilik ile "çok partililik" üzerinde inşa edilen sömürge tipi faşizm bir birini tamamlar. Yeni-sömürgeleşmeyle gelişen yeni sınıf ilişkilerinin yarattığı yoğun çatışmalı, inişli çıkışlı ama daima var olan krizli toplumsal ilişkiler tüm siyaset ilişkilerine olduğu gibi seçim süreçlerine de damgasını vurmuştur. Yoğun toplumsal dinamizm ve krizin damgasına vurduğu gelişme seyri her seçime dolaysız olarak yansımıştır. Gelişmelere bağlı olarak öne çıkan düzen partileri (DP, AP, ANAP ve son olarak AKP) iktidar konumlarını sağlamlaştırmak, kriz içinde kendi "istikrar"larını yaratmak için esaslı düzenlemelere yönelirken, burjuva partisi CHP'ye düzen muhalefeti düşmüştür. 1960 sonrası toplumsal muhalefet giderek yoğunlaşmış ve 1965'lerden bu yana düzen dışı sol (örneğin TİP'in ilk kez parlamentoya girmesi) ve devrimci hareket; özellikle de son 20-25 yılda Kürt yurtsever hareketi kendi seçenekleriyle süreçlere müdahale etmeye çalışmıştır.
       12 Haziran genel seçimleri ve ortaya çıkan tablo bu akışın bir parçasıdır.
       Kısaca açarsak;
       1990'lara kadar emperyalist saldırı örgütü NATO'nun uç beyi, Türk, Sünni ve yeni-sömürge kapitalist üretim ilişkilerinin biçimlendirdiği faşizmin hüküm sürdüğü, bölge gericiliğinin ekseni bir devlet olarak karakterize olan TC, 1990'larda reel sosyalizmin çözülüşü ve Kürt ulusal hareketinin yükselişiyle birlikte, bir yandan uluslararası ilişkiler alanında rol kaybına uğrayıp boşluğa düşerken, bir yandan da oluşturmayı hedeflediği ulusal ve toplumsal kimliğin karakteristik ögelerinin (Türk, Sünni, laik) parçalanışıyla karşı karşıya kaldı.
       Kürt ulusal hareketinin 1990 başlarından itibaren kitleselleşmesi, o güne değin yetmiş yıl boyunca uygulanmaya çalışılan gerici burjuva Türk uluslaşması projesinin çivisini çıkardı. Bu hareketin etkisiyle diğer ulusal toplulukların ve Alevi inancından kitlelerin kendi ulusal ve inançsal kimlikleriyle kendilerini ifade etmeye yönelmesi ve demokratik hak arayışının gelişmesiyle birlikte TC'yi tanımlayan tüm karakteristik öğeler ciddi biçimde zedelendi.
       1990'lı yıllarda uluslararası alanda kimi zaman abartılı, kimi zaman sinik söylemlerle sürdürülen Türkiye oligarşisinin uluslararası rol arayışı (enerji nakil hatlarının ülkeden geçişini sağlayarak, dünyanın dört bir yanındaki, ama özellikle çevre bölgelerdeki -Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar- çatışmalı alanlarda görev alarak, vb. yollardan bölgesel güç olma...), Kürt ulusal hareketini bastırma politikalarıyla iç içe geçtiği ölçüde, tam bir zavallılığa dönüştü. Attığı her adım, yapmaya çalıştığı her hamle, Kürt ulusal hareketinin uluslararası etkinliğini zayıflatmak için verilen ucuz ve rezilce bir tavize dönüştü.
       Bu çatışmalı ve belirsizliklerle dolu süreç içinde faşist devlet yapısının çeteleşerek çürümesi derinleşti. Neoliberal ekonominin derinleşmesine bağlı olarak toplumsal sınıfların yapısının yeni öğelerle farklılaşması (Anadolu'daki geleneksel olarak sağcı/dindar orta sınıfın bir bölümünün neoliberal politikalara uyumlu olarak yeni orta sınıflara dönüşümü ve bunlardan bir bölümünün büyük burjuvaziye dönüşümü-Anadolu kaplanları gibi-, yeni bir yoksullaşma süreci ve işçi kitlesinin ortaya çıkışı, vb..) süreci bu dönemde daha da belirginleşti. Postmodern batıcı kültürel atmosfer içinde ve buna bağlı olarak yeni ve oldukça çürütücü yaşam ve tüketim kalıpları gelişti. En gerici ve insanlık dışı çürütme politikaları olarak hayatın bütün alanlarının metalaştırılması, uyuşturucu, fuhuş vb. öğeler devlet tarafından bir denetleme mekanizması olarak yaygınlaştırıldı.
       Bu atmosfer içinde sağ kanat burjuva siyasette bir kanat olan İslam ve dini öne alan partiler (Fazilet, Refah ve Saadet Partisi ) bu dönüşüm sürecine sancılı biçimde de olsa politik ve ekonomik alanda uyum sağlayarak, kültürel vb. düzeyde ise kendi gerici ideolojik söylemleriyle karşı durma refleksi göstererek yükselişe geçtiler. Sağcı/dindar geleneksel ve yeni orta sınıflar ve bunlar içinden büyük burjuvazi saflarına sıçrayanlar bu partileri desteklediler. Böylece siyaseten TC'yi biçimlendiren en önemli faktörlerden biri olan devlet-din ilişkilerindeki laiklik söylemi ve pratiği de çözülmeye başladı. Burjuva devlet ve siyasetin geleneksel temel aktörleri ordu, merkez sağ partiler (ANAP, DYP) ve merkez "sol" (CHP, DSP) ile gelişen sağ/dinci partiler arasındaki çatışma Refahyol hükümetinin düşürülmesinden, 28 Şubat postmodern darbesine uzanan bir dizi sert mücadele ile derinleşti. Susurluk vakası ve sonrasındaki tasfiye operasyonları yaşanan altüst oluşun boyutlarının sistemin tüm mekanizmalarına, kurumlarına değin uzandığını gösterdi. AKP bu sürecin bir sonucu, emperyalizm ve yerli tekelci sermayenin tercihi, DP, AP, ANAP'ın devamı olarak ortaya çıktı.
       2001'e değin gelen bu süreçte, Türkiye'deki burjuva sistem kendi iç çatışmalarıyla, dünya sistemi içindeki rolünü yeniden tanımlama çabalarıyla, toplumsal muhalefetle girdiği çatışmalarla ciddi biçimde yaralanırken, özellikle toplumsal muhalefeti etkisizleştirmede ise ciddi bir yol aldı. Kürt ulusal hareketi yok edilemese bile, Öcalan yakalanmasıyla birlikte ideolojik düzeyde oldukça geriye çekildi. Postmodern reformist milliyetçi bir çizgiye kaydı, politik hedefleri darlaştı ve bir belirsizlik süreci içine girdi. Türkiye devrimci, demokratik hareketi ise 1990 sonrasında Türkiye ve dünyada yaşanan büyük değişimi ve yeni bir dönemin başladığını göremediği, kısmen görse bile buna uygun yeni bir politik ve pratik düzey geliştiremediği için oligarşi tarafından önemli ölçüde dar bir alana sıkıştırıldı. Politik çizgisi ve ufku ne olursa olsun, güncel-pratik mücadele içinde sol ve devrimci hareket kimi zaman kısmen canlansa da bir eşiği aşamadı, düzeni cepheden vuran bir güce dönüşemedi. politika açısından etkisizleştirildi.
       Türkiye kapitalizmi açısından bu inişli çıkışlı sürecin doruk noktası 2001 kriziyle Türkiye kapitalizminin en büyük iflasını yaşayarak ekonomik ve politik olarak mevcut aktörleriyle sınır çizgisine dayanmasıdır. Yeni bir yolun, yeni bir kanalın açılması gerekiyordu...
       Burjuva siyaset alanının son 10 yılı, 1990'ların çatışmalı ve dağılan toplumsal ilişkileri içinden çıkış ve toparlanma arayışını ve pratiğini ifade ediyor.
       AKP yeni bir parti (daha doğrusu yükselen dinci sağcı partiler geleneği içinden çıkarak emperyalist politikalara tam bir teslimiyet temelinde hareket eden, burjuva pragmatizmi temsil eden yeni bir parti) olarak toparlanma döneminin başat aktörü oldu. Emperyalizme tam biat, neoliberalizme tam biat, sahte bir demokrasi söylemi, sosyo-kültürel olarak mevcut olanla açıkça çatışmadan kendi burjuva pragmatizmiyle uyumlu gerici kanalını dini motiflerle geliştirme... Türkiye kapitalizmini ve burjuva siyasetini oluşan yeni toplumsal ve sınıfsal güç ilişkilerine göre yeniden dizayn etme... Ilımlı İslam konsepti ile BOP'un çakışması... Faşizmin kurumsal ve pratik düzeyde yeniden organize edilmesi, AB hedefi ile demokrasi talebi olan geniş bir kesimi kendine yedekleme (bu sadece kendi konumunu garantiye alma çabasıydı)... Uluslararası ilişkilerde ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'ne uygun bir rol alınması... Bu politik ve pratik çerçeve için, ABD'den tam destek alındığında, 2000'lerin başındaki krizle birlikte neredeyse tümüyle dağılmış burjuva siyaset atmosferinde AKP'yi tutacak bir güç artık yoktu. İktidar yolu açılmıştı.
       AKP iktidarı dönemi emperyalizm ve oligarşi için tüm iç çatışmalara karşın, sistemin dağılmışlık durumuna ve Ortadoğu'da emperyalizmin ihtiyaçlarına verilen olası en uygun yanıttır.
       İlk dönem tutunma süreci olarak gelişti (Avrupa Birliği, demokrasi, ekonominin toparlanması, vb..) söylemi ağırlıklıydı... Orduyla, bürokrasiyle dengelerin korunarak, ama yeni iktidar mevzileri yaratılarak ilerleme dönemi de diyebiliriz.
       İkinci dönemde AKP, ilk dönemde kazandığı mevzileri dayanak yaparak ve emperyalizme verdiği hizmetlerin karşılığı olarak ABD ve AB'den aldığı tam onayla devleti yukarıdaki başlıkları temel alan yeniden yapılandırma programını uygulama işine girişti. İkinci dönem esas olarak bu programın uygulanmasının önündeki engellerin tasfiyesinde ilk adımların atılması dönemiydi. ABD emperyalizminin darbe yapmasına izin vermediği Ordu, bu konsepte göre yeniden dizayn edildi. Darbeci, Ergenekoncu generallerin tasfiyesi, bürokraside geniş çaplı tasfiye ve düzenlemeler, emperyalizm ve tekelci sermayenin çıkarları temelinde AKP'nin kurmak istediği siyasal, toplumsal düzenin önündeki engellerin önemli ölçüde tasfiyesi anlamına geliyordu. Bir yandan her türlü muhalefet öğelerinin tasfiyesine girişilirken, bir yandan da toplumsal muhalefet potansiyellerini kendine bağlanmak için "açılım" politikacılığı geliştirildi. Kürt açılımı ile başlatılan süreç Alevi açılımı, Roman açılımı, vb... kanallardan yürütüldü. Kürt yurtsever hareketinin askeri operasyonların yanı sıra oyalama, kırıntılar vb. yoluyla çürütülüp tasfiye edilmesi hedeflenirken, bir yandan da Kürt ulusal talepleri etrafındaki toplumsal potansiyelin ise TV, dil serbestleştirmeleri vb. gibi artık kırıntı değeri dahi olmayan araçlarla sisteme bağlanması; "açılım"cılık politikasının en temel unsuruydu.
       12 Haziran seçimlerinde birçok burjuva partisi yarıştı; ama asıl mücadele, özellikle Kürdistan için AKP ile BDP'nin ağırlığını oluşturduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok'u arasında geçti.
       AKP, ilk iki döneminde temellerini attığı devletin yeniden yapılandırılması programının üçüncü dönemi ve son aşaması için toplumsal destek aradı. Önümüzdeki üçüncü dönem ("ustalık dönemi") AKP'nin kurmak istediği toplumsal hegemonyayı bütün kurumlarıyla yerleştirme, kısa ve orta vadede sağlama alma dönemi olarak tasarlanmaktadır. Anayasa'nın yenilenmesi, başkanlık sisteminin kabul ettirilmesi ve RTE'nin başkan seçilmesi, bürokrasideki kilit kurumların denetiminin tümüyle ele geçirilmesi, devlet eliyle kendisini destekleyen tekelci sermaye ve büyük burjuvazinin gücünün oligarşi içinde başat hale getirilmesi, Kürt yurtsever hareketinin zayıflatılarak, Kürt ulusal sorununda inisiyatifin ele geçirilmesi, diğer tüm muhalefet odaklarının yoğun baskılarla sindirilmesi, dinci-muhafazakar-burjuva söylem ağırlıklı bir postmodern sosyo-kültürel atmosferin egemen hale getirilmesi, vb. bu noktada başlıca unsurları oluşturuyor.
       AKP ve arkasında duran emperyalizm, işbirlikçi-tekelci sermaye ve bununla bütünleşme süreci yaşayan burjuva kesimler için seçimler bu politikaların geniş halk kitleleri nezdinde meşrulaştırılmasının ve onay sağlanmasının aracıydı.
       Blok ise Kürt yurtsever hareketinin kendi açılımları için toplumsal desteğini somutlaştırma seçimiydi. Kürdistan'da büyüyen kitle desteğini, seçimlerde somutlaştırarak Kürt ulusunu temsil yeteneğine sahip olan tek güç olduğunu gösterme, bu güçle Demokratik Özerklik projesini gündemleştirme, Anayasa tartışmalarına daha güçlü katılma, diğer Kürt yapıları ile işbirliğini geliştirme ve ortak hareket kanalını yaratma, Türkiye sol hareketiyle daha güçlü bağlar kurma, vb. Blok'un seçim süreciyle yaratmak istediği başlıca zeminlerdi.
       "Yeni" CHP kısmi değişim sinyallerine rağmen esas olarak somut, bütünlüklü ve inandırıcı bir projesi olmayan reaksiyoner bir parti görünümünü aşamadı. Diğer partiler ise tümüyle reaksiyoner partiler konumundaydılar. Tüm seçim propagandası sürecinin sonunda toplumun hafızasında profesyonel eleştiriciler olmaktan öte bir iz bırakamadılar.

       Seçim Sonuçları: Kim Hangi Noktada?
       AKP; Sınırlarına Varan Başarı...

       Seçim sonuçlarına ilişkin herkesin hem fikir olduğu noktalardan biri seçimin galiplerinden birinin AKP olduğudur. Gerçekten de AKP son üç genel seçimden oylarını arttırarak başarıyla çıkmıştır. Son genel seçimde ise oyların yüzde 50'ye yakınını almıştır. On yıllardır bu düzeyde oy alabilen bir burjuva partisi bulunmuyor.
       Fakat bu başarı kendi içinde sınırlar da taşıyor. Her şeyden önce, Türkiye'deki sağ ve "sol" olarak tasnif edilen seçmen kitlesinin oy dağılımında büyük bir değişim olmamıştır. Bilindiği gibi, kimi istisnalar dışında seçmen kitlesinin yüzde 65-70'lik bir bölümü sağ kanat partilere oy verirken, yaklaşık yüzde 30-35'lik bir bölümü ise kendini "sol" olarak tanımlayan partilere oy vermektedir. Bu tablo 12 Haziran seçimlerinde de bozulmamıştır. Olan şey, daha önce değişik sağ partiler arasında dağılan yüzde 65-70'lik oyun, AKP'de birleşmesi sürecinin ivme kaybetmeden devam etmesi ve yüzde 50'ye ulaşmasıdır. Bu ortada bir başarının olduğu gerçeğini değiştirmez. Ancak bu, genel olarak seçmenlerin temel tercihlerinde yeni ve büyük bir değişim olduğu anlamına da gelmez. Tersine, seçim sonuçları bu başarının sürgit olmadığı ve sınırları bulunduğunu da apaçık göstermiştir.
       Peki, bu başarının arkasında duran dinamikler, faktörler nelerdir ve sınırları nereye kadardır?
       Her şeyden önce, AKP tüm pragmatizmine rağmen düşünsel ve pratik olarak az-çok bütünlüklü bir siyaset ve toplum kurgusuna sahip. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, AKP, kendi içinde tutarlılığa sahipmiş gibi gösterilen bir toplumsal dönüşüm iddiasına sahip;
       - Emperyalistlerin ürettiği "ılımlı İslam" siyasetini kendinde somutlaştırma,
       - Sadece işbirlikçi-tekelci burjuvazinin değil, bununla ilişkili olarak, kendi tabanının en diri kesimini oluşturan orta ve büyük burjuva sınıfların da desteklediği neoliberal politikalara tam sadakat,
       - Uluslararası siyasette ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında TC'nin rolünü özellikle Ortadoğu'da bölgesel büyük güç olarak yeniden oluşturma,
       - Türkiye'de geleneksel olarak sağın klasik söylemi olan "hizmet" politikacılığının dilencilik olarak tercümesinin tüm toplumsal ve kurumsal kanallarıyla sunulması ve toplumu çürütmenin yeni bir biçimi olarak kökleştirilmeye çalışılması,
       - Postmodern batıcı burjuva kültürel çürümeyi postmodern dinci sosyo-kültürel muhafazakarlıkla yanıtlarmış gibi yaparak kaynaştırma,
       - Ulusal ve dinsel temelde yaşanan parçalanmayı şiddetin yanı sıra, kırıntı açılımlarıyla tasfiye etme, sisteme yedekleme,
       - Bu değişime devlet/sistem içinde ya da düzen dışı güçler olarak direnç gösteren kesimleri polisiye önlemlerle ortadan kaldırma, bu temelde sömürge tipi faşizmin bütün kurum ve şiddet zeminlerini polis-yargı ilişkisi temelinde yenileme,
       - Devleti, sömürge tipi faşizmi, emperyalizm ve işbirlikçi-tekelci sermayenin çıkarları temelinde, bütün kurumlarıyla bu politikalar ekseninde yeniden inşa etme ve buna uygun kurumlaşma ve kadrolaşma, vb...
       Bunlar AKP'nin yaratma yolunda olduğu siyasal ve toplumsal hegemonyanın ana ayaklarını oluşturuyor.
       Açıktır ki bu, emperyalizme ve oligarşiye mırın kırın etmeden eksiksiz hizmet etme ve bu hizmeti yaparken nemalanma ve kendini, arkasında duran burjuva kesimleri büyütme projesidir. Bir başka ifadeyle, AKP'nin projesi, 2000'lere gelindiğinde tel tel dökülmekte olan devletin ve oligarşi içi güç ilişkilerinin yeniden yapılandırılması projesidir. Türkiye kapitalizmi ve devleti bu projenin sacayakları temelinde yeniden yapılanmaktadır.
       Son seçimlerde AKP'nin başlıca argümanları olan yeni anayasa, başkanlık sistemi, Ortadoğu'da öncülük, yeni ve büyük bölgesel ekonomik projeler vb. bu yeniden yapılanma sürecinin pratik ana kolonlarını oluşturacaktır. Bunlarla bağlantılı olarak Kürt sorununda ve diğer sorunlu alanlarda yapılacak kısmi düzenlemeler, dinci temeldeki sosyo-kültürel düzenlemeler vb. ile TC'nin iflas etmiş 90 yıllık paradigmasının yerine, yeni bir paradigmanın pratik olarak konulması hedeflenmektedir.
       AKP'nin yaratmak istediği toplumsal ilişkiler bütününe ne kadar ulaşabileceği, bunun mümkün olup olmadığını ele alacağız. Ancak AKP, bu projenin gerçekleşebileceğine geniş halk yığınlarını inandırabilmiştir. Bu siyasal-toplumsal çerçeve oligarşinin bir bölümünün ciddi itirazlarına rağmen, esas olarak ABD emperyalizmi başta olmak üzere emperyalist güçlerin ve oligarşinin genel desteğine sahip bulunuyor.
       Hiç kuşkusuz, AKP'nin büyümesi salt projesiyle ilgili değildir. AKP, MSP, Refah, Fazilet, Saadet Partisi geleneğinden gelen büyük bir örgüt ve kadro birikimine ve dinamizmine sahiptir ve bu olanaklarını sekülarizm üzerinden liberalizmle harmanlamaktadır.
       AKP'nin başarısında ikinci temel faktör, 2001 krizinin ardından toparlanma yaşayan ekonominin olanaklarıyla, devletin olanaklarını birleştirerek büyük bir rant dağıtım örgütlenmesini gerçekleştirmesidir. (Bu noktada, 2008-9'de kısmi bir sendeleme olsa da, uluslararası alanda emperyalist ülkelerden yeni-sömürgelere kayan sıcak sermayenin bir bölümünün Türkiye'ye akması da AKP'nin elini rahatlatmıştır.) Tekelci burjuvazinin kendisini destek vermeyen ya da mesafeli duran kesimlerini şantaj ve tehditle ya da açık tasfiye yollarına giderek (Doğan Grubu'na karşı girişilen tasfiye operasyonu bunun en uç örneklerinden biri olmuştur) ya da rüşvetle destekçisi haline getirmiş, ya da en azından politik açıdan önemli ölçüde etkisizleştirmiştir. TOKİ projeleri, yol projeleri, sağlık ve emeklilik alanında yaşanan küçük iyileştirmeler (uğranılan kayıplar unutulup gitti bile!) ve sistematik hale getirilmiş yiyecek, yakacak dağıtımları; burjuvazinin bütün kesimlerinin yanı sıra yoksul emekçi kesimlere de yansıyan rant dağıtımının değişik sacayakları olmuştur. Yoksullara dönük olarak dinci söylemin desteğiyle devreye sokulan dilencileştirme projeleri, son 20 yılda hiç bir ciddi devlet desteği görmeyen yoksulları AKP'ye yaklaştırmıştır. AKP'li olmayan kaybeder algısı geniş kesimlere güçlü biçimde benimsetilmiştir.
       AKP'nin seçim başarısında üçüncü temel faktör, burjuva siyaset arenasındaki diğer partiler açısından tablonun 2000'lı yılların başındakinden çok da farklı olmamasıdır. Dağınık, bırakalım kendi içinde birbirini bütünleyen bir projeye sahip olmayı, tekil sorunlar karşısında bile güçlü bir iddia sahibi olmayan, reaksiyoner olmayı aşamayan bir siyaset tarzı CHP'sinden, MHP'sine ve diğer partilere değin egemen durumdadır. Diğer burjuva partileri ne örgütsel bütünlük ve kadro yapısı, ne burjuva siyasetinde özel bir önem taşıyan lider noktasında, ne de güçlü ve bütünlüklü çözüm iddiası noktasında kendilerini toparlayabilmiş değildir. Egemen sınıfların bir bölümü ve emperyalistler tarafından AKP'nin bir biçimde düşüşe geçmesi ve/veya kendilerini sıkıntıya sokacak tarzda özerk davranması durumunda bir alternatif olarak tutulmaya çalışılan CHP, Kılıçdaroğlu'nu başkanlığa getiren bir komplo süreciyle AKP'ye karşı bir seçenek olarak hazırlanmaya çalışılmışsa da bu noktada fazla yol alınamamıştır. MHP, Kürt düşmanlığı dışında hiç bir politik iddiaya sahip değildir.
       Bu bağlamda, AKP'nin bu seçimdeki ana taktiği kendi dışındaki sağ kanat burjuva partilerinin tabanını tümüyle boşaltmak olmuştur. İç dinamiklere yaslanmadığı için Türkiye kapitalizminin, dolayısıyla burjuva sınıfının gelişmesinde her dönem esas olarak devletin sağladığı rantların paylaşımı özel bir önem taşımıştır. AKP'nin iktidara geldiği ilk dönemlerde devletin asıl sahibi olarak görülen ordu ve emperyalistlerle ilişkilerindeki belirsizliğin giderek netleşmesi ve AKP'nin "mağdur" parti rolünden devlet partisi rolüne geçişi ile birlikte rant kaynakları üzerindeki rolü ve geleceğine ilişkin tereddütler de burjuvazinin bütün kesimleri için ortadan kalkmaya başlamıştır. Sağ partileri destekleyen burjuva kesimler her dönem bu rant olanaklarını sağlayabildiği ya da sağlama umudu olduğu ölçüde bir partiye destek vermişlerdir. Son iki seçimde AKP'nin güçlenerek çıkması ve diğer sağ kanat burjuva partilerin seçim barajını aşarak meclise girmesi ve rant olanakları sağlaması ihtimalinin oldukça zayıf görünmesi seçim barajının altında kalan diğer sağ partilere oy veren burjuva kesimleri devlet olanaklarını elinde tutan AKP'ye yönlendirmiştir. 2000'lerin başından bu yana kendilerini toparlayamayan, sürekli kan kaybeden, lider, kadro, örgüt ve güçlü bir programdan yoksun olan diğer sağ kanat burjuva partileri iktidar rantından yararlanma üzerine kendini kurmuş olan kitle tabanları tarafından terk edildiler. AKP, böylece on yıllardır kimi istisnalar dışında esas olarak yüzde 65-70'i sağ kanat burjuva partilere oy veren kitlenin büyük bir bölümünün tek seçeneği haline geldi.
       Kısacası, AKP son üç seçime burjuva siyaset alanında deyim yerindeyse rakipsiz girmiştir. (CHP'nin son seçimdeki haline olsa olsa yarım rakip denilebilir.)
       Dördüncü faktör, AKP'nin iktidara gelişinde kısmi bir payı olan, iktidar döneminde ise giderek güçlenen ve seçimlerde de artık başlangıçtakinden çok daha fazla rol oynayan tarikatların desteğidir. Tarikatlar, başta Gülen Tarikatı olmak üzere ılımlı İslam projesinin temel bir ayağı olarak ele alınmıştır. Emperyalizm tarafından ajanlaştırılmış olan Gülen tarikatı bu noktada başat rolü oynamaktadır. Dinci muhafazakar sosyo-kültürel atmosferin en önemli taşıyıcıları da tarikatlardır. Bu kesimlerin önündeki engeller ortadan kaldırıldıkça ekonomik, siyasal, sosyo-kültürel etkileri önemli ölçüde büyümektedir. Toplumun tebaalaştırılması, bütün dilencilik politikalarının meşrulaştırılması, emperyalizmin bütün politikalarına verilen açık desteğe toplumsal meşruiyet sağlanması işinde tarikatlar belirleyici roller oynamaktadırlar. Hiç kuşkusuz, tarikatlar etrafında kümeleşmiş burjuva kesimler arasında özellikle devlet olanaklarının yağmalanması noktasında rekabet ve çatışma sürmektedir. Bunun sonucu son seçimlerde bu olanaklardan yararlanamayan, ya da sınırlı ölçülerde yararlanan kimi tarikatların AKP'den kopuşu olmuştur. Ancak AKP önünü açtığı tarikatların (ki bunlar en büyükleridir) desteğini hala almaktadır. Ve bu destek sadece oy bağlamında değil, tarikatların oluşmasında önemli rol oynadıkları dinci/muhafazakar sosyo-kültürel toplumsal atmosfer yoluyla da sürmekte ve giderek büyümektedir.
       Beşinci faktör olarak, AKP'nin toplumsal muhalefetin tüm kesimlerine karşı giderek yoğunlaştırdığı faşist terördür. Kürt ulusal hareketinin legal kanallarına dönük olarak gerek seçim döneminde, gerekse öncesinde girişilen yoğun saldırılar binlerce gözaltı ve tutuklama ile sonuçlanmıştır. BDP'nin pratik kapasitesini küçümsenemeyecek düzeyde etkileyen bu saldırılar doğal olarak AKP'nin Kürdistan'daki gerilemesini en azından yavaşlatmıştır. Fakat sadece Kürt ulusal hareketine karşı değil, sol ve devrimci güçlere dönük saldırılarda son iki yılda özel bir hız kazanma eğilimindedir. Devrimci Karargah operasyonları ve bunların iğrenç bir tarzda Ergenekon operasyonlarıyla bağlantılandırılmasıyla legal sol çevreler hem pratik olarak güçten düşürülmeye, hem de itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Seçim döneminde Hopa'da devrimci öğretmen Metin Lokumcu'nun katledilmesiyle sonuçlanan saldırılar ve Tayyip'in bu cinayetten sonra yaptığı açıklama aslında bütün toplumsal muhalefete dönük bastırma çabasının ve arkasındaki mantığın niteliğini yeterince ortaya koyuyordu; devrimci ve sol muhalefet için legal/meşru kanallar daha da daraltılacak, sokak onlara kapatılacak!... Bu durum, devrimci ve sol hareketlerin iç açmazları ve etkisizleşmeleriyle birleştiğinde, sonuç; AKP'nin önünde durabilecek en önemli direniş dinamiğinin de önemli ölçüde devre dışı kalmasıydı. Böylece halk da nüve düzeyinde ya da olgunlaşmış olarak var olan sisteme ve AKP'ye güven kaybının ve arayışların ifadesi olabilecek bir sol ve devrimci hareketin kendini var edemeyişi diğer faktörlerle birleşince AKP'nin önü tümüyle açılmış oldu. Bu saldırı dalgası seçim sonrası hızından hiç bir şey kaybetmedi, tam tersine yoğunlaştı.
       AKP'nin seçim başarısındaki bir diğer temel faktör seçim kampanyasının içeriği ve biçimi olmuştur. AKP'nin seçim kampanyası burjuva seçim kampanyaları bağlamında tam bir örnek kampanyaydı. Burjuva siyasetinin ne kadar seçim hilesi, dalaveresi, aşağılık komplo ve şantaj yolu varsa AKP tarafından tam bir profesyonellikle uygulanmıştır. Geçen seçimlerde meydanlarda idam sehpası kurma hayaliyle iplerle dolaşan faşist Bahçeli'nin yerini bu sefer "ileri demokrasi"nin kurucusu Erdoğan'ın "ben olsaydım idam ederdim" sözleri aldı. EÖC'ün seçim sonrasındaki açıklamasında ifade edildiği gibi, Kürt ve Alevi düşmanlığından, kim daha iyi idam eder yarışmasına, Blok adaylarının bir bölümünün adaylığının son dakikada iptal edilmesine, Kürdistan'da binlerce Blok taraftarının gözaltına alınıp yüzlercesinin tutuklanmasına, MHP'lilerin internette dolaşan kasetlerine kadar şiddet, pornografi ve ırkçılık yani faşizmin tüm temel argüman ve araçları vardı AKP'nin seçim kampanyasında... Burjuva siyasetin düsturu olan "her yol mübah" çirkefliği özellikle AKP eliyle derya deniz olup her yana taştı. Devlet olanaklarının seçim kampanyası için kullanılması üzerinde ise özel olarak durmaya değmez. Bunlar burjuva siyasetinin, iktidar partilerinin davranışlarının artık olağan, olmazsa olmazı haline gelmiş davranışlar. AKP bu yollardan rakiplerini itibarsızlaştırma, pratik olarak güçten düşürme vb. noktalarda önemli bir mesafe almayı başardı.
       Bu beş temel öğe, AKP'nin özellikle kendi dışındaki sağ kanat partilerin seçmeninin bir bölümünü daha kazanarak seçimden yüzde 50 sınırında oy almasını, politikaları için on yıllardır görülmeyen bir düzeyde seçmen rızasını sağlamasını beraberinde getirdi.
       Bütün bu noktalarda AKP ilerleyişinin sınırına varmış durumdadır. Aşağıda ele alacağımız üzere, her bir noktada, tersten işleyen dinamikler artık daha da belirleyici olacaktır.

       CHP; Emperyalizm Onaylı Ham Muhalefet
       2000'lerde emperyalistlerin desteği ile işbaşına gelen AKP'nin yükselişi sürerken, asla tek at'a oynamayan emperyalistlerin ve oligarşinin onu dengeleyecek, olası bir büyük sorun yaşandığında ona alternatif olacak parti arayışı da sürdü. Ancak burjuva siyasal zemin büyük bir rüzgar yaratacak yeni bir siyasal aktör üretemedi. Sağ burjuva kanatta AKP dışındaki partilerin toparlanma zemini bulamaması, MHP'nin ise iktidar seçeneği olma koşullarının bulunmayışı nedeniyle sağdan AKP'yi dengeleyecek bir siyasal zeminin oluşması mümkün olmadı. Burjuva siyasetin "sol" kanadında ise Baykal'lı CHP vardı. CHP, tüm iniş çıkışlarına rağmen yüzde 30 civarındaki "sol" seçmen için hala başat tercih konumundaydı. Ancak Baykal ve ekibinin Türkiye kapitalist sistemini emperyalistlerle işbirliği içinde toparlama yönünde bırakalım bir projesi olmasını, en ufak bir fikri bile olmadı. CHP'nin 2000'in başlarında krizle birlikte her yanı dökülen sistemi en katı biçimde savunma dışında bir yaklaşımı söz konusu değildi. CHP-Ordu-bürokrasi üçlüsü yıkılıp dökülen geride kalmış statükonun temsilcileriydi. Türkiye oligarşisi ve emperyalistler açısından bu üçlü dağıtılmalı, her birinin rolü yeniden tanımlanmalıydı.
       İlk ön açıcı hamle ordu cephesinde yapıldı. 2007 seçimlerinin ardından ordu önce ABD tarafından sıkı biçimde "ikna" edildi, daha sonra Dolmabahçe'de AKP ile anlaştı. Ergenekon operasyonlarıyla Ordu'nun 2000'ler sonrasındaki TC'yi yeniden yapılandırma sürecine direniş gösteren statükocu kesimlerinin tasfiyesi başladı. Böylece bir yandan, AKP'nin önü açılırken, aslında bir yandan da, AKP'ye alternatif olabilecek bir CHP'nin yaratılması sürecinin de ilk adımı atılıyordu. Statükocu üçlünün bürokrasi ayağı da yapılan yasal düzenlemeler ve büyük kadrolaşma ataklarıyla adım adım önemli ölçüde denetim altına alındı. Baykal ve ekibinin böylece bütün ittifakları tek tek temizlendi. Sıra Baykal'daydı, ancak Baykal'ın parti içinde yarattığı kast'ın aşılması mümkün görünmüyordu. Böylece, adeta dizi film gibi devamı MHP kasetleriyle gelen "pornografik politikacılık"ın ilk bölümü Baykal için devreye sokuldu. En hızlı ve kesin çözüme ulaşıldı ve Baykal CHP'nin başından indirildi. Hiç şüphesiz her şey bu "komplo"ya bağlı olmadı; sürece yanıt vermekten uzak CHP ve toplumsal süreç de bu yönde değişim dinamiklerini biriktirdi.
       "Yeni CHP" söylemi bu süreçte ortaya çıktı; ama özünde "yeni" olan bir şey yoktu. Bu sürecin başlarından itibaren yıldızı parlatılan Kılıçdaroğlu, emperyalist efendilerle daha baştan uzlaşmaya açık, onların güvenini kazanmak için istekli (seçilir seçilmez bütün emperyalist uluslararası zirvelerin, toplantıların konuğu oldu ve emperyalist politikalara uyumlu davranacağını net biçimde deklare etti), Kemalist orta sınıflar ve büyük burjuvazi tabanına sıkışmış partisini, önemli bir bölümü AKP'ye kaymış olan geniş emekçi yığınlar arasında yeniden güç haline getirmek için neoliberal politikaların özüne dokunmadan kimi düzenlemeler yapmayı vaat eden, Kürt sorunu ve demokratik haklar konusunda partisinin eski söylemini değiştirmeye açık, bu noktada AKP'den rol kapmaya çalışan söylemleriyle apar-topar CHP'ye genel başkan yapıldı. Kılıçdaroğlu, "yeni" diye cilalanmaya çalışan söylemlerine karşın bütünlüklü bir yaklaşım/proje koymaktan uzaktı. Statükocu kanatla bağlarını sürdürerek pratik inandırıcılıktan da uzaklaştı. Burjuva siyasetin normlarına göre bile oldukça vasat özellikleri hemen ortaya çıktı; Kürt ama Kürt olduğunu inkar eden, Alevi ama Aleviyim demeye bile dili zor varan, bir mücadelenin içinden gelip liderliği kazanmış olmaktan çok, bir komplo ile önü açılmış ve parti içi ayak oyunlarıyla başkanlığa seçilmiş bir liderdi. Kılıçdaroğlu'nun çapsızlığı, sadece siyasal-toplumsal proje düzeyinde değil, üslup ve iç tutarsızlık olarak da seçim sürecinde bir kez daha açığa çıktı.
       Aslında onu partinin başına getiren süreci organize eden oligarşi ve emperyalistler için bu kadarı yeterliydi. CHP bu aşamada bir iktidar partisi olarak değil, düzen içi "sol" partilere oy veren seçmenin oylarını toparlayarak AKP'ye seçeneksiz olmadığını göstermek için gerekliydi. Emperyalist güçler ve oligarşi tarafından hazırlanan "yeni" CHP konseptinin işlevi esasen buydu.
       Böylesi bir lidere sahip olan, hiç bir canlı toplumsal dinamikten beslenmeyen, cadı kazanı bir parti yapısı bulunan, hiç bir toplumsal sorunda çözüm projesi olmayan, yoksullara ekmeğin ucunu biraz gösteren, demokratik sorunlarda ne söylediği belli olmayan, neoliberal politikaları savunan, emperyalist merkezlere uysal çocuklar oldukları mesajlarını veren bir CHP, AKP'nin çok soluk bir kopyası olmaktan öteye geçemezdi.
       Kılıçdaroğlu'lu "yeni" CHP'nin seçimlerde aldığı oy'da bu tablosuna uygun oldu. Ve politik açıdan CHP'yi daha güçlü bir muhalefet noktasına taşımayan, AKP'ye karşı bir seçenek olarak belirginleştirmeyen kısmi bir oy artışı dışında anlamlı bir sonuç yaratamadı.

       MHP; Hizaya Sokulan Sivil Faşist Güç
       Türkiye faşizminin sivri sivil ucu MHP, emperyalizmin ve oligarşinin hiç bir dönem vazgeçmediği ve vazgeçmeyeceği partilerden biridir. MHP, Türk milliyetçiliği temeline oturan faşist ideolojik yapısıyla ve her dönem devrimci ve yurtsever güçlere karşı hazır kıta duran paramiliter bir güç olarak oligarşinin daima gereksinim duyduğu bir partidir. Düzen karşıtı tüm güçlere karşı gerektiğinde militan tarzda harekete geçirilebilen, kitlelerdeki en geri yanları hızla mobilize eden, devrimci yükseliş dönemlerini sivil faşist terör ve propaganda ile dengeleme işlevi olan MHP'nin son seçim sürecinde adeta oligarşi tarafından gözden çıkarıldığı yanılsaması yayılmaya çalışıldı. Bu tümüyle yanıltıcı bir yaklaşımdır.
       Sorun şudur; MHP'de, CHP gibi, emperyalizm ve oligarşinin 2000'lerden itibaren başlattığı sistemin restorasyonu sürecine ayak uyduramamıştır. Kendisini yaratan, her dönem besleyen geçmişte kalmış olan paradigmanın ve bununla bağlantılı tüm kurumsal yapıların değişim gösterdiğini/göstereceğini ve buna uyum sağlaması gerektiğini anlamaktan uzaktır. Düzen restore edilirken, MHP dizginsiz Kürt düşmanlığı dışında herhangi bir politika üretememiştir. Diğer bütün iç ve dış sorunlara ilişkin söylemini de bu düşmanlık üzerine inşa etmiş ve zaman zaman emperyalist güçler için can sıkıcı olan kulvarlara değin savrulabilmiştir. Restorasyonun bir parçası olarak gündeme gelen geçmiş paradigmanın kadrolarını (Ergenekoncular vb.) savunma konusunda da kendisini zorlayacak tutumlar alabilmiştir. Hiç kuşkusuz, MHP'nin devletteki değişim sürecini bir bütün olarak görmediği söylenemez. 2000'lerden sonra ideolojik hattındaki ırkçı söylemi yumuşatması, Ergenekon operasyonlarında çok aktif bir karşı koyuş içinde olmaması, AKP'nin genel politikalarına ve devletin Kürt hareketine karşı politikalarına ilişkin sert bir çizgi izlememesi, daha çok dikkatli bir bekle-gör politikasını esas alması, vb. bağlamında MHP'nin devletin restorasyonu sürecini genel hatlarıyla kabul etmese de, CHP kadar açık bir çatışmaya girmediğini, kararsızlık gösterdiğini ve restorasyon sürecindeki rolünü anlamaya çalıştığını söyleyebiliriz. Fakat emperyalizm ve oligarşi açısından bu tablo yetersizdir. MHP'nin kararsız ve dengesiz duruşu, genel olarak restorasyon sürecine karşı tutumu, emperyalizm ve oligarşi açısından törpülenmesi ve en azından bu aşamada sınırlanması gerektiğini göstermiştir.
       Kısacası, seçim öncesinde burjuva kalemşörlerin bir bölümünün iddia ettiği gibi, MHP'nin tasfiyesi değil, esas olarak sınırlanması ve hizaya sokulması hedeflenmiştir. AKP bu doğrultuda inisiyatif alarak MHP'nin faşist söylemini çalmış, Kürt düşmanlığı ve şehit edebiyatını ondan daha yüksek perdeden ifade ederek, onun bu temelde geliştirdiği muhalefet zeminini daraltmış ve "pornografik politikacılık"ın Baykal'dan sonraki ikinci perdesi hemen seçim öncesinde MHP için sahneye konularak pratik politika zeminine ağır bir darbe vurulmuştur. AKP, bu yolla MHP tabanının bir bölümünü yanına çekerek ve daha da iyisi MHP'yi en azından bu dönem barajın altına iterek, anayasa değişikliği için gerekli olan milletvekili sayısına ulaşmayı hedeflemiştir.
       Bütün bu gelişmelere rağmen MHP seçimlerden beklendiği gibi büyük bir darbe almadan çıkabilmiştir. Milletvekili sayısında ciddi bir düşüş olmasına karşın, oylarındaki düşüşün çok sınırlı kalmasının gösterdiği gibi kitle tabanında çok büyük bir kayıp yaşamamıştır.
       Neden? Çünkü MHP belki bir dönem için seçim barajının altına itilip meclis dışında bırakılabilir, ancak oligarşi açısından tasfiyesi söz konusu olamaz. Kaldı ki, seçim barajının altında da kalmamıştır. MHP, her ne kadar hem politik, hem de örgütsel olarak ciddi bir zemin kaybı yaşamış olsa da, ideolojik bir partidir. Türk ırkçılığına dayanan bu ideoloji, bir yanıyla TC'nin temel harçlarından biridir, bir yanıyla da Türkiye'nin en temel politik problemlerinden biri olan Kürt sorununda en uç ve en önemli argümanları içinde taşımaktadır. Elli yıldır emperyalizmin ve oligarşinin doğrudan örgütlediği bu partinin politik etki alanının bir anda, üstelik de muhalefetteyken ve Kürt sorunu bu denli politik gündemi işgal etmişken büyük ölçüde zayıflamasını beklemek anlamlı değildir.
       Emperyalizm ve oligarşi MHP'den asla vazgeçmeyecektir. MHP, oligarşi için her dönem gerekli olan partidir. Seçim sürecinde özellikle "pornografik politikacılık"la MHP'ye yeterli bir ders verilmiştir. Hizaya çekilmiştir. Seçim sonrasında kendisine karşı emperyalist güçlerle birlikte kaset komplosunu hazırlayan AKP'ye en sıcak mesajları veren partinin MHP olması, onun seçim öncesinde kendisine verilen mesajı az-çok anladığını göstermiştir.

       Kürt Ulusal Hareketinin Seçim Başarısı
       Seçimlerin AKP ile birlikte ikinci galibi, hatta asıl galibi BDP'nin gövdesini (ve daha birçok şeyini) oluşturduğu Emek, Özgürlük ve Demokrasi Blok'udur diyebiliriz.
       Bu bağlamda, daha baştan bir noktayı netleştirmek gerekiyor; seçim başarısı bağlamında Blok tanımlaması kısmen yanıltıcı bir işleve sahiptir. Değişik Kürt hareketlerinin, sol ve devrimci çevrelerin içinde yer almasına veya Devrimci Sosyalist Hareketimiz dahil bazı devrimci ve sol yapıların "dıştan" destek sunmasına rağmen, Bloğun aldığı oylar ve yürüttüğü seçim kampanyası asıl olarak yurtsever hareketin siyasal pratiğinin ürünüdür. Dolayısıyla Bloğun başarısından çok Kürt yurtsever hareketin başarısından söz etmek daha doğru bir ifade olacaktır. Kürt yurtsever hareketi ve BDP Kürdistan'da geniş emekçi kesimleri ve kısmen orta sınıfları kendi politikaları ekseninde saflaştırmayı başarmıştır. Türkiye'de ise Kürt yoksullarının bir bölümü BDP politikaları ekseninde, daha küçük bir sol ve devrimci kitle ise Bloğun seçim bildirgesi temelinde ortak adaylara yönelmiştir.
       12 Haziran seçimleri yurtsever hareket ve BDP açısından kendi açılımları için toplumsal desteği somutlaştırma ve bir ittifaklar sistemi kurma seçimiydi. Kürdistan'da 2004 Haziran'ında farklı bir konseptle de olsa yeniden başlatılan silahlı mücadele ve yeniden yapılanma süreciyle birlikte artan, son üç yılda ise ciddi bir ivme kazanan kitle desteğini seçimlerde burjuva siyasi arenasında da somutlaştırarak Kürt ulusunu temsil yeteneğine sahip tek güç olduğunu göstermek ve Kürdistan da demokratik özerkliğin inşası için adımlar atmak asli hedef durumundaydı. Bunun yaratacağı güçle Demokratik Özerklik projesini somut biçimde gündemleştirme, anayasa tartışmalarına daha güçlü katılma, diğer Kürt yapıları ile işbirliğini geliştirme, Türkiye sol ve devrimci hareketiyle daha güçlü bağlar kurma gibi hedefler ise bunun doğal uzantıları konumundaydı. Bloğun ana gücü BDP bu projenin/hedefin arkasında ezilenlerin, emekçilerin yegane varoluş koşulu olan direniş yoluyla durarak başarısının yolunu açmıştır.
       Yurtsever hareket ve BDP seçim sonucu bağlamında hedefine Blok aracılığıyla önemli ölçüde ulaşmıştır. Oylarını ve milletvekili sayısını tahmin edilenin üzerinde arttırmış, Blok temelinde Kürdistan'ın Kürt nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan kentlerinin bir çoğunda yüzde elliyi aşan oranlarda oy almış veya oylarını küçümsenemeyecek ölçüde çoğaltmış ve bugünkü konjonktürde Kürtleri burjuva siyaset alanında da temsil etme hakkına ve yeteneğine sahip yegane güç olduğunu göstermiştir. AKP'nin politik ve toplumsal dayanaklar bakımından çok açık ve net olarak geriletildiği tek yer Kürdistan olmuştur. AKP, hem oy kaybetmiştir, hem de Kürt sorunu bağlamında baştan dile getirdiği iddialar noktasında kayba uğramıştır. Türkiye'de büyük bir inisiyatif alanı kazanan AKP, büyük iddia sahibi olduğu Kürdistan'da gerileyerek emperyalizm ve oligarşi nezdinde en önemli argümanı olan "Kürt ulusal hareketini din kardeşliği söylemi ve genel politik etkim yoluyla ancak ben geriletebilirim" iddiasını önemli ölçüde yitirmiştir. Kürdistan'da kaybeden tabii ki, esasta TC olmuştur. Kürdistan'ın Kürt nüfusu açısından TC ile olan siyasi bağın çözülüşü, bu seçim sonuçlarıyla tescillenmiştir.
       Sadece bu değil, Blok siyaseti yoluyla legal alanda faaliyet gösteren diğer iki Kürt partisi de sürece eklemlenmiştir. Bu yoldan, devletin böl/yönet politikasıyla üzerine oynadığı/oynayacağı iki aktör pratik olarak bu olumsuz eksenden kısmen çekilip alınmıştır. Bu aktörlerden Şerafettin Elçi ve partisinin Irak KDP'sinin politik uzantısı olduğu düşünüldüğünde, Irak KDP'sinin de önümüzdeki dönemde şiddetlenecek çatışmalı süreçte TC'nin basıncıyla, yurtsever hareket ve BDP karşıtı tutum alması nispeten zorlaşmıştır. Yurtsever hareket açısından Güney Kürdistan'da konumlanmanın ve güney güçleriyle ilişkilerin taşıdığı büyük önem düşünüldüğünde bu önemli bir başarıdır. Dahası, seçim başarısı ve Kuzey Kürdistan'daki diğer iki legal Kürt partisiyle kurulan ittifak (Burkay'ın partisi bu sürece kendilerinin de açıkça ifade ettiği gibi, Kürt halkının baskısı altında kerhen dahil olmuştur. Fakat bu durum bile yurtsever hareketin, bu tür güçleri frenleme gücünün ne denli büyük olduğunu göstermektedir), yurtsever hareketin Kürdistan'ın bütün parçalarındaki Kürt halkı ve hareketleri nezdinde meşruiyetini de ciddi biçimde perçinlemiştir. Böylece, Kürdistan'ı paylaşmış olan tüm sömürgeci devletlerin özellikle Irak KDP'si ve YNK üzerinden Kürt politik alanından dışlamaya, en azından kıyıda tutmaya çalıştıkları yurtsever hareket küçümsenemeyecek bir zemin kazanmıştır. Bir kaç yıldır gündemde tutulan, ancak yurtsever hareketin katılımının sömürgeci devletlerle sorun yaratacağı düşüncesiyle ve başkaca birçok hesapla sürekli ertelenen Kürt ulusal konferansının artık yurtsever hareket olmadan olamayacağı da açığa çıkmıştır. Seçimlerdeki başarı, dört parçadaki Kürt siyasi alanında taktik ve stratejik ittifak ve çatışma zeminlerini artık yurtsever hareket lehine kaçınılmaz olarak farklılaştıracaktır.
       Yurtsever hareket ve BDP son seçimlerde sol'la yakınlaşma politikasında ve alınan sonuçlar bağlamında bir adım daha ilerlemiştir. Blok içinde sol ve devrimci güçlerin bulunuşu yurtsever hareketin 2004 sonrası konseptinden uzaklaşarak yeniden sol, emekten yana bir politik çizgiye adım adım yaklaşmasının doğrudan bir uzantısıdır. Öcalan'ın 1999'da TC'ye teslim edilmesinin ardından girilen postmodern reformist milliyetçi çizgi 2004'e kadar olabilecek en sağ argümanlarla yürütüldü. Bu süreçte yurtsever hareket yönünü emperyalizm ve diğer sistem içi güçlere döndü. Bu süreç düz bir hat üzerinden ilerlemedi, yurtsever hareket içinde yaşanan iç mücadeleler kopuşlara kadar uzandı ve 2004 sonrası bu çizgi adım adım sol argümanların ağır bastığı bir eksene kaydı. Elbette bu, sorunsuz ve istikrarlı gelişmedi. Güncel politik gelişmelerle, İmralı ve Kandil arasındaki etkileşimin seyrine bağlı olarak inişli çıkışlı, karmaşık, önceden belirlenmiş bir konseptten uzak bir akış içinde biçimlendi. 2007'de ağırlıklı olarak sol liberallerle yaşanan yakınlaşma, son iki-üç yılda sola daha açık bir hal aldı. Tüm bunlar yurtsever hareketin marksizm ile arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmadı. Halen eklektik bir ideolojik çizgide, yer yer "demokratik sosyalizm" (ki bu Marksizm dışı bir akımdır) vurguları olsa da politik programı kapitalizmi aşmayan, ulusal-halkçı bir yerde durmaktadır.
       Hiç kuşkusuz, politik-pratik olarak sola, devrimcilere (bunun teorik-politik olarak Marksizm'e ve sosyalizme olmadığını unutmamak gerekiyor) doğru bu yönelim olumludur.
       Blokun başarısını önemli kılan faktörlerden biri de, başta Kürdistan olmak üzere her yerde yaşanan bütün faşist terör uygulamalarına rağmen bu başarının kazanılmasıdır. Seçimden önceki 2 ay içinde 2500'ü aşkın gözaltı ve yüzlerce tutuklama, YSK'nın seçim oyunları ve engellemeler, demokratik çözüm çadırlarına ve sokak gösterilerine dönük kimi zaman polis linçlerine dönüşen saldırılar, vb. faşist terör uygulamalarına rağmen yurtsever Kürt halkı temposu düşmeyen bir dinamizmle militan kitlesel bir seçim kampanyası yürütmüştür. Faşist saldırıların direnişle karşılanması kitle desteğinin daha da büyümesini sağlamıştır.
       Bloğun seçim başarısı oligarşinin Kürdistan'a dönük planlarını çok net biçimde bozmuştur. Ve Kürt yurtsever hareketine önüne koyduğu Demokratik Özerklik vb. açılımlar için güçlü bir zemin sunmuştur. Kürt yurtsever hareketi, oligarşinin 2008 Zap operasyonunu başarısızlığa uğratarak kazandığı inisiyatifi koruyup büyüttüğünü apaçık göstermiştir. Süreç bu zemin üzerinden daha da karmaşıklaşarak, daha sert çatışmalarla biçimlenecektir.
       Fakat diğer yandan bu seçim başarısının Türkiye ve Kürdistan'daki sol, devrimci ve demokratik muhalefet açısından sınırlarını da net biçimde görmek zorunludur. Her şeyden önce, Kürdistan'da gerileyen AKP'nin, Türkiye'de gerilediğinden asla söz edilemez, tersine ilerlemiştir. Ve Bloğun ortaya çıkardığı gücün AKP'yi (dolayısıyla oligarşiyi) genel olarak geriletecek bir örgütsel, siyasal, pratik ve toplumsal odak yarattığı, seçim başarısının bunu yaratabilecek bir zemin olduğu iddiaları kesinlikle gerçekçi değildir. Abartılıdır.

       Sol ve Devrimci Güçler; Sınırlı Etki
       12 Eylül sürecinden bu yana geçen 31 yıllık süreçte, 90'lı yıllardan itibaren Kürt yurtsever hareketinin seçim süreçlerine yaptığı etkili müdahaleler dışında Türkiye devrimci hareketinin ya da Kürt ulusal hareketinin diğer bileşenlerinin seçim süreçleri karşısındaki konumunun herhangi pratik politik olguyu etkileyebildiği söylenemez.
       Sol ve devrimci harekette yer alan bütün bileşenler açısından bakıldığında onca genel ve yerel seçime rağmen, bu bileşenlerden tek birinin anlamlı, toplumsal ilişkilerde izler bırakan bir tek seçim çalışmasını (seçimlere katılarak veya boykot ederek) görmek mümkün değildir.
       Seçim rüzgarı gelir, herkesi önüne katar, yazılır çizilir, politik tutumlar belirlenir, seçim kampanyaları düzenlenir, adaylar gösterilir, boykot tutumları alınır, şu ya da bu blok içinde yer alınır veya destek verilir... Ancak bunun hemen hemen hiç bir bileşen için anlamlı bir toplumsal etki yaratığı söylenemez.
       Son seçim sonuçları ve devrimci ve sol güçler açısından ortaya çıkan tablo esas olarak bu genel gidişatın bir devamıdır. Bu yakıcı gerçeğin bir kez daha çarpıcı biçimde ortaya çıkışıdır.
       AKP'nin son üç seçimde de oylarını arttırması gerek burjuva siyaset cephesinde, gerekse düzen karşıtı devrimci ve sol muhalefet cephesinde anlamlı bir muhalefetin/iktidar alternatifinin geliştirilemediğini apaçık göstermektedir. AKP'nin emekçi düşmanı ekonomik ve sosyal politikaları, uluslararası politikada gösteri amaçlı çıkışları dışında tutarsızlıkları ve emperyalizme kölelik düzeyindeki bağımlılık politikaları ve devleti oldukça gerici bir tarzda restore etme politika ve pratiği orta yerde dururken oylarının artması, yurtsever hareket dışında sol ve devrimci siyaset cephesinde nasıl bir daralma ve çölleşme yaşandığını da göstermektedir.
       Hemen bir kez daha belirtmek gerekiyor; Blok içinde yer alan ya da Bloğu destekleyen hiç bir sol ve devrimci yapı Bloğun başarısında kendisine özel bir pay çıkarmaya kalkmamalıdır. Bloğun başarısı asıl olarak yurtsever hareket ve BDP'nin başarısıdır. Elbette her bileşen bazı katkılar sunmuşlardır. Ancak bu katkılar asla nitelik belirleyici düzeyde değildir. Blok içinde BDP'nin yer almaması durumunda diğer bütün bileşenlerin ve destekleyenlerin hangi biçim altında olursa olsun yapacağı çalışmanın (aday gösterme ya da boykot) etki gücü ve oy bağlamında somutlaştıracağı toplumsal desteğin ne olabileceği samimi, dürüst biçimde düşünülürse bu gerçek açık biçimde görülebilir.
       Türkiye devrimci ve sol hareketlerinin bir bölümünün Blok çalışmasına katılması veya destek vermesi esas olarak moral ve politik açıdan bir değer taşımaktadır. Kürt ulusal hareketinin demokratik talepleriyle dayanışma içinde olmak bu noktada özel bir yer tutmaktadır. Dahası, Kürt ulusal hareketinin geliştirdiği mücadeleyle, sol ve devrimci kanaldan ortak bir yürüyüş gerçekleştirmek, TC sınırları içindeki yegane halk hareketinin mücadelesiyle ortaklaşmak bugün ve gelecek açısından yeni ve daha büyük mücadeleler ve etkileşmeler için kapı aralayacak bir gelişmedir.
       Devrimci sosyalist hareketimiz bu perspektiften hareketle, düzen partilerine cepheden tavır alıp kendi programı ile ortaya çıkmış ve bunun devamı olarak Blok adaylarını destekleme kararı almıştır. Ancak bu doğru karar veya Blok'un kazandığı başarı sol ve devrimci harekete yazılamaz. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu başarı, tek tek örgütler düzeyinde veya bu kararı alan örgütlerin toplam gücü bağlamında anlamlı, toplumsal açıdan ciddi bir kanal açan bir politik-pratik etkinlik düzeyine sahip olunduğu anlamına gelmiyor. Blok'un başarısı bu örgütler açısından, çok sınırlı bir etkiyi işaret eder ve asıl tablosunun aşıldığı anlamına da gelmez. Dayanışma tutumu olumlu bir etki yaratmıştır. Ortak kanaldan yürümek seçim sürecinde sol bir söylemi kısmen daha da güçlü kılmıştır. Kürt ulusal hareketiyle daha gelişkin mücadele kanalları için moral ve siyasal zemin daha da güçlenmiştir. Ancak bu seçim süreci, Türkiye sol ve devrimci hareketlerinin esas olarak kendi iç dinamiklerinden, zeminlerinden kaynaklanan zayıflıkları aşmasını sağlayamamıştır, sağlayamazdı da...
       Son bir nokta daha; Türkiye solunda (Blok içinde yer alan ya da destekleyen yapılarda ve kısmen desteklemeyenlerde de) Bloğun başarısını adeta bir teselli ödülü gibi algılayanların tutumu da boş bir avuntudan başka bir şey değildir. Bu tutum sol ve devrimci güçlerin yaşadığı etkisizleşme, gerileme gerçeğini görmeme çabasından başka bir anlam taşımaz.
       Blok dışındaki kalan veya ona açıkça destek vermeyen sol ve devrimci hareketlerin durumu yaşanan gerileme/daralma tablosunu çok daha açık biçimde göstermiştir. Seçimlere bir biçimde katılan ya da katılmayan/katılamayan sol partilerin seçim tablosu bu açıdan oldukça ilginçtir ve amiyane deyişle ibret vericidir.
       Sol reformist politikanın merkezine oturmaya aday olan TKP seçimlerdeki tüm büyük iddialarına rağmen oy kaybına uğrayarak çıktı. Orta sınıf elitist reformist solculuğun bu topraklarda hiç bir emek hareketine, kitlesel mücadeleye/çıkışa öncülük edemeyeceği, açıktır. Orta sınıf solcuları, ancak devrimci güçleri yarattığı büyük dalgaların atmosferinden yararlanarak zeminlerini büyütebilirler. Bunun olmadığı koşullarda solun genel tablosunun dışına çıkmaları mümkün değildir. TKP'nin başına gelende budur. TKP'nin seçimin ardından yaptığı ve başarısızlığını kabullendiği ilk açıklama bu gerçeğin kendi meşrebince ifadesidir.
       ÖDP, Bloğa katılmayı ret etmiş ve parti olarak tek başına seçime katılmayı tercih etmiştir. Ve seçime katılmayı hedefleyen bir parti açısından komik sayılabilecek hatalar nedeniyle seçime katılamamıştır. Elbette burada esas olan oligarşinin engelleme tutumudur. ÖDP'nin siyasal üslubunda son dönemde yaşanan "sol"laşma muhtemelen bunun ana nedenidir. Fakat ÖDP'nin seçime girmesini engelleyen "eksiklikleri" kadar ilginç olan, seçime katılımının engellenmesinin ardından gösterdiği politik reflekstir. Blok adayları engellendiğinde Kürdistan'da yaşanan serhildanlarla oligarşiye geri adım attırıldı. ÖDP'nin böyle bir refleks göstermesi elbette ne mümkündü, ne de beklenirdi. Fakat en azından örgütlü olduğu bütün il ve ilçelerde bütün güçlerini harekete geçirerek tepki göstermesi beklenirken, kendi politikası bağlamında böylesi önemli bir engellemeyi adeta yasak savma kabilinden bir-iki küçük gösteri ve basın açıklamasıyla geçiştirmesi aslında bu partinin pratik-politika bakımından geldiği vahim noktayı göstermekteydi. Engelleme adeta umurunda değildi. Dahası, tamam engellendi ve seçime giremedi, ancak seçime hazırlanmış bir partinin seçim arenası için yaptığı hazırlıkları, kampanyayı en azından sürdürmesi beklenir. Bu da olmadı. Kimi Blok adaylarına verdiği yarım ağız destek dışında anlamlı tek bir politik refleksi olmadı. ÖDP seçime katılımının engellenmesiyle adeta rahatladı denilebilir. Kendi gerçeğiyle yüzleşmeyecek... Daha doğrusu, kendilerinin bildiği gerçeği herkes bilemeyecek, mağduriyet izahıyla bu süreç atlatılacak... Bu seçim süreci, bir sol çatı partisi olarak iflas eden ÖDP'nin, bir bölüm eski DY geleneğinden gelen kadronun elinde de anlamlı bir sol politik aktör olmayacağını, sahip olduğu enerjinin hiçbir anlamlı politik sonuç yaratamayacak denli tükendiğini apaçık göstermiştir.
       Seçime bağımsız adaylar üzerinden de olsa katılan bir diğer parti ESP'dir. Blok tartışmalarına katılan, sonra çekilen ve bağımsız adaylar gösteren, daha sonra seçimlere katıldığı ve güçlü bir potansiyel gördüğü bölgeler dışında Bloğu destekleyen ESP'nin seçim faaliyetlerinin emekçi kitleler nezdinde oy bağlamındaki sonuçları konusunda kesin ve güvenilir bilgi yok. Daha doğrusu ESP, desteklediği adayların ne kadar oy aldığını açıklamadı. (İnternet üzerinde güvenilir sayılmayacak çeşitli veriler yayınlandı ve bunlarda ESP'nin aday gösterdiği güçlü potansiyel gördüğü sekiz bölgede 3 binin üzerinde oy aldığı yazıldı.) Seçim öncesi dönemde ESP seçim çalışmalarının oldukça iddialı ve etkili olduğunu açıklamaktaydı. ESP seçim sonrasında yayınladığı ilk seçim değerlendirmesinde ise kendi seçim çalışmasını sadece bir cümle ile değerlendirdi. Koca metinde tek bir cümle... Ne aldığı oyu açıkladı, ne çalışmasının toplam sonuçlarına ilişkin özet de olsa bir değerlendirme yaptı. Aslında sadece bu kadarı bile tablonun ne olduğunu yeterince anlatıyor.
       Devrimci hareketlerin bir bölümü ise seçim sürecinde boykot taktiğini esas aldı. Bu taktiğin Dersim'de Blok adayının kaybetmesine katkıda bulunması dışında hiç bir anlamlı sonucu olmamıştır. Elbette ki Dersim'deki sonucun tek nedeni bu tutum değildir. En azından milyonlarca Kürt emekçisinin geliştirdiği ulusal demokratik mücadeleyle dayanışma içinde olmak, gelişen şovenist dalgaya karşı durmak için bile olsa (en azından Kürdistan'da ve seçimin kritik olacağı belli olan Dersim'de) Blok adaylarını desteklemek yerine, anlamlı bir politik-pratik çalışmayla desteklenmeyen boykot taktiği esasen politikasızlığın, etkisizleşmenin bir başka dışa vurumu olmuştur.
       Toplamda ortaya çıkan panorama; Türkiye sol ve devrimci hareketinin Türkiye siyasetinin merkezine müdahale edebilecek politik-pratik güçten, örgütsel konumdan ve dinamizmden yoksun olduğunu apaçık göstermektedir. Bırakalım bunu, en sıradan demokratik mevzileri, hatta kendi varlığını/mevcudunu koruma yeteneğini ve dinamizmini de giderek yitirdiği ve moral açıdan ciddi gerilemeler yaşadığı görülüyor. Küçük ilerlemeler-ciddi gerilemeler denklemi sol ve devrimci hareketin siyasal pratiğine damgasını vuran en temel özellik durumuna gelmiştir.
       Blok çalışmasının içinde yer alan ve destekleyen güçlerin kısmi bir moral kazanması söz konusudur. Ancak bu gerçek zeminlere dayanmamaktadır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Blok çalışmasının seçim başarısı olduğu kadarıyla esas olarak Kürt ulusal hareketine aittir. Elbette Kürt ulusal hareketinin başarısı da bir yanıyla Türkiye sol ve devrimci hareketinin sahiplenmesi gereken bir başarıdır. Ancak bu sahiplenme şovenizme karşı daha tutarlı bir mücadele için dayanak olma ve bu başarıyı hazırlayan politik-pratikten (ve esas olarak militan direniş bağlamında) öğrenme noktasından geliştiği ölçüde anlamlı olabilir.
       Seçim süreci ve önümüzdeki dönem açısından Türkiye sol ve devrimci hareketi açısından kısmi olumlu öğelerden biri de, Blok'un başarısıyla birlikte sol harekette var olan sosyal-şoven yaklaşımların (özellikle TKP ve ÖDP'de daha güçlü biçimde ifadesini bulan) kısmen yumuşaması ve etki alanının zayıflamasıdır. Bu tablonun ortaya çıkmasında BDP'nin pozitif yaklaşımları da etkili olmuştur. Ancak kemalizmle ciddi bir hesaplaşmaya girmeyen siyasi yapıların böylesi tutumları istikrarlı bir çizgiye dönüşemez.

       Önümüzdeki Dönem:
       Olası Gelişmeler, Riskler, İmkanlar...
       AKP, Emperyalizm Ve Hedefler

       Bir kez daha belirtmek gerekiyor; Türkiye doğrudan ABD emperyalizmi ve NATO tarafından önüne konulan ve dolu dizgin yaşanan yeni bir paradigma ekseninde devletin ve toplumun yeniden yapılandırıldığı bir süreci yaşıyor. AKP tümüyle bir ABD ve NATO mamülatıdır ve bu sürecin temel aktörüdür, hegemon gücüdür. Hiç kuşkusuz, bu süreç iç dinamiklerden yoksun ve tümüyle emperyalistler tarafından dayatılmış bir süreç değildir. İç dinamikler bağlamında işbirlikçi-tekelci sermaye merkezde olmak üzere, bununla uyumlu ve tekelleşme süreci yaşayan büyük ve orta sermayeye dayanma; buna uygun biçimde sadece burjuva yaşam değil, İslamcı-muhafazakar yaşamın harmanlandığı bir kültürel iklim önemli rol oynamaktadır.
       Önümüzdeki süreç bu yeniden yapılandırma sürecinin en kritik aşaması olacaktır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, AKP bu süreçte atacağı temel adımların ana başlıklarını seçim kampanyasında programlaştırarak ortaya koymuştur.
       Yeni bir anayasa yoluyla, halen uygulanmakta olan bu paradigmanın burjuva sistemin başat hukuki belgesinin temeline yerleştirilmesi hedeflenecektir. Bu bağlamda, yeni anayasa burjuva demokrasisinin en geri düzeyde bile olsa ifadesi olmayacak, neoliberal sömürü için yeni alanlar açacaktır. Yeni-sömürge Türkiye'nin;
       a) Daha esnek, birçok biçimsel engelin ortadan kaldırılarak yönetileceği,
       b) Yeni sömürge üzerinde biçim alan sömürge tipi faşizmin, işaret ettiğimiz yeniden yapılanma temelinde, polis-yargı ekseninde yeniden kurumsallaşacağı, buna bağlı olarak düzen içi muhalefetin yeniden biçimleneceği, düzen dışı halk muhalefetinin yeni saldırı dalgalarıyla budanmak istendiği, bunun hukuki ve polisiye altyapısı oluşturularak tüm pürüzlerin ortadan kaldırılacağı,
       c) Bu yeniden yapılanmaya uygun olarak ordunun politik alandaki ve iç güvenlikteki rolünün kısmen daha geri bir pozisyona çekileceği,
       d) Burjuva kültürel iklimin "dinci- muhafazakar" sosyo-kültürel iklim ile harmanlanıp tüm yaşam ilişkilerine egemen olmasının yolunun açılacağı,
       e) Devletin kimliğini oluşturan öğelerden "Türk ve Sünni" öğelerinin görünüşte yumuşatılacağı, ancak hukuken ve pratik olarak başat olmayı sürdüreceği bir anayasa gündemdedir.
       Hiç kuşkusuz, anayasa tartışmaları "ileri" demokrasi yalanları ekseninde yürütülmeye çalışılacaktır.
       Başkanlık sistemi veya yarı-başkanlık sistemi de, AKP'nin ve RT Erdoğan'ı en az 10-15 yıl daha ülkeyi deyim yerindeyse tek parti, tek adam olarak yönetmesinin ve yasama ve yargının denetiminin tümüyle ele geçirilmesinin, devletin yeni paradigmaya uygun olarak düzenlenmesinin ana araçlarından biri olarak gündemdedir. Mümkün olursa bu adım yeni anayasaya da eklenecektir.
       Devlet kanalıyla rant dağıtımının bu dönemde AKP tarafından tümüyle denetim altına alınmaya çalışılacağı açıktır. Bu noktada, kendisini destekleyen paradigmasının arkasında duran tekeller lehine düzenlemelerin ve uygulamaların doludizgin gerçekleştirilmesi temel hedefi olacaktır.
       Tarikatlar... Blok oy sağlayan, sürekli biat/kulluk kültürü üreten, sınıf çelişkilerini ve diğer toplumsal çatışma dinamiklerini örterek toplumun denetimini ve manipüle edilmesini kolaylaştıran, dinci muhafazakar sosyo-kültürel atmosferin en önemli taşıyıcısı konumunda olan, rant dağıtımının düzenlenmesinde önemli rol oynayan tarikatların, (özellikle de Gülen tarikatının) toplumsal rolünün arttırılması AKP'nin en temel hedeflerinden biri olacaktır. AKP'nin gündemleştirdiği ve emperyalizmin vermiş olduğu yeni role uygun olan "yeni-Osmanlıcılık" söylemi sadece Ortadoğu'ya dönük politikaların ifadesi değildir. Aynı zamanda Osmanlı'daki sosyo-kültürel ve toplumsal yapıların da mümkün olan her biçiminin toplumsal dokuya yedirilmesi hedefinin de ifadesidir. Tarikatların toplumsal yapının en temel bileşenlerinden biri haline getirilmesi hedefi bu söylemle de bir arka plan bulmaktadır.
       Kürt ulusu ve diğer ulusal topluluklara ve Alevilere dönük "açılım" politikaları yeni anayasa içine tıkıştırılarak nihai sonuçlarına ulaştırılmaya çalışılacaktır. Bunların mevcut statükolarını temelinden değiştirecek geri bir burjuva demokrasisini yeniden yapılandıracak düzeyde olmayacağı, "tek ülke, tek bayrak, tek vatan" afra tafralarıyla ve aşırı şoven söylemlerle net biçimde gösterilmiştir. Alevilere dönük saldırganlık da değişik düzeylerde sürekli tekrarlanmıştır. Son birkaç yılda ortaya konulan sözde "yumuşama" politikasının biraz allanıp pullanması dışında atacakları bir adım söz konusu değildir. Özellikle Kürt ulusal hareketine dönük olarak bir yandan ezme politikası, bir yandan da kimi sözde "yumuşama" söylemleriyle onu pasifize etme ve süreci yayarak çürütme politikası yan yana sürdürülmeye çalışılacaktır. Son süreçte artan saldırılar ve Güney Kürdistan'a dönük kara harekatı hedefi, yeni KCK operasyonları, Öcalan'a yönelik tecrit politikası işin şiddet ayağının devreye sokulduğunu gösteriyor. Yurtsever hareketi zayıf düşürme ve en geri kırıntılarla düzen içine çekmenin en temel adımı olarak onun askeri güçlerinin ve politik kanallarının ciddi biçimde zayıflatılması hedefleniyor. İran'la yapılan işbirliği, ABD'nin tam desteği vb. bu akılsız plana ciddi biçimde inandıklarını gösteriyor. Aslında bu yolu bir kez daha denemek dışında fazla seçenekleri de bulunmuyor. Kürt sorununda sınırlı demokratik bir çözüm bile, milliyetçilik yarışında inisiyatifin kaybedilmesi ve dahası pek çok toplumsal kesimden demokratik taleplerin patlamasına neden olabilir ve statükoda çok daha büyük değişimlerin önünü açabilir. Bu ise ABD emperyalizmi ve AKP'nin öngördüğü planlara uymaz. Dolayısıyla yoğun saldırı-ciddi zayıflatma-en geri kırıntılara iknaya zorlama denklemi bir kez daha denenecektir.
       Sol ve devrimci hareketi bekleyen ise hükümet-polis-yargı şeytan üçgenin içinde boğma politikası olacaktır. Legal hareketi dahi keyfi tutuklama ve sokak terörü yoluyla sokağa çıkamaz, hiç bir düzeyde kendini ifade edemez hale getirme temel amaç olacaktır. Kevser Mızrak tutuklamaları ile başlayıp, Hopa tutuklamalarıyla boyutlanan pilot uygulamalar giderek genelleştirilecek, deyim yerindeyse "daha da düşük yoğunluklu demokrasi(!)"nin çerçevesi, iyice daraltılacaktır.
       Ordu-CHP zincirinden oluşan düzen içi muhalefet zinciri önemli yara almıştır. CHP'ye emperyalistler eliyle yeniden biçim kazandırılmaya çalışılmaktadır; ama bu konudaki veriler çok güçlü değildir. Ordu ise emperyalistlerden destek alamadığı ölçüde elindeki en ileri silah olan darbe seçeneğini uygulayamadığı, komuta düzeyi ABD eliyle ehlileştirildiği için, son iki YAŞ kararlarında da görüldüğü gibi geri bir noktaya düşmüş, AKP ile uyumlu bir süreç başlamıştır.
       TC'nin emperyalist planlardaki uluslararası rolü açık biçimde Ortadoğu'da belirginleştirilmektedir. Bu bağlamda, ABD emperyalizminin "eksen ülkeler" politikasına uygun olarak, TC'nin Ortadoğu'da özellikle ABD emperyalizminin koçbaşı olarak politik açıdan oldukça saldırgan ve askeri olarak aktif roller alması kesinlikle planlamalar içindedir. Son süreçte Suriye'ye dönük saldırı planları, İran, Rusya ve Çin'e dönük Füze Kalkanı projesinde gösterilen gönüllülük askeri alanda alınacak roller açısından önümüzdeki dönemdeki ilk temel adımları oluşturuyor. İsrail'le giderek adeta ilkokul müsamerelerine dönüşen gerilim politikası esas olarak Ortadoğu'da oynanmak istenen bu saldırgan rolü, halkların gözünde yumuşatmaya dönük bir manevradır. Tabii, bunun yanı sıra, İsrail'in yeniden biçimlendirilen Ortadoğu'daki rolünü kısmen azaltma, "yeni-Osmanlı" afra tafralarıyla emperyalizmin bekçiliği rolünü İsrail'den kısmen çalma çabası da söz konusudur.
       AKP bu politik zeminlerden hareketle kendini devletleştirmek, devletin merkezi kurumu haline getirmek istiyor.
       AKP'nin emperyalizmle tam bir mutabakat içinde belirlediği, önümüzdeki döneme ilişkin politik ve toplumsal hedefleri bunlardır.

       Sınırına Varmış "Zafer" Ve Çelişki Alanları
       Emperyalizm ve AKP'nin önümüzdeki döneme ilişkin plan ve hedefi bu... Ancak her plan gibi, bu plan ve hedefler de kendi içinde bir dizi handikabı taşıyor ve bunlar AKP'nin sınırlarını çiziyor.
       AKP'nin özellikle içe dönük düzenlemeleri açısından Haziran seçimleri belirleyici bir öneme sahipti ve "zafer" kazandı. Ancak bu "zafer" aynı zamanda onun sınırıdır da...
       12 Haziran seçimleriyle AKP yükselişinin doruğuna varmıştır. Artık AKP için bir yükseliş zemini olmadığı gibi, yaptığı her hata, her başarısızlık toplumsal tabanının az ya da çok daralması anlamına gelecektir. Bütün veriler bu durumu apaçık göstermektedir. Bunların başlıcalarını açarsak;
       Dış politika alanıyla, AKP'nin son aylarda oldukça öne çıkardığı alanla başlayalım. Türkiye'nin emperyalist kapitalist dünya sistemi içindeki rolü esas olarak Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)'la somutlaştırılmıştır. Ortadoğu'da başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalistlerin geliştirmek istediği yeni düzenlemelerin en önemli aktörlerinden biri Türkiye'dir. Radikal İslam'a karşı sözde batılı demokratik değerlere bağlı ılımlı İslam'ı esas alan, böylece dinci temelde gelişen muhalefete karşı, onlarla benzer söylemleri kullanarak karşı odak yaratan, neoliberal politikalara tamamen biat eden ve böylece henüz bu politikalara uyum sağlayamamış ve bu nedenle emperyalist-kapitalist dünya sisteme rahatsızlık yaratan bölge ülkelerine karşı alternatif ve örnek oluşturan, askeri açıdan bölgede aktif bir Türkiye'dir istenen. ABD emperyalizminin dünya çapında bölgesel denetim ağları kurma projesinde, Ortadoğu için "eksen ülke" olarak seçilen ülkelerden biridir. AKP, emperyalizmin belirlediği bu rolü, "yeni-Osmanlıcılık" olarak tanımladığı emperyal söylemiyle kendi meşrebince Türkçeye tercüme ediyor.
       2006 Lübnan savaşında ilk kez bir yenilgi yaşayan, Filistin'de yaptığı katliamlarla iyice yıpranan İsrail sopasının yanında, yeni ve atak bir güç olarak bölgede devreye giriyor Türkiye oligarşisi. Bölgenin diğer büyük ülkeleri Suudi Arabistan ve Mısır'ın hali harap olduğu ve emperyalizm bu ülkelerde kapsamlı değişimleri arzuladığı için bu ülkelerin en azından bu dönemde benzer bir rol üstlenmesi beklenemezdi. Türkiye için sahne kurulmuştur. Senaryonun en önemli aktörü, İsrail'e diklenen, Arap ülkelerinin hamiliğine soyunmuş, batıyla ilişkileri iyi, bölgenin gericilik eksenli toplumsal değerlerinin cisimleştiği İslam'la çatışmayan "büyük ve güçlü" Türkiye olacaktır. Bölge ülkelerinin halklarının gözü ve umudu Türkiye'ye ve AKP'ye çevrilecektir. Füze kalkanı, Suriye'ye saldırı ve işgal, ordunun bölgesel saldırılarda daha yoğun biçimde kullanılması vb. bu dış siyaset zincirinin birbirini tamamlayan diğer halkalarını oluşturuyor.
       İsrail'e diklenme bu senaryoda önemli bir yere sahip. Şu ya da bu sorundan hareketle İsrail'e çıkışlar yapmak hem Ortadoğu halklarının yönünü "ılımlı İslam" modeline çekmek, hem de Ortadoğu'da politik önderlik rolünü kazanmak için olmazsa olmaz koşullardan biri. İkincisi, bu diklenmelerin arka planında İsrail'i koruma hedefi bulunuyor.
       Bu hedeflere nasıl ulaşılacak?
       Her şeyden önce, bu diklenmeler hiç bir zaman İsrail'i ciddi biçimde zora sokacak, onun hem uluslararası hem de bölgedeki konumunu siyasal açıdan sarsacak, moral açıdan ciddi biçimde zayıflatacak düzeye vardırılmayacaktır, vardırılamaz. Buna her şeyden önce, Türkiye'nin bölgedeki rolünü belirleyen ABD asla izin vermez. (Zaten ABD politikasında ciddi bir rolü olan ve Türkiye'yi pek çok konuda destekleyen İsrail lobisi böyle bir tehlike görse, AKP'ye unutamayacağı dersler çoktan verilirdi.) Bu diklenmeler ancak, Arap devletlerinin İsrail karşısındaki sinik tavrından nefret eden Arap halklarının gönlünü fethetmeye, onları manipüle etmeye yetecek ölçüde olmak zorundadır. Mavi Marmara gemisindeki İsrail katliamının ardından tepkinin özür ve tazminat isteme düzeyini aşmaması bunun açık göstergesidir. İsrail'le askeri ve ekonomik ilişkiler tıkır tıkır yürümektedir. (İsrail'le diplomatik ilişkileri ikinci katip düzeyine çekme tutumu ise komiktir. İsrail, görev süresi dolan büyükelçisinin yerine yeni büyükelçi atamayarak diplomatik ilişkileri daha geri bir düzeye çekme adımını zaten çoktan atmıştır.) Ekonomisi ciddi biçimde zorda olan İsrail'e ders vermek istense yapılacak ilk iş ekonomik ilişkileri askıya almak olur. Ancak böyle bir adımın sözü bile edilemez. Öte yandan, bu diklenmelerle gerçekten Ortadoğu halkları nezdinde siyasal ve moral önderlik kazanılması durumunda, Türkiye'nin İsrail'le ilişki düzeyi genel bir model haline gelebilecek, en azından Arap ve Müslüman halkların İsrail düşmanlığı, Türkiye'nin İsrail'e olan tepki ve ilişki düzeyine çekilebilecektir. Türkiye'nin kurduğu ilişki düzeyi genel olarak makul ilişki düzeyi olarak kabul edilebilecektir. Peki, bu ilişki düzeyi nedir? Siyasal, askeri, ekonomik ve kültürel ilişkilerin iniş ve çıkışlara rağmen sürekli ve sıkı biçimde var olması... Kısacası, Ortadoğu halkları bölgede yaşanan büyük değişim sürecinde, İsrail'le ilişki düzeyi bağlamında lafta "diklenelim" ama ilişkiyi sürdürelim tutum ve söylemine alıştırılıyor. İsrail'e yönelik radikal ve militan tepki bu düzeye çekilmeye çalışılarak, aslında İsrail'in güvenliği daha da sağlama alınıyor.
       Dahası var; Füze kalkanının radarları Türkiye'ye yerleştiriliyor. Kimi kime karşı koruyacak bu kalkan? AKP, iç kamuoyuna ve bölge halklarına karşı kıvırma, göz boyama taktikleri ve söylemleri kullansa da, tüm emperyalistlerin ağız birliğiyle ifade ettikleri gibi bu kalkanın ilk elde bölgedeki hedefi İran'dır. (Füze kalkanı elbette daha geniş hedeflere sahip. Orta ve uzun vadede Çin ve Rusya'nın orta ve uzun menzilli balistik füzelerinin etkisizleştirilmesi daha önemli hedefleri oluşturuyor.) Peki, Füze Kalkanının güncel hedefi olan İran'ın uzun menzilli füzelerinin hedefi kimdir? Tabii ki, öncelikle İsrail'dir. Kendi bölgesel rolünü ve İran'la yurtsever harekete karşı ittifakını zora sokacağı için Füze Kalkanı projesine katılımda gönülsüz olan Türkiye oligarşisi, patronu ABD'nin isteklerine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Tüm Ortadoğu halkları, Füze Kalkanın bölge açısından işlevinin İsrail'i korumak olduğunu açık biçimde fark ediyor, biliyor.
       Ortadoğu'daki halk isyanları karşısında, başlangıçta sessiz kalan, ABD'nin ağzına bakan AKP, ABD emperyalizmi bu isyanları kontrol altına alabilmek için kendi uşaklarını (Bin Ali, Mübarek, vb.) gözden çıkardığında ise aslan kesilerek demokrasi şampiyonluğuna soyunmuştur. Bu çiğ yaklaşımlar bölge halkları tarafından görülüyor. AKP, Libya konusunda ise tam anlamıyla çuvallamıştır. "NATO'nun Libya'da ne işi var" diyerek, Libya'ya NATO saldırısına karşı çıkıyormuş gibi görünen AKP, ABD ve diğer emperyalistler Libya'ya saldırı kararı aldıklarında süt dökmüş kedi gibi Libya saldırısına katılmıştır. Rolünü çok iyi benimseniş olmalı ki, Suriye için Türkiye adeta yerinde durmamakta, herkesten önce elini Suriye'ye uzatmaktadır.
       Sonuçta; İsrail'e şov düzeyini aşmayan, aşması da mümkün olmayan diklenmelerle Ortadoğu halklarına kendisini büyük önder olarak sunan AKP ve Erdoğan'ın barutu, bu şovun üzerinden daha bir yıl geçmeden tükenmeye başlamıştır. Bölgedeki halk isyanlarında öncülük yapanlar, ilerici, demokrat ve sosyalist aydınlar Erdoğan'ın ve AKP'nin tutarsızlıklarını ve ABD emperyalizminin bölgedeki yeni bir manipülasyon aracı olduğunu açıkça ifade etmektedirler. Dahası, İsrail'e karşı tavır noktasında, bölgede isyan halindeki halklar şov çıkışları çoktan aşan pratikleri geliştiriyorlar. Tayyip İsrail'e karşı diklenme şovlarına devam ededursun, Mısırlılar Eylül ayı başlarında İsrail büyükelçiliğini basıp işgal ve tahrip ettiler bile... ABD'nin, TC'nin ve diğer emperyalist ülkelerin isyanları "ılımlı İslam" eksenine doğru manipüle etme çabalarına rağmen, isyanlar temel demokratik talepler ekseninde gelişti ve giderek bağımsızlıkçı, anti-siyonist karakter de gelişiyor. Libya ve Suriye gibi ülkelerdeki ajanlaşmış dinci militanların "ılımlı İslam" söylemleri dışında, Tayyip diğer ülkelerdeki isyan hareketlerinde kendisi için yol arkadaşları bulamıyor.
       Bütün bu gelişmeler, "ılımlı İslam", "yeni-Osmanlıcılık" gibi iddialı politikaların Ortadoğu'da hareket alanının daha şimdiden daralmaya başladığını, AKP ve Tayyip'in Ortadoğu'da oynamak istediği rolü oynamasının hiç de kolay olmadığını, mayanın tutmasının şüpheli olacağını apaçık gösteriyor.

       İç Politika Cephesinde...
       Burjuva muhalefet alanında emperyalist güçlerin de taraf olduğu, manipüle ettiği önemli ve sancılı süreçler önümüzde durmaktadır.
       Her şeyden önce, AKP sağ seçmenden alacağı oyların sınırına varmıştır. Bugün kendisi için en elverişli zeminde bunu almıştır ve bunun ötesi yoktur. Sağda MHP dışındaki diğer küçük partiler zaten en minimum düzeye çekilmişlerdir. Saadet partisinin gücü kemik ideolojik tabanı zeminine çekilmiştir ve artık koparılacak fazla bir şey kalmamıştır. Diğer partiler de az çok benzer bir konumdadır ve burjuva siyasetin önemli aktörü değildirler.
       MHP'den (ki asıl büyük balıktır) "pornografik" saldırılara rağmen neredeyse hiç bir şey kopartılamamıştır. Fakat gereken dersi de almış gibi görünmektedir. Bu noktada, MHP'nin önümüzdeki dönemde mevcut tabloyu ciddi biçimde değiştirecek önemli gelişmeler olmadığı sürece, politik arenada önemli inisiyatifler üstlenmesini beklememek gerekiyor. Aldığı ders gereği nispeten sinik, emperyalizm ve AKP'nin planlarıyla uzlaşan bir tutum içinde olacak ve kendini onarmakla uğraşacaktır. Ancak MHP, Kürdistan'daki savaşın kızışması ve başarısızlıkların üst üste binmesi durumunda AKP'nin kendisinden çaldığı "milliyetçilik" rolünü en azgın faşist söylemlerle yeniden ele geçirebilir ve AKP'ye kayan oylarının bir kısmını yeniden geri alabilir.
       Böylesi bir hamle, aslında sağdaki tüm partiler için aşağı yukarı geçerlidir.
       İkinci olarak, emperyalistler tarafından AKP'ye verilmiş, her dönem için geçerli açık bir çek yoktur. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, emperyalistler açısından bugün AKP eliyle yürütülen paradigma ve düzenlemeler desteklenmektedir, hatta bunların fikir babası ve asıl planlayıcıları emperyalistlerdir; ama buradan "her dönem AKP desteklenir" sonucu çıkmaz. Elbette AKP bu süreci geriye dönüşsüz tasarlamakta ve buna uygun bir altyapı oluşturmaya çalışmaktadır. Ancak aşağıda göstereceğimiz gibi bu kesinlikle oldukça kırılgan ve pek çok açıdan tersine çevrilebilir bir süreçtir. Emperyalistler açısından bunun böyle de olması gerekir. Emperyalistler çok bildik bir deyişle, "tek at'a" oynamaz. Her işbirlikçi yönetimin mutlaka alternatifinin de olması gerekir. Dahası, günümüz dünyası, güç ilişkilerinin ve dolayısıyla dünyanın dört bir yanına emperyalist müdahale biçimlerinin oldukça çeşitli, kaygan ve değişken olduğu bir dünyadır. On yılları kapsayan mutlak planlamalar yoktur. Genel hedefler var, evet, ama özellikle yeni-sömürgeler dünyasını yönetmek için on yılları kapsayan ve tek bir politik aktör üzerinden yürütülecek bir planlama olanaksızdır. Ve onlar açısından bu çok da gerekli değildir.
       Tam da bu nedenle, dünyanın en çatışmalı ve kritik bölgesinde önemli bir potansiyeli taşıyan Türkiye için tek at'a ve tek bir paradigmaya oynamak emperyalistler açısından ne mümkün, ne de istenir bir şeydir.
       CHP'deki iç dönüşüm esas olarak bu nedenlerle emperyalistler eliyle başlatılmış bir süreçtir. CHP, belki bu aşamada ve bu haliyle emperyalistlerin ve oligarşinin istediği kıvama henüz gelmedi. Fakat CHP'de iç dönüşümün yolu açılmıştır. Kılıçdaroğlu'nun CHP başkanlığına getirilmesi ve emperyalist politik düzenlemelerin yeni biçimlerine biat ettirilmesi bir başlangıçtır. Onun rolünü oynayamaması durumunda bu süreç başkalarıyla devam edecektir. Emperyalist mali sermayenin sözcüsü The Economist'in seçimler öncesinde açıkça CHP oy verin demesi noktada bir niyet ifadesidir. Bu açıklamanın CHP'ye tek bir oy dahi getirmeyeceğini, hatta bir kısım oy kaybına yol açabileceğini bile bile neden böyle açıklama yaptılar? Bu açıklamanın hedefi, CHP'ye oy verilmesini sağlamak ya da CHP'nin bugün iktidara gelmesini istemekle ilgili değildir. Asıl mesele AKP'ye sınırlarını anımsatan açık ve net bir uyarıdır. Bu uyarı bugün çok güçlü değildir, ama AKP'ye verilen bir mesajdır.
       AKP'nin kendisine biçilen rolü oynayamaması, ciddi başarısızlıklar yaşaması, büyük ekonomik, sosyal ve siyasal kırılmalar yaşanarak gerilemesi durumunda, emperyalistlerin şimdiden hazırladıkları CHP'yi veya başkaca bir politik aktörü öne çıkarması işten bile değildir. AKP'nin önüne konulan ekonomik, sosyal, siyasal, bölgesel hedeflerin, bu kez CHP eliyle ve "modern, laik, sosyal" kılıflarla bezeli olarak sürdürülmesi veya başkaca bir aktör aracılığıyla ve başkaca söylemlerle devreye sokulması seçeneği emperyalizm ve Türkiye oligarşisi tarafından hazırlanmaktadır. Tunus ve Mısır örneği, en sağlam görünen iktidarların bile alternatifinin hazırda tutulması gerektiğini emperyalistlere bir kez daha göstermiştir.
       CHP de bu durumun farkındadır. Laiklik temelli muhalefet CHP'nin başat söylemlerinden biri olmayı sürdürecektir. AKP'nin günlük yaşama dayattığı muhafazakar sosyo-kültürel atmosferin yaratacağı kırılmalar, Baykal dönemindeki sert söylemlerle olmasa bile, laik-dinci çatışmasını zaman zaman küllenen, zaman zaman alevlenen bir noktada tutacaktır. Ancak CHP'nin muhalefetinin içeriği geçmişteki gibi tümüyle laiklik söylemi üzerinden ve emperyalist efendilerini rahatsız eden tarzda olmayacaktır. Emperyalistlerle uyumlu ve daha geniş bir konu yelpazesinde, özellikle AKP'nin başarısızlıklarını, tutarsızlıklarını, yolsuzlukları, vb. temelinde ve kimi zaman çok daha sert biçimler kazanan tarzda sürecektir.
       AKP'nin gelişmesinin sınırını burjuva siyasal arenada çizen öğelere bir de oligarşi içi çelişkileri ekleyebiliriz. Ancak bu sınırı çizen faktörler sadece diğer burjuva partilerin, oligarşinin geleneksel kesimlerinin ve AKP'nin karşılıklı pozisyonları değildir.
       Bunlardan daha önemlisi, başta işçi sınıfı, köylülük ve diğer emekçi sınıflar olmak üzere, değişik sınıf ve tabakaların, ulusal ve mezhepsel toplumsal grupların, Kürt ulusal hareketi ve devrimci, sol hareketin önümüzdeki süreçte emperyalizm ve AKP'nin planları ve olası kritik gelişmeler karşısında alacakları tutumdur. Emperyalizm ve AKP'nin gelişme sınırını kesen çizgiler bu alanda vardır ve daha gelişecektir.
       Kürt ulusal hareketi bu noktada güncel olan en önemli faktördür. AKP'nin mevcut statükoyu sürdürebilmesi ve sınırlı ölçülerde de olsa geliştirebilmesi, kendisi için en iyi zemin olan mevcut koşullarda bile Kürt ulusal sorunundaki gelişmelerle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Kürt ulusal hareketi bu bağlamda kritik önemdedir. Yurtsever hareketi oyalayarak çürütme politikasının sınırlarına vardığını, son dönemdeki gelişmeler açıkça göstermektedir. Kürt ulusu seçimlerde, BDP-DTK'nin üzerinde ortaklaştığı "demokratik özerklik" politikasını onaylamıştır. AKP Kürt ulusunun varlığını ve kimi temel ulusal demokratik haklarını (ana dilde eğitim, anayasal statünün tanınması, vb.) tanımadan, kırıntı politikalarıyla sonuç alamaz. Yurtsever hareketin son aylarda ortaya koyduğu eylem gücü ve Kürt halk kitlelerinin sokak direnişi, son süreçte sıkça dillendirilen Tamil modeli ezme, soykırım politikalarının sadece vahşi hayaller olduğunu ortaya koymaktadır. Ekim ayında meclisin açılmasından bir süre sonra gündemleşecek olan Anayasa tartışmaları öncesinde Güney Kürdistan'daki Medya Savunma Alanlarına yönelik bir kara harekatı ile birleşik tarzda DTK ve BDP'ye yöneltilecek operasyonlarla Kürt ulusal hareketinin ciddi biçimde zayıflatılması ve tam bu noktada işbirlikçi Kürtlerin öne çıkarılması ise gönüllerinden geçen ve en reel gördükleri seçenektir. Bunu başarabildikleri noktada, Kürt ulusal sorununa ilişkin kırıntı söylemleri yeni anayasaya ekleyerek sorunu küllendirmeyi hedeflemektedirler.
       Bu mümkün müdür? Hayır...
       Birincisi, böylesi bir büyük saldırı dalgasının askeri ayağını TC ordusunun tek başına başarması şansı daha önceki operasyonlarda, özellikle meşhur Zap operasyonunda da görüldüğü gibi, yoktur.
       İkincisi, böylesi bir operasyonda, Kürdistan'ı paylaşmış olan diğer 3 sömürgeci devletin de aktif desteğine ihtiyaç vardır. Çünkü, yurtsever hareket bugün sadece Türkiye'de değil, Kürdistan'ı paylaşmış olan ve bölgenin en önemli ülkelerini oluşturan İran, Suriye ve Irak Kürdistan'ında da örgütlüdür. Buralardan her açıdan beslenmekte ve güçlü dayanaklara, örgütlülüklere sahip bulunmaktadır. Bu devletlerin de ikna edilip, yurtsever harekete karşı eş zamanlı olarak çok sert bir savaşın içine sokulması, belirgin bir başarı için zorunludur. Bu noktada, emperyalizm ve oligarşinin hem bölgeye ilişkin planları, hem de Türkiye'de sistemi yeniden dizayn etme planları oldukça karmaşık ve çetrefilli bir yerdedir. İran ve Suriye, oligarşi ve emperyalizmin Ortadoğu'nun yeniden dizaynı planlarında düşman, yurtsever hareketin bastırılması bağlamında ise müttefiktir. Böylesi karmaşık bir düşman-müttefik denklemi Türkiye oligarşisinin ABD emperyalizmiyle birlikte soyunduğu "bölgesel gücü olma" planlarının önündeki en büyük pratik engeldir. Yurtsever hareket, bu planları hem Kuzey Kürdistan'da ortaya koyduğu direnişle engellerken, hem de "düşman" ülkelerdeki varlığıyla bu düşmanları oligarşi için bir anda zoraki "dost" haline getirerek, oligarşiyi ciddi bir açmaza sürüklemektedir.
       Emperyalizm ve AKP'nin ortaya çıkan bu ittifak ve çatışma durumlarını nasıl uyumlu hale getireceği önlerinde önemli bir sorun olarak durmaktadır. Bu noktada, en aktif desteği aldığı İran'ın PJAK karşısındaki başarısızlığı ve aslında yurtsever hareket ile ateşkese açık olduğu daha şimdiden ortaya çıkmıştır. Suriye kendi iç muhalefetiyle uğraşır ve TC'nin açık işgal tehdidiyle karşı karşıya iken, böylesi bir operasyona ciddi bir destek vermesi düşünülemez bile. Irak merkezi hükümetinin desteği de ancak sınırlı bir düzeyde kalacaktır. Güney Kürdistan'daki Kürt yönetiminin ise yurtsever harekete savaş açarak saldırması en azından şimdilik düşünülemez.
       Sonuç açıktır; TC'nin yurtsever hareketi ve legal Kürt ulusal hareketini dört bir yandan kuşatma ve politik güç olmaktan önemli ölçüde çıkartma politikasının ve bu temelde gelişecek saldırıların ciddi bir şansı yoktur. Bu saldırganlık büyük ve uzun bir savaşa dönüştüğü ölçüde, AKP'nin emperyalist efendilerinin kendisine bölgede biçtiği rolü oynamaktan da uzaklaşacağı ve böylece onlar açısından da değer kaybına uğrayacağı açıktır. Savaşta ordunun rolünü azaltan ve polisi öne çıkarmayı, savaşın inisiyatifini tümüyle eline almayı hedefleyen AKP'nin artık her askeri başarısızlıkta orduyu beceriksizlikle suçlama şansı da olmayacak, yaşanacak bütün başarısızlıkların faturası AKP'ye kesilecektir. Dahası, savaşın ülke kaynaklarını ciddi biçimde kemirmesinin ekonominin daha da zayıflaması anlamına geleceği, bunun da tüm toplumsal çelişkilerin giderek ivme kazanmasına neden olacağı, faşist terörün AKP'ye destek veren Kürtlerin bir bölümünü daha AKP'den koparacağı ve böylece AKP'nin genel olarak ciddi bir zemin kaybına uğrayacağı daha şimdiden söylenebilir. Kürt ulusal hareketine dönük büyük bir savaş süreci sadece AKP'nin pozisyonunu değil, tüm toplumsal dinamikleri ve çelişkileri derinden etkileyecektir. AKP'nin "zaferi"yle geriye çekilmiş olan tüm çelişki/çatışma alanları ve aktörleri bir biçimde yeniden aktifleşecek ve çatışmalı bir toplumsal atmosfer kaçınılmaz hale gelecektir...
       Aleviler ezilen bir toplumsal inanç grubu olarak talepleriyle önümüzdeki dönemin dinamiklerinden biri durumundadır. Geleneksel olarak sol partileri destekleyen, devrimci hareketi dostu ve bir parçası olarak algılamış olan Alevi halk kesimlerinin son 30 yıl içinde bu konumundan adım adım uzaklaştığı açıktır. Bunun en temel nesnel nedeni, önemli bir bölümü yoksul köylülerden oluşan ve kendi içinde sınıf farklılaşmasının büyük olmadığı Alevilerin, son 30-40 yıllık süreçte Türkiye ve Kürdistan'daki kapitalistleşmeye bağlı olarak kentlileşmesi ve sınıf ayrımlarının Aleviler içinde de hızla gelişmesidir. Büyük ve orta burjuvazinin saflarına dahil olan Alevilerin küçümsenemeyecek bir bölümü başta CHP olmak üzere düzen partileri içinde sınıf çıkarlarını temsil etmeye çalışmışlardır. Bu kesimler ekonomik konumlarını da kullanarak Alevi kitlelerini bu partilerin kuyruğuna takmak ve devrimci güçlerden uzaklaştırmak için hızla örgütlenmiş ve ciddi adımlar atmışlardır. Devletin öteden beri ajanlaştırdığı kimi Alevi dedeleri de bu noktada Alevi burjuvazisiyle birlikte/iç içe organize olmuşlardır. Bu noktada, bir yandan Alevilerin asıl Müslümanlar oldukları savıyla Aleviliği Sünnileştirme hedeflenirken, bir yandan da tüm Alevilerin Türk olduğu teziyle de Alevileri (özellikle Türk Alevileri) şovenizmin kuyruğuna takma, Kürt alevilerde ise ulusal inkarı geliştirme hedeflenmiştir. Böylece devletin geleneksel Türk-İslamcı karakteri ve asimilasyoncu politikaları temelinde Aleviliğin özünün tümüyle boşaltılması ve sisteme yedeklenmesi, uzun vadede ise tasfiyesi hedeflenmiştir. Bu politikaların küçümsenemeyecek başarılar elde ettiği açıktır. Özellikle Türk Alevilerde, şovenizmin çok ciddi biçimde etkili olduğu artık herkes tarafından gözlemlenebilir bir olgudur. Öylesine acıdır ki, Türk Alevilerin şimdilik az da olsa bir bölümü, Alevi katliamlarının ve Alevi düşmanlığının baş aktörü MHP'ye oy verebilmektedir. Kürt Alevilerde ise Türk oldukları söylemi, genel olarak Kürt ulusal sorununa karşı en azından dostça olmayan bir yaklaşım az-çok geliştirilebilmiştir. Cemevlerinin ve Alevi derneklerinin küçümsenemeyecek bir bölümünde devrimcileri ve solu dışlama yaklaşımı giderek daha fazla destek bulabilmektedir.
       Oligarşinin son iki yıl içinde Alevileri sistem içine dahil etmeye dönük iki önemli atağı olmuştur. Bunlardan birincisi, AKP'nin "Alevi açılımı"dır. Aslında bu Alevileri Sünnileştirme, likide etme ve bir miktar Alevi oyunu alma açılımından başka bir anlam taşımıyordu. Bu noktada bile ciddi bir plana sahip olmadıkları görüldü. Daha çok Alevileri yoklamaya dönük bir adımdı ve sadece Alevi kökenli burjuvazinin ve işbirlikçi kesimlerin ilgisini topladı. Sonuç; sıfıra yakındır. Aleviliğin inanç olarak tanınması ve en temel kurumları olan cemevlerine statü verilmesi, diyanetin tasfiyesi vb. gibi en temel taleplerin yanından bile geçilmemiştir. Dolayısıyla bu göz boyama "açılımı" başarısızlığa uğramış ve Alevilerden oy koparılamamıştır. Alevilere dönük ikinci önemli atak Alevi kökenli olan Kılıçdaroğlu'nun CHP'ye başkan yapılmasıdır. Emperyalistler ve oligarşi bu yoldan en azından Alevilerin geniş bir kesiminin geleneksel olarak desteklediği CHP'nin bu konumunu daha sıkı biçimde sürdürmesini, olası kopuşların engellenmesini hedeflemiştir. Bunun yanı sıra, Kürt ulusal hareketinin Alevi Kürtler içindeki etkinliğinin zayıflatılması da hedeflenmiştir.
       Bütün bu faktörlere karşın, Oligarşinin Alevi inancını tümüyle kazandığından, sisteme dahil edebildiğinden söz edilemez. Her şeyden önce, yoksul Alevilerde hala Aleviliğin isyancı karakteri, hümanist özellikleri güçlüdür. Mızrağın çuvala sığmaması gibi, yoksulların sahip çıktığı Alevi dinamikleri (Pir Sultanların, Nesimilerin zulme karşı isyan geleneği, ezilenden yoksuldan yana hümanist söylem, vb.) şovenizm ve Sünni İslamın çuvalına sığdırılamamaktadır. İkincisi, Alevi inancının statüsüne ilişkin hiç bir ciddi ilerleme olmaması, bu noktadaki Alevi taleplerinin karşılanmaması, Alevilere dönük dışlanmanın sürmesiyle ve dinci sosyo-kültürel atmosferin yoğunlaşmasının yarattığı kaygılar birleştiğinde özellikle yoksul Aleviler ile sistem arasındaki mesafeyi kapatmaya dönük manipülasyonların etkisi zayıflamaktadır. Böylece geniş yoksul Alevi kitleleri önemli bir toplumsal muhalefet dinamiği olmaya devam etmektedir.
       Yeni anayasa tartışmaları Alevilerin inanç olarak tanınma ve diğer inançsal gruplarla eşit haklara sahip olma yönündeki taleplerini daha güçlü biçimde dile getirmelerini beraberinde getirecektir. Bu yöndeki temel taleplerinin kabul edilmeyeceğini, ya da muğlak ifadelerle geçiştirileceğini şimdiden söyleyebiliriz. Geçtiğimiz 2 Temmuz'da Sivas'ta yaşanan polis saldırısı, bunun en açık kanıtlarından biridir. Bu durum Alevileri sisteme bağlama yönündeki çabaların işbirlikçi ve gerici karakterinin daha açık görülmesini sağlayacak ve ilerici niteliklere sahip Alevi muhalefetinin daha geniş bir hareket alanı kazanmasının zeminleri oluşacaktır.
       Sonuç olarak; Alevi toplumsal dinamiğinin emperyalizm ve AKP'nin hedeflerine bağlanması zemini oldukça sınırlıdır. Bu hedeflerde Alevi inancına özgürlük ve eşitlik yoktur, dolayısıyla bu planlara Alevilerden verilecek güçlü bir destek de yoktur. Aleviler arasında gelişen gerici dincileşme (Sünnileşme) ve Türk Alevilerde gelişen şovenizm de ancak bu çelişkilerin ve mücadelelerin gelişmesine bağlı olarak zayıflatılabilir. Esas olarak da genel toplumsal muhalefetin gelişmesine bağlı olarak, Alevi muhalefeti de daha dinamik hale gelecektir.
       İşçi sınıfının, emekçilerin ve yoksulların büyük bir çoğunluğu burjuva partileri, işbirlikçi sendikalar, tarikatlar vb. ekseninde esas olarak oligarşinin politikalarına bağlanmış durumdadır. Devrimci ve sol güçlerin, sınıf sendikacılığının işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde ciddi bir güç olduğundan söz edilemez. Sol ve devrimci güçler ile işçi ve emekçi sınıflar arasında uzun yıllara dayalı bir mesafe vardır. AKP, "dilencilik politikaları" ekseninde onur kırıcı kırıntı dağıtımı yoluyla, sağlık ve emeklilik alanında orta ve uzun vadede yıkıcı etkileri olacak, ancak kısa vadede göz boyayan uygulamalarla, tarikatlar ve dinci sosyo-kültürel atmosferin geliştirilmesi yoluyla yaygınlaşan biat ve tevekkül kültürüyle işçi ve emekçilerin önemli bir bölümünü kendine yedeklemiş durumdadır. Öyle bir sendika düşünün ki, hiçbir sınıfsal faaliyet göstermemiş ama AKP iktidarı sürecinde üye sayısını kat be kat artırmıştır. CHP, işbirlikçi, statükocu sendika yönetimlerinin desteğiyle, sahte sol söylemlerle, Alevi emekçilerin geleneksel desteğiyle işçi ve emekçi kesimlerinin bir kısmını düzene bağlamaktadır. MHP ise en geri kesimleri artan milliyetçilik temelinde düzene bağlamaktadır.
       İşçi sınıfı ve yoksul halk kesimleri bu sahte ve yanıltıcı bağlarla düzene bağlanırken; sayıca az da olsa bugün buna karşı direnenler de vardır. Düzene, sömürüye, haksız uygulamalara karşı kendi talepleri için mücadele eden, çok farklı kesimlerin dağınık durumdaki tepkileri, çok seyrek olarak ülke gündemine girebilmektedir. Ancak işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin örgütlülük düzeyi düşüktür. Yapılan tüm istatistiklerde, anketlerde, halka sorulan "ülkenin en önemli sorunu nedir?" sorusuna verilen yanıt büyük çoğunlukla işsizlik olmaktadır. AKP hükümeti işsizlik sorununda ciddi hiç bir adım atmamış olmasına, hatta işsizleri "asalak" biçiminde aşağılamasına rağmen, ülkenin geliştiği düşüncesi de aynı ölçüde emekçilere hakimdir. İşsizlik ve yoksulluk derinleşir, gelir uçurumu dünya rekorları kırarken, yapay, tümüyle manipülasyona, günü kurtarmaya dayanan bir iyimserlik atmosferi "gelişiyoruz, büyüyoruz" yalanlarıyla egemen kılınabilmektedir. Bu manipülasyonun bir ürünü olarak yapılan istatistikler Türkiye halkının küçümsenemeyecek bir bölümünün "mutlu" olduğunu söylemektedir. İşsiz, yoksul ama "mutlu", çocukları işsizlik, eğitimsizlik, uyuşturucu, fuhuş batağında ama "mutlu". AVM'lerin "shop"larının parlak ışıklarıyla, yükselen büyük ve lüks burjuva semtlerinin gösterişli havasıyla büyülenen, kırıntı denemeyecek kadar küçük ücretlere talim eden işçi sınıfı ve emekçiler tümüyle kendi gerçeklerinden, ülke ve dünya gerçeklerinden koparılmaya çalışılmaktadır.
       Türkiye ekonomisinin kritik önem taşıyan kimi parametrelerine kısa bir bakış bile aslında ülkenin ve emekçilerin nasıl bir uçurumun kıyısında olunduğunu açıkça gösteriyor.
       Geçtiğimiz aylarda ulusal gelirin 2011'in ikinci çeyreğinde yüzde 8.8 arttığı ve bunun dünyada Çin'den sonraki ikinci büyük büyüme rakamı olduğu ilan edildi. Emperyalist ülkelerde krizin ikinci büyük dalgası olanca hızıyla yaşanırken, Türkiye'nin adeta coştuğundan söz ediliyordu. Peki, bu nasıl gerçekleşmektedir? Yoksa bilmediğimiz bir zamanda, farkına varmadığımız bir biçimde Türkiye, ABD ve Avrupa'dan daha güçlü ve daha zengin bir ekonomiye mi sahip oldu? Ortada sihirli bir el mi dolaşmaktadır?
       Elbette, değil... Büyüme rakamı biraz abartılı olabilir ama tamam, öyle diyelim. Peki diğer veriler neyi göstermektedir? Türkiye nasıl büyümüştür? En kritik gösterge Türkiye'nin borçlanmasıdır. Türkiye "yüksek faiz, düşük kur" politikasıyla, yani sanayiyi adeta çökerten politikalarla, yüksek faizler ödeyerek ağırlıklı olarak emperyalist finans kurumlarına borçlanıyor ve borçlanılan kaynaklar özel yatırıma akıtılarak "büyüyor". Türkiye'ye yabancı sermaye girişinin yavaşladığı 2008-2009'daki genişçe bir dönemde ekonomi ciddi biçimde (yüzde 5) küçüldü. 2010'da sermaye girişlerinin hızlanmasıyla yeniden "büyümeye" başladı. Bu süreç devam etmektedir. 2011'in ilk çeyreğinde 26.4, ikinci çeyreğinde ise 29.8 milyar dolar net yabancı sermaye girişi olmuştur. Bunların küçümsenemeyecek bir bölümü kısa vadeli ve kayıt dışıdır. Gelen sıcak paradır ve kısa vadelidir, yani en tehlikeli borçlanma türüdür... Büyüme rekoru kırıldığı söylenen yılın ikinci çeyreğinde ihracat artışı ise sadece yüzde 0.2'dir. Türkiye sanayinin ihracat ağırlıklı olduğu, ihracatın ise sanayi ağırlıklı olduğu düşünüldüğünde, aslında Türkiye sanayinin "büyüyemeyen" tablosu net biçimde açığa çıkıyor. (Yılın ilk çeyreğinde ihracat artışı yüzde 8.3 iken, bunun, ikinci çeyrekte sert biçimde düşerek yüzde 0.2'ye inmesi, Türkiye sanayinin ne denli kırılgan ve istikrarsız olduğunu da göstermektedir.) Demek ki, "rekor büyüme" tümüyle iç pazardaki tüketimle ilgilidir. Peki, borç alan, ithalat yapan, ancak yeterince üretmeyen ve ihracat yapamayan ama her ne hikmetse "büyüyen" Türkiye'nin açığı ne durumdadır?
       "AKP'nin iktidar olduğu yıl 2003'te Türkiye'nin 47 milyar dolar olan ihracatına karşılık 70 milyar dolara yaklaşan ithalatı vardı ve açığı o yıl sonunda 22 milyar dolardı. Sonra ne mi oldu? AKP'nin 8,5 yıllık icraatında 1 trilyon 241 milyar dolarlık ithalat yapan Türkiye, ancak 790 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirdi ve bu süre sonunda 451 milyar dolar dış ticaret açığı verdi. AKP iktidarının ilk yılında 22 milyar dolar olan dış ticaret açığı, 2010 sonunda 71 milyar dolara çıktı. Bunun sonucunda da 2003 yılında milli gelirin yüzde 2,5'u kadar cari açık veren Türkiye'nin 2010'daki açığı milli gelirin yüzde 6,6'sına çıktı. 2011'in tamamında ise yüzde 10'a çıkacağını IMF söylüyor." (M. Sönmez, http://mustafasonmez.net/?paged=3)
       Hemen ekleyelim, IMF tahminlerine göre bu açık 2012'de de milli gelirin yüzde 10'u civarında olacak. Bu rakamlar rekor düzeyde açıklardır.
       Peki, sanayisi, sanayi üretimi ve ihracatı, ithalatı karşılamaktan tümüyle uzak durumda olan Türkiye'de gelişen, "büyüyen" nedir? Bütün iç ve dış borçlanmalar nereye gidiyor? Lüks tüketimi ilk elde hemen saymak gerekiyor. Ama daha da ötesi gayrimenkul rantı üretimine gidiyor; Çok övülen lüks konutlar, TOKİ'nin orta sınıfa dönük üretimleri, iş merkezleri vb...
       "AKP'nin cin fikirli bakanları ortalıkta sanayi, teknoloji, ihracat diye top çevirirken, AKP iktidarı gerçekte, umudunu sanayide değil, rantta, özellikle İstanbul kent rantında arıyor. TOKİ'yi bakanlık haline getirip bir gecede çıkardığı 644 sayılı KHK ile yerel yönetim yetkilerini tepe tepe kullanacağını duyuran "ustalık dönemi AKP"si, varsa yoksa rant, özellikle İstanbul rantı üstünden sermaye birikimi sevdasında. Yandaşı birçok sanayici KOBİ de buna uyandı ve sanayiyi terk edip furyadan nasiplenmeye bakıyorlar. Hem söyler misiniz, dışarının yıkıcı rekabetine karşı korunmayan, düşük kur ile Çin mallarının şamar oğlanına dönen, dünyanın en pahalı elektriğini kullanarak iş yapmaya çalışan sanayici, ortaya iştah kabartan kent rantları dökülmüşken niye sanayici kalsın?" (M. Sönmez, http://mustafasonmez.net/?paged=3)
       Kent rantı üzerindeki bu tepişme, neyle finanse ediliyor, yüksek faizli iç ve dış borçlanmayla... (Sadece kent rantı üzerindeki tepişme değil, emekçilere kırıntı bile denemeyecek düzeyde dağıtılan kimi olanaklar da (dilencilik projeleri, emeklilik, sağlık, vd. alanlardaki uygulamalar, vb.) esas olarak bu borçlanmalarla karşılanıyor.) Borç alınıyor ve bu daha sonra tekelci burjuvaziye çeşitli rantlar yoluyla dağıtılıyor. Orta sınıf ve halk kesimleri borçlanıyor, daha doğrusu maniplasyonların etkisiyle borçlandırılıyorlar.
       Eh, tesadüf değil, Türkiye'de her yüz haneden 60'ı borçlu. Kredi kartları borçları, konut taksitleri, otomobil taksitleri, vb... Orta sınıflar, hatta küçük-burjuvazi, ikinci, üçüncü hatta beşinci gayrimenkulünü alıyor. Peki neyle? Borçlanarak... Türkiye borçlanarak "zenginleşip", "büyüyor"(!) Geliri, borçlarından çok daha az, ama "zenginleşme" ve "büyüme" yalanlarıyla göz boyama devam ediyor. İşte somut veriler; reel ücretler gerilerken, 2011'in ilk altı ayında tüketim yüzde 10 artmış. Reel ücretler azalırken, tüketim nasıl artıyor? Tüketici kredileriyle, kredi kartlarıyla, vb... Tümüyle ülkeye giren sıcak para akışına dayanan bu borçlanma furyasının vardığı saçma düzeyi BDDK verilerinden görebilmek mümkün; 2010'un Aralık ayında 172 milyar 623 milyon olan kredi toplamı, 2011'in Temmuz ayında 209 milyar 578 milyona ulaşmış durumda. Nasıl "büyüyüp", "zenginleştiğimiz"i herhalde bu verilerden daha iyi hiç bir şey anlatamaz.
       Bir-iki veriye daha göz atarak, Türkiye ekonomisinde emekçilerin yerini daha da belirginleştirmek gerekiyor. Türkiye, genç nüfus işsizliğinde dünya birincisi oldu. Genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 25. (Daha doğru bir veriyi OECD'nin "İlk Bakışta Eğitim" isimli raporu veriyor; Türkiye'de işi olmayan ve eğitime de katılmayan gençlerin oranı 28.7) Her dört gençten birinden daha fazlası resmi olarak işsiz. Gayrı resmiler ise cabası... Genel olarak ise işsizlik yüzde 20'lere yakın. Peki, 2011'in ikinci çeyreğinde büyümede dünya ikincisi olan Türkiye nasıl oluyor da, genç nüfusun işsizliğinde dünya birincisi oluyor? Söz gençlikten açılmışken önemli bir-iki veriyi daha belirtmek gerekiyor; 2009 verilerine göre 15-19 yaş arası gençlerin yüzde 45'i herhangi bir eğitim kurumuna devam etmiyor. Yani gençlerin yaklaşık yarısı lise eğitimi dahi almıyor. Ne yapıyor peki? Vasıfsız ucuz iş gücü olarak iş arıyor. Bulabilenlerin yüzde 76'sı ise hiç bir güvenceye sahip olmadan kayıtsız çalışıyor. "Büyüyen" ve "zenginleşen" Türkiye'nin yeni ve büyük iş alanları açması gerekmez mi? Genç ve dinamik nüfusla durmadan övünen, üstelik "büyüyüp", "zenginleştiğini" iddia eden bir devletin bu gençleri eğitmesi gerekmez mi? Tabii ki, bütün bunlar gerekir. Ancak bu durum açıkça şunu gösteriyor. "Büyüme" istihdam yaratmıyor. Çalışanların oranı artmıyor. (OECD ülkeleri içinde yüzde 44 istihdamla, en düşük istihdama sahip ülke durumundayız.) Eğitimli ve böylece yüksek katma değer üretebilecek bir genç nüfus yetişmiyor. Türkiye kapitalizmi ithalatla, konutla, lüks tüketimle, borçla büyüyor. Ucuz, eğitimsiz iş gücüyle, katma değeri düşük bir ekonomiyi yeterli görüyor. Sadece bu mu? Türkiye gelir dağılımı eşitsizliğinde dünyada en üst sırada yer alıyor. (OECD ülkeleri arasında gelir eşitsizliğinde birinciyiz.) Asgari ücret 600 TL civarlarında dolaşıyor... Yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşayanlar nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturuyor. Peki, böyleyse bu "zenginlik", bu "büyüme" nereye, kime gidiyor, "zenginleşen" ve "büyüyen" Türkiye midir? Yoksa, bir avuç işbirlikçi tekelci burjuva ve onlarla birlikte daha küçük yemlenen ve her an ayaklarının altındaki "zenginlik" halısı kayabilecek olan büyük ve orta burjuva kesimleri midir? Elbette Türkiye değildir; ve elbette bir avuç kan emici emperyalist işbirlikçisi tekelci burjuvazi ve onunla çeşitli bağlar içindeki büyük ve orta burjuva tabakadır!..
       Peki, bu çark ne kadar sürecektir? Çok uzun bir süre devam etmesi mümkün müdür?
       Elbette, hayır... Neden hayır? Bu soruya yanıt vermek ve AKP'nin ekonomide "başarılı olduğu" demagojisine açıklık kazandırmak için biraz daha gerilere dönüp, AKP'nin iktidara geldiği 2003'teki koşullara bakmak gerekiyor. 2001 TC tarihinin en ağır ve derin ekonomik krizinin yaşandığı yıldır. Ve kriz, bütün ağırlığıyla 2003'lere değin devam etmiştir. Kapitalist ekonomiler kriz-toparlanma-kriz sarmalında gelişir. Her krizin ardından, eğer kriz devrim veya devrimci girişkenlikle başka bir yöne evrilmediyse, kaçınılmaz olarak yeni bir krize değin sürecek toparlanma aşaması (yeni-sömürgelerde kriz tümüyle ortadan kalkmaz az ya da çok sürer) gelir. 2001 krizi de aynı yolu izlemiştir. AKP, 2003'te tarihinin en derin ve ağır ekonomik krizini yaşamış ve krizi devrimci atılımla karşılamış bir özne olmadığı için, emperyalistlerce yeterince yağmalanmış ve artık restorasyon yoluna girmiş, krizin hafifleyerek büyümenin başladığı bir ülke devralmıştır. Emperyalist tekeller işbirlikçileriyle birlikte ülkeyi yağmaladıktan sonra ekonomiyi yeniden toparlama ve geçici bir büyüme temposu içine sokmuşlardır. Krizin bu doğal akışı nedeniyle, AKP adeta dört ayak üstüne düşmüş olmasına karşın, toparlanmayı demagojik yalanlarla kendisinin büyük başarısı olarak göstermeyi başarmıştır. Kaldı ki, bu toparlanma ve büyüme tümüyle emekçilerin yıkımı, büyük işsizlik dalgası vb. yoluyla gerçekleştirilmiştir.
       Başta ABD olmak üzere emperyalist merkezlerde başlayan 2008 dünya krizinde ihracatta büyük düşüşler yaşanması ve emperyalist mali sermayenin güvenlik nedeniyle kısmi çekilmesi sonucu, kriz Türkiye'ye de yansısa da, 2010'dan itibaren emperyalist merkezlerin dünya krizinin ilk aşamasını kısmen savuşturmasına bağlı olarak emperyalist mali sermayenin Türkiye'ye girişi yeniden hız kazanmıştır. Emperyalist finans sermayesi hem kısmen anayurtlarındaki kriz döneminde, hem de krizin ilk aşamasının hafiflediği 2010'dan itibaren kendi anayurtlarında düşen kar oranlarını, risk alarak Türkiye gibi çevre yeni-sömürgelere kısa vadeli, yüksek faizlerle borç vererek dengelemeye çalışıyorlar. Bu durum, bir yanıyla yeni-sömürge oligarşilerini de kısmen ve kısa vadeli olarak rahatlattı. Yeni-sömürge oligarşileri dünya krizinin 2008'den bu yana gelen ilk üç yılında kendilerini çok daha derin bir krize sürükleyecek olan sıcak paranın kollarına bıraktılar. Böylece emperyalist tekeller kısa vadede aldıkları faizlerle kar oranlarını kısmen yükseltme şansı yakalarken, aynı zamanda verdikleri kısa vadeli borçları ve diğer kaynakları hızla çekerek bu ülkeleri hızlı ve derin bir kriz ortamına itme, 1998 Asya Kaplanları krizinde, 2001 Türkiye krizinde olduğu gibi tüm ekonomiyi yağmalama olanağını da ellerinde tutmaktadırlar. Evet, şimdilik faizler ödenebiliyor, borçlar yeniden borçlanarak çevriliyor. Emperyalist mali sermayenin ise mevcut dünya krizi ortamında bu kar oranlarıyla şimdilik gidebileceği fazlaca yer yok.
       Peki, durum değiştiğinde, emperyalist tekeller ana paralarını çekip almak istediklerinde bunlar neyle ödenecektir? Şişirilmiş gayrimenkul piyasası ve tüketimle "büyüyen" Türkiye kapitalizmi, borçlar kapıya dayandığında sıra sıra yapılan o lüks konutları ne yapacaktır, ne işe yarayacaktır bunlar? (Bu arada, sahi, bu şişirilmiş gayrimenkul piyasalarıyla patlamıştı dünya kapitalizminin devi ABD emperyalizmini tuş eden dünya krizi, değil mi? 1988-89'da dünya devi Japonya'yı on yıllardır sürmekte olan ekonomik durgunluğa sokan, ABD emperyalizminin tuş olmasında işaret fişeği rolü oynayan gayrimenkul rantı balonunun Türkiye'de sonsuza değin süreceğini kim iddia edebilir. Türkiye, Japonya ve ABD ekonomisinden daha mı güçlüdür? Tabii ki, hayır ve bu gayrimenkul rantı balonu kesinlikle çok daha acı biçimde patlayacaktır.)
       Ve kesinlikle kaçınılmaz bir biçimde, sıra sıcak paranın emperyalist tekeller tarafından çekileceği an'a gelecektir. Ya Türkiye kapitalizminin faizleri ödemede sınıra dayanması sonucu, daha kârlı başka ülkelere geçiş amacıyla, ya dünya çapındaki krize dönük stratejik düzenlemeler, ihtiyaçlar nedeniyle, ya da Türkiye ekonomisini çökerterek tam bir yağma yapma amacıyla yani tamamen bir komplo biçiminde bu olacaktır. Bu nedenlerden biri, ikisi ya da üçü birden gündemleşebilir. Ancak öyle ya da böyle çöküş kaçınılmazdır. Bu tümüyle dünya konjonktürü ve zamanlama sorunudur.
       Ve bu konjonktür ve zaman giderek yaklaşmaktadır. Dünya krizinin ikinci aşaması Avrupa üzerinden başlamıştır. İrlanda, Portekiz, Yunanistan ekonomileri iflas noktasındadır. Sırada İspanya ve İtalya gibi büyük lokmalar bulunmaktadır. Krizin ikinci aşamasının etkisi ABD'ye doğru genişleme eğilimi içindedir. Bu etki sadece ABD ile sınırlı kalmayacaktır.
       Türkiye ekonomisine gelince; ihracatın yüzde 50'sinden fazlası Avrupa'ya yapılmaktadır. Yani Türkiye sanayi önemli ölçüde Avrupa'ya bağımlıdır. Avrupa'da yaşanan yavaşlama ve gerileme (ki tüm aktüel göstergeler ve tahminler böyle olacağını gösteriyor. Büyüme tahminleri Avrupa'nın bütünü için yüzde sıfırlara noktasına değin çekilmeye başlandı) kaçınılmaz biçimde Türkiye ekonomisinde de ciddi düşüşler anlamına gelecektir. Türkiye'de dış borçların yüzde 60'ına yakını özel sektöre aittir. Haziran 2011'de 85 milyar dolar olan kısa vadeli dış borçların neredeyse tümü özel sektöre aittir. (Ki bu kısa vadeli borç miktarı TC Merkez Bankasının döviz rezervlerinin yüzde 91'i civarındadır.) İhracatın ithalatı karşılama oranı zaten düşük, bunun Avrupa ve ABD ekonomilerinin kaçınılmaz yavaşlamasıyla birlikte ciddi biçimde düşmesi durumunda (ki bu kesindir) kısa vadeli borçlar (tabi diğerleri de) nasıl ödenecektir? İthalat kısmen de olsa nasıl karşılanacaktır? Bu soruların yanıtı derin bir kriz uçurumunun kıyısında olunduğudur. İkincisi, bu duruma paralel olarak, en önemli özelliği yüksek faiz kârlarının olduğu ülkelere bir tuş dokunuşuyla ışık hızında çekip gitmek olan sıcak para kaçışı olasılığı Türkiye'nin bağımlı ve kırılgan ekonomisinin altüst olarak derin ve belki de 2001'dekinden çok daha ağır bir krize girmesi anlamına gelecektir.
       Şu anda, 2011'in ikinci çeyreğindeki yüzde 8.8 "büyüme" ile dünya ikincisi olduk diye övünenler, 2008 sonlarından 2009'a kadar olan dönemde sıcak para Türkiye'den çekildiğinde, 2009'un ilk çeyreğinde Türkiye'nin milli gelirinin 14.7 küçülerek küçülmede dünya birincisi olduğunu el çabukluğu ve yarattıkları şamatayla unutturmaya çalışıyorlar. Kara günlerin ucunu şimdiden IMF göstermiş durumda; Türkiye 2012'de yüzde 0.5 küçülecek. Tabii, bu dünyadaki krizi körüklememek için yapılan en iyimser tahmin. Emperyalist tekellerin denetimindeki kredi dereceleme kurumları ve diğer değerlendirme kurumlarının bütün bu nedenlerden ötürü, Türkiye'yi kriz riski en yüksek ülkelerden biri (hatta kimileri en yüksek olanı olarak değerlendiriyor) olarak tanımlamaları boşuna değildir. Yaklaşmakta olan krizin ayak sesleri o denli yakınlaşmıştır ki, AKP'li bakanlar "az harcayın" uyarısında bulunabiliyor.
       Gelecek kriz büyük olasılıkla 2001 krizini aratacak düzeyde olacaktır. (Gelmesi kaçınılmaz olan kriz süreci kısa vadeden orta vadeye -bir kaç yıl sonrasına- sarkıtılabilir mi? Bu sorunun yanıtını biraz da şimdiden kestirilmesi çok mümkün olmayan emperyalist tekellerin yaşadıkları krizi nasıl yöneteceklerine bağlıdır.) Fatura yine esas olarak işçi sınıfı ve emekçilere çıkarılacaktır. Bütün rant dağıtım mekanizmalarının çöküşü kaçınılmaz hale gelecektir. Kriz ekonomide, siyasi güç ilişkilerinde, kısacası toplumsal hayatın bütün boyutlarında tüm kağıtların yeniden karılması anlamına gelecektir.
       Kısacası, işçi sınıfı ve emekçiler açısından büyük bir yıkım kapıda durmaktadır. Günümüzde, ciddi bir devrimci ve sol hareketi yaratamadığımızdan, burjuva muhalefetin ise bu noktada söyleyecek sözü olmadığı için işçi ve emekçiler arasında kolayca zemin bulabilen "büyüyoruz", "zenginleşiyoruz" masallarından uyanış, krizin kafalara ekonomik ve sosyal yıkım olarak inen sert balyozuyla olacaktır.
       Egemen sınıflar ve onların siyaset alanındaki temsilcileri arasındaki ve oligarşi ile halk arasındaki bütün bu çelişki alanlarının hızla ve birbiriyle iç içe geçerek gelişmesi kaçınılmazdır. Özellikle Kürt ulusal hareketinin taleplerinin karşılanmaması ve savaşın büyümesi durumuyla ve kaçınılmaz olan ekonomik krizin gelişinin çakışması AKP ve paradigmasının çöküşü, ya da en azından büyük çatlaklar yaşadığı büyük ve sert çatışmalarla gelişen bir sürecin kapısını aralayacaktır. (Ki bu çelişki alanlarının her biri, özellikle de büyük bir ekonomik kriz tek başına da bu sonuca yol açar.) Ekonomide, siyasette veya başkaca bir toplumsal çelişki alanında yaşanacak büyük bir kırılmanın gerçekleşmesi halinde, oligarşi içinde AKP'ye karşı tetikte bekleyen güçler ve emperyalistlerin, AKP'nin üzerine "sifonu çekmesi" işten bile olmayacaktır. Sifon çekme benzetmesini Tayyip'in danışmanlarından biri ABD'li yöneticileri AKP konusunda ikna etmeye çalışırken yıllar önce kullanmıştı. Bu benzetmeyle konuşabilmek emperyalistlerin işbirlikçilerine verdiği değeri apaçık göstermektedir. Büyük kırılmaları engelleyemeyen, işlevini yerine getiremeyen bir AKP'nin, Türkiye burjuva politikasının artık demirbaşı haline gelmiş olan kaset ve şantaj politikasıyla kısa sürede tuş edilmesi işten bile değildir. Rüşvet, yolsuzluk vb. konularda AKP'yle ilgili Brezilya dizilerini aratmayacak uzunlukta kasetlerin yayınlanmak için gizli servis raflarında durduğundan hiç şüphe etmemeliyiz...
       Yoğun ve sert çatışmalarla dolu bir sürecin önümüzde durduğu gerçeği, aynı zamanda AKP'nin kendi politik konumuyla da yakından ilgilidir. AKP, bir yandan yaklaşık yüzde 50 gibi çok önemli bir oy oranına ulaşmıştır, diğer yandan da büyümesinin sınırlarına varmıştır. Bu her iki nokta arasındaki gerilim, AKP'yi ulaşmak istediği politik ve toplumsal hedefler konusunda çok daha saldırgan yapacaktır. Ne yapacaksa şimdi yapmak ve istediği rejimi yerleştirmek zorundadır. Çünkü çok daha fazla büyüme şansı fazlaca yoktur. Bu gerilim onu daha da saldırganlaştıracaktır ve kontrollü davranma yeteneğini zayıflatacaktır. Dünya ve Türkiye kapitalist sistemi açısından tolere edilmesi çok güç hatalar yapması olasılığını arttıracaktır.
       Sonuç olarak; hem nesnel koşullar ve toplumsal dinamikler, hem de AKP'nin kendi özgül koşulları Türkiye ve Kürdistan'ın çok daha büyük çatışmalarla biçimlenecek bir sürece doğru hızla yol aldığını gösteriyor.
       Bu tablo karşısında neler yapılmalı? Bu sorunun yanıtı ayrı bir yazının konusunu oluşturuyor. Bu yanıtı da vereceğiz elbette. Ama sadece yazılı olarak değil...

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
YönetimYeri: Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL