Türkiye,
2002'lerden bu yana, emperyalistler, onların savaş
örgütü NATO ve tekelci sermaye tarafından yeniden
yapılandırılıyor. AKP'nin öncülük ettiği, yer
yer "ılımlı İslam/yeni Osmanlıcılık"
gibi tanımlamalarla da biçimlenen bu konsept büyük
çatışmalı bir süreçten geçerek yeni bir aşamaya
ulaşmıştır. Emperyalistler ve AKP, 12 Haziran
seçimleriyle bu yeniden yapılandırma sürecinin
son aşamasını devreye sokmak için gerekli toplumsal
meşruiyet zeminini oluşturma noktasında önemli
bir hamle yapmıştır. Hiç kuşkusuz, bu son aşama
daha öncekilerden çok daha çatışmalı bir süreç
olarak biçimlenecektir. Hem egemen sınıflar cephesinde,
hem de emekçi sınıflarla oligarşi arasındaki çatışmaların
giderek büyüyeceği bir sürecin eşiğindeyiz.
Kürt
ulusal hareketi, ezilenler halklar ve emekçi sınıflar
cephesinde en güçlü ve dinamik kesim olarak, sistemi
yeniden yapılandırma sürecinin önündeki en önemli
stratejik ve güncel- pratik engel durumundadır.
Emperyalistler ve oligarşi, Kürt ulusal hareketini
tasfiye etmeden, yeniden yapılandırma sürecine
ilişkin muratlarına eremeyeceklerinin, bölgede
TC'nin oynamasını istediği rolü oynayamayacağının
açık biçimde farkındalar. Bu nedenle, Kürdistan
önümüzdeki çatışmalı sürecin en yoğun ve en kanlı
biçimlerinin yoğunlaşacağı alan olacak.
Türkiye devrimci ve sol hareket son iki-üç yıldır
ciddi bir geri düşüş içindedir. Bu gerileme eğilimi
ile birlikte oligarşinin aşağılık biçimde bir
ucu mutlaka Ergenekon operasyonlarına bağlanan
saldırıları giderek yoğunlaşmıştır. Önümüzdeki
dönemin devrimci bir çıkış yaratılamadığı, sol
ve devrimci hareketin dar gündemlerini aşıp emekçilere
ulaşamadığı koşullarda bu gerilemenin derinleşeceği,
daha da nefes alınamaz bir dönemin kapıda olduğu
açıktır.
Kürt
ulusal hareketi ideolojik duruşunu, programatik
hedeflerini başlangıç noktasına göre oldukça geriye
çekmiş olmasına karşın, Kürt ulusunun en asgari
ulusal demokratik taleplerini savunma noktasında
duruşunu koruyor ve direniyor.
Görev
Türkiye cephesini örgütlemektir... Devrimci bir
sınıf ve halk hareketi örgütleme çabalarımızın
önündeki engelleri ortadan kaldırarak oligarşinin
oyunlarını bozmak ve devrimin ışığını emekçi sınıflara,
halklarımıza göstermektir.
12
Haziran seçimleri ve sonrasında ortaya çıkan siyasal
ve toplumsal tablo bu bağlamda kritik bir öneme
sahiptir. Devrimci seçenek bu tablo içinde biçimlenecek,
pratikleşecektir. Egemen sınıfların ortaya çıkarmak
istedikleri siyasal durum ile ortaya çıkan tablonun
seçim sonuçlarıyla birlikte irdelenmesi önümüzdeki
süreci ve devrimci seçeneği geliştirmek için var
olan kısıtları ve imkanları anlamada özel bir
önem taşıyor.
Sistemi
Meşrulaştırmanın
Aracı
Olarak Seçimler
Seçimler
parlamentolu burjuva siyaset makinesini meşrulaştırmanın
ve yenilemenin en temel aracıdır. Geniş emekçi
yığınların kendi kendini yönetme yanılsaması,
bu yanılsamanın merkezi unsuru olan seçimlerin
yinelenmesiyle sağlamlaştırılır. Seçimler yoluyla
burjuva siyasetin vitrini yenilenir, egemen sınıfların
değişik kesimleri arasında partiler aracılığıyla
yürütülen güç ve rantın paylaşım mücadelesinde
sağlanan toplumsal destek somutlaştırılır. Bütün
bu boyutlarıyla seçimler, kapitalist sistemin
toplumsal meşruiyetinin yeniden üretilmesinin
en temel araçlarından biridir.
Egemen
sınıflar açısından seçimler geniş işçi ve emekçi
yığınların, halkın politikleşmeleri gereken yegane
andır; işçi ve emekçiler, halk sadece ve sadece
seçim süreçlerinde egemen sınıfların çıkarlarını
koruyan partilerin gösterdiği doğrultuda politikleşmelidirler
ve oylarını bu partilerden biri için kullandıktan
sonra, politikayı bir sonraki seçime değin unutmalıdırlar.
12
Haziran seçimlerinde de oligarşisinin beklentisi
yukarıda ifade ettiğimiz sonuçları yaratmasıydı.
Seçimler yapılır, sonuçlar alınır, seçim süreci
geride bırakılır ve sonuçlara denk düşen yeni
siyasal ortam oluşur.
Devrimci
sosyalistler burjuva seçim sürecine emekçi yığınlarının
politikaya ilgisinin arttığı ve bu ilginin devrimci
ajitasyon/propaganda ve eylem aracılığıyla devrim
ve sosyalizm mücadelesine yöneltilmesi gereken
bir süreç olarak bakarlar. Bu süreçler, ülkedeki
politik konjonktüre ve o sürecin bir dizi nesnel
ve öznel unsuruna bağlı olarak, kendi adaylarıyla
seçimlere katılmak, devrimci, demokrat adayların
desteklenmesi veya boykot biçimlerinden birini
alabilir. Bunun yanı sıra, seçim süreci ve sonuçları
geniş işçi ve emekçi sınıfların politik duruşu,
tercihleri vb.'ne ilişkin de önemli veriler sunar.
Aynı biçimde egemen sınıfların, oligarşinin politik
tercihlerine, aralarındaki mücadelenin seyrine,
bir sonraki dönemde burjuva politik gündemin temel
başlıklarına ilişkin verilerde az-çok netleşir.
Bütün
bu yönleriyle seçim süreçleri ve sonuçları devrimci
faaliyet açısından da özel bir önem taşır. Seçim
süreci ve sonuçlarının önümüze koyduğu verileri
doğru okuyamadan, önümüzdeki dönemde izlenecek
politikaları belirlemede bu verileri hesaba katmadan
ciddi bir siyasal duruş ve pratik üretilemez.
Peki,
bu perspektiften bakıldığında, hemen hemen herkesin
kritik bir seçim olduğu noktasında hemfikir olduğu
12 Haziran genel seçimlerini sınıflar mücadelesi
açısından nasıl okumak gerekiyor?
Evet,
burjuva siyaset parlamento bağlamında kendisini
oldukça sorunlu biçimde yeniledi. Beklenen ve
beklenmeyen sonuçlar ve refleksler yan yana...
AKP'nin oylarını arttırması, ama milletvekili
sayısının düşmesi, anayasa değişikliği için gerekli
çoğunluğa ulaşamaması, uluslararası burjuvazinin
AKP ile uyumu, BDP ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük
Bloğu'nun seçimlerden ciddi bir güçle çıkması,
"yeni" CHP'nin yeni olmaktan çok yamalı
bohça görüntüsüyle umduğu sonuçlara ulaşamaması,
Hatip Dicle'nin milletvekilliğinin gasp edilmesi,
hapishanelerdeki milletvekillerinin serbest bırakılmaması
ve TC tarihinde ilk kez parlamentoya giren partilerin
parlamento boykotu gerçekleştirmesi....
Bu
başlıkların hepsini açacağız. Ancak ilk veriler
bağlamında net biçimde ifade edilmesi gereken
nokta; seçimin galiplerinin AKP ve BDP'nin öncülüğünü
yaptığı ve gövdesini oluşturduğu Emek, Demokrasi
ve Özgürlük Bloğu olduğudur.
Seçimler,
kendi mantığı içinde iç tutarlılığa sahip (yada
sahipmiş gibi gösterilen) bir toplumsal değişim/dönüşüm
iddiası/projesi olan ve bu iddiasına uygun bir
örgütlülük, kadro ve dinamizm taşıyan siyasal
öznelerin başarı kazandığını göstermiştir. AKP
ve BDP böylesi iç tutarlılığı olan projelerinin
gerçekten olup olmamasından bağımsız olarak, seslendikleri
kesimlere bu iddiayla gitmiş ve onları inandırmışlardır.
Hiç kuşkusuz bunlar tümüyle boş iddialarda değildir.
Her iki parti de öteden beri birer misyon partisi,
şu veya bu düzeyde "ideolojik" parti
olma iddiasına sahiptir ve geçirdikleri tüm değişimlere
karşın, bu misyon ve proje partisi olma algısı
güçlü örgüt, kadro ve dinamizmle birleşince seslendikleri
toplumsal tabanda güçlü bir karşılık bulmuştur.
Seçim
sonuçlarına ilişkin bu ilk verilerin ardından,
siyasal öznelerin seçim hedeflerinin ve ortaya
çıkan siyasal ve toplumsal tablonun biraz daha
ayrıntılı irdelemesine geçebiliriz.
Neyin
Seçimi?
Türkiye'nin
yeni-sömürgeleşmesi ile burjuva siyasetin "çok
partililik" adı altında, faşizmi gizleyerek
biçim alması (1946) çakışmıştır. Bir başka ifade
ile yeni sömürgecilik ile "çok partililik"
üzerinde inşa edilen sömürge tipi faşizm bir birini
tamamlar. Yeni-sömürgeleşmeyle gelişen yeni sınıf
ilişkilerinin yarattığı yoğun çatışmalı, inişli
çıkışlı ama daima var olan krizli toplumsal ilişkiler
tüm siyaset ilişkilerine olduğu gibi seçim süreçlerine
de damgasını vurmuştur. Yoğun toplumsal dinamizm
ve krizin damgasına vurduğu gelişme seyri her
seçime dolaysız olarak yansımıştır. Gelişmelere
bağlı olarak öne çıkan düzen partileri (DP, AP,
ANAP ve son olarak AKP) iktidar konumlarını sağlamlaştırmak,
kriz içinde kendi "istikrar"larını yaratmak
için esaslı düzenlemelere yönelirken, burjuva
partisi CHP'ye düzen muhalefeti düşmüştür. 1960
sonrası toplumsal muhalefet giderek yoğunlaşmış
ve 1965'lerden bu yana düzen dışı sol (örneğin
TİP'in ilk kez parlamentoya girmesi) ve devrimci
hareket; özellikle de son 20-25 yılda Kürt yurtsever
hareketi kendi seçenekleriyle süreçlere müdahale
etmeye çalışmıştır.
12
Haziran genel seçimleri ve ortaya çıkan tablo
bu akışın bir parçasıdır.
Kısaca
açarsak;
1990'lara
kadar emperyalist saldırı örgütü NATO'nun uç beyi,
Türk, Sünni ve yeni-sömürge kapitalist üretim
ilişkilerinin biçimlendirdiği faşizmin hüküm sürdüğü,
bölge gericiliğinin ekseni bir devlet olarak karakterize
olan TC, 1990'larda reel sosyalizmin çözülüşü
ve Kürt ulusal hareketinin yükselişiyle birlikte,
bir yandan uluslararası ilişkiler alanında rol
kaybına uğrayıp boşluğa düşerken, bir yandan da
oluşturmayı hedeflediği ulusal ve toplumsal kimliğin
karakteristik ögelerinin (Türk, Sünni, laik) parçalanışıyla
karşı karşıya kaldı.
Kürt
ulusal hareketinin 1990 başlarından itibaren kitleselleşmesi,
o güne değin yetmiş yıl boyunca uygulanmaya çalışılan
gerici burjuva Türk uluslaşması projesinin çivisini
çıkardı. Bu hareketin etkisiyle diğer ulusal toplulukların
ve Alevi inancından kitlelerin kendi ulusal ve
inançsal kimlikleriyle kendilerini ifade etmeye
yönelmesi ve demokratik hak arayışının gelişmesiyle
birlikte TC'yi tanımlayan tüm karakteristik öğeler
ciddi biçimde zedelendi.
1990'lı
yıllarda uluslararası alanda kimi zaman abartılı,
kimi zaman sinik söylemlerle sürdürülen Türkiye
oligarşisinin uluslararası rol arayışı (enerji
nakil hatlarının ülkeden geçişini sağlayarak,
dünyanın dört bir yanındaki, ama özellikle çevre
bölgelerdeki -Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar-
çatışmalı alanlarda görev alarak, vb. yollardan
bölgesel güç olma...), Kürt ulusal hareketini
bastırma politikalarıyla iç içe geçtiği ölçüde,
tam bir zavallılığa dönüştü. Attığı her adım,
yapmaya çalıştığı her hamle, Kürt ulusal hareketinin
uluslararası etkinliğini zayıflatmak için verilen
ucuz ve rezilce bir tavize dönüştü.
Bu
çatışmalı ve belirsizliklerle dolu süreç içinde
faşist devlet yapısının çeteleşerek çürümesi derinleşti.
Neoliberal ekonominin derinleşmesine bağlı olarak
toplumsal sınıfların yapısının yeni öğelerle farklılaşması
(Anadolu'daki geleneksel olarak sağcı/dindar orta
sınıfın bir bölümünün neoliberal politikalara
uyumlu olarak yeni orta sınıflara dönüşümü ve
bunlardan bir bölümünün büyük burjuvaziye dönüşümü-Anadolu
kaplanları gibi-, yeni bir yoksullaşma süreci
ve işçi kitlesinin ortaya çıkışı, vb..) süreci
bu dönemde daha da belirginleşti. Postmodern batıcı
kültürel atmosfer içinde ve buna bağlı olarak
yeni ve oldukça çürütücü yaşam ve tüketim kalıpları
gelişti. En gerici ve insanlık dışı çürütme politikaları
olarak hayatın bütün alanlarının metalaştırılması,
uyuşturucu, fuhuş vb. öğeler devlet tarafından
bir denetleme mekanizması olarak yaygınlaştırıldı.
Bu
atmosfer içinde sağ kanat burjuva siyasette bir
kanat olan İslam ve dini öne alan partiler (Fazilet,
Refah ve Saadet Partisi ) bu dönüşüm sürecine
sancılı biçimde de olsa politik ve ekonomik alanda
uyum sağlayarak, kültürel vb. düzeyde ise kendi
gerici ideolojik söylemleriyle karşı durma refleksi
göstererek yükselişe geçtiler. Sağcı/dindar geleneksel
ve yeni orta sınıflar ve bunlar içinden büyük
burjuvazi saflarına sıçrayanlar bu partileri desteklediler.
Böylece siyaseten TC'yi biçimlendiren en önemli
faktörlerden biri olan devlet-din ilişkilerindeki
laiklik söylemi ve pratiği de çözülmeye başladı.
Burjuva devlet ve siyasetin geleneksel temel aktörleri
ordu, merkez sağ partiler (ANAP, DYP) ve merkez
"sol" (CHP, DSP) ile gelişen sağ/dinci
partiler arasındaki çatışma Refahyol hükümetinin
düşürülmesinden, 28 Şubat postmodern darbesine
uzanan bir dizi sert mücadele ile derinleşti.
Susurluk vakası ve sonrasındaki tasfiye operasyonları
yaşanan altüst oluşun boyutlarının sistemin tüm
mekanizmalarına, kurumlarına değin uzandığını
gösterdi. AKP bu sürecin bir sonucu, emperyalizm
ve yerli tekelci sermayenin tercihi, DP, AP, ANAP'ın
devamı olarak ortaya çıktı.
2001'e
değin gelen bu süreçte, Türkiye'deki burjuva sistem
kendi iç çatışmalarıyla, dünya sistemi içindeki
rolünü yeniden tanımlama çabalarıyla, toplumsal
muhalefetle girdiği çatışmalarla ciddi biçimde
yaralanırken, özellikle toplumsal muhalefeti etkisizleştirmede
ise ciddi bir yol aldı. Kürt ulusal hareketi yok
edilemese bile, Öcalan yakalanmasıyla birlikte
ideolojik düzeyde oldukça geriye çekildi. Postmodern
reformist milliyetçi bir çizgiye kaydı, politik
hedefleri darlaştı ve bir belirsizlik süreci içine
girdi. Türkiye devrimci, demokratik hareketi ise
1990 sonrasında Türkiye ve dünyada yaşanan büyük
değişimi ve yeni bir dönemin başladığını göremediği,
kısmen görse bile buna uygun yeni bir politik
ve pratik düzey geliştiremediği için oligarşi
tarafından önemli ölçüde dar bir alana sıkıştırıldı.
Politik çizgisi ve ufku ne olursa olsun, güncel-pratik
mücadele içinde sol ve devrimci hareket kimi zaman
kısmen canlansa da bir eşiği aşamadı, düzeni cepheden
vuran bir güce dönüşemedi. politika açısından
etkisizleştirildi.
Türkiye
kapitalizmi açısından bu inişli çıkışlı sürecin
doruk noktası 2001 kriziyle Türkiye kapitalizminin
en büyük iflasını yaşayarak ekonomik ve politik
olarak mevcut aktörleriyle sınır çizgisine dayanmasıdır.
Yeni bir yolun, yeni bir kanalın açılması gerekiyordu...
Burjuva
siyaset alanının son 10 yılı, 1990'ların çatışmalı
ve dağılan toplumsal ilişkileri içinden çıkış
ve toparlanma arayışını ve pratiğini ifade ediyor.
AKP
yeni bir parti (daha doğrusu yükselen dinci sağcı
partiler geleneği içinden çıkarak emperyalist
politikalara tam bir teslimiyet temelinde hareket
eden, burjuva pragmatizmi temsil eden yeni bir
parti) olarak toparlanma döneminin başat aktörü
oldu. Emperyalizme tam biat, neoliberalizme tam
biat, sahte bir demokrasi söylemi, sosyo-kültürel
olarak mevcut olanla açıkça çatışmadan kendi burjuva
pragmatizmiyle uyumlu gerici kanalını dini motiflerle
geliştirme... Türkiye kapitalizmini ve burjuva
siyasetini oluşan yeni toplumsal ve sınıfsal güç
ilişkilerine göre yeniden dizayn etme... Ilımlı
İslam konsepti ile BOP'un çakışması... Faşizmin
kurumsal ve pratik düzeyde yeniden organize edilmesi,
AB hedefi ile demokrasi talebi olan geniş bir
kesimi kendine yedekleme (bu sadece kendi konumunu
garantiye alma çabasıydı)... Uluslararası ilişkilerde
ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'ne uygun bir rol
alınması... Bu politik ve pratik çerçeve için,
ABD'den tam destek alındığında, 2000'lerin başındaki
krizle birlikte neredeyse tümüyle dağılmış burjuva
siyaset atmosferinde AKP'yi tutacak bir güç artık
yoktu. İktidar yolu açılmıştı.
AKP
iktidarı dönemi emperyalizm ve oligarşi için tüm
iç çatışmalara karşın, sistemin dağılmışlık durumuna
ve Ortadoğu'da emperyalizmin ihtiyaçlarına verilen
olası en uygun yanıttır.
İlk
dönem tutunma süreci olarak gelişti (Avrupa Birliği,
demokrasi, ekonominin toparlanması, vb..) söylemi
ağırlıklıydı... Orduyla, bürokrasiyle dengelerin
korunarak, ama yeni iktidar mevzileri yaratılarak
ilerleme dönemi de diyebiliriz.
İkinci
dönemde AKP, ilk dönemde kazandığı mevzileri dayanak
yaparak ve emperyalizme verdiği hizmetlerin karşılığı
olarak ABD ve AB'den aldığı tam onayla devleti
yukarıdaki başlıkları temel alan yeniden yapılandırma
programını uygulama işine girişti. İkinci dönem
esas olarak bu programın uygulanmasının önündeki
engellerin tasfiyesinde ilk adımların atılması
dönemiydi. ABD emperyalizminin darbe yapmasına
izin vermediği Ordu, bu konsepte göre yeniden
dizayn edildi. Darbeci, Ergenekoncu generallerin
tasfiyesi, bürokraside geniş çaplı tasfiye ve
düzenlemeler, emperyalizm ve tekelci sermayenin
çıkarları temelinde AKP'nin kurmak istediği siyasal,
toplumsal düzenin önündeki engellerin önemli ölçüde
tasfiyesi anlamına geliyordu. Bir yandan her türlü
muhalefet öğelerinin tasfiyesine girişilirken,
bir yandan da toplumsal muhalefet potansiyellerini
kendine bağlanmak için "açılım" politikacılığı
geliştirildi. Kürt açılımı ile başlatılan süreç
Alevi açılımı, Roman açılımı, vb... kanallardan
yürütüldü. Kürt yurtsever hareketinin askeri operasyonların
yanı sıra oyalama, kırıntılar vb. yoluyla çürütülüp
tasfiye edilmesi hedeflenirken, bir yandan da
Kürt ulusal talepleri etrafındaki toplumsal potansiyelin
ise TV, dil serbestleştirmeleri vb. gibi artık
kırıntı değeri dahi olmayan araçlarla sisteme
bağlanması; "açılım"cılık politikasının
en temel unsuruydu.
12
Haziran seçimlerinde birçok burjuva partisi yarıştı;
ama asıl mücadele, özellikle Kürdistan için AKP
ile BDP'nin ağırlığını oluşturduğu Emek, Demokrasi
ve Özgürlük Blok'u arasında geçti.
AKP,
ilk iki döneminde temellerini attığı devletin
yeniden yapılandırılması programının üçüncü dönemi
ve son aşaması için toplumsal destek aradı. Önümüzdeki
üçüncü dönem ("ustalık dönemi") AKP'nin
kurmak istediği toplumsal hegemonyayı bütün kurumlarıyla
yerleştirme, kısa ve orta vadede sağlama alma
dönemi olarak tasarlanmaktadır. Anayasa'nın yenilenmesi,
başkanlık sisteminin kabul ettirilmesi ve RTE'nin
başkan seçilmesi, bürokrasideki kilit kurumların
denetiminin tümüyle ele geçirilmesi, devlet eliyle
kendisini destekleyen tekelci sermaye ve büyük
burjuvazinin gücünün oligarşi içinde başat hale
getirilmesi, Kürt yurtsever hareketinin zayıflatılarak,
Kürt ulusal sorununda inisiyatifin ele geçirilmesi,
diğer tüm muhalefet odaklarının yoğun baskılarla
sindirilmesi, dinci-muhafazakar-burjuva söylem
ağırlıklı bir postmodern sosyo-kültürel atmosferin
egemen hale getirilmesi, vb. bu noktada başlıca
unsurları oluşturuyor.
AKP
ve arkasında duran emperyalizm, işbirlikçi-tekelci
sermaye ve bununla bütünleşme süreci yaşayan burjuva
kesimler için seçimler bu politikaların geniş
halk kitleleri nezdinde meşrulaştırılmasının ve
onay sağlanmasının aracıydı.
Blok
ise Kürt yurtsever hareketinin kendi açılımları
için toplumsal desteğini somutlaştırma seçimiydi.
Kürdistan'da büyüyen kitle desteğini, seçimlerde
somutlaştırarak Kürt ulusunu temsil yeteneğine
sahip olan tek güç olduğunu gösterme, bu güçle
Demokratik Özerklik projesini gündemleştirme,
Anayasa tartışmalarına daha güçlü katılma, diğer
Kürt yapıları ile işbirliğini geliştirme ve ortak
hareket kanalını yaratma, Türkiye sol hareketiyle
daha güçlü bağlar kurma, vb. Blok'un seçim süreciyle
yaratmak istediği başlıca zeminlerdi.
"Yeni"
CHP kısmi değişim sinyallerine rağmen esas olarak
somut, bütünlüklü ve inandırıcı bir projesi olmayan
reaksiyoner bir parti görünümünü aşamadı. Diğer
partiler ise tümüyle reaksiyoner partiler konumundaydılar.
Tüm seçim propagandası sürecinin sonunda toplumun
hafızasında profesyonel eleştiriciler olmaktan
öte bir iz bırakamadılar.
Seçim
Sonuçları: Kim Hangi Noktada?
AKP;
Sınırlarına Varan Başarı...
Seçim
sonuçlarına ilişkin herkesin hem fikir olduğu
noktalardan biri seçimin galiplerinden birinin
AKP olduğudur. Gerçekten de AKP son üç genel seçimden
oylarını arttırarak başarıyla çıkmıştır. Son genel
seçimde ise oyların yüzde 50'ye yakınını almıştır.
On yıllardır bu düzeyde oy alabilen bir burjuva
partisi bulunmuyor.
Fakat
bu başarı kendi içinde sınırlar da taşıyor. Her
şeyden önce, Türkiye'deki sağ ve "sol"
olarak tasnif edilen seçmen kitlesinin oy dağılımında
büyük bir değişim olmamıştır. Bilindiği gibi,
kimi istisnalar dışında seçmen kitlesinin yüzde
65-70'lik bir bölümü sağ kanat partilere oy verirken,
yaklaşık yüzde 30-35'lik bir bölümü ise kendini
"sol" olarak tanımlayan partilere oy
vermektedir. Bu tablo 12 Haziran seçimlerinde
de bozulmamıştır. Olan şey, daha önce değişik
sağ partiler arasında dağılan yüzde 65-70'lik
oyun, AKP'de birleşmesi sürecinin ivme kaybetmeden
devam etmesi ve yüzde 50'ye ulaşmasıdır. Bu ortada
bir başarının olduğu gerçeğini değiştirmez. Ancak
bu, genel olarak seçmenlerin temel tercihlerinde
yeni ve büyük bir değişim olduğu anlamına da gelmez.
Tersine, seçim sonuçları bu başarının sürgit olmadığı
ve sınırları bulunduğunu da apaçık göstermiştir.
Peki,
bu başarının arkasında duran dinamikler, faktörler
nelerdir ve sınırları nereye kadardır?
Her
şeyden önce, AKP tüm pragmatizmine rağmen düşünsel
ve pratik olarak az-çok bütünlüklü bir siyaset
ve toplum kurgusuna sahip. Yukarıda da ifade ettiğimiz
gibi, AKP, kendi içinde tutarlılığa sahipmiş gibi
gösterilen bir toplumsal dönüşüm iddiasına sahip;
-
Emperyalistlerin ürettiği "ılımlı İslam"
siyasetini kendinde somutlaştırma,
-
Sadece işbirlikçi-tekelci burjuvazinin değil,
bununla ilişkili olarak, kendi tabanının en diri
kesimini oluşturan orta ve büyük burjuva sınıfların
da desteklediği neoliberal politikalara tam sadakat,
-
Uluslararası siyasette ABD'nin Büyük Ortadoğu
Projesi bağlamında TC'nin rolünü özellikle Ortadoğu'da
bölgesel büyük güç olarak yeniden oluşturma,
-
Türkiye'de geleneksel olarak sağın klasik söylemi
olan "hizmet" politikacılığının dilencilik
olarak tercümesinin tüm toplumsal ve kurumsal
kanallarıyla sunulması ve toplumu çürütmenin yeni
bir biçimi olarak kökleştirilmeye çalışılması,
-
Postmodern batıcı burjuva kültürel çürümeyi postmodern
dinci sosyo-kültürel muhafazakarlıkla yanıtlarmış
gibi yaparak kaynaştırma,
-
Ulusal ve dinsel temelde yaşanan parçalanmayı
şiddetin yanı sıra, kırıntı açılımlarıyla tasfiye
etme, sisteme yedekleme,
-
Bu değişime devlet/sistem içinde ya da düzen dışı
güçler olarak direnç gösteren kesimleri polisiye
önlemlerle ortadan kaldırma, bu temelde sömürge
tipi faşizmin bütün kurum ve şiddet zeminlerini
polis-yargı ilişkisi temelinde yenileme,
-
Devleti, sömürge tipi faşizmi, emperyalizm ve
işbirlikçi-tekelci sermayenin çıkarları temelinde,
bütün kurumlarıyla bu politikalar ekseninde yeniden
inşa etme ve buna uygun kurumlaşma ve kadrolaşma,
vb...
Bunlar
AKP'nin yaratma yolunda olduğu siyasal ve toplumsal
hegemonyanın ana ayaklarını oluşturuyor.
Açıktır
ki bu, emperyalizme ve oligarşiye mırın kırın
etmeden eksiksiz hizmet etme ve bu hizmeti yaparken
nemalanma ve kendini, arkasında duran burjuva
kesimleri büyütme projesidir. Bir başka ifadeyle,
AKP'nin projesi, 2000'lere gelindiğinde tel tel
dökülmekte olan devletin ve oligarşi içi güç ilişkilerinin
yeniden yapılandırılması projesidir. Türkiye kapitalizmi
ve devleti bu projenin sacayakları temelinde yeniden
yapılanmaktadır.
Son
seçimlerde AKP'nin başlıca argümanları olan yeni
anayasa, başkanlık sistemi, Ortadoğu'da öncülük,
yeni ve büyük bölgesel ekonomik projeler vb. bu
yeniden yapılanma sürecinin pratik ana kolonlarını
oluşturacaktır. Bunlarla bağlantılı olarak Kürt
sorununda ve diğer sorunlu alanlarda yapılacak
kısmi düzenlemeler, dinci temeldeki sosyo-kültürel
düzenlemeler vb. ile TC'nin iflas etmiş 90 yıllık
paradigmasının yerine, yeni bir paradigmanın pratik
olarak konulması hedeflenmektedir.
AKP'nin
yaratmak istediği toplumsal ilişkiler bütününe
ne kadar ulaşabileceği, bunun mümkün olup olmadığını
ele alacağız. Ancak AKP, bu projenin gerçekleşebileceğine
geniş halk yığınlarını inandırabilmiştir. Bu siyasal-toplumsal
çerçeve oligarşinin bir bölümünün ciddi itirazlarına
rağmen, esas olarak ABD emperyalizmi başta olmak
üzere emperyalist güçlerin ve oligarşinin genel
desteğine sahip bulunuyor.
Hiç
kuşkusuz, AKP'nin büyümesi salt projesiyle ilgili
değildir. AKP, MSP, Refah, Fazilet, Saadet Partisi
geleneğinden gelen büyük bir örgüt ve kadro birikimine
ve dinamizmine sahiptir ve bu olanaklarını sekülarizm
üzerinden liberalizmle harmanlamaktadır.
AKP'nin
başarısında ikinci temel faktör, 2001 krizinin
ardından toparlanma yaşayan ekonominin olanaklarıyla,
devletin olanaklarını birleştirerek büyük bir
rant dağıtım örgütlenmesini gerçekleştirmesidir.
(Bu noktada, 2008-9'de kısmi bir sendeleme olsa
da, uluslararası alanda emperyalist ülkelerden
yeni-sömürgelere kayan sıcak sermayenin bir bölümünün
Türkiye'ye akması da AKP'nin elini rahatlatmıştır.)
Tekelci burjuvazinin kendisini destek vermeyen
ya da mesafeli duran kesimlerini şantaj ve tehditle
ya da açık tasfiye yollarına giderek (Doğan Grubu'na
karşı girişilen tasfiye operasyonu bunun en uç
örneklerinden biri olmuştur) ya da rüşvetle destekçisi
haline getirmiş, ya da en azından politik açıdan
önemli ölçüde etkisizleştirmiştir. TOKİ projeleri,
yol projeleri, sağlık ve emeklilik alanında yaşanan
küçük iyileştirmeler (uğranılan kayıplar unutulup
gitti bile!) ve sistematik hale getirilmiş yiyecek,
yakacak dağıtımları; burjuvazinin bütün kesimlerinin
yanı sıra yoksul emekçi kesimlere de yansıyan
rant dağıtımının değişik sacayakları olmuştur.
Yoksullara dönük olarak dinci söylemin desteğiyle
devreye sokulan dilencileştirme projeleri, son
20 yılda hiç bir ciddi devlet desteği görmeyen
yoksulları AKP'ye yaklaştırmıştır. AKP'li olmayan
kaybeder algısı geniş kesimlere güçlü biçimde
benimsetilmiştir.
AKP'nin
seçim başarısında üçüncü temel faktör, burjuva
siyaset arenasındaki diğer partiler açısından
tablonun 2000'lı yılların başındakinden çok da
farklı olmamasıdır. Dağınık, bırakalım kendi içinde
birbirini bütünleyen bir projeye sahip olmayı,
tekil sorunlar karşısında bile güçlü bir iddia
sahibi olmayan, reaksiyoner olmayı aşamayan bir
siyaset tarzı CHP'sinden, MHP'sine ve diğer partilere
değin egemen durumdadır. Diğer burjuva partileri
ne örgütsel bütünlük ve kadro yapısı, ne burjuva
siyasetinde özel bir önem taşıyan lider noktasında,
ne de güçlü ve bütünlüklü çözüm iddiası noktasında
kendilerini toparlayabilmiş değildir. Egemen sınıfların
bir bölümü ve emperyalistler tarafından AKP'nin
bir biçimde düşüşe geçmesi ve/veya kendilerini
sıkıntıya sokacak tarzda özerk davranması durumunda
bir alternatif olarak tutulmaya çalışılan CHP,
Kılıçdaroğlu'nu başkanlığa getiren bir komplo
süreciyle AKP'ye karşı bir seçenek olarak hazırlanmaya
çalışılmışsa da bu noktada fazla yol alınamamıştır.
MHP, Kürt düşmanlığı dışında hiç bir politik iddiaya
sahip değildir.
Bu
bağlamda, AKP'nin bu seçimdeki ana taktiği kendi
dışındaki sağ kanat burjuva partilerinin tabanını
tümüyle boşaltmak olmuştur. İç dinamiklere yaslanmadığı
için Türkiye kapitalizminin, dolayısıyla burjuva
sınıfının gelişmesinde her dönem esas olarak devletin
sağladığı rantların paylaşımı özel bir önem taşımıştır.
AKP'nin iktidara geldiği ilk dönemlerde devletin
asıl sahibi olarak görülen ordu ve emperyalistlerle
ilişkilerindeki belirsizliğin giderek netleşmesi
ve AKP'nin "mağdur" parti rolünden devlet
partisi rolüne geçişi ile birlikte rant kaynakları
üzerindeki rolü ve geleceğine ilişkin tereddütler
de burjuvazinin bütün kesimleri için ortadan kalkmaya
başlamıştır. Sağ partileri destekleyen burjuva
kesimler her dönem bu rant olanaklarını sağlayabildiği
ya da sağlama umudu olduğu ölçüde bir partiye
destek vermişlerdir. Son iki seçimde AKP'nin güçlenerek
çıkması ve diğer sağ kanat burjuva partilerin
seçim barajını aşarak meclise girmesi ve rant
olanakları sağlaması ihtimalinin oldukça zayıf
görünmesi seçim barajının altında kalan diğer
sağ partilere oy veren burjuva kesimleri devlet
olanaklarını elinde tutan AKP'ye yönlendirmiştir.
2000'lerin başından bu yana kendilerini toparlayamayan,
sürekli kan kaybeden, lider, kadro, örgüt ve güçlü
bir programdan yoksun olan diğer sağ kanat burjuva
partileri iktidar rantından yararlanma üzerine
kendini kurmuş olan kitle tabanları tarafından
terk edildiler. AKP, böylece on yıllardır kimi
istisnalar dışında esas olarak yüzde 65-70'i sağ
kanat burjuva partilere oy veren kitlenin büyük
bir bölümünün tek seçeneği haline geldi.
Kısacası,
AKP son üç seçime burjuva siyaset alanında deyim
yerindeyse rakipsiz girmiştir. (CHP'nin son seçimdeki
haline olsa olsa yarım rakip denilebilir.)
Dördüncü
faktör, AKP'nin iktidara gelişinde kısmi bir payı
olan, iktidar döneminde ise giderek güçlenen ve
seçimlerde de artık başlangıçtakinden çok daha
fazla rol oynayan tarikatların desteğidir. Tarikatlar,
başta Gülen Tarikatı olmak üzere ılımlı İslam
projesinin temel bir ayağı olarak ele alınmıştır.
Emperyalizm tarafından ajanlaştırılmış olan Gülen
tarikatı bu noktada başat rolü oynamaktadır. Dinci
muhafazakar sosyo-kültürel atmosferin en önemli
taşıyıcıları da tarikatlardır. Bu kesimlerin önündeki
engeller ortadan kaldırıldıkça ekonomik, siyasal,
sosyo-kültürel etkileri önemli ölçüde büyümektedir.
Toplumun tebaalaştırılması, bütün dilencilik politikalarının
meşrulaştırılması, emperyalizmin bütün politikalarına
verilen açık desteğe toplumsal meşruiyet sağlanması
işinde tarikatlar belirleyici roller oynamaktadırlar.
Hiç kuşkusuz, tarikatlar etrafında kümeleşmiş
burjuva kesimler arasında özellikle devlet olanaklarının
yağmalanması noktasında rekabet ve çatışma sürmektedir.
Bunun sonucu son seçimlerde bu olanaklardan yararlanamayan,
ya da sınırlı ölçülerde yararlanan kimi tarikatların
AKP'den kopuşu olmuştur. Ancak AKP önünü açtığı
tarikatların (ki bunlar en büyükleridir) desteğini
hala almaktadır. Ve bu destek sadece oy bağlamında
değil, tarikatların oluşmasında önemli rol oynadıkları
dinci/muhafazakar sosyo-kültürel toplumsal atmosfer
yoluyla da sürmekte ve giderek büyümektedir.
Beşinci
faktör olarak, AKP'nin toplumsal muhalefetin tüm
kesimlerine karşı giderek yoğunlaştırdığı faşist
terördür. Kürt ulusal hareketinin legal kanallarına
dönük olarak gerek seçim döneminde, gerekse öncesinde
girişilen yoğun saldırılar binlerce gözaltı ve
tutuklama ile sonuçlanmıştır. BDP'nin pratik kapasitesini
küçümsenemeyecek düzeyde etkileyen bu saldırılar
doğal olarak AKP'nin Kürdistan'daki gerilemesini
en azından yavaşlatmıştır. Fakat sadece Kürt ulusal
hareketine karşı değil, sol ve devrimci güçlere
dönük saldırılarda son iki yılda özel bir hız
kazanma eğilimindedir. Devrimci Karargah operasyonları
ve bunların iğrenç bir tarzda Ergenekon operasyonlarıyla
bağlantılandırılmasıyla legal sol çevreler hem
pratik olarak güçten düşürülmeye, hem de itibarsızlaştırılmaya
çalışılmıştır. Seçim döneminde Hopa'da devrimci
öğretmen Metin Lokumcu'nun katledilmesiyle sonuçlanan
saldırılar ve Tayyip'in bu cinayetten sonra yaptığı
açıklama aslında bütün toplumsal muhalefete dönük
bastırma çabasının ve arkasındaki mantığın niteliğini
yeterince ortaya koyuyordu; devrimci ve sol muhalefet
için legal/meşru kanallar daha da daraltılacak,
sokak onlara kapatılacak!... Bu durum, devrimci
ve sol hareketlerin iç açmazları ve etkisizleşmeleriyle
birleştiğinde, sonuç; AKP'nin önünde durabilecek
en önemli direniş dinamiğinin de önemli ölçüde
devre dışı kalmasıydı. Böylece halk da nüve düzeyinde
ya da olgunlaşmış olarak var olan sisteme ve AKP'ye
güven kaybının ve arayışların ifadesi olabilecek
bir sol ve devrimci hareketin kendini var edemeyişi
diğer faktörlerle birleşince AKP'nin önü tümüyle
açılmış oldu. Bu saldırı dalgası seçim sonrası
hızından hiç bir şey kaybetmedi, tam tersine yoğunlaştı.
AKP'nin
seçim başarısındaki bir diğer temel faktör seçim
kampanyasının içeriği ve biçimi olmuştur. AKP'nin
seçim kampanyası burjuva seçim kampanyaları bağlamında
tam bir örnek kampanyaydı. Burjuva siyasetinin
ne kadar seçim hilesi, dalaveresi, aşağılık komplo
ve şantaj yolu varsa AKP tarafından tam bir profesyonellikle
uygulanmıştır. Geçen seçimlerde meydanlarda idam
sehpası kurma hayaliyle iplerle dolaşan faşist
Bahçeli'nin yerini bu sefer "ileri demokrasi"nin
kurucusu Erdoğan'ın "ben olsaydım idam ederdim"
sözleri aldı. EÖC'ün seçim sonrasındaki açıklamasında
ifade edildiği gibi, Kürt ve Alevi düşmanlığından,
kim daha iyi idam eder yarışmasına, Blok adaylarının
bir bölümünün adaylığının son dakikada iptal edilmesine,
Kürdistan'da binlerce Blok taraftarının gözaltına
alınıp yüzlercesinin tutuklanmasına, MHP'lilerin
internette dolaşan kasetlerine kadar şiddet, pornografi
ve ırkçılık yani faşizmin tüm temel argüman ve
araçları vardı AKP'nin seçim kampanyasında...
Burjuva siyasetin düsturu olan "her yol mübah"
çirkefliği özellikle AKP eliyle derya deniz olup
her yana taştı. Devlet olanaklarının seçim kampanyası
için kullanılması üzerinde ise özel olarak durmaya
değmez. Bunlar burjuva siyasetinin, iktidar partilerinin
davranışlarının artık olağan, olmazsa olmazı haline
gelmiş davranışlar. AKP bu yollardan rakiplerini
itibarsızlaştırma, pratik olarak güçten düşürme
vb. noktalarda önemli bir mesafe almayı başardı.
Bu
beş temel öğe, AKP'nin özellikle kendi dışındaki
sağ kanat partilerin seçmeninin bir bölümünü daha
kazanarak seçimden yüzde 50 sınırında oy almasını,
politikaları için on yıllardır görülmeyen bir
düzeyde seçmen rızasını sağlamasını beraberinde
getirdi.
Bütün
bu noktalarda AKP ilerleyişinin sınırına varmış
durumdadır. Aşağıda ele alacağımız üzere, her
bir noktada, tersten işleyen dinamikler artık
daha da belirleyici olacaktır.
CHP;
Emperyalizm Onaylı Ham Muhalefet
2000'lerde
emperyalistlerin desteği ile işbaşına gelen AKP'nin
yükselişi sürerken, asla tek at'a oynamayan emperyalistlerin
ve oligarşinin onu dengeleyecek, olası bir büyük
sorun yaşandığında ona alternatif olacak parti
arayışı da sürdü. Ancak burjuva siyasal zemin
büyük bir rüzgar yaratacak yeni bir siyasal aktör
üretemedi. Sağ burjuva kanatta AKP dışındaki partilerin
toparlanma zemini bulamaması, MHP'nin ise iktidar
seçeneği olma koşullarının bulunmayışı nedeniyle
sağdan AKP'yi dengeleyecek bir siyasal zeminin
oluşması mümkün olmadı. Burjuva siyasetin "sol"
kanadında ise Baykal'lı CHP vardı. CHP, tüm iniş
çıkışlarına rağmen yüzde 30 civarındaki "sol"
seçmen için hala başat tercih konumundaydı. Ancak
Baykal ve ekibinin Türkiye kapitalist sistemini
emperyalistlerle işbirliği içinde toparlama yönünde
bırakalım bir projesi olmasını, en ufak bir fikri
bile olmadı. CHP'nin 2000'in başlarında krizle
birlikte her yanı dökülen sistemi en katı biçimde
savunma dışında bir yaklaşımı söz konusu değildi.
CHP-Ordu-bürokrasi üçlüsü yıkılıp dökülen geride
kalmış statükonun temsilcileriydi. Türkiye oligarşisi
ve emperyalistler açısından bu üçlü dağıtılmalı,
her birinin rolü yeniden tanımlanmalıydı.
İlk
ön açıcı hamle ordu cephesinde yapıldı. 2007 seçimlerinin
ardından ordu önce ABD tarafından sıkı biçimde
"ikna" edildi, daha sonra Dolmabahçe'de
AKP ile anlaştı. Ergenekon operasyonlarıyla Ordu'nun
2000'ler sonrasındaki TC'yi yeniden yapılandırma
sürecine direniş gösteren statükocu kesimlerinin
tasfiyesi başladı. Böylece bir yandan, AKP'nin
önü açılırken, aslında bir yandan da, AKP'ye alternatif
olabilecek bir CHP'nin yaratılması sürecinin de
ilk adımı atılıyordu. Statükocu üçlünün bürokrasi
ayağı da yapılan yasal düzenlemeler ve büyük kadrolaşma
ataklarıyla adım adım önemli ölçüde denetim altına
alındı. Baykal ve ekibinin böylece bütün ittifakları
tek tek temizlendi. Sıra Baykal'daydı, ancak Baykal'ın
parti içinde yarattığı kast'ın aşılması mümkün
görünmüyordu. Böylece, adeta dizi film gibi devamı
MHP kasetleriyle gelen "pornografik politikacılık"ın
ilk bölümü Baykal için devreye sokuldu. En hızlı
ve kesin çözüme ulaşıldı ve Baykal CHP'nin başından
indirildi. Hiç şüphesiz her şey bu "komplo"ya
bağlı olmadı; sürece yanıt vermekten uzak CHP
ve toplumsal süreç de bu yönde değişim dinamiklerini
biriktirdi.
"Yeni
CHP" söylemi bu süreçte ortaya çıktı; ama
özünde "yeni" olan bir şey yoktu. Bu
sürecin başlarından itibaren yıldızı parlatılan
Kılıçdaroğlu, emperyalist efendilerle daha baştan
uzlaşmaya açık, onların güvenini kazanmak için
istekli (seçilir seçilmez bütün emperyalist uluslararası
zirvelerin, toplantıların konuğu oldu ve emperyalist
politikalara uyumlu davranacağını net biçimde
deklare etti), Kemalist orta sınıflar ve büyük
burjuvazi tabanına sıkışmış partisini, önemli
bir bölümü AKP'ye kaymış olan geniş emekçi yığınlar
arasında yeniden güç haline getirmek için neoliberal
politikaların özüne dokunmadan kimi düzenlemeler
yapmayı vaat eden, Kürt sorunu ve demokratik haklar
konusunda partisinin eski söylemini değiştirmeye
açık, bu noktada AKP'den rol kapmaya çalışan söylemleriyle
apar-topar CHP'ye genel başkan yapıldı. Kılıçdaroğlu,
"yeni" diye cilalanmaya çalışan söylemlerine
karşın bütünlüklü bir yaklaşım/proje koymaktan
uzaktı. Statükocu kanatla bağlarını sürdürerek
pratik inandırıcılıktan da uzaklaştı. Burjuva
siyasetin normlarına göre bile oldukça vasat özellikleri
hemen ortaya çıktı; Kürt ama Kürt olduğunu inkar
eden, Alevi ama Aleviyim demeye bile dili zor
varan, bir mücadelenin içinden gelip liderliği
kazanmış olmaktan çok, bir komplo ile önü açılmış
ve parti içi ayak oyunlarıyla başkanlığa seçilmiş
bir liderdi. Kılıçdaroğlu'nun çapsızlığı, sadece
siyasal-toplumsal proje düzeyinde değil, üslup
ve iç tutarsızlık olarak da seçim sürecinde bir
kez daha açığa çıktı.
Aslında
onu partinin başına getiren süreci organize eden
oligarşi ve emperyalistler için bu kadarı yeterliydi.
CHP bu aşamada bir iktidar partisi olarak değil,
düzen içi "sol" partilere oy veren seçmenin
oylarını toparlayarak AKP'ye seçeneksiz olmadığını
göstermek için gerekliydi. Emperyalist güçler
ve oligarşi tarafından hazırlanan "yeni"
CHP konseptinin işlevi esasen buydu.
Böylesi
bir lidere sahip olan, hiç bir canlı toplumsal
dinamikten beslenmeyen, cadı kazanı bir parti
yapısı bulunan, hiç bir toplumsal sorunda çözüm
projesi olmayan, yoksullara ekmeğin ucunu biraz
gösteren, demokratik sorunlarda ne söylediği belli
olmayan, neoliberal politikaları savunan, emperyalist
merkezlere uysal çocuklar oldukları mesajlarını
veren bir CHP, AKP'nin çok soluk bir kopyası olmaktan
öteye geçemezdi.
Kılıçdaroğlu'lu
"yeni" CHP'nin seçimlerde aldığı oy'da
bu tablosuna uygun oldu. Ve politik açıdan CHP'yi
daha güçlü bir muhalefet noktasına taşımayan,
AKP'ye karşı bir seçenek olarak belirginleştirmeyen
kısmi bir oy artışı dışında anlamlı bir sonuç
yaratamadı.
MHP;
Hizaya Sokulan Sivil Faşist Güç
Türkiye
faşizminin sivri sivil ucu MHP, emperyalizmin
ve oligarşinin hiç bir dönem vazgeçmediği ve vazgeçmeyeceği
partilerden biridir. MHP, Türk milliyetçiliği
temeline oturan faşist ideolojik yapısıyla ve
her dönem devrimci ve yurtsever güçlere karşı
hazır kıta duran paramiliter bir güç olarak oligarşinin
daima gereksinim duyduğu bir partidir. Düzen karşıtı
tüm güçlere karşı gerektiğinde militan tarzda
harekete geçirilebilen, kitlelerdeki en geri yanları
hızla mobilize eden, devrimci yükseliş dönemlerini
sivil faşist terör ve propaganda ile dengeleme
işlevi olan MHP'nin son seçim sürecinde adeta
oligarşi tarafından gözden çıkarıldığı yanılsaması
yayılmaya çalışıldı. Bu tümüyle yanıltıcı bir
yaklaşımdır.
Sorun
şudur; MHP'de, CHP gibi, emperyalizm ve oligarşinin
2000'lerden itibaren başlattığı sistemin restorasyonu
sürecine ayak uyduramamıştır. Kendisini yaratan,
her dönem besleyen geçmişte kalmış olan paradigmanın
ve bununla bağlantılı tüm kurumsal yapıların değişim
gösterdiğini/göstereceğini ve buna uyum sağlaması
gerektiğini anlamaktan uzaktır. Düzen restore
edilirken, MHP dizginsiz Kürt düşmanlığı dışında
herhangi bir politika üretememiştir. Diğer bütün
iç ve dış sorunlara ilişkin söylemini de bu düşmanlık
üzerine inşa etmiş ve zaman zaman emperyalist
güçler için can sıkıcı olan kulvarlara değin savrulabilmiştir.
Restorasyonun bir parçası olarak gündeme gelen
geçmiş paradigmanın kadrolarını (Ergenekoncular
vb.) savunma konusunda da kendisini zorlayacak
tutumlar alabilmiştir. Hiç kuşkusuz, MHP'nin devletteki
değişim sürecini bir bütün olarak görmediği söylenemez.
2000'lerden sonra ideolojik hattındaki ırkçı söylemi
yumuşatması, Ergenekon operasyonlarında çok aktif
bir karşı koyuş içinde olmaması, AKP'nin genel
politikalarına ve devletin Kürt hareketine karşı
politikalarına ilişkin sert bir çizgi izlememesi,
daha çok dikkatli bir bekle-gör politikasını esas
alması, vb. bağlamında MHP'nin devletin restorasyonu
sürecini genel hatlarıyla kabul etmese de, CHP
kadar açık bir çatışmaya girmediğini, kararsızlık
gösterdiğini ve restorasyon sürecindeki rolünü
anlamaya çalıştığını söyleyebiliriz. Fakat emperyalizm
ve oligarşi açısından bu tablo yetersizdir. MHP'nin
kararsız ve dengesiz duruşu, genel olarak restorasyon
sürecine karşı tutumu, emperyalizm ve oligarşi
açısından törpülenmesi ve en azından bu aşamada
sınırlanması gerektiğini göstermiştir.
Kısacası,
seçim öncesinde burjuva kalemşörlerin bir bölümünün
iddia ettiği gibi, MHP'nin tasfiyesi değil, esas
olarak sınırlanması ve hizaya sokulması hedeflenmiştir.
AKP bu doğrultuda inisiyatif alarak MHP'nin faşist
söylemini çalmış, Kürt düşmanlığı ve şehit edebiyatını
ondan daha yüksek perdeden ifade ederek, onun
bu temelde geliştirdiği muhalefet zeminini daraltmış
ve "pornografik politikacılık"ın Baykal'dan
sonraki ikinci perdesi hemen seçim öncesinde MHP
için sahneye konularak pratik politika zeminine
ağır bir darbe vurulmuştur. AKP, bu yolla MHP
tabanının bir bölümünü yanına çekerek ve daha
da iyisi MHP'yi en azından bu dönem barajın altına
iterek, anayasa değişikliği için gerekli olan
milletvekili sayısına ulaşmayı hedeflemiştir.
Bütün
bu gelişmelere rağmen MHP seçimlerden beklendiği
gibi büyük bir darbe almadan çıkabilmiştir. Milletvekili
sayısında ciddi bir düşüş olmasına karşın, oylarındaki
düşüşün çok sınırlı kalmasının gösterdiği gibi
kitle tabanında çok büyük bir kayıp yaşamamıştır.
Neden?
Çünkü MHP belki bir dönem için seçim barajının
altına itilip meclis dışında bırakılabilir, ancak
oligarşi açısından tasfiyesi söz konusu olamaz.
Kaldı ki, seçim barajının altında da kalmamıştır.
MHP, her ne kadar hem politik, hem de örgütsel
olarak ciddi bir zemin kaybı yaşamış olsa da,
ideolojik bir partidir. Türk ırkçılığına dayanan
bu ideoloji, bir yanıyla TC'nin temel harçlarından
biridir, bir yanıyla da Türkiye'nin en temel politik
problemlerinden biri olan Kürt sorununda en uç
ve en önemli argümanları içinde taşımaktadır.
Elli yıldır emperyalizmin ve oligarşinin doğrudan
örgütlediği bu partinin politik etki alanının
bir anda, üstelik de muhalefetteyken ve Kürt sorunu
bu denli politik gündemi işgal etmişken büyük
ölçüde zayıflamasını beklemek anlamlı değildir.
Emperyalizm
ve oligarşi MHP'den asla vazgeçmeyecektir. MHP,
oligarşi için her dönem gerekli olan partidir.
Seçim sürecinde özellikle "pornografik politikacılık"la
MHP'ye yeterli bir ders verilmiştir. Hizaya çekilmiştir.
Seçim sonrasında kendisine karşı emperyalist güçlerle
birlikte kaset komplosunu hazırlayan AKP'ye en
sıcak mesajları veren partinin MHP olması, onun
seçim öncesinde kendisine verilen mesajı az-çok
anladığını göstermiştir.
Kürt
Ulusal Hareketinin Seçim Başarısı
Seçimlerin
AKP ile birlikte ikinci galibi, hatta asıl galibi
BDP'nin gövdesini (ve daha birçok şeyini) oluşturduğu
Emek, Özgürlük ve Demokrasi Blok'udur diyebiliriz.
Bu
bağlamda, daha baştan bir noktayı netleştirmek
gerekiyor; seçim başarısı bağlamında Blok tanımlaması
kısmen yanıltıcı bir işleve sahiptir. Değişik
Kürt hareketlerinin, sol ve devrimci çevrelerin
içinde yer almasına veya Devrimci Sosyalist Hareketimiz
dahil bazı devrimci ve sol yapıların "dıştan"
destek sunmasına rağmen, Bloğun aldığı oylar ve
yürüttüğü seçim kampanyası asıl olarak yurtsever
hareketin siyasal pratiğinin ürünüdür. Dolayısıyla
Bloğun başarısından çok Kürt yurtsever hareketin
başarısından söz etmek daha doğru bir ifade olacaktır.
Kürt yurtsever hareketi ve BDP Kürdistan'da geniş
emekçi kesimleri ve kısmen orta sınıfları kendi
politikaları ekseninde saflaştırmayı başarmıştır.
Türkiye'de ise Kürt yoksullarının bir bölümü BDP
politikaları ekseninde, daha küçük bir sol ve
devrimci kitle ise Bloğun seçim bildirgesi temelinde
ortak adaylara yönelmiştir.
12
Haziran seçimleri yurtsever hareket ve BDP açısından
kendi açılımları için toplumsal desteği somutlaştırma
ve bir ittifaklar sistemi kurma seçimiydi. Kürdistan'da
2004 Haziran'ında farklı bir konseptle de olsa
yeniden başlatılan silahlı mücadele ve yeniden
yapılanma süreciyle birlikte artan, son üç yılda
ise ciddi bir ivme kazanan kitle desteğini seçimlerde
burjuva siyasi arenasında da somutlaştırarak Kürt
ulusunu temsil yeteneğine sahip tek güç olduğunu
göstermek ve Kürdistan da demokratik özerkliğin
inşası için adımlar atmak asli hedef durumundaydı.
Bunun yaratacağı güçle Demokratik Özerklik projesini
somut biçimde gündemleştirme, anayasa tartışmalarına
daha güçlü katılma, diğer Kürt yapıları ile işbirliğini
geliştirme, Türkiye sol ve devrimci hareketiyle
daha güçlü bağlar kurma gibi hedefler ise bunun
doğal uzantıları konumundaydı. Bloğun ana gücü
BDP bu projenin/hedefin arkasında ezilenlerin,
emekçilerin yegane varoluş koşulu olan direniş
yoluyla durarak başarısının yolunu açmıştır.
Yurtsever
hareket ve BDP seçim sonucu bağlamında hedefine
Blok aracılığıyla önemli ölçüde ulaşmıştır. Oylarını
ve milletvekili sayısını tahmin edilenin üzerinde
arttırmış, Blok temelinde Kürdistan'ın Kürt nüfusunun
ezici çoğunluğunu oluşturan kentlerinin bir çoğunda
yüzde elliyi aşan oranlarda oy almış veya oylarını
küçümsenemeyecek ölçüde çoğaltmış ve bugünkü konjonktürde
Kürtleri burjuva siyaset alanında da temsil etme
hakkına ve yeteneğine sahip yegane güç olduğunu
göstermiştir. AKP'nin politik ve toplumsal dayanaklar
bakımından çok açık ve net olarak geriletildiği
tek yer Kürdistan olmuştur. AKP, hem oy kaybetmiştir,
hem de Kürt sorunu bağlamında baştan dile getirdiği
iddialar noktasında kayba uğramıştır. Türkiye'de
büyük bir inisiyatif alanı kazanan AKP, büyük
iddia sahibi olduğu Kürdistan'da gerileyerek emperyalizm
ve oligarşi nezdinde en önemli argümanı olan "Kürt
ulusal hareketini din kardeşliği söylemi ve genel
politik etkim yoluyla ancak ben geriletebilirim"
iddiasını önemli ölçüde yitirmiştir. Kürdistan'da
kaybeden tabii ki, esasta TC olmuştur. Kürdistan'ın
Kürt nüfusu açısından TC ile olan siyasi bağın
çözülüşü, bu seçim sonuçlarıyla tescillenmiştir.
Sadece
bu değil, Blok siyaseti yoluyla legal alanda faaliyet
gösteren diğer iki Kürt partisi de sürece eklemlenmiştir.
Bu yoldan, devletin böl/yönet politikasıyla üzerine
oynadığı/oynayacağı iki aktör pratik olarak bu
olumsuz eksenden kısmen çekilip alınmıştır. Bu
aktörlerden Şerafettin Elçi ve partisinin Irak
KDP'sinin politik uzantısı olduğu düşünüldüğünde,
Irak KDP'sinin de önümüzdeki dönemde şiddetlenecek
çatışmalı süreçte TC'nin basıncıyla, yurtsever
hareket ve BDP karşıtı tutum alması nispeten zorlaşmıştır.
Yurtsever hareket açısından Güney Kürdistan'da
konumlanmanın ve güney güçleriyle ilişkilerin
taşıdığı büyük önem düşünüldüğünde bu önemli bir
başarıdır. Dahası, seçim başarısı ve Kuzey Kürdistan'daki
diğer iki legal Kürt partisiyle kurulan ittifak
(Burkay'ın partisi bu sürece kendilerinin de açıkça
ifade ettiği gibi, Kürt halkının baskısı altında
kerhen dahil olmuştur. Fakat bu durum bile yurtsever
hareketin, bu tür güçleri frenleme gücünün ne
denli büyük olduğunu göstermektedir), yurtsever
hareketin Kürdistan'ın bütün parçalarındaki Kürt
halkı ve hareketleri nezdinde meşruiyetini de
ciddi biçimde perçinlemiştir. Böylece, Kürdistan'ı
paylaşmış olan tüm sömürgeci devletlerin özellikle
Irak KDP'si ve YNK üzerinden Kürt politik alanından
dışlamaya, en azından kıyıda tutmaya çalıştıkları
yurtsever hareket küçümsenemeyecek bir zemin kazanmıştır.
Bir kaç yıldır gündemde tutulan, ancak yurtsever
hareketin katılımının sömürgeci devletlerle sorun
yaratacağı düşüncesiyle ve başkaca birçok hesapla
sürekli ertelenen Kürt ulusal konferansının artık
yurtsever hareket olmadan olamayacağı da açığa
çıkmıştır. Seçimlerdeki başarı, dört parçadaki
Kürt siyasi alanında taktik ve stratejik ittifak
ve çatışma zeminlerini artık yurtsever hareket
lehine kaçınılmaz olarak farklılaştıracaktır.
Yurtsever
hareket ve BDP son seçimlerde sol'la yakınlaşma
politikasında ve alınan sonuçlar bağlamında bir
adım daha ilerlemiştir. Blok içinde sol ve devrimci
güçlerin bulunuşu yurtsever hareketin 2004 sonrası
konseptinden uzaklaşarak yeniden sol, emekten
yana bir politik çizgiye adım adım yaklaşmasının
doğrudan bir uzantısıdır. Öcalan'ın 1999'da TC'ye
teslim edilmesinin ardından girilen postmodern
reformist milliyetçi çizgi 2004'e kadar olabilecek
en sağ argümanlarla yürütüldü. Bu süreçte yurtsever
hareket yönünü emperyalizm ve diğer sistem içi
güçlere döndü. Bu süreç düz bir hat üzerinden
ilerlemedi, yurtsever hareket içinde yaşanan iç
mücadeleler kopuşlara kadar uzandı ve 2004 sonrası
bu çizgi adım adım sol argümanların ağır bastığı
bir eksene kaydı. Elbette bu, sorunsuz ve istikrarlı
gelişmedi. Güncel politik gelişmelerle, İmralı
ve Kandil arasındaki etkileşimin seyrine bağlı
olarak inişli çıkışlı, karmaşık, önceden belirlenmiş
bir konseptten uzak bir akış içinde biçimlendi.
2007'de ağırlıklı olarak sol liberallerle yaşanan
yakınlaşma, son iki-üç yılda sola daha açık bir
hal aldı. Tüm bunlar yurtsever hareketin marksizm
ile arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmadı. Halen
eklektik bir ideolojik çizgide, yer yer "demokratik
sosyalizm" (ki bu Marksizm dışı bir akımdır)
vurguları olsa da politik programı kapitalizmi
aşmayan, ulusal-halkçı bir yerde durmaktadır.
Hiç
kuşkusuz, politik-pratik olarak sola, devrimcilere
(bunun teorik-politik olarak Marksizm'e ve sosyalizme
olmadığını unutmamak gerekiyor) doğru bu yönelim
olumludur.
Blokun
başarısını önemli kılan faktörlerden biri de,
başta Kürdistan olmak üzere her yerde yaşanan
bütün faşist terör uygulamalarına rağmen bu başarının
kazanılmasıdır. Seçimden önceki 2 ay içinde 2500'ü
aşkın gözaltı ve yüzlerce tutuklama, YSK'nın seçim
oyunları ve engellemeler, demokratik çözüm çadırlarına
ve sokak gösterilerine dönük kimi zaman polis
linçlerine dönüşen saldırılar, vb. faşist terör
uygulamalarına rağmen yurtsever Kürt halkı temposu
düşmeyen bir dinamizmle militan kitlesel bir seçim
kampanyası yürütmüştür. Faşist saldırıların direnişle
karşılanması kitle desteğinin daha da büyümesini
sağlamıştır.
Bloğun
seçim başarısı oligarşinin Kürdistan'a dönük planlarını
çok net biçimde bozmuştur. Ve Kürt yurtsever hareketine
önüne koyduğu Demokratik Özerklik vb. açılımlar
için güçlü bir zemin sunmuştur. Kürt yurtsever
hareketi, oligarşinin 2008 Zap operasyonunu başarısızlığa
uğratarak kazandığı inisiyatifi koruyup büyüttüğünü
apaçık göstermiştir. Süreç bu zemin üzerinden
daha da karmaşıklaşarak, daha sert çatışmalarla
biçimlenecektir.
Fakat
diğer yandan bu seçim başarısının Türkiye ve Kürdistan'daki
sol, devrimci ve demokratik muhalefet açısından
sınırlarını da net biçimde görmek zorunludur.
Her şeyden önce, Kürdistan'da gerileyen AKP'nin,
Türkiye'de gerilediğinden asla söz edilemez, tersine
ilerlemiştir. Ve Bloğun ortaya çıkardığı gücün
AKP'yi (dolayısıyla oligarşiyi) genel olarak geriletecek
bir örgütsel, siyasal, pratik ve toplumsal odak
yarattığı, seçim başarısının bunu yaratabilecek
bir zemin olduğu iddiaları kesinlikle gerçekçi
değildir. Abartılıdır.
Sol
ve Devrimci Güçler; Sınırlı Etki
12
Eylül sürecinden bu yana geçen 31 yıllık süreçte,
90'lı yıllardan itibaren Kürt yurtsever hareketinin
seçim süreçlerine yaptığı etkili müdahaleler dışında
Türkiye devrimci hareketinin ya da Kürt ulusal
hareketinin diğer bileşenlerinin seçim süreçleri
karşısındaki konumunun herhangi pratik politik
olguyu etkileyebildiği söylenemez.
Sol
ve devrimci harekette yer alan bütün bileşenler
açısından bakıldığında onca genel ve yerel seçime
rağmen, bu bileşenlerden tek birinin anlamlı,
toplumsal ilişkilerde izler bırakan bir tek seçim
çalışmasını (seçimlere katılarak veya boykot ederek)
görmek mümkün değildir.
Seçim
rüzgarı gelir, herkesi önüne katar, yazılır çizilir,
politik tutumlar belirlenir, seçim kampanyaları
düzenlenir, adaylar gösterilir, boykot tutumları
alınır, şu ya da bu blok içinde yer alınır veya
destek verilir... Ancak bunun hemen hemen hiç
bir bileşen için anlamlı bir toplumsal etki yaratığı
söylenemez.
Son
seçim sonuçları ve devrimci ve sol güçler açısından
ortaya çıkan tablo esas olarak bu genel gidişatın
bir devamıdır. Bu yakıcı gerçeğin bir kez daha
çarpıcı biçimde ortaya çıkışıdır.
AKP'nin
son üç seçimde de oylarını arttırması gerek burjuva
siyaset cephesinde, gerekse düzen karşıtı devrimci
ve sol muhalefet cephesinde anlamlı bir muhalefetin/iktidar
alternatifinin geliştirilemediğini apaçık göstermektedir.
AKP'nin emekçi düşmanı ekonomik ve sosyal politikaları,
uluslararası politikada gösteri amaçlı çıkışları
dışında tutarsızlıkları ve emperyalizme kölelik
düzeyindeki bağımlılık politikaları ve devleti
oldukça gerici bir tarzda restore etme politika
ve pratiği orta yerde dururken oylarının artması,
yurtsever hareket dışında sol ve devrimci siyaset
cephesinde nasıl bir daralma ve çölleşme yaşandığını
da göstermektedir.
Hemen
bir kez daha belirtmek gerekiyor; Blok içinde
yer alan ya da Bloğu destekleyen hiç bir sol ve
devrimci yapı Bloğun başarısında kendisine özel
bir pay çıkarmaya kalkmamalıdır. Bloğun başarısı
asıl olarak yurtsever hareket ve BDP'nin başarısıdır.
Elbette her bileşen bazı katkılar sunmuşlardır.
Ancak bu katkılar asla nitelik belirleyici düzeyde
değildir. Blok içinde BDP'nin yer almaması durumunda
diğer bütün bileşenlerin ve destekleyenlerin hangi
biçim altında olursa olsun yapacağı çalışmanın
(aday gösterme ya da boykot) etki gücü ve oy bağlamında
somutlaştıracağı toplumsal desteğin ne olabileceği
samimi, dürüst biçimde düşünülürse bu gerçek açık
biçimde görülebilir.
Türkiye
devrimci ve sol hareketlerinin bir bölümünün Blok
çalışmasına katılması veya destek vermesi esas
olarak moral ve politik açıdan bir değer taşımaktadır.
Kürt ulusal hareketinin demokratik talepleriyle
dayanışma içinde olmak bu noktada özel bir yer
tutmaktadır. Dahası, Kürt ulusal hareketinin geliştirdiği
mücadeleyle, sol ve devrimci kanaldan ortak bir
yürüyüş gerçekleştirmek, TC sınırları içindeki
yegane halk hareketinin mücadelesiyle ortaklaşmak
bugün ve gelecek açısından yeni ve daha büyük
mücadeleler ve etkileşmeler için kapı aralayacak
bir gelişmedir.
Devrimci
sosyalist hareketimiz bu perspektiften hareketle,
düzen partilerine cepheden tavır alıp kendi programı
ile ortaya çıkmış ve bunun devamı olarak Blok
adaylarını destekleme kararı almıştır. Ancak bu
doğru karar veya Blok'un kazandığı başarı sol
ve devrimci harekete yazılamaz. Yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi bu başarı, tek tek örgütler düzeyinde
veya bu kararı alan örgütlerin toplam gücü bağlamında
anlamlı, toplumsal açıdan ciddi bir kanal açan
bir politik-pratik etkinlik düzeyine sahip olunduğu
anlamına gelmiyor. Blok'un başarısı bu örgütler
açısından, çok sınırlı bir etkiyi işaret eder
ve asıl tablosunun aşıldığı anlamına da gelmez.
Dayanışma tutumu olumlu bir etki yaratmıştır.
Ortak kanaldan yürümek seçim sürecinde sol bir
söylemi kısmen daha da güçlü kılmıştır. Kürt ulusal
hareketiyle daha gelişkin mücadele kanalları için
moral ve siyasal zemin daha da güçlenmiştir. Ancak
bu seçim süreci, Türkiye sol ve devrimci hareketlerinin
esas olarak kendi iç dinamiklerinden, zeminlerinden
kaynaklanan zayıflıkları aşmasını sağlayamamıştır,
sağlayamazdı da...
Son
bir nokta daha; Türkiye solunda (Blok içinde yer
alan ya da destekleyen yapılarda ve kısmen desteklemeyenlerde
de) Bloğun başarısını adeta bir teselli ödülü
gibi algılayanların tutumu da boş bir avuntudan
başka bir şey değildir. Bu tutum sol ve devrimci
güçlerin yaşadığı etkisizleşme, gerileme gerçeğini
görmeme çabasından başka bir anlam taşımaz.
Blok
dışındaki kalan veya ona açıkça destek vermeyen
sol ve devrimci hareketlerin durumu yaşanan gerileme/daralma
tablosunu çok daha açık biçimde göstermiştir.
Seçimlere bir biçimde katılan ya da katılmayan/katılamayan
sol partilerin seçim tablosu bu açıdan oldukça
ilginçtir ve amiyane deyişle ibret vericidir.
Sol
reformist politikanın merkezine oturmaya aday
olan TKP seçimlerdeki tüm büyük iddialarına rağmen
oy kaybına uğrayarak çıktı. Orta sınıf elitist
reformist solculuğun bu topraklarda hiç bir emek
hareketine, kitlesel mücadeleye/çıkışa öncülük
edemeyeceği, açıktır. Orta sınıf solcuları, ancak
devrimci güçleri yarattığı büyük dalgaların atmosferinden
yararlanarak zeminlerini büyütebilirler. Bunun
olmadığı koşullarda solun genel tablosunun dışına
çıkmaları mümkün değildir. TKP'nin başına gelende
budur. TKP'nin seçimin ardından yaptığı ve başarısızlığını
kabullendiği ilk açıklama bu gerçeğin kendi meşrebince
ifadesidir.
ÖDP,
Bloğa katılmayı ret etmiş ve parti olarak tek
başına seçime katılmayı tercih etmiştir. Ve seçime
katılmayı hedefleyen bir parti açısından komik
sayılabilecek hatalar nedeniyle seçime katılamamıştır.
Elbette burada esas olan oligarşinin engelleme
tutumudur. ÖDP'nin siyasal üslubunda son dönemde
yaşanan "sol"laşma muhtemelen bunun
ana nedenidir. Fakat ÖDP'nin seçime girmesini
engelleyen "eksiklikleri" kadar ilginç
olan, seçime katılımının engellenmesinin ardından
gösterdiği politik reflekstir. Blok adayları engellendiğinde
Kürdistan'da yaşanan serhildanlarla oligarşiye
geri adım attırıldı. ÖDP'nin böyle bir refleks
göstermesi elbette ne mümkündü, ne de beklenirdi.
Fakat en azından örgütlü olduğu bütün il ve ilçelerde
bütün güçlerini harekete geçirerek tepki göstermesi
beklenirken, kendi politikası bağlamında böylesi
önemli bir engellemeyi adeta yasak savma kabilinden
bir-iki küçük gösteri ve basın açıklamasıyla geçiştirmesi
aslında bu partinin pratik-politika bakımından
geldiği vahim noktayı göstermekteydi. Engelleme
adeta umurunda değildi. Dahası, tamam engellendi
ve seçime giremedi, ancak seçime hazırlanmış bir
partinin seçim arenası için yaptığı hazırlıkları,
kampanyayı en azından sürdürmesi beklenir. Bu
da olmadı. Kimi Blok adaylarına verdiği yarım
ağız destek dışında anlamlı tek bir politik refleksi
olmadı. ÖDP seçime katılımının engellenmesiyle
adeta rahatladı denilebilir. Kendi gerçeğiyle
yüzleşmeyecek... Daha doğrusu, kendilerinin bildiği
gerçeği herkes bilemeyecek, mağduriyet izahıyla
bu süreç atlatılacak... Bu seçim süreci, bir sol
çatı partisi olarak iflas eden ÖDP'nin, bir bölüm
eski DY geleneğinden gelen kadronun elinde de
anlamlı bir sol politik aktör olmayacağını, sahip
olduğu enerjinin hiçbir anlamlı politik sonuç
yaratamayacak denli tükendiğini apaçık göstermiştir.
Seçime
bağımsız adaylar üzerinden de olsa katılan bir
diğer parti ESP'dir. Blok tartışmalarına katılan,
sonra çekilen ve bağımsız adaylar gösteren, daha
sonra seçimlere katıldığı ve güçlü bir potansiyel
gördüğü bölgeler dışında Bloğu destekleyen ESP'nin
seçim faaliyetlerinin emekçi kitleler nezdinde
oy bağlamındaki sonuçları konusunda kesin ve güvenilir
bilgi yok. Daha doğrusu ESP, desteklediği adayların
ne kadar oy aldığını açıklamadı. (İnternet üzerinde
güvenilir sayılmayacak çeşitli veriler yayınlandı
ve bunlarda ESP'nin aday gösterdiği güçlü potansiyel
gördüğü sekiz bölgede 3 binin üzerinde oy aldığı
yazıldı.) Seçim öncesi dönemde ESP seçim çalışmalarının
oldukça iddialı ve etkili olduğunu açıklamaktaydı.
ESP seçim sonrasında yayınladığı ilk seçim değerlendirmesinde
ise kendi seçim çalışmasını sadece bir cümle ile
değerlendirdi. Koca metinde tek bir cümle... Ne
aldığı oyu açıkladı, ne çalışmasının toplam sonuçlarına
ilişkin özet de olsa bir değerlendirme yaptı.
Aslında sadece bu kadarı bile tablonun ne olduğunu
yeterince anlatıyor.
Devrimci
hareketlerin bir bölümü ise seçim sürecinde boykot
taktiğini esas aldı. Bu taktiğin Dersim'de Blok
adayının kaybetmesine katkıda bulunması dışında
hiç bir anlamlı sonucu olmamıştır. Elbette ki
Dersim'deki sonucun tek nedeni bu tutum değildir.
En azından milyonlarca Kürt emekçisinin geliştirdiği
ulusal demokratik mücadeleyle dayanışma içinde
olmak, gelişen şovenist dalgaya karşı durmak için
bile olsa (en azından Kürdistan'da ve seçimin
kritik olacağı belli olan Dersim'de) Blok adaylarını
desteklemek yerine, anlamlı bir politik-pratik
çalışmayla desteklenmeyen boykot taktiği esasen
politikasızlığın, etkisizleşmenin bir başka dışa
vurumu olmuştur.
Toplamda
ortaya çıkan panorama; Türkiye sol ve devrimci
hareketinin Türkiye siyasetinin merkezine müdahale
edebilecek politik-pratik güçten, örgütsel konumdan
ve dinamizmden yoksun olduğunu apaçık göstermektedir.
Bırakalım bunu, en sıradan demokratik mevzileri,
hatta kendi varlığını/mevcudunu koruma yeteneğini
ve dinamizmini de giderek yitirdiği ve moral açıdan
ciddi gerilemeler yaşadığı görülüyor. Küçük ilerlemeler-ciddi
gerilemeler denklemi sol ve devrimci hareketin
siyasal pratiğine damgasını vuran en temel özellik
durumuna gelmiştir.
Blok
çalışmasının içinde yer alan ve destekleyen güçlerin
kısmi bir moral kazanması söz konusudur. Ancak
bu gerçek zeminlere dayanmamaktadır. Yukarıda
da ifade ettiğimiz gibi, Blok çalışmasının seçim
başarısı olduğu kadarıyla esas olarak Kürt ulusal
hareketine aittir. Elbette Kürt ulusal hareketinin
başarısı da bir yanıyla Türkiye sol ve devrimci
hareketinin sahiplenmesi gereken bir başarıdır.
Ancak bu sahiplenme şovenizme karşı daha tutarlı
bir mücadele için dayanak olma ve bu başarıyı
hazırlayan politik-pratikten (ve esas olarak militan
direniş bağlamında) öğrenme noktasından geliştiği
ölçüde anlamlı olabilir.
Seçim
süreci ve önümüzdeki dönem açısından Türkiye sol
ve devrimci hareketi açısından kısmi olumlu öğelerden
biri de, Blok'un başarısıyla birlikte sol harekette
var olan sosyal-şoven yaklaşımların (özellikle
TKP ve ÖDP'de daha güçlü biçimde ifadesini bulan)
kısmen yumuşaması ve etki alanının zayıflamasıdır.
Bu tablonun ortaya çıkmasında BDP'nin pozitif
yaklaşımları da etkili olmuştur. Ancak kemalizmle
ciddi bir hesaplaşmaya girmeyen siyasi yapıların
böylesi tutumları istikrarlı bir çizgiye dönüşemez.
Önümüzdeki
Dönem:
Olası
Gelişmeler, Riskler, İmkanlar...
AKP,
Emperyalizm Ve Hedefler
Bir
kez daha belirtmek gerekiyor; Türkiye doğrudan
ABD emperyalizmi ve NATO tarafından önüne konulan
ve dolu dizgin yaşanan yeni bir paradigma ekseninde
devletin ve toplumun yeniden yapılandırıldığı
bir süreci yaşıyor. AKP tümüyle bir ABD ve NATO
mamülatıdır ve bu sürecin temel aktörüdür, hegemon
gücüdür. Hiç kuşkusuz, bu süreç iç dinamiklerden
yoksun ve tümüyle emperyalistler tarafından dayatılmış
bir süreç değildir. İç dinamikler bağlamında işbirlikçi-tekelci
sermaye merkezde olmak üzere, bununla uyumlu ve
tekelleşme süreci yaşayan büyük ve orta sermayeye
dayanma; buna uygun biçimde sadece burjuva yaşam
değil, İslamcı-muhafazakar yaşamın harmanlandığı
bir kültürel iklim önemli rol oynamaktadır.
Önümüzdeki
süreç bu yeniden yapılandırma sürecinin en kritik
aşaması olacaktır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi,
AKP bu süreçte atacağı temel adımların ana başlıklarını
seçim kampanyasında programlaştırarak ortaya koymuştur.
Yeni
bir anayasa yoluyla, halen uygulanmakta olan bu
paradigmanın burjuva sistemin başat hukuki belgesinin
temeline yerleştirilmesi hedeflenecektir. Bu bağlamda,
yeni anayasa burjuva demokrasisinin en geri düzeyde
bile olsa ifadesi olmayacak, neoliberal sömürü
için yeni alanlar açacaktır. Yeni-sömürge Türkiye'nin;
a)
Daha esnek, birçok biçimsel engelin ortadan kaldırılarak
yönetileceği,
b)
Yeni sömürge üzerinde biçim alan sömürge tipi
faşizmin, işaret ettiğimiz yeniden yapılanma temelinde,
polis-yargı ekseninde yeniden kurumsallaşacağı,
buna bağlı olarak düzen içi muhalefetin yeniden
biçimleneceği, düzen dışı halk muhalefetinin yeni
saldırı dalgalarıyla budanmak istendiği, bunun
hukuki ve polisiye altyapısı oluşturularak tüm
pürüzlerin ortadan kaldırılacağı,
c)
Bu yeniden yapılanmaya uygun olarak ordunun politik
alandaki ve iç güvenlikteki rolünün kısmen daha
geri bir pozisyona çekileceği,
d)
Burjuva kültürel iklimin "dinci- muhafazakar"
sosyo-kültürel iklim ile harmanlanıp tüm yaşam
ilişkilerine egemen olmasının yolunun açılacağı,
e)
Devletin kimliğini oluşturan öğelerden "Türk
ve Sünni" öğelerinin görünüşte yumuşatılacağı,
ancak hukuken ve pratik olarak başat olmayı sürdüreceği
bir anayasa gündemdedir.
Hiç
kuşkusuz, anayasa tartışmaları "ileri"
demokrasi yalanları ekseninde yürütülmeye çalışılacaktır.
Başkanlık
sistemi veya yarı-başkanlık sistemi de, AKP'nin
ve RT Erdoğan'ı en az 10-15 yıl daha ülkeyi deyim
yerindeyse tek parti, tek adam olarak yönetmesinin
ve yasama ve yargının denetiminin tümüyle ele
geçirilmesinin, devletin yeni paradigmaya uygun
olarak düzenlenmesinin ana araçlarından biri olarak
gündemdedir. Mümkün olursa bu adım yeni anayasaya
da eklenecektir.
Devlet
kanalıyla rant dağıtımının bu dönemde AKP tarafından
tümüyle denetim altına alınmaya çalışılacağı açıktır.
Bu noktada, kendisini destekleyen paradigmasının
arkasında duran tekeller lehine düzenlemelerin
ve uygulamaların doludizgin gerçekleştirilmesi
temel hedefi olacaktır.
Tarikatlar...
Blok oy sağlayan, sürekli biat/kulluk kültürü
üreten, sınıf çelişkilerini ve diğer toplumsal
çatışma dinamiklerini örterek toplumun denetimini
ve manipüle edilmesini kolaylaştıran, dinci muhafazakar
sosyo-kültürel atmosferin en önemli taşıyıcısı
konumunda olan, rant dağıtımının düzenlenmesinde
önemli rol oynayan tarikatların, (özellikle de
Gülen tarikatının) toplumsal rolünün arttırılması
AKP'nin en temel hedeflerinden biri olacaktır.
AKP'nin gündemleştirdiği ve emperyalizmin vermiş
olduğu yeni role uygun olan "yeni-Osmanlıcılık"
söylemi sadece Ortadoğu'ya dönük politikaların
ifadesi değildir. Aynı zamanda Osmanlı'daki sosyo-kültürel
ve toplumsal yapıların da mümkün olan her biçiminin
toplumsal dokuya yedirilmesi hedefinin de ifadesidir.
Tarikatların toplumsal yapının en temel bileşenlerinden
biri haline getirilmesi hedefi bu söylemle de
bir arka plan bulmaktadır.
Kürt
ulusu ve diğer ulusal topluluklara ve Alevilere
dönük "açılım" politikaları yeni anayasa
içine tıkıştırılarak nihai sonuçlarına ulaştırılmaya
çalışılacaktır. Bunların mevcut statükolarını
temelinden değiştirecek geri bir burjuva demokrasisini
yeniden yapılandıracak düzeyde olmayacağı, "tek
ülke, tek bayrak, tek vatan" afra tafralarıyla
ve aşırı şoven söylemlerle net biçimde gösterilmiştir.
Alevilere dönük saldırganlık da değişik düzeylerde
sürekli tekrarlanmıştır. Son birkaç yılda ortaya
konulan sözde "yumuşama" politikasının
biraz allanıp pullanması dışında atacakları bir
adım söz konusu değildir. Özellikle Kürt ulusal
hareketine dönük olarak bir yandan ezme politikası,
bir yandan da kimi sözde "yumuşama"
söylemleriyle onu pasifize etme ve süreci yayarak
çürütme politikası yan yana sürdürülmeye çalışılacaktır.
Son süreçte artan saldırılar ve Güney Kürdistan'a
dönük kara harekatı hedefi, yeni KCK operasyonları,
Öcalan'a yönelik tecrit politikası işin şiddet
ayağının devreye sokulduğunu gösteriyor. Yurtsever
hareketi zayıf düşürme ve en geri kırıntılarla
düzen içine çekmenin en temel adımı olarak onun
askeri güçlerinin ve politik kanallarının ciddi
biçimde zayıflatılması hedefleniyor. İran'la yapılan
işbirliği, ABD'nin tam desteği vb. bu akılsız
plana ciddi biçimde inandıklarını gösteriyor.
Aslında bu yolu bir kez daha denemek dışında fazla
seçenekleri de bulunmuyor. Kürt sorununda sınırlı
demokratik bir çözüm bile, milliyetçilik yarışında
inisiyatifin kaybedilmesi ve dahası pek çok toplumsal
kesimden demokratik taleplerin patlamasına neden
olabilir ve statükoda çok daha büyük değişimlerin
önünü açabilir. Bu ise ABD emperyalizmi ve AKP'nin
öngördüğü planlara uymaz. Dolayısıyla yoğun saldırı-ciddi
zayıflatma-en geri kırıntılara iknaya zorlama
denklemi bir kez daha denenecektir.
Sol
ve devrimci hareketi bekleyen ise hükümet-polis-yargı
şeytan üçgenin içinde boğma politikası olacaktır.
Legal hareketi dahi keyfi tutuklama ve sokak terörü
yoluyla sokağa çıkamaz, hiç bir düzeyde kendini
ifade edemez hale getirme temel amaç olacaktır.
Kevser Mızrak tutuklamaları ile başlayıp, Hopa
tutuklamalarıyla boyutlanan pilot uygulamalar
giderek genelleştirilecek, deyim yerindeyse "daha
da düşük yoğunluklu demokrasi(!)"nin çerçevesi,
iyice daraltılacaktır.
Ordu-CHP
zincirinden oluşan düzen içi muhalefet zinciri
önemli yara almıştır. CHP'ye emperyalistler eliyle
yeniden biçim kazandırılmaya çalışılmaktadır;
ama bu konudaki veriler çok güçlü değildir. Ordu
ise emperyalistlerden destek alamadığı ölçüde
elindeki en ileri silah olan darbe seçeneğini
uygulayamadığı, komuta düzeyi ABD eliyle ehlileştirildiği
için, son iki YAŞ kararlarında da görüldüğü gibi
geri bir noktaya düşmüş, AKP ile uyumlu bir süreç
başlamıştır.
TC'nin
emperyalist planlardaki uluslararası rolü açık
biçimde Ortadoğu'da belirginleştirilmektedir.
Bu bağlamda, ABD emperyalizminin "eksen ülkeler"
politikasına uygun olarak, TC'nin Ortadoğu'da
özellikle ABD emperyalizminin koçbaşı olarak politik
açıdan oldukça saldırgan ve askeri olarak aktif
roller alması kesinlikle planlamalar içindedir.
Son süreçte Suriye'ye dönük saldırı planları,
İran, Rusya ve Çin'e dönük Füze Kalkanı projesinde
gösterilen gönüllülük askeri alanda alınacak roller
açısından önümüzdeki dönemdeki ilk temel adımları
oluşturuyor. İsrail'le giderek adeta ilkokul müsamerelerine
dönüşen gerilim politikası esas olarak Ortadoğu'da
oynanmak istenen bu saldırgan rolü, halkların
gözünde yumuşatmaya dönük bir manevradır. Tabii,
bunun yanı sıra, İsrail'in yeniden biçimlendirilen
Ortadoğu'daki rolünü kısmen azaltma, "yeni-Osmanlı"
afra tafralarıyla emperyalizmin bekçiliği rolünü
İsrail'den kısmen çalma çabası da söz konusudur.
AKP
bu politik zeminlerden hareketle kendini devletleştirmek,
devletin merkezi kurumu haline getirmek istiyor.
AKP'nin
emperyalizmle tam bir mutabakat içinde belirlediği,
önümüzdeki döneme ilişkin politik ve toplumsal
hedefleri bunlardır.
Sınırına
Varmış "Zafer" Ve Çelişki Alanları
Emperyalizm
ve AKP'nin önümüzdeki döneme ilişkin plan ve hedefi
bu... Ancak her plan gibi, bu plan ve hedefler
de kendi içinde bir dizi handikabı taşıyor ve
bunlar AKP'nin sınırlarını çiziyor.
AKP'nin
özellikle içe dönük düzenlemeleri açısından Haziran
seçimleri belirleyici bir öneme sahipti ve "zafer"
kazandı. Ancak bu "zafer" aynı zamanda
onun sınırıdır da...
12
Haziran seçimleriyle AKP yükselişinin doruğuna
varmıştır. Artık AKP için bir yükseliş zemini
olmadığı gibi, yaptığı her hata, her başarısızlık
toplumsal tabanının az ya da çok daralması anlamına
gelecektir. Bütün veriler bu durumu apaçık göstermektedir.
Bunların başlıcalarını açarsak;
Dış
politika alanıyla, AKP'nin son aylarda oldukça
öne çıkardığı alanla başlayalım. Türkiye'nin emperyalist
kapitalist dünya sistemi içindeki rolü esas olarak
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)'la somutlaştırılmıştır.
Ortadoğu'da başta ABD emperyalizmi olmak üzere
emperyalistlerin geliştirmek istediği yeni düzenlemelerin
en önemli aktörlerinden biri Türkiye'dir. Radikal
İslam'a karşı sözde batılı demokratik değerlere
bağlı ılımlı İslam'ı esas alan, böylece dinci
temelde gelişen muhalefete karşı, onlarla benzer
söylemleri kullanarak karşı odak yaratan, neoliberal
politikalara tamamen biat eden ve böylece henüz
bu politikalara uyum sağlayamamış ve bu nedenle
emperyalist-kapitalist dünya sisteme rahatsızlık
yaratan bölge ülkelerine karşı alternatif ve örnek
oluşturan, askeri açıdan bölgede aktif bir Türkiye'dir
istenen. ABD emperyalizminin dünya çapında bölgesel
denetim ağları kurma projesinde, Ortadoğu için
"eksen ülke" olarak seçilen ülkelerden
biridir. AKP, emperyalizmin belirlediği bu rolü,
"yeni-Osmanlıcılık" olarak tanımladığı
emperyal söylemiyle kendi meşrebince Türkçeye
tercüme ediyor.
2006
Lübnan savaşında ilk kez bir yenilgi yaşayan,
Filistin'de yaptığı katliamlarla iyice yıpranan
İsrail sopasının yanında, yeni ve atak bir güç
olarak bölgede devreye giriyor Türkiye oligarşisi.
Bölgenin diğer büyük ülkeleri Suudi Arabistan
ve Mısır'ın hali harap olduğu ve emperyalizm bu
ülkelerde kapsamlı değişimleri arzuladığı için
bu ülkelerin en azından bu dönemde benzer bir
rol üstlenmesi beklenemezdi. Türkiye için sahne
kurulmuştur. Senaryonun en önemli aktörü, İsrail'e
diklenen, Arap ülkelerinin hamiliğine soyunmuş,
batıyla ilişkileri iyi, bölgenin gericilik eksenli
toplumsal değerlerinin cisimleştiği İslam'la çatışmayan
"büyük ve güçlü" Türkiye olacaktır.
Bölge ülkelerinin halklarının gözü ve umudu Türkiye'ye
ve AKP'ye çevrilecektir. Füze kalkanı, Suriye'ye
saldırı ve işgal, ordunun bölgesel saldırılarda
daha yoğun biçimde kullanılması vb. bu dış siyaset
zincirinin birbirini tamamlayan diğer halkalarını
oluşturuyor.
İsrail'e
diklenme bu senaryoda önemli bir yere sahip. Şu
ya da bu sorundan hareketle İsrail'e çıkışlar
yapmak hem Ortadoğu halklarının yönünü "ılımlı
İslam" modeline çekmek, hem de Ortadoğu'da
politik önderlik rolünü kazanmak için olmazsa
olmaz koşullardan biri. İkincisi, bu diklenmelerin
arka planında İsrail'i koruma hedefi bulunuyor.
Bu
hedeflere nasıl ulaşılacak?
Her
şeyden önce, bu diklenmeler hiç bir zaman İsrail'i
ciddi biçimde zora sokacak, onun hem uluslararası
hem de bölgedeki konumunu siyasal açıdan sarsacak,
moral açıdan ciddi biçimde zayıflatacak düzeye
vardırılmayacaktır, vardırılamaz. Buna her şeyden
önce, Türkiye'nin bölgedeki rolünü belirleyen
ABD asla izin vermez. (Zaten ABD politikasında
ciddi bir rolü olan ve Türkiye'yi pek çok konuda
destekleyen İsrail lobisi böyle bir tehlike görse,
AKP'ye unutamayacağı dersler çoktan verilirdi.)
Bu diklenmeler ancak, Arap devletlerinin İsrail
karşısındaki sinik tavrından nefret eden Arap
halklarının gönlünü fethetmeye, onları manipüle
etmeye yetecek ölçüde olmak zorundadır. Mavi Marmara
gemisindeki İsrail katliamının ardından tepkinin
özür ve tazminat isteme düzeyini aşmaması bunun
açık göstergesidir. İsrail'le askeri ve ekonomik
ilişkiler tıkır tıkır yürümektedir. (İsrail'le
diplomatik ilişkileri ikinci katip düzeyine çekme
tutumu ise komiktir. İsrail, görev süresi dolan
büyükelçisinin yerine yeni büyükelçi atamayarak
diplomatik ilişkileri daha geri bir düzeye çekme
adımını zaten çoktan atmıştır.) Ekonomisi ciddi
biçimde zorda olan İsrail'e ders vermek istense
yapılacak ilk iş ekonomik ilişkileri askıya almak
olur. Ancak böyle bir adımın sözü bile edilemez.
Öte yandan, bu diklenmelerle gerçekten Ortadoğu
halkları nezdinde siyasal ve moral önderlik kazanılması
durumunda, Türkiye'nin İsrail'le ilişki düzeyi
genel bir model haline gelebilecek, en azından
Arap ve Müslüman halkların İsrail düşmanlığı,
Türkiye'nin İsrail'e olan tepki ve ilişki düzeyine
çekilebilecektir. Türkiye'nin kurduğu ilişki düzeyi
genel olarak makul ilişki düzeyi olarak kabul
edilebilecektir. Peki, bu ilişki düzeyi nedir?
Siyasal, askeri, ekonomik ve kültürel ilişkilerin
iniş ve çıkışlara rağmen sürekli ve sıkı biçimde
var olması... Kısacası, Ortadoğu halkları bölgede
yaşanan büyük değişim sürecinde, İsrail'le ilişki
düzeyi bağlamında lafta "diklenelim"
ama ilişkiyi sürdürelim tutum ve söylemine alıştırılıyor.
İsrail'e yönelik radikal ve militan tepki bu düzeye
çekilmeye çalışılarak, aslında İsrail'in güvenliği
daha da sağlama alınıyor.
Dahası
var; Füze kalkanının radarları Türkiye'ye yerleştiriliyor.
Kimi kime karşı koruyacak bu kalkan? AKP, iç kamuoyuna
ve bölge halklarına karşı kıvırma, göz boyama
taktikleri ve söylemleri kullansa da, tüm emperyalistlerin
ağız birliğiyle ifade ettikleri gibi bu kalkanın
ilk elde bölgedeki hedefi İran'dır. (Füze kalkanı
elbette daha geniş hedeflere sahip. Orta ve uzun
vadede Çin ve Rusya'nın orta ve uzun menzilli
balistik füzelerinin etkisizleştirilmesi daha
önemli hedefleri oluşturuyor.) Peki, Füze Kalkanının
güncel hedefi olan İran'ın uzun menzilli füzelerinin
hedefi kimdir? Tabii ki, öncelikle İsrail'dir.
Kendi bölgesel rolünü ve İran'la yurtsever harekete
karşı ittifakını zora sokacağı için Füze Kalkanı
projesine katılımda gönülsüz olan Türkiye oligarşisi,
patronu ABD'nin isteklerine boyun eğmek zorunda
kalmıştır. Tüm Ortadoğu halkları, Füze Kalkanın
bölge açısından işlevinin İsrail'i korumak olduğunu
açık biçimde fark ediyor, biliyor.
Ortadoğu'daki
halk isyanları karşısında, başlangıçta sessiz
kalan, ABD'nin ağzına bakan AKP, ABD emperyalizmi
bu isyanları kontrol altına alabilmek için kendi
uşaklarını (Bin Ali, Mübarek, vb.) gözden çıkardığında
ise aslan kesilerek demokrasi şampiyonluğuna soyunmuştur.
Bu çiğ yaklaşımlar bölge halkları tarafından görülüyor.
AKP, Libya konusunda ise tam anlamıyla çuvallamıştır.
"NATO'nun Libya'da ne işi var" diyerek,
Libya'ya NATO saldırısına karşı çıkıyormuş gibi
görünen AKP, ABD ve diğer emperyalistler Libya'ya
saldırı kararı aldıklarında süt dökmüş kedi gibi
Libya saldırısına katılmıştır. Rolünü çok iyi
benimseniş olmalı ki, Suriye için Türkiye adeta
yerinde durmamakta, herkesten önce elini Suriye'ye
uzatmaktadır.
Sonuçta;
İsrail'e şov düzeyini aşmayan, aşması da mümkün
olmayan diklenmelerle Ortadoğu halklarına kendisini
büyük önder olarak sunan AKP ve Erdoğan'ın barutu,
bu şovun üzerinden daha bir yıl geçmeden tükenmeye
başlamıştır. Bölgedeki halk isyanlarında öncülük
yapanlar, ilerici, demokrat ve sosyalist aydınlar
Erdoğan'ın ve AKP'nin tutarsızlıklarını ve ABD
emperyalizminin bölgedeki yeni bir manipülasyon
aracı olduğunu açıkça ifade etmektedirler. Dahası,
İsrail'e karşı tavır noktasında, bölgede isyan
halindeki halklar şov çıkışları çoktan aşan pratikleri
geliştiriyorlar. Tayyip İsrail'e karşı diklenme
şovlarına devam ededursun, Mısırlılar Eylül ayı
başlarında İsrail büyükelçiliğini basıp işgal
ve tahrip ettiler bile... ABD'nin, TC'nin ve diğer
emperyalist ülkelerin isyanları "ılımlı İslam"
eksenine doğru manipüle etme çabalarına rağmen,
isyanlar temel demokratik talepler ekseninde gelişti
ve giderek bağımsızlıkçı, anti-siyonist karakter
de gelişiyor. Libya ve Suriye gibi ülkelerdeki
ajanlaşmış dinci militanların "ılımlı İslam"
söylemleri dışında, Tayyip diğer ülkelerdeki isyan
hareketlerinde kendisi için yol arkadaşları bulamıyor.
Bütün
bu gelişmeler, "ılımlı İslam", "yeni-Osmanlıcılık"
gibi iddialı politikaların Ortadoğu'da hareket
alanının daha şimdiden daralmaya başladığını,
AKP ve Tayyip'in Ortadoğu'da oynamak istediği
rolü oynamasının hiç de kolay olmadığını, mayanın
tutmasının şüpheli olacağını apaçık gösteriyor.
İç
Politika Cephesinde...
Burjuva
muhalefet alanında emperyalist güçlerin de taraf
olduğu, manipüle ettiği önemli ve sancılı süreçler
önümüzde durmaktadır.
Her
şeyden önce, AKP sağ seçmenden alacağı oyların
sınırına varmıştır. Bugün kendisi için en elverişli
zeminde bunu almıştır ve bunun ötesi yoktur. Sağda
MHP dışındaki diğer küçük partiler zaten en minimum
düzeye çekilmişlerdir. Saadet partisinin gücü
kemik ideolojik tabanı zeminine çekilmiştir ve
artık koparılacak fazla bir şey kalmamıştır. Diğer
partiler de az çok benzer bir konumdadır ve burjuva
siyasetin önemli aktörü değildirler.
MHP'den
(ki asıl büyük balıktır) "pornografik"
saldırılara rağmen neredeyse hiç bir şey kopartılamamıştır.
Fakat gereken dersi de almış gibi görünmektedir.
Bu noktada, MHP'nin önümüzdeki dönemde mevcut
tabloyu ciddi biçimde değiştirecek önemli gelişmeler
olmadığı sürece, politik arenada önemli inisiyatifler
üstlenmesini beklememek gerekiyor. Aldığı ders
gereği nispeten sinik, emperyalizm ve AKP'nin
planlarıyla uzlaşan bir tutum içinde olacak ve
kendini onarmakla uğraşacaktır. Ancak MHP, Kürdistan'daki
savaşın kızışması ve başarısızlıkların üst üste
binmesi durumunda AKP'nin kendisinden çaldığı
"milliyetçilik" rolünü en azgın faşist
söylemlerle yeniden ele geçirebilir ve AKP'ye
kayan oylarının bir kısmını yeniden geri alabilir.
Böylesi
bir hamle, aslında sağdaki tüm partiler için aşağı
yukarı geçerlidir.
İkinci
olarak, emperyalistler tarafından AKP'ye verilmiş,
her dönem için geçerli açık bir çek yoktur. Başta
ABD emperyalizmi olmak üzere, emperyalistler açısından
bugün AKP eliyle yürütülen paradigma ve düzenlemeler
desteklenmektedir, hatta bunların fikir babası
ve asıl planlayıcıları emperyalistlerdir; ama
buradan "her dönem AKP desteklenir"
sonucu çıkmaz. Elbette AKP bu süreci geriye dönüşsüz
tasarlamakta ve buna uygun bir altyapı oluşturmaya
çalışmaktadır. Ancak aşağıda göstereceğimiz gibi
bu kesinlikle oldukça kırılgan ve pek çok açıdan
tersine çevrilebilir bir süreçtir. Emperyalistler
açısından bunun böyle de olması gerekir. Emperyalistler
çok bildik bir deyişle, "tek at'a" oynamaz.
Her işbirlikçi yönetimin mutlaka alternatifinin
de olması gerekir. Dahası, günümüz dünyası, güç
ilişkilerinin ve dolayısıyla dünyanın dört bir
yanına emperyalist müdahale biçimlerinin oldukça
çeşitli, kaygan ve değişken olduğu bir dünyadır.
On yılları kapsayan mutlak planlamalar yoktur.
Genel hedefler var, evet, ama özellikle yeni-sömürgeler
dünyasını yönetmek için on yılları kapsayan ve
tek bir politik aktör üzerinden yürütülecek bir
planlama olanaksızdır. Ve onlar açısından bu çok
da gerekli değildir.
Tam
da bu nedenle, dünyanın en çatışmalı ve kritik
bölgesinde önemli bir potansiyeli taşıyan Türkiye
için tek at'a ve tek bir paradigmaya oynamak emperyalistler
açısından ne mümkün, ne de istenir bir şeydir.
CHP'deki
iç dönüşüm esas olarak bu nedenlerle emperyalistler
eliyle başlatılmış bir süreçtir. CHP, belki bu
aşamada ve bu haliyle emperyalistlerin ve oligarşinin
istediği kıvama henüz gelmedi. Fakat CHP'de iç
dönüşümün yolu açılmıştır. Kılıçdaroğlu'nun CHP
başkanlığına getirilmesi ve emperyalist politik
düzenlemelerin yeni biçimlerine biat ettirilmesi
bir başlangıçtır. Onun rolünü oynayamaması durumunda
bu süreç başkalarıyla devam edecektir. Emperyalist
mali sermayenin sözcüsü The Economist'in seçimler
öncesinde açıkça CHP oy verin demesi noktada bir
niyet ifadesidir. Bu açıklamanın CHP'ye tek bir
oy dahi getirmeyeceğini, hatta bir kısım oy kaybına
yol açabileceğini bile bile neden böyle açıklama
yaptılar? Bu açıklamanın hedefi, CHP'ye oy verilmesini
sağlamak ya da CHP'nin bugün iktidara gelmesini
istemekle ilgili değildir. Asıl mesele AKP'ye
sınırlarını anımsatan açık ve net bir uyarıdır.
Bu uyarı bugün çok güçlü değildir, ama AKP'ye
verilen bir mesajdır.
AKP'nin
kendisine biçilen rolü oynayamaması, ciddi başarısızlıklar
yaşaması, büyük ekonomik, sosyal ve siyasal kırılmalar
yaşanarak gerilemesi durumunda, emperyalistlerin
şimdiden hazırladıkları CHP'yi veya başkaca bir
politik aktörü öne çıkarması işten bile değildir.
AKP'nin önüne konulan ekonomik, sosyal, siyasal,
bölgesel hedeflerin, bu kez CHP eliyle ve "modern,
laik, sosyal" kılıflarla bezeli olarak sürdürülmesi
veya başkaca bir aktör aracılığıyla ve başkaca
söylemlerle devreye sokulması seçeneği emperyalizm
ve Türkiye oligarşisi tarafından hazırlanmaktadır.
Tunus ve Mısır örneği, en sağlam görünen iktidarların
bile alternatifinin hazırda tutulması gerektiğini
emperyalistlere bir kez daha göstermiştir.
CHP
de bu durumun farkındadır. Laiklik temelli muhalefet
CHP'nin başat söylemlerinden biri olmayı sürdürecektir.
AKP'nin günlük yaşama dayattığı muhafazakar sosyo-kültürel
atmosferin yaratacağı kırılmalar, Baykal dönemindeki
sert söylemlerle olmasa bile, laik-dinci çatışmasını
zaman zaman küllenen, zaman zaman alevlenen bir
noktada tutacaktır. Ancak CHP'nin muhalefetinin
içeriği geçmişteki gibi tümüyle laiklik söylemi
üzerinden ve emperyalist efendilerini rahatsız
eden tarzda olmayacaktır. Emperyalistlerle uyumlu
ve daha geniş bir konu yelpazesinde, özellikle
AKP'nin başarısızlıklarını, tutarsızlıklarını,
yolsuzlukları, vb. temelinde ve kimi zaman çok
daha sert biçimler kazanan tarzda sürecektir.
AKP'nin
gelişmesinin sınırını burjuva siyasal arenada
çizen öğelere bir de oligarşi içi çelişkileri
ekleyebiliriz. Ancak bu sınırı çizen faktörler
sadece diğer burjuva partilerin, oligarşinin geleneksel
kesimlerinin ve AKP'nin karşılıklı pozisyonları
değildir.
Bunlardan
daha önemlisi, başta işçi sınıfı, köylülük ve
diğer emekçi sınıflar olmak üzere, değişik sınıf
ve tabakaların, ulusal ve mezhepsel toplumsal
grupların, Kürt ulusal hareketi ve devrimci, sol
hareketin önümüzdeki süreçte emperyalizm ve AKP'nin
planları ve olası kritik gelişmeler karşısında
alacakları tutumdur. Emperyalizm ve AKP'nin gelişme
sınırını kesen çizgiler bu alanda vardır ve daha
gelişecektir.
Kürt
ulusal hareketi bu noktada güncel olan en önemli
faktördür. AKP'nin mevcut statükoyu sürdürebilmesi
ve sınırlı ölçülerde de olsa geliştirebilmesi,
kendisi için en iyi zemin olan mevcut koşullarda
bile Kürt ulusal sorunundaki gelişmelerle sıkı
sıkıya bağlantılıdır. Kürt ulusal hareketi bu
bağlamda kritik önemdedir. Yurtsever hareketi
oyalayarak çürütme politikasının sınırlarına vardığını,
son dönemdeki gelişmeler açıkça göstermektedir.
Kürt ulusu seçimlerde, BDP-DTK'nin üzerinde ortaklaştığı
"demokratik özerklik" politikasını onaylamıştır.
AKP Kürt ulusunun varlığını ve kimi temel ulusal
demokratik haklarını (ana dilde eğitim, anayasal
statünün tanınması, vb.) tanımadan, kırıntı politikalarıyla
sonuç alamaz. Yurtsever hareketin son aylarda
ortaya koyduğu eylem gücü ve Kürt halk kitlelerinin
sokak direnişi, son süreçte sıkça dillendirilen
Tamil modeli ezme, soykırım politikalarının sadece
vahşi hayaller olduğunu ortaya koymaktadır. Ekim
ayında meclisin açılmasından bir süre sonra gündemleşecek
olan Anayasa tartışmaları öncesinde Güney Kürdistan'daki
Medya Savunma Alanlarına yönelik bir kara harekatı
ile birleşik tarzda DTK ve BDP'ye yöneltilecek
operasyonlarla Kürt ulusal hareketinin ciddi biçimde
zayıflatılması ve tam bu noktada işbirlikçi Kürtlerin
öne çıkarılması ise gönüllerinden geçen ve en
reel gördükleri seçenektir. Bunu başarabildikleri
noktada, Kürt ulusal sorununa ilişkin kırıntı
söylemleri yeni anayasaya ekleyerek sorunu küllendirmeyi
hedeflemektedirler.
Bu
mümkün müdür? Hayır...
Birincisi,
böylesi bir büyük saldırı dalgasının askeri ayağını
TC ordusunun tek başına başarması şansı daha önceki
operasyonlarda, özellikle meşhur Zap operasyonunda
da görüldüğü gibi, yoktur.
İkincisi,
böylesi bir operasyonda, Kürdistan'ı paylaşmış
olan diğer 3 sömürgeci devletin de aktif desteğine
ihtiyaç vardır. Çünkü, yurtsever hareket bugün
sadece Türkiye'de değil, Kürdistan'ı paylaşmış
olan ve bölgenin en önemli ülkelerini oluşturan
İran, Suriye ve Irak Kürdistan'ında da örgütlüdür.
Buralardan her açıdan beslenmekte ve güçlü dayanaklara,
örgütlülüklere sahip bulunmaktadır. Bu devletlerin
de ikna edilip, yurtsever harekete karşı eş zamanlı
olarak çok sert bir savaşın içine sokulması, belirgin
bir başarı için zorunludur. Bu noktada, emperyalizm
ve oligarşinin hem bölgeye ilişkin planları, hem
de Türkiye'de sistemi yeniden dizayn etme planları
oldukça karmaşık ve çetrefilli bir yerdedir. İran
ve Suriye, oligarşi ve emperyalizmin Ortadoğu'nun
yeniden dizaynı planlarında düşman, yurtsever
hareketin bastırılması bağlamında ise müttefiktir.
Böylesi karmaşık bir düşman-müttefik denklemi
Türkiye oligarşisinin ABD emperyalizmiyle birlikte
soyunduğu "bölgesel gücü olma" planlarının
önündeki en büyük pratik engeldir. Yurtsever hareket,
bu planları hem Kuzey Kürdistan'da ortaya koyduğu
direnişle engellerken, hem de "düşman"
ülkelerdeki varlığıyla bu düşmanları oligarşi
için bir anda zoraki "dost" haline getirerek,
oligarşiyi ciddi bir açmaza sürüklemektedir.
Emperyalizm
ve AKP'nin ortaya çıkan bu ittifak ve çatışma
durumlarını nasıl uyumlu hale getireceği önlerinde
önemli bir sorun olarak durmaktadır. Bu noktada,
en aktif desteği aldığı İran'ın PJAK karşısındaki
başarısızlığı ve aslında yurtsever hareket ile
ateşkese açık olduğu daha şimdiden ortaya çıkmıştır.
Suriye kendi iç muhalefetiyle uğraşır ve TC'nin
açık işgal tehdidiyle karşı karşıya iken, böylesi
bir operasyona ciddi bir destek vermesi düşünülemez
bile. Irak merkezi hükümetinin desteği de ancak
sınırlı bir düzeyde kalacaktır. Güney Kürdistan'daki
Kürt yönetiminin ise yurtsever harekete savaş
açarak saldırması en azından şimdilik düşünülemez.
Sonuç
açıktır; TC'nin yurtsever hareketi ve legal Kürt
ulusal hareketini dört bir yandan kuşatma ve politik
güç olmaktan önemli ölçüde çıkartma politikasının
ve bu temelde gelişecek saldırıların ciddi bir
şansı yoktur. Bu saldırganlık büyük ve uzun bir
savaşa dönüştüğü ölçüde, AKP'nin emperyalist efendilerinin
kendisine bölgede biçtiği rolü oynamaktan da uzaklaşacağı
ve böylece onlar açısından da değer kaybına uğrayacağı
açıktır. Savaşta ordunun rolünü azaltan ve polisi
öne çıkarmayı, savaşın inisiyatifini tümüyle eline
almayı hedefleyen AKP'nin artık her askeri başarısızlıkta
orduyu beceriksizlikle suçlama şansı da olmayacak,
yaşanacak bütün başarısızlıkların faturası AKP'ye
kesilecektir. Dahası, savaşın ülke kaynaklarını
ciddi biçimde kemirmesinin ekonominin daha da
zayıflaması anlamına geleceği, bunun da tüm toplumsal
çelişkilerin giderek ivme kazanmasına neden olacağı,
faşist terörün AKP'ye destek veren Kürtlerin bir
bölümünü daha AKP'den koparacağı ve böylece AKP'nin
genel olarak ciddi bir zemin kaybına uğrayacağı
daha şimdiden söylenebilir. Kürt ulusal hareketine
dönük büyük bir savaş süreci sadece AKP'nin pozisyonunu
değil, tüm toplumsal dinamikleri ve çelişkileri
derinden etkileyecektir. AKP'nin "zaferi"yle
geriye çekilmiş olan tüm çelişki/çatışma alanları
ve aktörleri bir biçimde yeniden aktifleşecek
ve çatışmalı bir toplumsal atmosfer kaçınılmaz
hale gelecektir...
Aleviler
ezilen bir toplumsal inanç grubu olarak talepleriyle
önümüzdeki dönemin dinamiklerinden biri durumundadır.
Geleneksel olarak sol partileri destekleyen, devrimci
hareketi dostu ve bir parçası olarak algılamış
olan Alevi halk kesimlerinin son 30 yıl içinde
bu konumundan adım adım uzaklaştığı açıktır. Bunun
en temel nesnel nedeni, önemli bir bölümü yoksul
köylülerden oluşan ve kendi içinde sınıf farklılaşmasının
büyük olmadığı Alevilerin, son 30-40 yıllık süreçte
Türkiye ve Kürdistan'daki kapitalistleşmeye bağlı
olarak kentlileşmesi ve sınıf ayrımlarının Aleviler
içinde de hızla gelişmesidir. Büyük ve orta burjuvazinin
saflarına dahil olan Alevilerin küçümsenemeyecek
bir bölümü başta CHP olmak üzere düzen partileri
içinde sınıf çıkarlarını temsil etmeye çalışmışlardır.
Bu kesimler ekonomik konumlarını da kullanarak
Alevi kitlelerini bu partilerin kuyruğuna takmak
ve devrimci güçlerden uzaklaştırmak için hızla
örgütlenmiş ve ciddi adımlar atmışlardır. Devletin
öteden beri ajanlaştırdığı kimi Alevi dedeleri
de bu noktada Alevi burjuvazisiyle birlikte/iç
içe organize olmuşlardır. Bu noktada, bir yandan
Alevilerin asıl Müslümanlar oldukları savıyla
Aleviliği Sünnileştirme hedeflenirken, bir yandan
da tüm Alevilerin Türk olduğu teziyle de Alevileri
(özellikle Türk Alevileri) şovenizmin kuyruğuna
takma, Kürt alevilerde ise ulusal inkarı geliştirme
hedeflenmiştir. Böylece devletin geleneksel Türk-İslamcı
karakteri ve asimilasyoncu politikaları temelinde
Aleviliğin özünün tümüyle boşaltılması ve sisteme
yedeklenmesi, uzun vadede ise tasfiyesi hedeflenmiştir.
Bu politikaların küçümsenemeyecek başarılar elde
ettiği açıktır. Özellikle Türk Alevilerde, şovenizmin
çok ciddi biçimde etkili olduğu artık herkes tarafından
gözlemlenebilir bir olgudur. Öylesine acıdır ki,
Türk Alevilerin şimdilik az da olsa bir bölümü,
Alevi katliamlarının ve Alevi düşmanlığının baş
aktörü MHP'ye oy verebilmektedir. Kürt Alevilerde
ise Türk oldukları söylemi, genel olarak Kürt
ulusal sorununa karşı en azından dostça olmayan
bir yaklaşım az-çok geliştirilebilmiştir. Cemevlerinin
ve Alevi derneklerinin küçümsenemeyecek bir bölümünde
devrimcileri ve solu dışlama yaklaşımı giderek
daha fazla destek bulabilmektedir.
Oligarşinin
son iki yıl içinde Alevileri sistem içine dahil
etmeye dönük iki önemli atağı olmuştur. Bunlardan
birincisi, AKP'nin "Alevi açılımı"dır.
Aslında bu Alevileri Sünnileştirme, likide etme
ve bir miktar Alevi oyunu alma açılımından başka
bir anlam taşımıyordu. Bu noktada bile ciddi bir
plana sahip olmadıkları görüldü. Daha çok Alevileri
yoklamaya dönük bir adımdı ve sadece Alevi kökenli
burjuvazinin ve işbirlikçi kesimlerin ilgisini
topladı. Sonuç; sıfıra yakındır. Aleviliğin inanç
olarak tanınması ve en temel kurumları olan cemevlerine
statü verilmesi, diyanetin tasfiyesi vb. gibi
en temel taleplerin yanından bile geçilmemiştir.
Dolayısıyla bu göz boyama "açılımı"
başarısızlığa uğramış ve Alevilerden oy koparılamamıştır.
Alevilere dönük ikinci önemli atak Alevi kökenli
olan Kılıçdaroğlu'nun CHP'ye başkan yapılmasıdır.
Emperyalistler ve oligarşi bu yoldan en azından
Alevilerin geniş bir kesiminin geleneksel olarak
desteklediği CHP'nin bu konumunu daha sıkı biçimde
sürdürmesini, olası kopuşların engellenmesini
hedeflemiştir. Bunun yanı sıra, Kürt ulusal hareketinin
Alevi Kürtler içindeki etkinliğinin zayıflatılması
da hedeflenmiştir.
Bütün
bu faktörlere karşın, Oligarşinin Alevi inancını
tümüyle kazandığından, sisteme dahil edebildiğinden
söz edilemez. Her şeyden önce, yoksul Alevilerde
hala Aleviliğin isyancı karakteri, hümanist özellikleri
güçlüdür. Mızrağın çuvala sığmaması gibi, yoksulların
sahip çıktığı Alevi dinamikleri (Pir Sultanların,
Nesimilerin zulme karşı isyan geleneği, ezilenden
yoksuldan yana hümanist söylem, vb.) şovenizm
ve Sünni İslamın çuvalına sığdırılamamaktadır.
İkincisi, Alevi inancının statüsüne ilişkin hiç
bir ciddi ilerleme olmaması, bu noktadaki Alevi
taleplerinin karşılanmaması, Alevilere dönük dışlanmanın
sürmesiyle ve dinci sosyo-kültürel atmosferin
yoğunlaşmasının yarattığı kaygılar birleştiğinde
özellikle yoksul Aleviler ile sistem arasındaki
mesafeyi kapatmaya dönük manipülasyonların etkisi
zayıflamaktadır. Böylece geniş yoksul Alevi kitleleri
önemli bir toplumsal muhalefet dinamiği olmaya
devam etmektedir.
Yeni
anayasa tartışmaları Alevilerin inanç olarak tanınma
ve diğer inançsal gruplarla eşit haklara sahip
olma yönündeki taleplerini daha güçlü biçimde
dile getirmelerini beraberinde getirecektir. Bu
yöndeki temel taleplerinin kabul edilmeyeceğini,
ya da muğlak ifadelerle geçiştirileceğini şimdiden
söyleyebiliriz. Geçtiğimiz 2 Temmuz'da Sivas'ta
yaşanan polis saldırısı, bunun en açık kanıtlarından
biridir. Bu durum Alevileri sisteme bağlama yönündeki
çabaların işbirlikçi ve gerici karakterinin daha
açık görülmesini sağlayacak ve ilerici niteliklere
sahip Alevi muhalefetinin daha geniş bir hareket
alanı kazanmasının zeminleri oluşacaktır.
Sonuç
olarak; Alevi toplumsal dinamiğinin emperyalizm
ve AKP'nin hedeflerine bağlanması zemini oldukça
sınırlıdır. Bu hedeflerde Alevi inancına özgürlük
ve eşitlik yoktur, dolayısıyla bu planlara Alevilerden
verilecek güçlü bir destek de yoktur. Aleviler
arasında gelişen gerici dincileşme (Sünnileşme)
ve Türk Alevilerde gelişen şovenizm de ancak bu
çelişkilerin ve mücadelelerin gelişmesine bağlı
olarak zayıflatılabilir. Esas olarak da genel
toplumsal muhalefetin gelişmesine bağlı olarak,
Alevi muhalefeti de daha dinamik hale gelecektir.
İşçi
sınıfının, emekçilerin ve yoksulların büyük bir
çoğunluğu burjuva partileri, işbirlikçi sendikalar,
tarikatlar vb. ekseninde esas olarak oligarşinin
politikalarına bağlanmış durumdadır. Devrimci
ve sol güçlerin, sınıf sendikacılığının işçi sınıfı
ve emekçi kitleler içinde ciddi bir güç olduğundan
söz edilemez. Sol ve devrimci güçler ile işçi
ve emekçi sınıflar arasında uzun yıllara dayalı
bir mesafe vardır. AKP, "dilencilik politikaları"
ekseninde onur kırıcı kırıntı dağıtımı yoluyla,
sağlık ve emeklilik alanında orta ve uzun vadede
yıkıcı etkileri olacak, ancak kısa vadede göz
boyayan uygulamalarla, tarikatlar ve dinci sosyo-kültürel
atmosferin geliştirilmesi yoluyla yaygınlaşan
biat ve tevekkül kültürüyle işçi ve emekçilerin
önemli bir bölümünü kendine yedeklemiş durumdadır.
Öyle bir sendika düşünün ki, hiçbir sınıfsal faaliyet
göstermemiş ama AKP iktidarı sürecinde üye sayısını
kat be kat artırmıştır. CHP, işbirlikçi, statükocu
sendika yönetimlerinin desteğiyle, sahte sol söylemlerle,
Alevi emekçilerin geleneksel desteğiyle işçi ve
emekçi kesimlerinin bir kısmını düzene bağlamaktadır.
MHP ise en geri kesimleri artan milliyetçilik
temelinde düzene bağlamaktadır.
İşçi
sınıfı ve yoksul halk kesimleri bu sahte ve yanıltıcı
bağlarla düzene bağlanırken; sayıca az da olsa
bugün buna karşı direnenler de vardır. Düzene,
sömürüye, haksız uygulamalara karşı kendi talepleri
için mücadele eden, çok farklı kesimlerin dağınık
durumdaki tepkileri, çok seyrek olarak ülke gündemine
girebilmektedir. Ancak işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin
örgütlülük düzeyi düşüktür. Yapılan tüm istatistiklerde,
anketlerde, halka sorulan "ülkenin en önemli
sorunu nedir?" sorusuna verilen yanıt büyük
çoğunlukla işsizlik olmaktadır. AKP hükümeti işsizlik
sorununda ciddi hiç bir adım atmamış olmasına,
hatta işsizleri "asalak" biçiminde aşağılamasına
rağmen, ülkenin geliştiği düşüncesi de aynı ölçüde
emekçilere hakimdir. İşsizlik ve yoksulluk derinleşir,
gelir uçurumu dünya rekorları kırarken, yapay,
tümüyle manipülasyona, günü kurtarmaya dayanan
bir iyimserlik atmosferi "gelişiyoruz, büyüyoruz"
yalanlarıyla egemen kılınabilmektedir. Bu manipülasyonun
bir ürünü olarak yapılan istatistikler Türkiye
halkının küçümsenemeyecek bir bölümünün "mutlu"
olduğunu söylemektedir. İşsiz, yoksul ama "mutlu",
çocukları işsizlik, eğitimsizlik, uyuşturucu,
fuhuş batağında ama "mutlu". AVM'lerin
"shop"larının parlak ışıklarıyla, yükselen
büyük ve lüks burjuva semtlerinin gösterişli havasıyla
büyülenen, kırıntı denemeyecek kadar küçük ücretlere
talim eden işçi sınıfı ve emekçiler tümüyle kendi
gerçeklerinden, ülke ve dünya gerçeklerinden koparılmaya
çalışılmaktadır.
Türkiye
ekonomisinin kritik önem taşıyan kimi parametrelerine
kısa bir bakış bile aslında ülkenin ve emekçilerin
nasıl bir uçurumun kıyısında olunduğunu açıkça
gösteriyor.
Geçtiğimiz
aylarda ulusal gelirin 2011'in ikinci çeyreğinde
yüzde 8.8 arttığı ve bunun dünyada Çin'den sonraki
ikinci büyük büyüme rakamı olduğu ilan edildi.
Emperyalist ülkelerde krizin ikinci büyük dalgası
olanca hızıyla yaşanırken, Türkiye'nin adeta coştuğundan
söz ediliyordu. Peki, bu nasıl gerçekleşmektedir?
Yoksa bilmediğimiz bir zamanda, farkına varmadığımız
bir biçimde Türkiye, ABD ve Avrupa'dan daha güçlü
ve daha zengin bir ekonomiye mi sahip oldu? Ortada
sihirli bir el mi dolaşmaktadır?
Elbette,
değil... Büyüme rakamı biraz abartılı olabilir
ama tamam, öyle diyelim. Peki diğer veriler neyi
göstermektedir? Türkiye nasıl büyümüştür? En kritik
gösterge Türkiye'nin borçlanmasıdır. Türkiye "yüksek
faiz, düşük kur" politikasıyla, yani sanayiyi
adeta çökerten politikalarla, yüksek faizler ödeyerek
ağırlıklı olarak emperyalist finans kurumlarına
borçlanıyor ve borçlanılan kaynaklar özel yatırıma
akıtılarak "büyüyor". Türkiye'ye yabancı
sermaye girişinin yavaşladığı 2008-2009'daki genişçe
bir dönemde ekonomi ciddi biçimde (yüzde 5) küçüldü.
2010'da sermaye girişlerinin hızlanmasıyla yeniden
"büyümeye" başladı. Bu süreç devam etmektedir.
2011'in ilk çeyreğinde 26.4, ikinci çeyreğinde
ise 29.8 milyar dolar net yabancı sermaye girişi
olmuştur. Bunların küçümsenemeyecek bir bölümü
kısa vadeli ve kayıt dışıdır. Gelen sıcak paradır
ve kısa vadelidir, yani en tehlikeli borçlanma
türüdür... Büyüme rekoru kırıldığı söylenen yılın
ikinci çeyreğinde ihracat artışı ise sadece yüzde
0.2'dir. Türkiye sanayinin ihracat ağırlıklı olduğu,
ihracatın ise sanayi ağırlıklı olduğu düşünüldüğünde,
aslında Türkiye sanayinin "büyüyemeyen"
tablosu net biçimde açığa çıkıyor. (Yılın ilk
çeyreğinde ihracat artışı yüzde 8.3 iken, bunun,
ikinci çeyrekte sert biçimde düşerek yüzde 0.2'ye
inmesi, Türkiye sanayinin ne denli kırılgan ve
istikrarsız olduğunu da göstermektedir.) Demek
ki, "rekor büyüme" tümüyle iç pazardaki
tüketimle ilgilidir. Peki, borç alan, ithalat
yapan, ancak yeterince üretmeyen ve ihracat yapamayan
ama her ne hikmetse "büyüyen" Türkiye'nin
açığı ne durumdadır?
"AKP'nin
iktidar olduğu yıl 2003'te Türkiye'nin 47 milyar
dolar olan ihracatına karşılık 70 milyar dolara
yaklaşan ithalatı vardı ve açığı o yıl sonunda
22 milyar dolardı. Sonra ne mi oldu? AKP'nin 8,5
yıllık icraatında 1 trilyon 241 milyar dolarlık
ithalat yapan Türkiye, ancak 790 milyar dolarlık
ihracat gerçekleştirdi ve bu süre sonunda 451
milyar dolar dış ticaret açığı verdi. AKP iktidarının
ilk yılında 22 milyar dolar olan dış ticaret açığı,
2010 sonunda 71 milyar dolara çıktı. Bunun sonucunda
da 2003 yılında milli gelirin yüzde 2,5'u kadar
cari açık veren Türkiye'nin 2010'daki açığı milli
gelirin yüzde 6,6'sına çıktı. 2011'in tamamında
ise yüzde 10'a çıkacağını IMF söylüyor."
(M. Sönmez, http://mustafasonmez.net/?paged=3)
Hemen
ekleyelim, IMF tahminlerine göre bu açık 2012'de
de milli gelirin yüzde 10'u civarında olacak.
Bu rakamlar rekor düzeyde açıklardır.
Peki,
sanayisi, sanayi üretimi ve ihracatı, ithalatı
karşılamaktan tümüyle uzak durumda olan Türkiye'de
gelişen, "büyüyen" nedir? Bütün iç ve
dış borçlanmalar nereye gidiyor? Lüks tüketimi
ilk elde hemen saymak gerekiyor. Ama daha da ötesi
gayrimenkul rantı üretimine gidiyor; Çok övülen
lüks konutlar, TOKİ'nin orta sınıfa dönük üretimleri,
iş merkezleri vb...
"AKP'nin
cin fikirli bakanları ortalıkta sanayi, teknoloji,
ihracat diye top çevirirken, AKP iktidarı gerçekte,
umudunu sanayide değil, rantta, özellikle İstanbul
kent rantında arıyor. TOKİ'yi bakanlık haline
getirip bir gecede çıkardığı 644 sayılı KHK ile
yerel yönetim yetkilerini tepe tepe kullanacağını
duyuran "ustalık dönemi AKP"si, varsa
yoksa rant, özellikle İstanbul rantı üstünden
sermaye birikimi sevdasında. Yandaşı birçok sanayici
KOBİ de buna uyandı ve sanayiyi terk edip furyadan
nasiplenmeye bakıyorlar. Hem söyler misiniz, dışarının
yıkıcı rekabetine karşı korunmayan, düşük kur
ile Çin mallarının şamar oğlanına dönen, dünyanın
en pahalı elektriğini kullanarak iş yapmaya çalışan
sanayici, ortaya iştah kabartan kent rantları
dökülmüşken niye sanayici kalsın?" (M. Sönmez,
http://mustafasonmez.net/?paged=3)
Kent
rantı üzerindeki bu tepişme, neyle finanse ediliyor,
yüksek faizli iç ve dış borçlanmayla... (Sadece
kent rantı üzerindeki tepişme değil, emekçilere
kırıntı bile denemeyecek düzeyde dağıtılan kimi
olanaklar da (dilencilik projeleri, emeklilik,
sağlık, vd. alanlardaki uygulamalar, vb.) esas
olarak bu borçlanmalarla karşılanıyor.) Borç alınıyor
ve bu daha sonra tekelci burjuvaziye çeşitli rantlar
yoluyla dağıtılıyor. Orta sınıf ve halk kesimleri
borçlanıyor, daha doğrusu maniplasyonların etkisiyle
borçlandırılıyorlar.
Eh,
tesadüf değil, Türkiye'de her yüz haneden 60'ı
borçlu. Kredi kartları borçları, konut taksitleri,
otomobil taksitleri, vb... Orta sınıflar, hatta
küçük-burjuvazi, ikinci, üçüncü hatta beşinci
gayrimenkulünü alıyor. Peki neyle? Borçlanarak...
Türkiye borçlanarak "zenginleşip", "büyüyor"(!)
Geliri, borçlarından çok daha az, ama "zenginleşme"
ve "büyüme" yalanlarıyla göz boyama
devam ediyor. İşte somut veriler; reel ücretler
gerilerken, 2011'in ilk altı ayında tüketim yüzde
10 artmış. Reel ücretler azalırken, tüketim nasıl
artıyor? Tüketici kredileriyle, kredi kartlarıyla,
vb... Tümüyle ülkeye giren sıcak para akışına
dayanan bu borçlanma furyasının vardığı saçma
düzeyi BDDK verilerinden görebilmek mümkün; 2010'un
Aralık ayında 172 milyar 623 milyon olan kredi
toplamı, 2011'in Temmuz ayında 209 milyar 578
milyona ulaşmış durumda. Nasıl "büyüyüp",
"zenginleştiğimiz"i herhalde bu verilerden
daha iyi hiç bir şey anlatamaz.
Bir-iki
veriye daha göz atarak, Türkiye ekonomisinde emekçilerin
yerini daha da belirginleştirmek gerekiyor. Türkiye,
genç nüfus işsizliğinde dünya birincisi oldu.
Genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 25. (Daha doğru
bir veriyi OECD'nin "İlk Bakışta Eğitim"
isimli raporu veriyor; Türkiye'de işi olmayan
ve eğitime de katılmayan gençlerin oranı 28.7)
Her dört gençten birinden daha fazlası resmi olarak
işsiz. Gayrı resmiler ise cabası... Genel olarak
ise işsizlik yüzde 20'lere yakın. Peki, 2011'in
ikinci çeyreğinde büyümede dünya ikincisi olan
Türkiye nasıl oluyor da, genç nüfusun işsizliğinde
dünya birincisi oluyor? Söz gençlikten açılmışken
önemli bir-iki veriyi daha belirtmek gerekiyor;
2009 verilerine göre 15-19 yaş arası gençlerin
yüzde 45'i herhangi bir eğitim kurumuna devam
etmiyor. Yani gençlerin yaklaşık yarısı lise eğitimi
dahi almıyor. Ne yapıyor peki? Vasıfsız ucuz iş
gücü olarak iş arıyor. Bulabilenlerin yüzde 76'sı
ise hiç bir güvenceye sahip olmadan kayıtsız çalışıyor.
"Büyüyen" ve "zenginleşen"
Türkiye'nin yeni ve büyük iş alanları açması gerekmez
mi? Genç ve dinamik nüfusla durmadan övünen, üstelik
"büyüyüp", "zenginleştiğini"
iddia eden bir devletin bu gençleri eğitmesi gerekmez
mi? Tabii ki, bütün bunlar gerekir. Ancak bu durum
açıkça şunu gösteriyor. "Büyüme" istihdam
yaratmıyor. Çalışanların oranı artmıyor. (OECD
ülkeleri içinde yüzde 44 istihdamla, en düşük
istihdama sahip ülke durumundayız.) Eğitimli ve
böylece yüksek katma değer üretebilecek bir genç
nüfus yetişmiyor. Türkiye kapitalizmi ithalatla,
konutla, lüks tüketimle, borçla büyüyor. Ucuz,
eğitimsiz iş gücüyle, katma değeri düşük bir ekonomiyi
yeterli görüyor. Sadece bu mu? Türkiye gelir dağılımı
eşitsizliğinde dünyada en üst sırada yer alıyor.
(OECD ülkeleri arasında gelir eşitsizliğinde birinciyiz.)
Asgari ücret 600 TL civarlarında dolaşıyor...
Yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşayanlar
nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturuyor. Peki, böyleyse
bu "zenginlik", bu "büyüme"
nereye, kime gidiyor, "zenginleşen"
ve "büyüyen" Türkiye midir? Yoksa, bir
avuç işbirlikçi tekelci burjuva ve onlarla birlikte
daha küçük yemlenen ve her an ayaklarının altındaki
"zenginlik" halısı kayabilecek olan
büyük ve orta burjuva kesimleri midir? Elbette
Türkiye değildir; ve elbette bir avuç kan emici
emperyalist işbirlikçisi tekelci burjuvazi ve
onunla çeşitli bağlar içindeki büyük ve orta burjuva
tabakadır!..
Peki,
bu çark ne kadar sürecektir? Çok uzun bir süre
devam etmesi mümkün müdür?
Elbette,
hayır... Neden hayır? Bu soruya yanıt vermek ve
AKP'nin ekonomide "başarılı olduğu"
demagojisine açıklık kazandırmak için biraz daha
gerilere dönüp, AKP'nin iktidara geldiği 2003'teki
koşullara bakmak gerekiyor. 2001 TC tarihinin
en ağır ve derin ekonomik krizinin yaşandığı yıldır.
Ve kriz, bütün ağırlığıyla 2003'lere değin devam
etmiştir. Kapitalist ekonomiler kriz-toparlanma-kriz
sarmalında gelişir. Her krizin ardından, eğer
kriz devrim veya devrimci girişkenlikle başka
bir yöne evrilmediyse, kaçınılmaz olarak yeni
bir krize değin sürecek toparlanma aşaması (yeni-sömürgelerde
kriz tümüyle ortadan kalkmaz az ya da çok sürer)
gelir. 2001 krizi de aynı yolu izlemiştir. AKP,
2003'te tarihinin en derin ve ağır ekonomik krizini
yaşamış ve krizi devrimci atılımla karşılamış
bir özne olmadığı için, emperyalistlerce yeterince
yağmalanmış ve artık restorasyon yoluna girmiş,
krizin hafifleyerek büyümenin başladığı bir ülke
devralmıştır. Emperyalist tekeller işbirlikçileriyle
birlikte ülkeyi yağmaladıktan sonra ekonomiyi
yeniden toparlama ve geçici bir büyüme temposu
içine sokmuşlardır. Krizin bu doğal akışı nedeniyle,
AKP adeta dört ayak üstüne düşmüş olmasına karşın,
toparlanmayı demagojik yalanlarla kendisinin büyük
başarısı olarak göstermeyi başarmıştır. Kaldı
ki, bu toparlanma ve büyüme tümüyle emekçilerin
yıkımı, büyük işsizlik dalgası vb. yoluyla gerçekleştirilmiştir.
Başta
ABD olmak üzere emperyalist merkezlerde başlayan
2008 dünya krizinde ihracatta büyük düşüşler yaşanması
ve emperyalist mali sermayenin güvenlik nedeniyle
kısmi çekilmesi sonucu, kriz Türkiye'ye de yansısa
da, 2010'dan itibaren emperyalist merkezlerin
dünya krizinin ilk aşamasını kısmen savuşturmasına
bağlı olarak emperyalist mali sermayenin Türkiye'ye
girişi yeniden hız kazanmıştır. Emperyalist finans
sermayesi hem kısmen anayurtlarındaki kriz döneminde,
hem de krizin ilk aşamasının hafiflediği 2010'dan
itibaren kendi anayurtlarında düşen kar oranlarını,
risk alarak Türkiye gibi çevre yeni-sömürgelere
kısa vadeli, yüksek faizlerle borç vererek dengelemeye
çalışıyorlar. Bu durum, bir yanıyla yeni-sömürge
oligarşilerini de kısmen ve kısa vadeli olarak
rahatlattı. Yeni-sömürge oligarşileri dünya krizinin
2008'den bu yana gelen ilk üç yılında kendilerini
çok daha derin bir krize sürükleyecek olan sıcak
paranın kollarına bıraktılar. Böylece emperyalist
tekeller kısa vadede aldıkları faizlerle kar oranlarını
kısmen yükseltme şansı yakalarken, aynı zamanda
verdikleri kısa vadeli borçları ve diğer kaynakları
hızla çekerek bu ülkeleri hızlı ve derin bir kriz
ortamına itme, 1998 Asya Kaplanları krizinde,
2001 Türkiye krizinde olduğu gibi tüm ekonomiyi
yağmalama olanağını da ellerinde tutmaktadırlar.
Evet, şimdilik faizler ödenebiliyor, borçlar yeniden
borçlanarak çevriliyor. Emperyalist mali sermayenin
ise mevcut dünya krizi ortamında bu kar oranlarıyla
şimdilik gidebileceği fazlaca yer yok.
Peki,
durum değiştiğinde, emperyalist tekeller ana paralarını
çekip almak istediklerinde bunlar neyle ödenecektir?
Şişirilmiş gayrimenkul piyasası ve tüketimle "büyüyen"
Türkiye kapitalizmi, borçlar kapıya dayandığında
sıra sıra yapılan o lüks konutları ne yapacaktır,
ne işe yarayacaktır bunlar? (Bu arada, sahi, bu
şişirilmiş gayrimenkul piyasalarıyla patlamıştı
dünya kapitalizminin devi ABD emperyalizmini tuş
eden dünya krizi, değil mi? 1988-89'da dünya devi
Japonya'yı on yıllardır sürmekte olan ekonomik
durgunluğa sokan, ABD emperyalizminin tuş olmasında
işaret fişeği rolü oynayan gayrimenkul rantı balonunun
Türkiye'de sonsuza değin süreceğini kim iddia
edebilir. Türkiye, Japonya ve ABD ekonomisinden
daha mı güçlüdür? Tabii ki, hayır ve bu gayrimenkul
rantı balonu kesinlikle çok daha acı biçimde patlayacaktır.)
Ve
kesinlikle kaçınılmaz bir biçimde, sıra sıcak
paranın emperyalist tekeller tarafından çekileceği
an'a gelecektir. Ya Türkiye kapitalizminin faizleri
ödemede sınıra dayanması sonucu, daha kârlı başka
ülkelere geçiş amacıyla, ya dünya çapındaki krize
dönük stratejik düzenlemeler, ihtiyaçlar nedeniyle,
ya da Türkiye ekonomisini çökerterek tam bir yağma
yapma amacıyla yani tamamen bir komplo biçiminde
bu olacaktır. Bu nedenlerden biri, ikisi ya da
üçü birden gündemleşebilir. Ancak öyle ya da böyle
çöküş kaçınılmazdır. Bu tümüyle dünya konjonktürü
ve zamanlama sorunudur.
Ve
bu konjonktür ve zaman giderek yaklaşmaktadır.
Dünya krizinin ikinci aşaması Avrupa üzerinden
başlamıştır. İrlanda, Portekiz, Yunanistan ekonomileri
iflas noktasındadır. Sırada İspanya ve İtalya
gibi büyük lokmalar bulunmaktadır. Krizin ikinci
aşamasının etkisi ABD'ye doğru genişleme eğilimi
içindedir. Bu etki sadece ABD ile sınırlı kalmayacaktır.
Türkiye
ekonomisine gelince; ihracatın yüzde 50'sinden
fazlası Avrupa'ya yapılmaktadır. Yani Türkiye
sanayi önemli ölçüde Avrupa'ya bağımlıdır. Avrupa'da
yaşanan yavaşlama ve gerileme (ki tüm aktüel göstergeler
ve tahminler böyle olacağını gösteriyor. Büyüme
tahminleri Avrupa'nın bütünü için yüzde sıfırlara
noktasına değin çekilmeye başlandı) kaçınılmaz
biçimde Türkiye ekonomisinde de ciddi düşüşler
anlamına gelecektir. Türkiye'de dış borçların
yüzde 60'ına yakını özel sektöre aittir. Haziran
2011'de 85 milyar dolar olan kısa vadeli dış borçların
neredeyse tümü özel sektöre aittir. (Ki bu kısa
vadeli borç miktarı TC Merkez Bankasının döviz
rezervlerinin yüzde 91'i civarındadır.) İhracatın
ithalatı karşılama oranı zaten düşük, bunun Avrupa
ve ABD ekonomilerinin kaçınılmaz yavaşlamasıyla
birlikte ciddi biçimde düşmesi durumunda (ki bu
kesindir) kısa vadeli borçlar (tabi diğerleri
de) nasıl ödenecektir? İthalat kısmen de olsa
nasıl karşılanacaktır? Bu soruların yanıtı derin
bir kriz uçurumunun kıyısında olunduğudur. İkincisi,
bu duruma paralel olarak, en önemli özelliği yüksek
faiz kârlarının olduğu ülkelere bir tuş dokunuşuyla
ışık hızında çekip gitmek olan sıcak para kaçışı
olasılığı Türkiye'nin bağımlı ve kırılgan ekonomisinin
altüst olarak derin ve belki de 2001'dekinden
çok daha ağır bir krize girmesi anlamına gelecektir.
Şu
anda, 2011'in ikinci çeyreğindeki yüzde 8.8 "büyüme"
ile dünya ikincisi olduk diye övünenler, 2008
sonlarından 2009'a kadar olan dönemde sıcak para
Türkiye'den çekildiğinde, 2009'un ilk çeyreğinde
Türkiye'nin milli gelirinin 14.7 küçülerek küçülmede
dünya birincisi olduğunu el çabukluğu ve yarattıkları
şamatayla unutturmaya çalışıyorlar. Kara günlerin
ucunu şimdiden IMF göstermiş durumda; Türkiye
2012'de yüzde 0.5 küçülecek. Tabii, bu dünyadaki
krizi körüklememek için yapılan en iyimser tahmin.
Emperyalist tekellerin denetimindeki kredi dereceleme
kurumları ve diğer değerlendirme kurumlarının
bütün bu nedenlerden ötürü, Türkiye'yi kriz riski
en yüksek ülkelerden biri (hatta kimileri en yüksek
olanı olarak değerlendiriyor) olarak tanımlamaları
boşuna değildir. Yaklaşmakta olan krizin ayak
sesleri o denli yakınlaşmıştır ki, AKP'li bakanlar
"az harcayın" uyarısında bulunabiliyor.
Gelecek
kriz büyük olasılıkla 2001 krizini aratacak düzeyde
olacaktır. (Gelmesi kaçınılmaz olan kriz süreci
kısa vadeden orta vadeye -bir kaç yıl sonrasına-
sarkıtılabilir mi? Bu sorunun yanıtını biraz da
şimdiden kestirilmesi çok mümkün olmayan emperyalist
tekellerin yaşadıkları krizi nasıl yöneteceklerine
bağlıdır.) Fatura yine esas olarak işçi sınıfı
ve emekçilere çıkarılacaktır. Bütün rant dağıtım
mekanizmalarının çöküşü kaçınılmaz hale gelecektir.
Kriz ekonomide, siyasi güç ilişkilerinde, kısacası
toplumsal hayatın bütün boyutlarında tüm kağıtların
yeniden karılması anlamına gelecektir.
Kısacası,
işçi sınıfı ve emekçiler açısından büyük bir yıkım
kapıda durmaktadır. Günümüzde, ciddi bir devrimci
ve sol hareketi yaratamadığımızdan, burjuva muhalefetin
ise bu noktada söyleyecek sözü olmadığı için işçi
ve emekçiler arasında kolayca zemin bulabilen
"büyüyoruz", "zenginleşiyoruz"
masallarından uyanış, krizin kafalara ekonomik
ve sosyal yıkım olarak inen sert balyozuyla olacaktır.
Egemen
sınıflar ve onların siyaset alanındaki temsilcileri
arasındaki ve oligarşi ile halk arasındaki bütün
bu çelişki alanlarının hızla ve birbiriyle iç
içe geçerek gelişmesi kaçınılmazdır. Özellikle
Kürt ulusal hareketinin taleplerinin karşılanmaması
ve savaşın büyümesi durumuyla ve kaçınılmaz olan
ekonomik krizin gelişinin çakışması AKP ve paradigmasının
çöküşü, ya da en azından büyük çatlaklar yaşadığı
büyük ve sert çatışmalarla gelişen bir sürecin
kapısını aralayacaktır. (Ki bu çelişki alanlarının
her biri, özellikle de büyük bir ekonomik kriz
tek başına da bu sonuca yol açar.) Ekonomide,
siyasette veya başkaca bir toplumsal çelişki alanında
yaşanacak büyük bir kırılmanın gerçekleşmesi halinde,
oligarşi içinde AKP'ye karşı tetikte bekleyen
güçler ve emperyalistlerin, AKP'nin üzerine "sifonu
çekmesi" işten bile olmayacaktır. Sifon çekme
benzetmesini Tayyip'in danışmanlarından biri ABD'li
yöneticileri AKP konusunda ikna etmeye çalışırken
yıllar önce kullanmıştı. Bu benzetmeyle konuşabilmek
emperyalistlerin işbirlikçilerine verdiği değeri
apaçık göstermektedir. Büyük kırılmaları engelleyemeyen,
işlevini yerine getiremeyen bir AKP'nin, Türkiye
burjuva politikasının artık demirbaşı haline gelmiş
olan kaset ve şantaj politikasıyla kısa sürede
tuş edilmesi işten bile değildir. Rüşvet, yolsuzluk
vb. konularda AKP'yle ilgili Brezilya dizilerini
aratmayacak uzunlukta kasetlerin yayınlanmak için
gizli servis raflarında durduğundan hiç şüphe
etmemeliyiz...
Yoğun
ve sert çatışmalarla dolu bir sürecin önümüzde
durduğu gerçeği, aynı zamanda AKP'nin kendi politik
konumuyla da yakından ilgilidir. AKP, bir yandan
yaklaşık yüzde 50 gibi çok önemli bir oy oranına
ulaşmıştır, diğer yandan da büyümesinin sınırlarına
varmıştır. Bu her iki nokta arasındaki gerilim,
AKP'yi ulaşmak istediği politik ve toplumsal hedefler
konusunda çok daha saldırgan yapacaktır. Ne yapacaksa
şimdi yapmak ve istediği rejimi yerleştirmek zorundadır.
Çünkü çok daha fazla büyüme şansı fazlaca yoktur.
Bu gerilim onu daha da saldırganlaştıracaktır
ve kontrollü davranma yeteneğini zayıflatacaktır.
Dünya ve Türkiye kapitalist sistemi açısından
tolere edilmesi çok güç hatalar yapması olasılığını
arttıracaktır.
Sonuç
olarak; hem nesnel koşullar ve toplumsal dinamikler,
hem de AKP'nin kendi özgül koşulları Türkiye ve
Kürdistan'ın çok daha büyük çatışmalarla biçimlenecek
bir sürece doğru hızla yol aldığını gösteriyor.
Bu
tablo karşısında neler yapılmalı? Bu sorunun yanıtı
ayrı bir yazının konusunu oluşturuyor. Bu yanıtı
da vereceğiz elbette. Ama sadece yazılı olarak
değil...
|