D)Yeni
Dönem ve Bazı Sonuçlar
Emperyalist-kapitalist
sistem 2.paylaşım savaşı sonrası yeniden yapılanmıştır.
2.paylaşım savaşı, başta Avrupa olmak üzere emperyalist-kapitalist
sistemi tahrip etmiş, bu yıkıntılar içinde sosyalizm
zaferle çıkmıştır. ABD emperyalizmi, emperyalist-kapitalist
sistem içinde en az yıpranan güçtür ve emperyalist-kapitalist
sistem ABD önderliğinde yeniden toparlanmaktadır.
Gerek başta Avrupa ve Japonya’nın, gerekse de
bunu izleyen süreçte tüm savaşın yıkımına uğrayan
kapitalist ülkelerin onarılması, sosyalizme karşı
bir zorunluluk olmuş; böylece ABD emperyalizmi
kapitalist sistemin önderliğini ele geçirmekle
kalmamış, kapitalizm için üretim güçlerini kendi
sınırları içinde geliştirme ve kâr oranların yükseltme
imkanı bulmuştur. 1945-70 sürecinin kapitalizm
için “altın çağ” olarak tanımlanması bundandır.
Ama
bu süreç 1970’lerde tıkanmış, kapitalizm günümüze
kadar uzanan bir kriz sürecine girmiştir. Bu krizde
kapitalizmin içsel faktörleri vardır; ama başta
Vietnam Devrimi olmak üzere, devrimci halk kurtuluş
savaşları ve sosyalizmin rolü de önemlidir. Emperyalist-kapitalist
sistemi saran kriz, doğal olarak yeni ve köklü
arayışları hızlandırmış; kapitalizmin iç örgütlenmesini
neo liberalizm temelinde yeniden biçimlendirmiş,
”sosyal devlet” politikalarının bir yana atılıp
“özelleştirme” saldırılarının güncelleşmesinden
tutalım, ”esnek üretim”e kadar kapsamlı politikalar
sisteme egemen olmuştur.
Emperyalist-kapitalist
sistem bir hiyerarşiyi içerir ve sistemdeki kriz
en çok yeni sömürgelere yüklenir. Ayrıca, yeni
sömürgeci kapitalizm, 1970’lere gelince hem sistemdeki
krizin yansıması, hem de kendi içsel süreci gereği
tıkanmış, kriz üreten bir sisteme dönüşmüştür.
Emperyalizme bağımlı ve iç pazara göre örgütlenen
yeni sömürge kapitalizmi, bu temeldeki sermaye
birikim modeli, sermayenin uluslararasılaşmasına
bağlı olarak yeni bir evreye sıçramıştır. Aynı
zamanda emperyalist-kapitalist sistemin iş bölümüne
bağlı olarak, özellikle kapitalizmin nispeten
geliştiği ülkelerde “dışa açılma” adı altında
“ihracata yönelik” kapitalist birikim modeli benimsenmiştir.
Neo liberal saldırı programları bu modelle hızlanmış,
yeni sömürge ülke emperyalist sermayenin açık
pazarına dönüşmüş, sanayisizleştirme politikaları
dayatılmış, yeni sömürgecilik derinleşmiştir.
“Reel-sosyalizmin”
çözülmesi, kapitalizmin bu iç örgütlenmesini her
alana taşımış ve emperyalist saldırı politikalarını
pervasızlaştırmıştır. Artık, kriz ortamında geliştirilen
politikalar, emperyalist-kapitalist sistemin temel
özelliği olmuştur. Her alanda bu emperyalist saldırı
politikaları, vahşi sömürü ile iç içe geçerek
derinleşmiştir.
Her
açıdan yeni bir tarihsel süreçtir bu süreç. 2.
paylaşım savaşı sonrası dünyanın 1/3’de zafer
kazanıp kapitalist pazarın dışına çıkan sosyalist
ülkeler, bu süreçte büyük bir tarihsel kırılma
yaşamış; ”reel sosyalizm” çözülmüş ve kapitalist
restorasyon yaşanmış, sosyalizm Küba gibi, tek
tek ve küçük ülkelerde savunma zemininde kalmıştır.
Bunun yanı sıra devasa boyutlar kazanan devrimci
halk kurtuluş savaşları gerileme sürecine girerek
genel yenilgi ortamından paylarını almışlardır.
Kapitalizmin iç örgütlemesindeki, yukarıda belirtilen
değişimler ile “reel sosyalizm”in çözülüşü aynı
sürece denk gelmiştir. Tüm bu gelişmeler yeni
bir tarihsel sürece girildiğini işaret etmektedir.
Bu
sürecin temel özelliklerinin biri; neo liberal
politikalar öncülüğünde yeni sömürgeciliğin derinleşmesidir.
Bu süreç konumuza bağlı olarak dört ana sonuç
yaratmıştır.
Birincisi;
tekelci kapitalizm yeni bir sermaye birikim modeli
yaratmış, sanayi sermayesi değil, üretimden kopuk
spekülatif sermaye ve mali sermaye ön plana çıkmıştır.
Bu kapitalist birikim süreci oligarşinin bazı
kesimlerini tasfiye etmiş, yeni sömürgeciliğin
kurumlaşması sürecinde varlığını devam ettiren
pre-kapitalist unsurlar tasfiye olmuş, oligarşiyi
daraltmıştır. Oligarşi, sanayi, mali, ticaret
alanlarında tekelleşen sermaye ve bununla iç içe
girmiş büyük toprak sahiplerinden oluşan bir yapıya
dönüşmüştür.
İkincisi;
yeni sömürgecilik üzerinde biçim alan faşizm,
bu gelişime paralel olarak kendini yeniden organize
etmiştir. Yeni sömürgeciliğin oluşum sürecinde
görülen “nispi demokrasi” artık yoktur. Özellikle
askeri açık faşizm ve bunların cunta biçiminde
örgütlenmesi, önceki süreçte bir tür “denge”ye
son vermiş, her şey emperyalizm ve işbirlikçi
tekelci sermaye lehine örgütlenmiştir. Eskiden,
faşizm, temsili demokrasiyi görüntüde de olsa
koruyan gizli biçimde kurumlaşırken, emperyalizm
ve yerli tekelci sermaye ipin ucunu elinden kaçırınca
açık biçime başvurması söz konusuydu. Ama, artık,
neo liberal saldırı programları gündemde olup,
devlet, yani faşizm, daralan oligarşinin çıkarlarını
gözeten, buna göre biçim alan, sadece baskı politikalarını
değil, ideolojik ve kültürel pasifikasyon araçlarını
da uygulayan, buna göre kendini yeniden örgütleyen
konumdadır. Düşük yoğunluklu demokrasi-düşük yoğunluklu
çatışma şeklinde iki kutbuyla anılan bu sistemde
bir yandan parlamento çalışırken diğer tarafta
cunta zamanında yapılamayan katliamlar yapılabilir,
elinizde tuttuğunuz gibi dergiler yayımlanabilirken
sıkıyönetim mahkemelerinin yanında çok daha “adil”
kalacağı bir hukuk sistemi, “seçilmişler” tarafından
uygulamaya sokuldu bile...
Üçüncüsü;
bu durum, burjuva demokrasisini sadece yeni sömürgelerde
değil, metropol kapitalist ülkelerde de hayale
dönüştürmüş, kitlelerin demokrasi mücadelesini
sınıfsal temelde büyütmüştür. Demokrasi mücadelesi
okulunda geçmeyen proletarya kendi devrimini yapamaz;
Lenin’in bu tezi, bu tarihsel koşullarda, yeni
sömürge ülkelerde, son derece önem kazanmış, demokrasi
mücadelesini sosyalizme bağlamıştır. Demokrasi
mücadelesinde proletarya önder güçtür ve tek tutarlı
sınıftır. Kendi devrimine, sosyalizme yönelen
proletarya, buna ancak faşizme karşı demokrasi
savaşımında en önde yer alarak ulaşabilir. Demokrasi
savaşında proletarya önderdir ama tek sınıf değildir;
siyasal gericiliğin merkezine, yeni sömürgeci
kapitalizme ve onun omurgasına demokrasi savaşımında
yönelen proletarya, demokrasi savaşında diğer
sınıflarla birlikte, özellikle kent ve kır küçük
burjuvazisi ile birlikte mücadele eder. Bu mücadelede;
bağımsızlık ve demokrasi savaşımının temel bir
unsur haline geldiği demokratik halk devrimi “atlanarak”,
”sosyalist devrim” çığırtkanlığı yapılarak ne
demokrasi savaşımı kazanılabilir, ne de proletarya
kendi devrimine ulaşabilir.
Dördüncüsü;
demokrasi mücadelesinin iki ana boyutu vardır.
Kapitalizm sınırları içinde, siyasal özgürlükte
ifadesini bulan bazı kazanımlar için mücadele;
ve her tür demokrasinin inkarına dayanan faşizmin
devrimle tasfiye edilmesi. Birincisi ikincisine,
tümü sosyalizme bağlanır. Yeni tarihsel dönemde,
içsel olgu olan emperyalizme ve faşizmin tasfiyesini
de içeren oligarşiye karşı savaşımda bunun örneklerini
görmek mümkün. Neo-liberal emperyalist saldırı
politikaları, anti emperyalist mücadeleyi sınıfsal
zemine kaydırmakla kalmamış, kapitalizm sınırları
içinde bazı demokratik ve siyasal talepleri de
güncelleştirmiştir.
Demokratik
Halk Devrimi (DHD), asgari ve azami hedefleri
içeren bir “geçiş programı”, olarak somutlaşırken,
asgari siyasal ve demokratik hedefler (ki, bu
programda “acil siyasal ve demokratik talepler”
ya da “güncel talepler” olarak da formüle edilebilir),
bu programda çok daha güçlenmiş, ama bunların
asıl çözümünü faşizmin dağıtılmasını içeren devrime
bağlamıştır.
Böylece,
DHD programının demokratik görevleri kapitalizmin
sınırlarını ile kendini sınırlamamaktadır, onu
aşan, sosyalist görevlerle sıkı ve kopmaz ilişkisine
bağlamıştır. Demokratik görevlerin önemi her alanda
güçlenmekte ama bunlar sınıfsal zeminde ve sosyalizmle
güçlü bağlar kurmaktadır. Yani devrimin asgari
ve azami hedefleri iç içe geçmekte, iki ayrı ve
aşamalı bir programda değil, tek bir programda,
tekelci karakter gösteren kapitalizmden sosyalizme
geçiş programında somutlaşmaktadır.
Bu
anlamda DHD programının muhtevası genişlemiş,
öz ve biçim olarak proletarya devriminin bir biçimi
olmuştur.
2.Bölüm:
Program ve Demokrasi
Devrimci
ve sosyalist bir parti için program, partinin
ideolojik birliğinin en yüksek, kısa ve öz biçimidir.
Engels’in de tanımladığı gibi, kitleler, devrimci
bir partiyi programına göre değerlendirirler.
Her şey program değildir, ama program bir parti
için, hele bu parti bir devrim partisi olup komünizmi
hedefliyorsa çok şeydir.
Programlar; yapısı gereği uzun açıklamaları içermezler
ve devrimin önündeki her soruna yönelik bir sınıfın,
eğer program M-L bir partinin ise, parti böyle
bir siyasal iddia sahibi ise, proletaryanın sınıf
bakış açısını ifade eder. Her sorun, mevcut düzenin
ürettiği ve devrimin çözmek zorunda olduğu her
sorun, bu temelde ele alınır, tam bir açıklık
ve netlikle tanımlanır; bu net tanımlamalar, devrimden
çıkarı olan işçi ve emekçi tüm sınıflara propaganda
edilir.
Ama
bilinir, her somut süreç, yaşanılan tarihsel an,
bazen bunların dışında somut çözüm arar ve buna
uygun çözümü bulur; bu programın niteliğini bozmaz,
önemini zayıflatmaz. Yani, biz proletaryanın bakış
açısı ile her hangi bir sorunu programda tanımlarız,
ama örneğin “tarım” veya “ulusal” sorunda, ya
da başka önemli bir sorunda, yaşam karşımıza başta
bir somut çözüm biçimi dayatabilir. Bu durumda,
program değerinden bir şey kaybetmez. Gelecek
sürecin alacağı biçime, şu veya bu gelişmeye göre,
bazı olasılıklara göre bugünden programlar esnemez.
Çünkü programlar; somut olandan ,bugünden, bu
tarihsel süreçten ve toplumsal-ekonomik-siyasal
somut olgulardan hareket eder, geleceği buna göre
kurar.
Hemen
ifade edelim ve bir not düşelim; yaşadığımız tarihsel
sürecin, evrensel ve dönemsel ekonomik, siyasal
ve toplumsal sorunları ve bunlara yönelik çözüm
yolları bir program formatına sığmazlar. Çünkü;
yaşadığımız tarihsel süreç, hem kapitalizm ve
onun en yüksek biçimi olan emperyalizm açısından,
hem de sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelesi açısından
önemli bir kavşaktır ve devasa sorunları içermektedir.
Tarihsel sürecin biriktirdiği sorunlarla dönemin
sorunları bu kavşakta kesişmekte ve sorunları
ağırlaştırmaktadır.
Kapitalizmin
tarihsel ve siyasal eleştirisi, marksizmin çıkış
noktasıdır ve marksizmi devrimci yapan da bu niteliğidir.
Ama, marksizm kapitalizmin devrimci eleştirisi
ile kalmamış, yaklaşık 150 yıllık bir tarihsel-siyasal
birikimi yaratmıştır. Ve bu tarihsel-siyasal birikim
hiçte üst üste bir duvar örme gibi doğrusal bir
dizgiye sahip değildir. Zaten marksizm aynı zamanda
diyalektik bir yöntem geliştirmiş ve bu yöntem
böylesi bir durağan ve mekanikliği ret eder. Marksizm
kendi içinde bir dizi akımı da yaratmıştır ve
bunların ayrıştırılması zorunludur. Yani genel
olarak marksist tarih ve siyasal birikim, “reel
sosyalizm”in yenilgisi ile tümden açığa çıktığı
üzere, eleştirel bir yaklaşımla yeniden üretilmek
zorundadır. Lenin, nasıl emperyalizm çağında,
devrimci özüne bağlı kalarak, marksizm’i yeniden
üretti ya da kurduysa, içinde yaşadığımız tarihsel
süreç, M-L yeniden kurmayı önümüze devasa bir
görev olarak koymaktadır.
İçinde
yaşadığımız tarihsel süreç her açıdan yeni bir
dönemdir. İlk kez Ekim Devrimi ile iktidar olan
sosyalizm, devasa gelişme sonucu dünyanın 1/3’de
egemenlik kurmuş, ama sonrasında büyük bir geriye
düşüşle kırılma yaşamıştır. Emperyalizm ile ezilen
halklar arasındaki mücadele eski çizgisinden geriye
kaymış, emperyalizmin barbar saldırılarına karşı
sürecin ihtiyaçlarına uygun mücadeleler zorunlu
olmuştur. Kapitalizm yeni bir sömürü dizgisi içindedir;
bu temelde sermaye, dünya ve ülke ölçeğinde merkezileşmekte,
bir dönemin tüm kazanımlarını budamakta, çok yönlü
saldırıları günlük yaşamda dayatmakta, sömürü
derinleşmektedir. Sadece ekonomik sömürü değil,
ideolojik ve kültürel saldırılar eski dönemlerle
kıyaslanamayacak kadar boyutludur.
Daha
bir çok olguyu sıralayabiliriz. Ve toplamından
baktığımızda, içinde yaşadığımız tarihsel sürecin,
tüm ilişki ve çelişkilerinin, devrimimize doğrudan
etkileri vardır ve bunlar oldukça önemlidir. Tüm
bunlar devrimci sosyalizmin önünde birer sorundur
ve kapsamlı, bütünsel çözümlere muhtaçtır. Devrim
ve sosyalizmin tüm sorunları yaşadığımız tarihsel
süreçte, bu sürecin temel olguları ile yeniden
kurulmak zorundadır. Bunlar; devrim ve program
sorunlarının birer alt başlığı olarak, bağımsızlık,
demokrasi, devlet, tarım, ulusal vb. sorunlar,
parti ve örgüt sorunları, sosyalizmin sorunları,
proletarya enternasyonalizmi ve sorunları, strateji
ve taktik sorunları, insan ve kültürel sorunlar
vb. sadece ilk akla gelenlerdir.
Tüm
bunlar bir programa, hele de bir programın kendine
özgü formatı olduğunu düşünürsek, “dar” gelir;
ve ancak programın bir kısmını da içine alan,
bunların gerekçelerini oluşturan, ama onu aşan
kapsamlı değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Manifesto
olarak tanımladığımız politik belge, budur; ve
programın bu yanını tamamlayacaktır.
Tam
bu noktada ifade edelim, teorik metinler bunların
dışında bir başka yerde durur. Teorik metinler,
bir veya birkaç ana fikir etrafında yapılan kapsamlı
değerlendirmelerdir ve yapısı gereği daha “özgür”
ve uzun açıklamaları içerler. Program ve manifesto
çalışmaları ile ilgili teorik metinlerimiz ve
değerlendirmelerimizin bir kısmı yapılmıştır ve
yayınlanmıştır . Bu çalışmalar devam edecektir.
Ama
hep ifade ettiğimiz gibi, tüm bunlar kısa ve öz
açıklamaları içeren bir siyasal belgeye, bir yol
kılavuzuna olan ihtiyacı ortaya çıkarmaktadır.
Bu manifestodur. Manifesto, hem kapsam, hem de
içerik olarak program formatından ötedir.
Program,
devrimimizin evrensel yanından hareketle, stratejik
hedeflerimizi, neleri yıkıp neleri yeniden kuracağımızı,
bunların toplumsal ilişkilerde ve diğer alanlarda
alacağı somut biçimleri kısa ve öz tanımlar. Programlar,
yapısı gereği uzun açıklamalardan uzak siyasal
belgelerdir. Ama manifesto, kavram olarak, “bildirge”
ve “açıklama” anlamına gelirken, hem programın
gerekçelerini içerir, hem de programı aşan sorunları
kısa ve öz açıklar, partinin siyasal çizgisi ve
mücadelesine yön veren bir çerçeveye sahiptir.
Program
ve manifesto birbirinden kopuk değildir, partinin
ideolojik birliğinde iki önemli belgedir. Hem
içerik, hem de biçim olarak aralarında güçlü bağ
olsa da, birbirinden farklı iki siyasal-ideolojik
belgedir. Ve yukarıda ifade ettiğimiz gibi yaşadığımız
sürecin karmaşık sorunları ve ağırlığı, örneğin
hem program hem de manifesto niteliğinde olan
Komünist Manifesto’dan daha farklı bir formatı
talep etmektedir.
Bu
açıdan birbiri ile ilişkili bu iki temel politik-ideolojik
belge, 21 yüzyılda devrimimiz için yol gösterici
olacaktır. Elbette, her iki politik-ideolojik
belge, M-L ve onun tüm birikimine dayanacak, devrimci
sosyalizmin bu topraklardaki birikimini arkalayarak,
içinden geçtiğimiz tarihsel sürece yanıt olacaktır.
Bu
kısa açıklamadan ,ya da düştüğümüz bu nottan sonra
devam edelim.
Evrensel
ve özgün yanıyla programımız bir bütündür. Programımız;
kapitalizmin, onun en yüksek biçimi olan emperyalizmin,
içinde yaşadığımız tarihsel sürecin köklü eleştirisi;
bununla birlikte, yaşanılan sosyalizm deneylerinin
eleştirisini de kapsayan bir sosyalizm anlayışını
kısa ve öz tanımlamak zorundadır. Programımızın
bu yanı, bu bölümü evrenseldir ve dünya devrimiyle
sıkı bir ilişki kurar. Dahası, program bu evrensel
kısmın yanı sıra, özgün olarak, ülke devriminin
en temel sorunları ve çözüm yollarını içermek,
neleri yıkıp neleri bunun yerine yeniden kuracağımızı
ifade etmek zorundadır. Bu kısım ya da bölüm;
bugün, bu tarihsel anda, devrimi yaparsak, emperyalizme
yeni sömürgecilikle bağlı olan ülkemizde, yönetimden
eğitime, eğitimden sağlığa, sağlıktan spora vb
kadar her soruna yanıt üretmek zorundadır. Böylece
programımız, ekonomik, siyasal, toplumsal olarak
tel tel dökülen ve devrimci tarzda eleştirdiğimiz
düzenin ve onun kurumlarının yerine neleri koyacağımızı
kitlelere somut olarak göstermiş olacaktır.
DHD,
Türkiye devrimi için zorunlu bir duraktır. Devrim
burada durmaz, kesintisiz sosyalizmi inşa eder
ve tüm bunlar dünya devriminin bir parçasıdır.
DHD; emperyalizme karşı tam bağımsızlık, faşizme
karşı halkın demokrasisini içerir ve, Kürt ulusal
sorunu dahil tüm demokratik sorunları çözer ve
bunları sosyalizme bağlar. O halde demokrasi mücadelesi
kazanılmadan sosyalizme ulaşmak mümkün değildir.
Programımız; başka sorunların yanı sıra, bir çok
alanı doğrudan kesen demokrasi sorununu, bu temeldeki
talepleri içermek zorundadır. Demokrasi devrimle
gelecektir ve bu sorunun programımız açısından
almış olduğu somut biçimleri ele almakta yarar
vardır.
Özetle
bunları ele alalım.
A)Emperyalizm-Demokrasi-Program
Bir
ülke emperyalizmden tam bağımsız olmadan, burjuva
anlamda bile olsa demokrasiyi kurabilir mi?
Bu
sorunun yanıtı, işbirlikçi burjuvazi ve onun temsilcileri
için “evet”tir; hatta bu bağımlılık, ”küreselleşme”
söylemiyle “karşılıklı bağımlılık” olarak kutsanmaktadır.
AB’den “demokrasi” bekleyen liberal bir “solcu”
için, bu sorunun yanıtı, en azından “AB’nin demokrasinin
beşiği” olduğu ve “demokrasi standartlarının yüksek”
olduğunu ileri sürerek olumlu yanıtlanır. Dün,
yani 1970’lerde “AB hayır” (ki o zaman AET’ye
hayır denirdi) diyen günümüzün liberal “solcu”sunun,
bugün “iç dinamiklerle demokrasi gelmedi, o halde
dış dinamiklerle olsun” diyerek, Tanzimatçı bir
kafa ile emperyalizmden “demokrasi” beklemesi,
özellikle AB söz konusu olunca yadırganmamaktadır.
Demokrasi sorununun kendisini değil, ama önemli
bir unsuru olan “Kürt sorunu”nu emperyalizme ve
AB’ye havale edenler, AB ile her “ilerlemeyi”
“burjuva demokrasisinin tamamlanması” olarak tanımlayanlar
sık sık karşımıza çıkmaktadır. Yaşadığımız kriz
günlerinde AB’nin yaşadığı ekonomik sıkıntılar,
siyasal gücünü de zayıflattığı için, dahası Libya
işgalinde olduğu gibi gerici ve saldırgan niteliği
apaçık ortaya çıktığı için bu hayalin peşinden
koşanlar eskisi kadar pervasızlaşamamaktadır.
Halbuki
öncelikle anlaşılmalı ki, bu ülke, emperyalizme
her hangi bir tür “bağımlılık” biçimi ile değil,
yeni sömürgecilikle bağımlıdır. Yeni sömürgecilik,
ekonomik, mali, siyasal, kültürel her açıdan tam
bağımlıktır. Bağımsızlık ve demokrasinin tüm sorunları
bu yeni sömürgecilikten ürer; emperyalizm ve emperyalizmin
dayandığı toplumsal sistem olan bağımlı kapitalizm
bu sorunlara kaynaklık eder; emperyalizme karşı
tam bağımsızlığı kavuşmadan, emperyalizmin toplumsal
dayanağı bu işbirlikçi kapitalist sistem dağıtılmadan
hiçbir sorun gerçek anlamda çözüme kavuşamaz.
Emperyalizm;
demokrasi ve özgürlük değil, işgal, ilhak, savaş,
militarizm, siyasal gericilik eğilimi demektir.
Emperyalizm tüm demokrasiyi inkar eder, onun yerine
siyasal gericiliği ve faşizmi ikame eder. Yani;
bir ülke, emperyalizme bağımlı ise, ister 1. ve
2. bunalım dönemlerinde olduğu gibi, sömürgecilik
ve yarı sömürgecilik ilişkileri içinde olsun,
ister 3. ve “yeni tarihsel süreç” olarak tanımladığımız
dönemde olduğu gibi yeni sömürgecilik içinde olsun;
bu emperyalizme bağımlı ülkede “demokrasi” değil,
emperyalizme bağımlı gerici iktidarlar olur. Yeni
sömürgecilik altında bunun adı, bir avuç azınlığın
iktidarı olan oligarşidir; Sömürge Tipi Demokrasi,
yani faşizm bu azınlığın egemenlik biçimidir.
Emperyalizm,
yeni sömürgecilik ilişkisi içinde, hem ekonomik
ve mali hem de siyasal olarak kendi hegemonyasını
kurar; siyasal gericiliğin bu koşullarda almış
olduğu biçim olan faşizmin örgütlenmesinde, içteki
yerli tekelci karakterdeki oligarşiye dayanarak,
doğrudan rol oynar. Yani, yeni sömürge bu ülkede,
faşizmin yukarıdan aşağı örgütlenmesi ve kurumsallaşmasında
emperyalizm doğrudan yer alır.
Faşizm;
Osmanlı monarşisi ve Kemalizm döneminin tüm gerici
birikimini sahiplenerek, yeni sömürgecilik zemininde,
2. paylaşım savaşı sonrası, yukarıdan aşağı, bizzat
emperyalizm tarafından örgütlenmiştir.
Bazılarının
ifade ettiği gibi bu süreç, Kemalist “devrime”
karşı bir “karşı devrim” ya da “demokrasi”ye karşı
“diktatörlük” de değildir. Kemalist diktatörlük
ve sonrasında kemalizmle hiçbir çelişki yaşamaksızın,
onun üzerine inşa edilen faşizm, burjuva diktatörlüğünün
iki biçimi olup, demokrasinin inkarına dayanır.
Biri ticaret burjuvazisine ve devlet kapitalizmine
dayanır ve görüntüde bir “denge” yaratır; diğeri
işbirlikçi tekelci burjuvaziye dayanır ve parlamento
gibi kurumları kendini gizlemek için kullanır.
Burjuva anlamda demokrasi bu ülkede hiç olmadı.
Yani bir diktatörlük biçimi bir başka diktatörlük
biçimine dönüşmüş; bu dönüşüm sürecinde, emperyalizm,
“altımızı oydular” itirafında da olduğu gibi,
doğrudan rol oynamıştır.
Osmanlı
imparatorluğu mutlak monarşi olup, feodal sınıfın
iktidarıdır. Kapitalizmle birlikte doğan burjuvazi,
Osmanlının dağıtma ve toprak kaybı sürecinde,
özellikle İttihat ve Terakki cemiyetinde örgütlenmiş,
Jön Türk hareketinde siyasal önderliği ele geçirmiş,
bunun üzerinden Kemalizmde ifadesini bulan burjuva
devlete ulaşmıştır. Yani Kemalist diktatörlük,
Osmanlının yarı sömürgeleşme sürecinde, işbirlikçi
olan Rum ve Ermeni sermayesine karşı, yine en
az onlar kadar işbirlikçi olan Türk ve başka yer
bulamayan Yahudi sermayesine dayanmış, “Türkçülük”
temelinde Misak-ı Milli sınırları içinde, burjuva
ulus devlet oluşturulmak istenmiştir. Bu dönem,
tek parti dönemidir ve zerre kadar demokratik
nitelik yoktur; tam tersine ırkçı, şöven, gerici
ve katı bir diktatörlük söz konusudur.
Diktatörlük=faşizm
değildir. Bu yanılsama, başta K. Enternasyonal
olmak üzere (ki, 1928 süreci ve faşizm tartışmalarında
bu var. Bu, faşizm ile diktatörlüğü özdeş gören
yaklaşım ve sosyal demokrasi için “sosyal faşizm”
değerlendirmeleri, faşizm sorununa “sol” yaklaşımın
zeminini oluşturmuştur) bir çok kesimde sık sık
görülür. Ayrıca “feodal faşizm” de yoktur. Faşizm
emperyalizm dönemi kapitalizminin bir sonucudur
ve ondan bağımsız olarak ele alınamaz. Her diktatörlük
faşizm olsaydı, en kanlı ve acımasız diktatörlüklere
sahne olan köleci toplum ve onun diktatörlük biçimlerini
faşizm olarak tanımlamak mümkündü.
Halbuki,
faşizm, emperyalist çağın, yükselen işçi ve sosyalist
harekete karşı, kapitalizmin krizi koşullarında,
tekelci burjuvazinin, burjuva demokrasisini tümden
bir yana atarak, katı bir diktatörlük kurmasıdır.
Kapitalizmin ve kapitalizmin en yüksek biçimi
olan tekellerin olmadığı bir faşizm düşünülemez;
kapitalizm koşullarında her tekelci sermaye iktidarı
da faşizm değildir; faşizm, tekelci sermayenin,
burjuva demokrasisinden farklı olarak, en barbar,
en şoven diktatörlüğüdür.
Ülkemizde
bu koşullar 2. paylaşım savaşı sonrası, yeni sömürgecilikle
oluştu. Sosyalizm ve devrimci halk kurtuluş savaşlarına
karşı, emperyalizm yeniden kendini örgütledi;
bunun bir parçası olarak, demokratik hiçbir özelliği
ve geleneği olmayan Kemalist diktatörlük, yukarıdan
aşağı emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermaye
lehine, göstermelik bir “demokrasi” yalanı ile
yeniden biçim aldı. NATO, CIA, Pentagon bu süreçte
dolaysız rol aldı; ordu iç savaşa göre, yeniden
biçimlendi. Siyasal sistem, emperyalizmin çıkarlarına
göre, yeni sömürgeciliğin önünü açma ve geliştirmek
doğrultusunda, biçimsel “temsili demokrasi” temelinde
yeniden örgütlendi. Parlamento, faşizmi gizleyen,
emperyalistler ve işbirlikçi oligarşinin çıkarını
ifade eden bir kurum; siyasi partiler ABD’nin
izni ile kurulan burjuva örgütlere dönüştü. Başbakanların
ABD’de yetişip, emperyalistlerin onayı ile işbaşı
yaptığı kukla iktidarlarda devletin en önemli
yerlerine bizzat emperyalizmin belirlediği kadrolar
getirilerek dolaysız bir ilişki ağı oluşturuldu.
Ve tüm bunların emperyalizmin yayılma ve hegemonya
mücadelesi için kullanıldığı ve komşu halklara
düşmanlıklar örgütlendiği bilinmektedir.
Tabi
bunlar bir günde olmadı, süreç içinde, yukarıdan
aşağıya örgütlendi ve bu eksende, yani sömürge
tipi faşizm ekseninde, emperyalizm ve tekellerin
çıkarları doğrultusunda yeniden ve yeniden biçim
aldı. Bu süreç, 2. paylaşım savaşı sonrası başladı,
NATO ve Kore maceralarını yaşadı, 1961 ile yeni
bir biçim aldı, 1971 ve 1980 açık faşizmleri ile
bir başka biçim aldı, 28 Şubatlar bir başka biçim
verdi; ama özü değişmedi. Emperyalizm ve işbirlikçi
tekelci sermayeye dayanan faşizm, bu süreçlerde,
”yeniden yapılanma” adı altında, sürece, emperyalistlerin
ve işbirlikçi tekelci sermayenin ihtiyaçlarına
göre biçim aldı.
Bu
kısa özeti neden yaptık?
Bu
ülkede ne bugün, ne de yaklaşık 200 yıllık burjuvazinin
kendi tarihinde, burjuva anlamda demokrasini olmadığını
ifade etmek ve bunun emperyalizmle ilişkisini
kurmak için yaptık. Yani bu ülkenin başına ne
kötülük gelmişse, işçi ve emekçi sınıflara, bölge
halklarına karşı ne tip suç işlenmişse, bunun
sorumlusu emperyalizm ve oligarşidir. Emperyalizm
demokrasi değil, demokrasi düşmanlığı, demokrasinin
inkarını üretmektedir.
O
halde, anti emperyalist niteliği olan DHD, her
şeyden önce işçi ve emekçi sınıfların, halkın
demokrasisi için, emperyalizme karşı tam bağımsızlığı
hedefler. Tam bağımsızlık olmadan; emperyalizm,
ekonomik, siyasal ve kültürel olarak bu ülke topraklarından
sökülüp atılmadan asla gerçek demokrasiye ulaşılamaz.
Tam bağımsızlık, tek başına “siyasal bağımsızlık”tan
çok öte, ekonomik, mali, toplumsal alanları kapsayan,
emperyalist-kapitalist sistemin bu ülkede her
türlü egemenlik biçimine son veren bir kavramdır.
Zaten bu alanları da kapsamayan bir “siyasal bağımsızlık”
olgusu, bir karikatürden öte bir şey değildir.
DHD
programının kendisi, tamda bu alanlarda emperyalizme
karşı bir savaş ilanı, içsel olgu olan emperyalizmin
her alanda sökülüp atılması anlamını taşır. Yani,
programımızın ekonomik talepleri içinde, emperyalist
sermayeye karşı, bunların mal varlığına el koymak
dahil tüm sömürü ilişkisine son vermek; siyasal
talepleri içinde, ikili antlaşmaların iptal edilmesinden
tutalım, üslerin kapatılmasına kadar, NATO’nun
bu ülke topraklarından sökülüp atılmasından Ortadoğu
devrimci çemberinin somutlanmasına kadar; kültürel
ve sosyal talepler içinde ise, eğitimden günlük
yaşama kadar emperyalist kültürün etkisini kırmak,
bunun yerine insanı geliştiren, halklar arasında
o güne kadar egemenlerin ekmiş olduğu düşmanlık
tohumlarını ayıklayarak dayanışmayı büyüten bir
toplumsal kültürü oluşturmak gibi daha bir çok
unsur olmalıdır.
Programımız
tüm bunları doğrudan kesen bir özellikte olacaktır.
Demokrasinin
ilk ve temel koşulu budur; emperyalizme karşı
tam bağımsızlık kazanılmadan halkın kendi yönetimi
olan Halk Demokrasisi kurulamaz.
B)Demokrasi
İçin Oligarşinin Tasfiyesi Zorunludur
DHD,
sadece anti emperyalist değil, anti oligarşiktir
de.
Devrimimizin
temel halkasının birini oluşturan demokrasi için,
ki bu demokrasi burjuva demokrasisi değil halk
demokrasisidir, yukarıda ifade ettiğimiz gibi,
emperyalizmin tüm egemenlik biçimlerine son vermek
zorunludur; bu emperyalist egemenliğe son verilmeden
demokrasi kurulamaz. Bunun ilk ve temel bir ana
halka olduğunu kavramak son derece önemlidir.
Ama
bu ana halka, yani tam bağımsızlık, tek başına
devrimimize karakterini vermez. Aynı zamanda,
emperyalizmin sınıfsal dayanağı olan ülke içindeki
gerici sınıflara, ki bu egemen sınıflar bloğu
oligarşidir, karşı demokrasi savaşımı da zorunludur.
Bu ülkede, Kürt ulusunun özgürlüğü dahil hiçbir
demokratik sorun çözüm bulmamışsa, siyasal özgürlük
yoksa, işçi ve emekçi sınıflar düşüncelerini açıklama
ve örgütlenme hakkına sahip değilse, hazırlandığı
süreçte gözetilmek zorunda olan dengelerin bir
sonucu olarak “nispi demokratik” özellikler gösteren
1961 Anayasası bile bir yana atılıp, yeni tarihsel
sürecin “siyasal özgürlüğünün” çerçevesini çizen
1982 Anayasasına göre her şey baskı altına alınmışsa,
ezilen diğer ulusal topluluklar demokratik haklardan
yoksunsa, aleviler dahil diğer inanç sahipler
toplumsal kesimler demokratik haklarından yoksunsa,
din ve vicdan özgürlüğü biçimsel olup Sünni kesimleri
çarpık biçimde kayırıyorsa vb; tüm bunlar demokrasinin
inkarı üzerinden yükselen faşizmde ifadesini buluyorsa,
devrimimiz bu sorunu kökten çözmek zorundadır.
Faşizm ve sınıfsal temeli oligarşi devrimci tarzda
tasfiye edilmezse, hiçbir demokratik sorun çözülemez,
dahası bu egemenlik sistemi her vesile ile bu
sorunları üretir ve kangrene çevirir.
Bu
ülkede, yeni sömürge kapitalizmin omurgasını bir
avuç oligarşi oluşturur. Bunlar, tekelci sermaye
ve kapitalist büyük toprak sahipleridir ve iç
içedirler. Bunlar emperyalizmle işbirliği içinde
ülke ekonomisin asıl omurgasını ellerinde tutarlar.
Çıkarları emperyalizmle ortaktır, emperyalizmle
çelişkileri yoktur ya da sözü edilecek kadar çelişkileri
yoktur. Çelişkiler daha çok kendi aralarında çıkar
çatışması biçimindedir. Ya emperyalist bir güce
yaslanırken başka emperyalist güçlerin çıkarlarını
da korumaya çalışmaktan kaynaklanır ya da Kürt
sorununda olduğu gibi sömürgecilikte ısrar etmek
ve bu temelde emperyalizmin bölgedeki politikaları
ile uyumsuzluk içinde bulunmaktan kaynaklanır.
Yeni
sömürge kapitalizmin bu omurgası kırılmadan, emperyalizmle
işbirliği içindeki tekelci sermaye ve büyük toprak
sahiplerinin ekonomik gücüne el koymadan, devrimci
halk iktidarı tarafından bunlar kamulaştırmadan,
bu sınıflar tasfiye edilmeden bu ülkede demokrasi
söz konusu olamaz.
O
halde DHD programımız; bu sınıfların, oligarşinin
tüm ekonomik gücünü kamulaştırır ve bunun üzerindeki
siyasal egemenlik biçimi olan faşizmi ve kurumlarını
dağıtır, parçalar, tasfiye eder. Devrim mevcut
düzenin baştan aşağı yıkılıp parçalanması ve bunun
üzerinden Halk Demokrasisini kurma eylemidir.
DHD programımızın; ekonomik taleplerinin içinde
oligarşinin tüm ekonomik kaynaklarına (büyük topraklara,
bankalara, fabrikalara, sigorta şirketlerine vb.)
el koyma vardır; bunlar Demokratik Halk İktidarı
tarafından kamulaştırılır. Bu kamulaştırma aynı
zamanda kesintisiz sosyalizme geçmenin güvencelerinden
biridir.
DHD
programımızın siyasal taleplerinde ise, her şeyden
önce, yıkacağımız oligarşinin yerine neyi, ne
tip demokrasiyi inşa edeceğiz bu vardır. Çünkü
her devrimin ana sorunu iktidar sorunudur.
Hatırlayalım...
1905
BDD sürecinde, Bolşevikler, otokrasiye karşı ne
tip bir demokrasiyi ileri sürmüşler ve bunu parti
programında somutlaştırmışlardır? “Demokratik
cumhuriyet”i; bu asgari programın en önemli maddesidir.
Bu asgari program azami programla uyumlu hale
getirilmekte ve feodal düzeni yıkıp, daha ileri
bir düzeni tanımlamaktadır. Ama devrim, ilk örneği
1905 Devriminde ortaya çıkan ve 1917 Şubat Devriminde
önemli bir olgu olan, Sovyet gibi örgütleri yaratınca,
ortaya ikili iktidar çıktı: Bir yanda Sovyetler,
diğer yanda geçiçi hükümet, yani burjuva iktidarı.
Bolşevikler durup beklemeyi değil, BDD’nin “tamamlanması”nı
değil, bu burjuva iktidara karşı sosyalist devrime
yönelmeyi, bunu da “hemen” değil, “işçi denetimi”
altında “işçi yönetimine” geçerek yapmayı savunmuşlardır.
“Nisan Tezleri”, başka sorunların yanı sıra, devrim
sorununda tamda bu ana yönelim ve taktiğin planını
sunar; Bolşevik Partiyi ve kitleleri bu temelde
eğitmesi söz konusudur.
2.
bunalım döneminde sömürge ve yarı sömürge devrimi
olarak ortaya çıkan MDD’in ana stratejik hedefi
nedir? Devrim, neye, hangi sınıfsal güçlere yönelmiştir?
Bunlar bazen “üç hedef” olarak da tanımlanan;
emperyalizm, toplumsal süreçte egemen olan feodalizm
ve komprador kapitalizmdir. MDD neyi, ne tür bir
iktidarı yıkmıştır? Emperyalizme bağımlı feodal
iktidarları ve onun biçimlerini. MDD’de devrime
“demokratik” karakterini veren ana sorun nedir
ve devrim öncelikle hangi sorunu çözmüştür? Ülke
nüfusunun %80-90‘lara ulaşan ve serflik ilişkileri
içinde olan köylülerin toprak sorununu. Bu temel
sorun çözülmeden demokrasi mümkün mü? Hayır, çünkü
siyasal gericilik feodal toprak sahiplerinden
ve işbirlikçi komprador burjuvaziden kaynaklanmaktadır;
bu sınıflar tasfiye edilmeden devrimin demokratik
sorunu olan toprak sorunu çözülemez.
O
halde DHD; oligarşiyi yıkıp yerle bir ederken;
ekonomik alanda, bu sınıfların, tekelci sermaye
ve büyük kapitalist toprak sahiplerinin tüm ekonomik
gücüne el koyar; siyasal alanda ise, onun iktidarına
son verir ve bunun yerine halk demokrasisini kurar.
DHD’nin demokratik karakteri buradadır. Bu sınıfsal
zeminde bir savaşımdır; anti-emperyalist mücadele
anti-oligarşik mücadeleden kopuk değildir ve bundan
dolayı, hiçbir ara durakta durmadan, kesintisiz
sosyalizme geçme, örneğin MDD’den çok daha güçlüdür.
C)Devrimin
Güvencesi: Halk Demokrasisi
Halk
demokrasisine karakterini veren nedir, ya da ne
tip bir demokrasidir? Yapısı ve temel işlevi nedir?
Öncelikle
ifade edelim, çağdaş anlamdaki ”demokrasi”, burjuva
bir kavramdır; yani burjuvazinin feodalizme karşı
mücadelesinde ortaya çıkmış ve anlam bulmuş bir
kavramdır. Ancak “demokrasi” öyle bir kavramdır
ki, tarihsel süreç içinde değişime uğramış, içeriği
bu tarihsel süreçte zenginleşmiş bir kavramdır.
Marksist-Leninistler nerede “demokrasi” kavramı
ile karşılaşırlarsa, hemen “hangi sınıf için”
sorusunu sorarlar, dahası “demokrasi” ile “devlet”
arasında doğrudan bir ilişki kurarlar.
Burjuvazi,
yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, feodalizme karşı
demokrasi mücadelesine önderlik etmiştir; ama
emperyalist çağda bu mücadeleye önderlik etmekten
uzaktır, demokrasiyi bir yana atıp gericileşmiştir.
Burjuvazinin gericileşmesi, demokrasinin ve demokrasi
mücadelesinin önemini zayıflatmamıştır, tam tersine,
burjuvazi demokrasiyi inkar ederek bunu kışkırtmıştır.
Proletarya, kendini tanımak, diğer toplumsal sınıfları
tanımak, kendi için sınıf olup kendi devrimini
yapmak istiyorsa, burjuvazinin tarihsel ve siyasal
olarak geride kaldığı demokrasi mücadelesinde
en önde olup, bu okulda öğrenmesi gereklidir.
Bu keyfi bir tercih değil, proletaryanın en çok
demokrasiye ihtiyacı olan sınıf olmasından kaynaklanır.
Demokrasi
mücadelesinde proletarya tek sınıf değildir; her
tarihsel dönemde ve her ülke özgün koşullarında
demokrasi mücadelesine katılan sınıflar değişim
gösterir; ama kapitalizm koşullarında genel olarak
ifade edersek, ara bir sınıf olan küçük burjuvazi
demokrasi mücadelesinde önemli bir rol oynar.
Doğal olarak bu süreçte proletarya kendi demokrasisi
için, küçük burjuvazi kendi demokrasisi için yan
yana olabilirler; küçük burjuvazi demokrasi mücadelesinde
kapitalizmin sınırlarını aşamaz, proletarya bu
sınırları aşıp sosyalizme taşır. Küçük burjuvazi,
artık geçmiş bir dönemin, serbest rekabetçi kapitalizm
döneminin burjuva demokrasisinin peşinden koşabilir.
Proletarya, kendi demokrasisini, ancak egemen
sınıf olarak örgütlenerek kurar; ama burada durmaz,
bu “yarı devlet/demokrasi”yi adım adım söndürerek,
gerçek bir demokrasiye, tam demokrasiye, ya da
devlet ve demokrasinin olmadığı bir toplumsal
düzene, komünizme yönelir. Böylece ilk kez bir
sınıf, proletarya kendi sınıfsal varlığını ortadan
kaldırarak tam demokrasiyi hedefler.
Demek
ki; proletaryanın elinde demokrasi, kendini “siyasal
özgürlüklerle” sınırlamaz, onu aşan bir niteliğe
sahiptir, devletin ve demokrasinin olmadığı bir
toplumsal sisteme, komünizme geçişte, zorunlu
olarak kendi demokrasisini kurar. Kapitalizmden
komünizme geçiş sürecinde devlet, proletaryanın
devrimci diktatörlüğünden başka bir şey değildir;
ve bu demokrasi burjuva demokrasisinden milyonlarca
kez daha demokratiktir.
Bu
tarihsel süreçte, dikkat edilirse demokrasi hem
içerik, hem de biçim olarak değişime uğramaktadır.
Genel olarak ifade edersek, burjuva demokrasisini
proletarya demokrasisi, proletarya demokrasisini
ise komünizm aşmaktadır. Her aşma, kendi öncesi
tüm birikime dayanarak daha ileri olanı kurmadır.
Proletarya
demokrasisi, yaşanan deneyler tarafından görüleceği
üzere tek bir biçimde değil, birden fazla özgün
biçimde var olmuştur. Paris Komünü,”komün” deneyini,
Ekim Devrimi “Sovyet” deneyini, Doğu Avrupa ve
Çin, Vietnam Devrimleri “halk demokrasisi” deneylerini
yarattı. Tüm bu deneyler ve ortaya çıkan demokrasi,
burjuva demokrasisinden binlerce kez daha demokratiktir.
Çünkü bu proletarya demokrasisi ve onun özgün
biçimleri, sınıfsal temelde, proletaryanın veya
proletarya önderliğinde halkın elindedir; burjuva
demokrasisi gibi sadece seçimlere değil, seçilenlerin
görevden alınması ilkesine ve yasama ile yürütmenin
halkın elinde toplanmasına dayanır.
Biz
devrimle oligarşiyi yıkıp, faşizmin tüm kurumlarını
dağıtırken; bunun yerine proletaryanın önderliğinde
halk demokrasisini kuracağız. Bu demokraside,
oligarşiye yer yoktur, demokrasi işçi sınıfı ve
halk içindir. Aynı zamanda bu devrimci diktatörlüktür;
iktidarını kaybeden ama hala varlığını sürdüren
oligarşiye, kapitalizmi diriltmek isteyen büyük
ve orta burjuvaziye karşı diktatörlük uygulayacaktır.
Biz, burjuva demokrasisinin sahteliğini, iki yüzlülüğünü
reddediyoruz. Açıktan bu günden oligarşiyi, kapitalizmi
ayakta tutan sınıfları, halk demokrasisi içinde,
söz ve karar sahibi yapmayacağımızı ilan ediyoruz.
Demokratik
Halk İktidarında, “demokrasi” sadece bir siyasal
kavram ve içeriğe sahip değildir. Bu iktidarda
demokrasi, üretenlerin yönettiği bir sistem olup,
her üretim biriminde, üretimin planlanması dahil,
tüm üreticilerin söz ve karar sahibi olduğu, bunun
yerel ve ülke düzeyinde halk meclislerinde örgütlenip
somutlaştığı, halk meclislerinin demokrasinin
omurgasını oluşturduğu bir sistemdir.
Halk
meclisleri; en küçük yerleşim birimlerinden en
büyük birimlere kadar; yani, köy ve semt/mahalleden
kasaba ve ilçeye, buradan ile, ilden bölgeye/ya
da eyalete, bölge/ya da eyaletten ülke geneline
uzanan yerinde ve doğrudan yönetimdir. Bu yerinde
ve doğrudan yönetimler arasında demokratik merkeziyetçi
bir ilişki vardır.
Halk
meclisleri; burjuvaziyi dışta bırakır ve işçi
sınıfı ile diğer emekçi sınıfları, küçük işletme
sahiplerini içine alır. Tüm bu sınıflar üreten
sınıflardır ve her birimde, her yerel halk meclisinde
işçi ve yoksulların ağırlığı özel önemdedir. Yani
Halk Meclisleri, şehir ve kırda, ülke nüfusunun
büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve şehir-kır
yoksullarına dayanır, bu sınıfın, işçi sınıfının
önderliğinde diğer üreten sınıflarla ittifakı
içerir. Halk meclisleri, bu sınıfların iktidar
organlarıdır.
Halk
meclisi; 18 yaşını doldurmuş her yurttaşın özgürce
seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu, seçilen
yöneticilerin seçenler/kitleler tarafından tekrar
görevden alınma hakkının olduğu, açık, herkes
tarafından denetlenebilir iktidar organlarıdır.
Seçim, açıklık ve katılım bu iktidar organlarının
ilkeleridir.
Halk
Demokrasisinin omurgasını Halk meclisleri oluşturur;
ama bununla sınırlı değildir. Burjuva demokrasisinden
milyon kez daha demokratik olan Halk Demokrasisinde,
siyasal özgürlük tam güvence altındadır; tüm emekçi
sınıflar, kendi iş yerinde, meslek ilişkilerinde,
kendi alanlarında, işyeri komitesi, meslek örgütleri,
sendikalar vb olarak örgütlenirler; tüm uluslar
ve ulusal azınlıklar özgürce örgütlenip bu haklarını
kullanırlar; ve bu örgütler, önder rol oynayan
parti ile beraber Halk demokrasisinin ana unsurları
olurlar. Halk Demokrasisi, sadece Halk Meclislerini
değil, parti, sendika, meslek örgütleri, gençlik
örgütleri, özgürce kimlik ve kültürünü ifade eden
ulusal oluşumları vb kapsar; tüm bunların bileşkesi
olarak kitleleri yönetime katar, kitlelerin söz,
yetki ve karar sahibi olmasını güvenceye alır.
Devrim
programımız; tüm bunlara çözüm üreten, bugünden
bunun için bir mücadele hattı ortaya koyan bir
içeriğe sahiptir.
Halk
demokrasisi, tek partili mi, çok partili mi bir
sistemdir?
Bu
bilindik bir tartışmadır ve bu tartışmanın yaklaşık
yüz yıllık bir tarihi vardır, en azından Ekim
Devriminden bu yana, sosyalistler tarafından,
sık sık yapıldığı bilinmektedir.
Ekim
Devrimi, sanıldığı gibi “tek parti”ye dayanmaz,
tam tersine burjuvaziyi dışta tutarken, Bolşevikler,
sosyalist devrimcilerle, hatta bunların “sol”
kanadı ile ittifak yaparak iktidarı ele geçirdikleri
ve paylaştıkları bilinmektedir. Lenin’e yönelik
suikast bir dönüm noktasıdır; bu karşı devrimci
eylemle, küçük burjuvazinin büyük burjuvazinin
çıkarlarına paralel hareket etmesi, bu ittifakın
bozulmasına yol açmış ve tek parti yönetimi söz
konusu olmuştur. Başta Bulgaristan Halk Demokrasisi
olmak üzere bazı ülkelerde çok partili bir sistem,
KP’nin yanı sıra “çiftçi birliği” gibi partilerin
varlığı bilinmektedir. Aynı biçimde, kitlelerin
inisiyatifi ve insana verilen önem açısından Küba
Devrimi daha olumlu bir örnektir ve devrimin ilk
yılları çok partilidir, bu partiler sonradan,
sosyalizmin inşası sürecinde tek partide birleşmiştir.
Sözü
ve örnekleri uzatmak mümkündür, ama buna gerek
yoktur.
Yine
de şu denilebilir, reel sosyalizm deneyinde tek
parti modeli baskındır; çok partililik yaygın
değildir. Proletarya demokrasi için, ”tek-çok
parti” biçimsel bir sorundur ve demokrasi sorunu,
tek parti veya çok parti olmaktan öte olup, işçi
ve emekçilerin katılımı sorunudur. “Reel sosyalizm”
deneyinden alınması gereken ders, ”tek-çok parti”
değil, kitlelerin inisiyatifi, söz ve karar süreçlerine
katılımı, enternasyonal eğitimi ve devrimci ruhudur.
Tek-çok parti sorununun, tamamen o tarihsel koşullara
bağlı olarak biçim alacağı açıktır.
Yine
de bu ülke için şu söylenebilir; toplumsal yapı
ve sınıflar kombinezasyonunu dikkate alırsak,
çok partili bir sistemin olabileceğini, yani farklı
işçi partileri ve diğer emekçi sınıf partilerinin
olabileceği ön görünebilir.
Ama
bu bir parti programında, bugünden ifade edilebilir
mi?
Hayır
edilemez. Çünkü; bu pratik ve tamamen o tarihsel
koşulların, sınıf ilişkilerinin sorunudur. Bu
günden “evet, çok partili” ya da tersine “tek
partili” olarak Halk Demokrasisini tanımlamak,
bunu parti programında ileri sürmek, hem programların
yapısı gereği, hem de pratik politikada elimizi
bağlamak açısından anlamlı değildir. Programda,
işçi ve emekçi sınıfların karşı-devrimci bir eksende
olmamak kaydıyla özgürce örgütlenip, kendini ifade
etmesini güvence altına almak; halk demokrasisinin
bir gereğidir, bunu tanımlamak gerekir. Ama bunun
çok somut biçimini bu günden ifade etmek anlamlı
değildir.
D)Program
ve Kürt Sorunu
Kürt
ulusal sorunu, tarihsel ve güncel özellikleriyle
çözüm bulamamış ve son derece ağırlaşmış bir sorundur.
Bu sorun, kapitalizmin şafağında ortaya çıkmış
ve hiçbir zaman demokratik biçimde çözüm güncelleşmemiş,
tam tersine ırkçı ve şöven bir yaklaşımla en baştan
bu yana inkar ve imha siyasetiyle kangrene dönüştürülmüştür.
Demokrasi sorununun önemli bir unsuru olup, günceldir
ve “turnusol kağıdı” niteliğindedir. Bu açıdan
Kürt ulusal sorunu, demokrasi mücadelesinde yaşamsal
bir karaktere sahiptir.
Ortadoğunun
en eski ve yerleşik halkı olan Kürtler, kapitalizmle
beraber uluslaşma sürecine girmiş, aynı süreçte
emperyalizm ve bölge gericiliği tarafından parçalanmış,
yok sayılmış, sürgün edilmiş, ulusal kimliği ve
bütünlüğü hedef tahtasına oturtulmuş, kısaca sömürgeleştirilmiştir.
Türk burjuvazisi, kendi ayaklarının üzerinde durma
iddiasıyla siyaset sahnesine çıktığında, iddia
edildiği gibi anti-emperyalistlikten çok anti-rum
ve anti-ermeni bir tavırla, “Türk ulusu” yaratmaya
çalıştı. Bu süreç, Kürtler için, devletler arası
sömürgeleşme sürecidir. Kemalizm, İttihat Terakki
Cemiyeti’nin başlattığı, Türk burjuvazisinin önderliğinde,
ulus devlet kurma eyleminin takipçisi olmuştur.
Ama bu, çok kez ifade edildiği gibi, “çok uluslu
devlet” değil, Türk burjuvazisinin sınıf egemenliğidir
ve kapitalizm bu devletle gerçek egemenliğini
kurmaktadır. Bu süreç, ilk önce “Türk-Kürt kardeşliği”
söylemi olsa da, Kürt ulusu için, tüm demokratik
haklarının inkar edilmesi, özelikle 1925-40 döneminde
bu inkar politikasının imha ile bütünleşmesidir.
Artık “Kürtler yoktur”; merkezi ve modern sınıfların
önderliğinden yoksun, yerel ve feodal sınıfların
önderlik ettiği Kürt direnişleri/ayaklanmaları,
katliamlarla bastırılmakta, hatta tam bir demagoji
ile “emperyalistlerin kışkırtması” olarak tanımlanmaktadır.
1924 Lozan, Türk burjuvazisinin demokrasiden yoksun
ulus devletinin ve misakı-milli sınırlarının onaylanması
anlamını taşırken, bu süreç, Kürt ulusu için,
dört parçaya bölünüp, devletlerarası sömürgeleşmenin
tescillenmesidir.
Kürtler;
ortadoğunun en eski halklarından olup, parçalanmış
bir ulustur. Kürtlerin yaşadığı Mezopotamya ise
bu ulusun yaşadığı ülkedir. Emperyalistlerin ve
sömürgeci güçlerin bunu inkar etmesi gerçeği değiştirmez.
Halkların gerçeği, emperyalist ve sömürgeci güçlerin,
Türkiye, İran, Irak ve Suriye egemen sınıflarının
çıkarlarından daha önemlidir. Kürt ulusu ve ülkesinin
parçalanması ortadoğu halklarının çıkarına değildir
ve Kürtlerin bağımsız-bileşik-demokratik bir ülkelerinin
olması, ortadoğu halkları için de bir kazanımdır.
Parçalanan
Kürt ulusunun, kendi ülkesinde birliği, kendi
kaderini özgürce kendisinin tayin etmesi en doğal
ve demokratik hakkıdır. Bu açıdan Kürt ulusu için;
“bağımsız-birleşik-demokratik bir ülke” şiarı
devrimin asgari programını içerir; bu asgari program
sosyalist bir ülke programına bağlanır, bununla
iç içedir ve Mezopotamya Devriminin temel stratejik
hedefini oluşturur.
Kürtlerin
büyük çoğunluğu, Misakı-Milli sınırları içinde,
TC oligarşisi tarafından sömürgecilik zinciri
altında tutulmuş ve Mezopotamya’nın bu parçası
iç sömürge haline getirilmiştir. Ve demokrasi
sorunun bir parçası olan Kürt sorunu, Kürt ulusunun
ulusal özgürlük sorunudur. Kürtler bir ulustur,
UKKTH, Kürtler için en temel haktır. Kürtler bu
hakkı nasıl kullanır; bu konuda söz, yetki ve
karar Kürtlere aittir. Bu demokratik hakkını kullanmak
için mücadele eden Kürt ulusunun hangi sınıfın
öncülüğünde örgütlenmiş olması, bu demokratik
hakkın varlığını ortadan kaldırmaz. UKKTH, Kürt
ulusunun bağımsız devlet kurma ve bunun için örgütlenme
hakkında anlamını bulur. Bu hak, hiçbir gerekçe
ile sulandırılamaz; devrimden önce “birlik” adına
bir yana atılıp, devrimden sonra da “büyük devlet”
adına gereksizleştirilemez.
Elbette
ki, her demokratik sorun gibi, bu sorun da, Kürt
ulusal sorunu da, farklı sınıfların elinde istismar
edilmektedir, hatta emperyalistler tarafından
hegemonya mücadelesi için kullanılmaktadır. Bu
açıdan, bu sorunun sınıf bakış açısı ile, proletaryanın
ve dünya devriminin çıkarları açısından ele alınması
son derece yaşamsaldır. Proletarya, Kürt ulusunun
bu demokratik hakkını, UKKTH’nı ikircimsiz savunur;
bunu dünya devrimin bir parçası olarak ele alır,
proletarya enternasyonalizmini kendine rehber
alır.
Dahası;
her demokratik sorun gibi, bu sorun da, somut
tarihsel-siyasal koşullara bağlı, kendi içinde
bazı çözümlere açıktır. Federasyon, özerklik vb.
bunlardan bazılarıdır. Yani Kürt ulusu bağımsız
devlet kurma hakkına sahiptir; ama bu hakkın Kürt
ulusu tarafından nasıl kullanılacağı, somut tarihsel
ve siyasal gelişmelere bağlıdır. Tamamen Kürt
ulusunun kendi iradesine, tercihine bağlı olarak,
bağımsız devlet kurma dışında bir başka biçimde
de somutlaşabilir.
Ama
bir parti programında, eğer bu parti proletaryanın
partisi olma iddiasına sahipse, asla ve asla,
bu tip “ara çözüm” veya arayışlar üzerinden bir
ulusun iradesini ipotek altına alan, onlara “akıl
vermeye çalışan” bir yaklaşım değil, dolaysız
ve net bir çözüm sahibi olmak zorundadır. Bu çözüm;
Bağımsız-Demokratik-Birleşik-Sosyalist bir Mezopotamyadır.
Ezen ulus proletaryası, bunu savunmaksızın sosyal
şövenizm lekesinden kendisini kurtaramaz..
Biz
proletaryanın partisiyiz ve dünya devrimi nihai
olarak hedefimizdir; ulusal değil evrensel bir
sosyalizm anlayışına sahibiz. Bu bölgede, Ortadoğuda
yaşıyoruz. Ortadoğu’da tüm devrimler birbirini
etkiler; tek tek ülke devrimleri bölge devrimlerine,
bölge devrimleri dünya devrimine bağlanmak zorundadır.
Bu
temel perspektif; Ortadoğuda halklara ve ülkelere
kapılarını açan, halkları ve ülkeleri birbirine
bağlayan ve bundan dolayı stratejik bir yerde
duran Mezopotamya devrimini oldukça önemli bir
yere taşır. Nasıl Türkiye devrimi, Mezopotamya
ve Ortadoğu devrimlerini etkilerse, Mezopotamya
devrimi de, Türkiye ve Ortadoğu devrimlerini etkiler;
Ortadoğuda devrimler, emperyalist-kapitalist zincirin
halkalarının zayıflığına bağlı olarak birbirine
bağlanmıştır, biri diğerini doğrudan etkiler.
Yani, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, devrimimiz,
bölge devrimleri ve dünya devrimleri ile dolaysız
bir ilişki içindedir.
Anti-emperyalist
anti-oligarşik DHD, mevcut devlet mekanizmasını
tümden parçalar. Bu devlet mekanizması, tek ulusa,
Türk ulusuna dayanan, Kürt ulusu ve diğer ulusal
toplulukların demokratik haklarını yok sayan bir
anlayışın temsilcisidir. Bu mekanizma parçalanmadan,
Kürdistan devriminin ana stratejik hedefi olan
Bağımsız-Bileşik-Sosyalist Mezopotamya uzak bir
hayal olur. Ve bununla birlikte, TC sınırları
içinde iç sömürgecilik ilişkileri, kapitalizmin
bu temelde eşitsiz de olsa gelişimi, buna bağlı
sınıfsal çözülmelerin yaşanması, Kürt sorunun
burjuva değil emekçi eksende çözümünün koşullarını
güçlendirmiştir.
Kürt
ulusu ister bağımsız devlet kurma hakkını kullanır,
ister eşitlik ve özgürlük temelinde Türk ve Kürt
haklarının ortak devrimci federasyonunu birlikte
inşa etmeyi tercih etsin; Bunlar “kültürel özerklik”ten
öte ulusal ve demokratik haklardır. Kürt ulusunun
bu demokratik haklarını devrimden sonrası için
değil, bu günden savunmak proletarya devrimcisi
olmanın, proleter enternasyonalizmin temel koşuludur.
DHD
programında bunlar tam bir açıklıkla ele alınmak
zorundadır.
Böyle
olunca, aslında örgütlenme sorunu taktik bir sorunken,
bu sorunun çözümünde Mezopotamya devrimine önderlik
edecek sınıfın bağımsız örgütlenmesi stratejik
öneme sahip olur. Bu stratejik önem gözden kaçmadan,
her somut süreç bazı taktiksel yaklaşımları içerebilir.
Tam
bu noktada bir kez daha ifade edelim.
Türkiye
ve Mezopotamya iki farklı ülkedir ve her ülke
proletaryası, öncelikle kendi devrimi yapmak zorundadır.
İç sömürgecilik ilişkileri ve kapitalizmin gelişimi
iki ulus, Türk ve Kürt ulusu emekçilerini birleştirmektedir.
Biz ulus değil ülke gerçeğini göre hareket ederiz,
devrimi ve devrime önderlik edecek sınıf örgütlenmesini
de bu temelde ele alırız. Mezopotamya devrimi
için Kürt proletaryası bağımsız örgütlenme hakkını
kullanabilir, kullanmalıdır da. Ama bu hakkı kullanmak,
somut yaşamda ete kemiğe büründürmek, DHD sürecinde
ortak mücadele etmenin önünde engel değildir;
tam tersine bu ortak mücadelenin en sağlıklı zeminidir.
O
halde, her somut süreç kendi ilişkilerini yaratsa
da, ayrı örgütlenme ama ortak mücadele ana yaklaşım
olmalıdır. Ama bunlar programın konusu olmaktan
uzak ve her somut sürecin politik sorunlarıdır.
DHD
programında Kürt sorunu, demokrasi sorununun kendisi
değil, ama stratejik öneme sahip, en önemli sorunu
olarak özel bir yerde durur. Sorunun önemi, DHD
programında özel bir alt başlıkla/ya da bölümle
ele almayı gerektirir. Başkasını ezen ulus özgür
olamaz; Kürt ulusu özgür olmadan bu ülkede işçi
ve emekçiler özgür olamaz. Devrimimiz, başta Kürt
ulusunun özgürlüğü olmak üzere, demokrasinin tüm
sorunlarını çözecektir.
Devrim
programımız; özetle bu temel yaklaşımı kapsar
ve bu açıdan, aynı zamanda, ezen ulus proletaryası
olarak en ileri programsal çerçeveyi ifade eder.
TDH Kürt sorununda özürlüdür, devrim programımız
buna yanıttır; bu aynı zamanda, Kürt ulusal sorununda
politik duruşumuzun programımıza yansımasıdır.
E)Program
ve Reform
Anlaşılacağı
üzere devrim programımız, DHD programı, yeni sömürgecilik
ilişkileri içinde, tekelci kapitalizmden sosyalizme
geçiş sürecinin programıdır. Bu geçiş süreci;
bir hamlede, bir vuruşta değil,birbirini tamamlayan
ve iç içe olan süreçlerin bileşkesidir; demokratik
ve sosyalist görevleri bütünsel ele alan bu program,
asgari ve azami hedeflerin sentezidir. Devrim
programımız, “aşamalı” değil “kesintisiz” devrimi
içerir.
Teorik
olarak “asgari” program, kapitalizm koşullarında
elde edilebilecek görev ve hedefleri kapsar; “azami”
program ise kapitalizmi aşan, sosyalizmi ifade
eden görev ve hedefleri kapsar. Ama biz biliriz
ki, kapitalizm koşularında, teorik olarak elde
edilebilecek hedefler, politik olarak asla tam
olarak gerçekleşemez. Çünkü, kapitalizm ve onun
en yüksek aşaması emperyalizm, her gün, kapitalizm
koşullarında, teorik olarak, elde edilebilecek
demokratik hakları sakatlar, bozar, kötürüm yapar,
hatta elde edilen kazanımları sürekli budar. Yani,
örneğin; siyasal demokrasi, ya da UKKTH kapitalizm
koşullarında teorik olarak pekala elde edilebilir;
ama, kapitalizm ve onun en yüksek aşaması emperyalizm,
bu hakları inkar eder, bu demokratik haklar için
mücadeleyi kışkırtır.
Devrimci
Marksistler/sosyalistler, kapitalizm koşularında
teorik olarak elde edilebilecek hedefleri; örneğin,
“emperyalist ekonomistler” gibi, emperyalizmin
bu sorunları inkar etmesinden hareketle, ”emperyalizm
koşullarında elde edilemez, sosyalizmde ise gereksiz”
diyerek bir yana atamazlar. Tam tersine, inkar
edilen, bozulan, her gün kapitalizm tarafından
kötürümleştirilen bu sorunlar, işçi ve emekçi
sınıfların, ezilenlerin mücadelesini kışkırtır;
bunlar için mücadele edilmeden sosyalizme ulaşmak
da mümkün değildir.
O
halde, devrimci sosyalistler, bu sorunlara sahip
çıkarken, bu sorunların çözümü için mücadele ederken,
bu sorunların kendisini devrim programına bağlarlar.
Devrim mevcut kapitalist düzenin alt yapısından
üst yapısına kadar parçalanmasıdır; mevcut yeni
sömürgeci kapitalist düzen, tümden yıkılmadan,
teorik olarak kapitalizm koşullarında elde edilebilecek
haklar asla tam olarak elde edilemez. Bundan dolayı,
reformlar için mücadele devrime bağlanmak zorundadır
ve tüm bunlar sosyalizme kesintisiz yürüme ile
ele alınmalıdır.
Ama
biz reformist değiliz; çünkü,reformizm, programsal
düzeyde, bu demokratik sorunları her şey yaparken,
bunların çözümü için devrim değil, kapitalizmin
eleştirisi üzerinden onun onarılmasını, reformlarla
yetinmeyi aşamaz. Devrimci demokrasi bir politik
akım olarak, bu sorunları devrimle çözmeyi savunur;
ama ufku kapitalizmi aşamaz, sosyalizme mesafeli
durur. Yani; reformizm ve devrimci demokrasi programsal
düzeyde aynı zemindedir; biri sağ, diğeri “sol”
tarafta durur, biri reformlarla yetinir ve bunun
için mücadele eder, diğeri devrimcidir.
Anlaşılacağı
üzere, reform-devrim-sosyalizm ilişkisinde doğrudan
bir bağ kurmak, bunları birbirine bağlamak son
derece önemlidir. Eğer bir devrim programı, bunu
doğru kurgulayamazsa amacına ulaşamaz. Devrimci
sosyalistler, reformlar için mücadeleyi bir yana
bırakmazlar, reformlar içinde mücadele ederler;
ama burada kalmazlar, bu sorunların asıl olarak
devrimle çözüleceğini bilirler, devrimin çözeceği,
daha doğrusu gerçek çözüm için önünü açacağı tüm
bu sorunların ancak sosyalizmde güvence altında
olduğunu bilirler. Lenin’in ifade ettiği gibi,
demokratik sorunları bir kısmının devrim öncesi,
bir kısmının devrim anında, bir kısmının da devrim
sonrasında çözüleceği esprisi budur.
O
halde programımızda bunlar doğru biçimde ele alınmak
zorundadır.
Bizim
devrim programımız, devrimi yaptığımızın ertesi
günü neler yapacağımızı tanımlar; ama, ekonomik,
demokratik, siyasal bazı kazanımlar devrim öncesi
de elde edilebilirler. Programımız bunları dışlamaz.
Tam tersine, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, reformu
devrime, devrimi sosyalizme bağlar. Ayrıca, ekonomik,
demokratik ve siyasal karakterde reformlar için
mücadele, bunlar için talepler, sadece işçi ve
emekçi sınıfları devrime hazırlamak için değil,
içinden geçtiğimiz tarihsel sürecin bu sorunları
çok daha güncel kılmasından dolayı, bu sorunlar
üzerinden devrimi emekçilerin gündemine sokmak
için de bir gerekliliktir. Parti işçi ve emekçi
sınıfları bu talepler için kavgaya seferber etmek
zorundadır.
Biz
dünya devrimin tüm birikimlerine sahip çıkarız.
Örneğin, reformist bir partinin programında benzer
taleplerin olmasından da özel olarak rahatsız
olmayız. Dünya devrimler deneyine, özel olarak
da programlara baktığımızda, reformlar için mücadelenin,
iki temel başlıkta toplandığını görürüz.
Bunlardan
biri; ”emeğin korunması” bölümüdür. Bu bölüm asıl
olarak işçi sınıfının fiziksel ve moral yapısını
korumaya yöneliktir. Kapitalizm koşullarında,
somut olarak yaşanılan süreçte elde edilebilecek
talepleri kapsar. Bunlar; örneğin, “eşit işe eşit
ücret”, “iş gününün 7 saat olması”, “kadınlara
doğum öncesi ve sonrası izin hakkı”, “çocuk ve
kadın emeğinin korunması”, “kreş hakkı” vb. taleplerdir.
İnsanca yaşam için bu taleplerin elde edilmesi
zorunludur. Kapitalizm vahşi sömürüyü dayatırken,
sürekli işçi sınıfının fiziksel ve moral bütünlüğünü
bozar. Kapitalist üretim ilişkileri işçi sınıfını
bozar, çürütmeye çalışır. Ve işçi sınıfı kendini
korumak, insanca yaşamak için, bu talepler için
mücadele eder.
İkinci
bölüm ise, “günlük siyasal ve sosyal talepler”
ya da “acil siyasal ve toplumsal talepler” başlığı
altında toplayabileceğimiz taleplerdir. “Emeğin
korunması” işçi sınıfının fiziki ve moral birliği
için önemli olurken, “günlük siyasal ve sosyal
talepler”, sadece işçi sınıfının değil, mevcut
düzenden memnun olmayan tüm toplumsal sınıfların,
toplulukların ekonomik, siyasal, demokratik taleplerini
içerir. Örneğin; “TMY kaldırılması”, “tüm emekçilere
sendika kurma hakkı”, “YÖK’ün kaldırılması”, “her
türden cinsel ayrımcılığa son verilmesi”, “tarıma
kredi”, “emperyalist üslerin kapatılması”, “ana
dilde eğitim hakkı”, ”herkes için din ve vicdan
özgürlüğü” vb.
Biz;
siyasal özgürlüklerin tüm biçimlerine sahip çıkarız,
anti demokratik yasalara karşı çıkarız; işçi ve
emekçilerin özgürce örgütlenmesini savunuruz,
öğrenci için “eşit, bilimsel anadilde öğrenim
hakkını”, alevi için özgürce kendini ifade etme
ve örgütlenme hakkını, tüm dinler için “din ve
vicdan özgürlüğünü” savunuruz.
Doğal
olarak tüm bu siyasal ve toplumsal talepler, hem
kapitalizm sınırları içinde elde edilebilir, hem
de günlük mücadelenin bir parçasıdır; bunlar,
programda “acil siyasal ve toplumsal talepler”
veya başka bir tanımlama ile “günlük siyasal ve
sosyal talepler” bölümünde ele alınabilir. Bu
bölüm, yani “acil siyasal ve toplumsal talepler”
ya da “günlük siyasal ve sosyal talepler” alt
bölümü demokrasi mücadelesinde kapitalizm koşullarında
elde edilebilecek taleplerini kapsar. Her gün,
bu talepler günlük yaşamda karşımıza çıkar. Uğruna
günlük yaşam içinde mücadele edilebilir taleplerdir.
Bunların bir kısmı, oligarşi içi çelişkilerin
de konusu olabilirler; AB ekseninde “uyum yasaları”
olarak tanımlanan yasaların böyle bir yanı vardır.
Ama biz bunları kapitalizmin, faşizmin eleştirisi
ve işçi-emekçi sınıfların eğitimi ekseninde ele
alırız; bu taleplerle kitleleri devrime hazırlarız.
Hem
“emeğin korunması” bölümü, hem de anti-emperyalist,
anti-faşist, anti-sömürgeci demokratik talepleri
kapsayan “günlük siyasal ve sosyal talepler” ya
da “acil siyasal ve toplumsal talepler”; mevcut
kapitalist düzen ortadan kalkmadan, kapitalizm
sınırları içinde gerçekleşebilecek taleplerdir.
Bu talepler bir yana atılamaz; bunlara sahip çıkılarak,
bunların günlük mücadele ile somutlaşması hak
alma ve demokrasi mücadelesinde zorunludur.
Devrim
reformlar için mücadeleyi bir yana atmaz. Reformizim,
kapitalizm sınırları içinde bununla kendini sınırlar
ve asla bu sınırlı talepleri de tam çözüme kavuşturamaz.
Çünkü ufku dardır; bu sorunların tam çözümü bunu
aşan bir programsal çerçeveye bağlanmadan güvenceye
de alınamaz. DHD programı bunları güvenceye alan
bir niteliktedir ve tüm bunların sosyalizmle anlam
bulacağını ileri sürer.
Demokrasi
mücadelesinin sınırlı bir bölümü, kapitalizm ve
oligarşi yıkılmadan, ancak onların sınırlarını
zorlayan, günlük hedefler için mücadele olarak
ortaya çıkan budur. Bu talepler programda yerini
alır; ama bunlar köklü çözüme, devrime bağlanır.
F)Son
Söz
Anlaşılacağı
üzere devrimimizde demokrasi sorunu sınıfsal bir
sorun olup, temel/ana bir sorundur. Programımız
devrimin tüm sorunlarına çözüm üretirken bu sorunu
da, işçi sınıfının bakış açısı ile doğru bir çözüme
bağlamak zorundadır.
Burjuvaziden
demokrasi beklemek bu ülkede eski bir hastalıktır
ve hiçbir politik değeri yoktur. Sadece, bir genel
doğru olarak, emperyalizm çağında burjuvazinin
devrimci barutunu yitirmesi değil, feodalizmin
siyasal etkisinin yok edilmesi de bu beklentinin
geçerliliğini tamamen ortadan kaldırmıştır. Serbest
rekabetçiliğin siyasal formu olan burjuva demokrasisi
çağı çoktan geride kaldı; demokrasi mücadelesinin
en tutarlı ve öncü sınıfı proletaryadır. Proletarya
bu mücadelede en önde olacaktır, ama bu mücadele
tek başına proletarya ile sınırlı değildir; proletarya
diğer sınıfları, oligarşi ve kapitalizme hayat
veren orta burjuvazi dışında, başta kent ve kır
yoksulları olmak üzere, kent ve kır küçük burjuvazisini
yanına alacaktır. Bu sınıflar demokrasi mücadelesinde
proletaryanın birlikte hareket edeceği güçlerdir;
bunlar devrimin temel gücüdür.
Böylece,
proletarya diktatörlüğünün özgün biçimi olan Demokratik
Halk İktidarı, aynı zamanda bu sınıfların iktidarıdır.
Bu halk iktidarı, tüm demokratik sorunları çözer
ve güvenceye alınır.
Bu
devrimdir; demokrasinin devrimle elde edilmesidir.
Sık sık ve bir çok kesimler tarafından dillendirilen
“devletin demokratikleşmesi” saçmalıkları ile
de uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Ve
devrim, proletaryanın önderliğinde, uzun süreli
bir savaşla ve tüm halkın katılımı ile zafere
ulaşınca, devrimin “ertesi günü” adım adım sosyalizmin
inşasına geçilecektir. Yani, anti emperyalist
anti oligarşik DHD, hiçbir ara aşamada durmadan
doğrudan sosyalizme yönelecektir.
Devrim
programımız; devrimden çıkarı olan tüm sınıfların
taleplerini işçi sınıfının bakış açısı ile somutlaştırır.
Çünkü, bu program işçi sınıfı partisinin programıdır
ve işçi sınıfı, demokrasinin her sorununa diğer
sınıflardan daha ileri yerden bakar, sahip çıkar.
Devrim
programımız, kapitalizme ve onun en yüksek aşaması
olan emperyalizme, emperyalizmin bu ülkedeki toplumsal
dayanağı olan oligarşiye karşı bir savaş ilanıdır.
Bu program; bu savaşta, sadece işçi sınıfını değil,
tüm halkı, her ulustan ve inanç sahibi topluluklardan
ezilenleri kendi bayrağı altında toplanmaya çağırır.
Birleşen
halk yenilmez. Devrim programımız, işçilerin,
şehir ve kır yoksullarının, küçük üreticilerin,
esnaf ve zanaatkarların, tüm halkın birleşik gücünü
ifade eder, onları bu bayrak altında birleştirir,
devrim için savaştırır.
Devrim
programımız gerçek değerini bu savaşım içinde
bulur; politikleşmiş savaş, programımızı işçi
ve emekçi tüm halkımıza taşır, programımız devrime
yol gösterir.
Böyle
bir parti programın altında birleşmek ve savaşmak
için bir adım daha ileri!
|