Kürt
özgürlük mücadelesinin, birbirine eklenen, inişli-çıkışlı
bir dizi ara aşama yaşayarak yeni bir sürece girdiği
açıktır. Bu sürecin ana ekseni, bir yanda Kürt
özgürlük hareketinin "demokratik özerklik"
projesini güncelleştirip ilan etmesi, diğer yanda
ise emperyalizm ve oligarşinin üzerinde anlaştığı
"demokratik açılım" projesinin tümden
iflas etmesi ve oligarşinin yeni bir konsept arayışıdır.
Oligarşinin inkarcı politikada ısrar edeceği açıktır;
ama öte yandan örgütlü Kürt hareketi, kapitalizm
sınırlarını aşmayan ama burjuva demokrasisi için
önemli bir adım olan "demokratik özerklik"
projesini somut olarak örgütleyecek güce sahiptir.
Kürt
sorunu temelinde her şey, günlük gelişme ve güncel
taktikler bu eksende biçim alıyor. Geride bıraktığımız
ve aşağıda özetle ele alacağımız süreçler sonrası,
bugün, Kürt sorununun yeni bir aşamada olduğunu
söyleyebiliriz.
Bu
yeni aşama, çözüm dinamiklerin giderek güçlendiği,
eski inkarcı yaklaşımların tümden iflas ettiği,
ama bunun yerine yeni bir şeyin de konamadığı
bir tür "ara aşama" olarak tanımlanabilir.
Bu süreç düz bir hat üzerinde biçim almadı, almayacaktır.
Tam tersine, demokrasi sorunun en çıplak biçimde
güncelleştiği Kürt sorunu, politik gündemin en
önemli unsurudur ve bunu üzerinden bir dizi güncel
gelişme süreci belirlemeye devam edecektir. Bu
"ara aşama"da oldukça yoğun günler kapıdadır
ve birbirini tamamlayan, birbiriyle çelişen bir
dizi politika ve politik hamlelerin ortaya çıkacağı
açıktır.
Bu
sorunu, Kürt ulusunun özgürlük sorununu atlayarak
hiçbir adım atılamaz. Sadece oligarşi ve yurtsever
hareket için değil, sol ve devrimci hareket için
de bu bir gerçektir. Bu gerçeği bilerek, stratejik,
dönemsel ve güncel devrimci tutumda ısrar etmek,
bunu geliştirmek son derece önemli bir yerde durmaktadır.
A)
Yakın Geçmış ve Bazı Hatırlamalar
Hakkını
verelim; emperyalizm ve oligarşinin ortak projesi
olarak bundan 3 yıl önce güncelleşen "demokratik
açılım" o günlerde de ifade etiğimiz gibi,
elbette bir tasfiye projesiydi; ama birçok açıdan
da bazı "ilk"leri ifade etti. Örneğin
en son biçimiyle "milli birlik projesi"
(böylesi bir isim bile çok şey anlatır; tasfiye
mi açılım mı, bunun yanıtını bile bu tanımlamada
bulmak mümkündür) olarak tanımlanan sözde "demokratik
açılım" sürecinde, TC'nin kuruluşundan bu
yana ilk kez devlet, bu sorunu "Kürt sorunu"
olarak tanımlandı. "Tabu" olan, inkar
ve imha siyaseti ile yok sayılan Kürt sorununda
bu bir "ilk" olarak yerini aldı. "Demokratik
açılım" söylemi bir heyecan da yarattı; sadece
kangrene dönüşen Kürt sorunu değil, burjuva demokrasisinin
standartlarının yükseleceği yanılsamaları bu süreçte
az taraftar bulmadı. Birçok kesimde, özellikle
liberal ve reformist sol kesimde, Kürt liberal
çevrelerde demokrasi beklentisi canlandı. Her
gün TV'de, özellikle dersine iyi çalışmış AKP
kadroları ve liberal çevreler bu "demokrasi"
beklentisini pompaladı. Bunun bir "görev"
olduğu son seçimlerde bazılarının AKP listelerinden
parlamentoya taşınmasıyla anlaşıldı. Sanıldı ki
ha bugün ha yarın "demokrasi" gelecek;
bu "demokrasi" içinde Kürtler için onurlu
ve barış içinde bir yaşam kurulacak; bu hayal
söndü.
Süreç
gösterdi ki bu beklentilerin hiç biri somut biçim
almadı; tek bir yasal adım bile atılmadı, tam
tersine oligarşi içi çatışmada birkaç adım öne
çıkan, emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermaye
için "tek alternatif" olan AKP eliyle
sömürge savaşında, inkar ve imhada ısrar sürdü.
Demokrasi sözden öte geçmedi, işçi ve emekçiler,
Kürtler, Aleviler ve tüm ezilenler için faşizm
devam etti.
Hatırlayalım.
Habur öncesi beklenti neydi, Habur sonrası tablo
nasıl değişti? Habur, adeta tüm bu sahte demokrasi
söylem ve yanılsamalarının hem doruk noktası hem
de bittiği yer oldu. Kürt ulusu içinde, onca yılı
kapsayan sömürge savaşından kurtulacağı yanılsaması
o günlerde canlandı, "barış elçisi"
adı altında düzene eklenme alkışlandı. Habur,
aynı zamanda bu hayallerin bittiği yer oldu; yurtsever
hareket politik hedefleriyle dar bir yerden sorunu
ele alsa da "demokratik açılım"da inisiyatifi
eline aldı. Bu inisiyatif savaşı, başka biçimde,
Mahmur sorunu başta olmak üzere birçok biçimde
devam etti. Mahmur'daki Kürtler savaşla birlikte
evlerinin, köylerinin yakılıp yıkılması sonucu
topraklarını terk etmişti; oligarşinin bu "açılım"da
bu konuyu önemsediği açıktı. Nitekim Habur sonrasında
"en az 5 bin kişi gelecek" açıklaması
"açılım"dan sorumlu bakan (hem Kürt
hem de içişleri bakanı; bunun sözde "açılım"
için bilinçli bir tercih olduğu açıktır) tarafından
yapıldı; ama önce M. Karayılan sonra BDP milletvekilleri
ve sunulan 10 maddeden oluşan (ki bu 10 madde,
örneğin "barış elçileri"nin sunduğu
7 maddeden daha ileridir) talepler inisiyatifin
kimde olduğunu çok net gösterdi. Habur'da "barış
elçileri" ağır cezalara çarpıtıldı, Mahmur'dan
tek bir kişi gelmedi, Avrupa'dan gelecekler son
anda durdu, gelmedi.
Oligarşi
için bu "geriye dönüş", demokrasi aldatmacasının
sönüşü oldu. "Devlet projesi" olarak
tanımlanan "demokratik açılım" Habur'da
inisiyatifi kaybedince "sil baştan"
başa döndü, bitti. Bundan sonra "demokrasi"
aldatmacası altında tasfiye planı daha somutlaştı
ve politik hamleler yeniden dizayn edildi. Bu
süreç, 12 Haziran seçimlerinde "Kürt sorunu
yoktur"a ve milliyetçi kışkırtmalara kadar
uzandı. Gelinen yer, yeniden inkar ve imha siyasetinde
ısrar olarak ortaya çıktı.
DTP'nin
kapatılması bu tasfiye hamlesinin en önemli ayağını
oluşturdu. DTP yerine kurulan BDP ilk günden tehdit
edildi ve operasyonların hedefi oldu. Halen de
oluyor. İmralı'da PKK önderinin 12 yıldır, tüm
hukuk kuralları ters yüz edilerek tecrit altında
olduğu bilinmektedir. "Demokratik açılım"
için, Avrupa'nın "insan haklarına aykırı"
bulduğu ve "iyileştirme" önerdiği de
bilinmektedir. Ve PKK önderi A. Öcalan'ın yanına
4-5 politik tutsağın gönderilmesi, bu temelde
sözde "yeni düzenlemeler" bir tür "iyileştirme"
olarak sunuldu. Ama bunun hiç de "iyileştirme"
olmadığı çok geçmeden anlaşıldı. Hatta en son
T. Erdoğan milliyetçiliği kışkırtarak "ömür
boyu İmralı da kalacak" dedi. Sadece bu değil;
12 Haziran seçim süreci ve sonrası yeni bir saldırı
dalgası gelişti ve Güney Kürdistan'ın bombalanmasına
kadar uzandı.
Ama
Kürt ulusu, demokrasi mücadelesinde önüne konan
tüm engelleri parçaladı. Bir yandan gerilla savaşında
ısrar diğer yandan şehir ayaklanmaları/serhildanlar
önemli politik kazanım yarattı. Örneğin referandum
süreci bu hamlelerde önemli bir yerde durdu. Sadece
sahte demokrasi kavgası, yani bir yandan "demokrasi"
adına AKP'nin "evet" çağrısı, diğer
yandan statükoda ısrar eden ve "hayır"da
anlamını bulan çağrılar, boykot tavrıyla karşılandı.
Türkiye devrimi ve demokrasi mücadelesinde boykot,
belki bir politik duruşu aşmadı; ama kuzeydeki
Kürt ulusunun özgürlük kavgasında önemli bir yer
tuttu. Barış çadırların kurulması ve bu demokratik
mücadeleye oligarşinin saldırılarını, buna karşı
direniş ve en son 12 Haziran seçimleri izledi.
12 Haziran genel seçimlerinde, oligarşi içinde
AKP, merkez-sağı kendinde topladı ve oligarşi
içi mücadelede çok önemli bir hamle yaptı. Ama
öte yandan, referandumda "boykot" seçimde
ise "bağımsız aday" taktiği ile özellikle
Kürt özgürlük mücadelesi yeni bir mevzi kazandı.
AKP'nin "demokratik açılım" politikasına
karşı geliştirilen "demokratik özerklik"
önemli bir politik hamle oldu. Bir süredir tartışılan,
hala da tartışılmaya devam edilen, ama nereden
bakarsanız bakın, devrimci değil, ama demokratik
bir proje olan "demokratik özerklik",
sadece bir proje ve tez olmaktan çıkmaktadır;
seçim süreci bu yönde güçlü veri sunmaktadır.
Yani seçim barajlarını aşan Kürt özgürlük mücadelesinin
"demokratik özerklik" projesini güncel
yaşamda örgütleme gücü, İmralı ve Kandil'de yürütülen
görüşmeler, bu görüşmelerin yarattığı beklenti
ve hayal kırıklıkları ve bir birine eklenen süreçler,
her açıdan yeni bir aşamayı işaret etmektedir.
Tüm
bu süreçlerden anlaşıldı ki, Kürt sorunu son derece
dinamik, güncel mücadele içinde başat, her sınıfı
ve politik iradeyi yeniden ve yeniden tavır almaya
zorlayan bir sorundur. Dahası şudur: Kürt sorununda
yurtsever hareket taraftır, politik öznedir, düzen
içi, en küçük bir "iyileştirme" bile
yurtsever hareketi tecrit ederek yapılamaz. Tüm
bunlar "demokratik açılım" adı altında
dayatılan tasfiye projesinin iflas etmesi ve güncel
her gelişmeden anlaşılmaktadır.
Bugün
yaşanan süreci, Kürt sorunu ekseninde, TC'nin
kuruluşundan bu yana süren klasik inkarcı politikaların
az-çok kırılma yaşadığı ama yerine yenisinin inşa
edilemediği bir tür "ara aşama" olarak
tanımlamak mümkündür. Böylesi "ara"
süreçler, Kürt sorununun tarihsel ve güncel ağırlığı
altında, sancılı ve karmaşık olacağı gibi, yeni
olguları da ortaya çıkarabilir.
Yaşanan
süreci kavramak için bir kez daha sürecin ana
çizgilerini özetle ele almakta yarar vardır.
B)
Sürecin Ana Çizgileri
a)
Kürt Sorunun Çözümü İçin Yurtsever Hareket Politik
Öznedir
Birinci olarak; bugünkü tabloyu anlamak için,
Kürt sorununu, gelinen aşamada, öyle basit ve
kendiliğinden, "Kürtler bir ulustur, doğal
hakları vardır ve şimdi bunları tanıma zamanı
geldi" biçiminde ele almak, böyle düşünmek
son derece yanıltıcıdır. Ne "demokratik açılım"
adı altında yaşanan ve iflas eden süreç budur,
ne de Türk burjuvazisinin tüm tarihsel geçmişinde
demokratlık vardır.
Türk
burjuvazisi, emperyalizme bağımlı olarak, başka
ulus ve halklara düşmanlık içinde ortaya çıktı.
Türk burjuvazisinin birikimi başka ulus ve halkların
birikimine el koyma ve talana dayandı. 1908 burjuva
hareketi ve Ermeni ulusuna karşı soykırım bunun
açık örneğidir. Türk burjuvazisi "ulus devlet"
olarak örgütlendiği 1923 yılında ise, hem kapitalistleşme
sürecinin önünü açtı, hem de diğer halklara karşı
düşmanlıkta sınır tanımadı. Hiçbir zaman "Kürtleri
bir ulus olarak tanımlama ve demokratik haklarına
saygı gösterme" politikası olmadı.
Türk
ulusunun ulusallaşma süreci, demokratik bir süreç
olarak yaşanmamıştır; tam tersine baştan bu yana
demokratik hiçbir özelliği olamayan Türk burjuvazisi,
bir yandan emperyalizmle iç içe iç pazarı ele
alma siyaseti izlerken diğer yandan, sınıf iktidarı
için, önce sosyalist hareketi (Bu dönemde sosyalist
harekette Ekim Devriminin güçlü etkisi vardır.
Türk burjuvazisi "demokrasinin" yanında
geçmemiştir ve asıl korkusu sosyalizmdir. Bundan
dolayı, feodal gericilikle anlaşarak, bin bir
komplo ile sosyalist hareketin önderliğini Karadeniz'de
tasfiye etmesi tesadüf değildir), sonra da, özellikle
1925 yılında çıkarılan Taktir-i sükun yasasıyla
Kürt ulusal demokratik talepleri bastırmıştır.
Böylece, Kemalist TC, tek ulusa, egemen Türk ulusuna
dayanarak "ulus devleti" inkar ve imha
üzerinden inşa etmiştir.
Demokratik
bir sorun olan Kürt ulusal sorununda Türk burjuvazisinin
ana politik duruşu ve yönelimi, inkar ve imha
siyaseti olmuştur. Türk burjuvazisi, egemen sınıf
olarak örgütlenip, bu egemenliğini "ulus
devlet" biçiminde somutlaştırırken, bu süreç
aynı zamanda, hem işçi ve emekçi sınıflara, hem
de Kürt ulusu ve diğer ulusal topluluklara karşı
ezme, yok etme, demokratik haklarını tanımama
olarak işlemiştir. Bunun için en acımasız yöntemlere
başvurmuştur. 1925-40 sürecinde, Kemalist burjuvazinin
iktidarı sağlamlaştırmasıyla, daha önce "taktik
olarak" dillendirdiği Kürtlerin varlığını
kabul eden, hatta "özerklik"ten bahseden
anlayışı bir yana atmış, Kürtleri yok saymıştır.
Buna karşı, yerel ve farklı gerekçelere dayanan
Kürt ayaklanmaları ise kanla bastırılmıştır. Böylece
Kürt yurdu sadece işgal edilmekle kalmamış, sömürgecilik
kurumsallaşmıştır.
Hiç
şüphesiz katliamlar, asimilasyon, Kürtlerin Türkleştirilmesi
operasyonları Kürt ulusunun varlığını ortadan
kaldıramamıştır. Kürtler için ortada bir ulus
gerçeği vardır ve bu gerçeği Kürt ulusu her şeye
rağmen korumuştur; Kürtler kendi dilini, ulusal
kimliğini korudu ve yaşattı. Bu kendiliğinden
olmadı; sömürgeciliğe karşı direniş dinamikleri
kimliğini, dilini koruma ve bir ulus olarak varlığını
sürdürmede, hatta uluslaşma sürecini demokratik
olarak inşa etmede asıl faktör oldu. Feodal-burjuva
önderlikler ve aydın hareketi arasında bir dizi
süreç ve aşamayı geride bırakan Kürt ulusu, modern
bir ulusal kurtuluş savaşı ile 1970 sonrası adeta
kendini sömürgecilik altında yeniden inşa etti.
Bu yeniden inşa süreci tamamlanmadı; ama kapitalizmin
gelişmesine paralel, son 40-50 yılda, önce demokratik-aydın
hareketi, sonra devrimci ulusal kurtuluş hareketi,
şimdi de kapitalizm içinde, onun sınırlarını aşmayan
demokratik ulusal hareket olarak bir hayli yol
aldı.
Uluslaşma
sürecinde alınan bu mesafe, ne kendiliğinden ne
de kuru bir söylemle adımlandı. Tam tersine, 1925-40
sürecinde Şeyh Saitler, Seyit Rızalar gibi feodal-burjuva
önderlikler, bunu izleyen ve 1960-70 sürecinde
iz bırakan demokratik-aydın hareketi ve 1970 sonrası
ise "Mezopotamya Devrimini" merkeze
alan, Marksizm-Leninizm'i kendine referans alıp,
uzun süreli halk savaşı stratejisine bağlı olarak
gerilla savaşı/silahlı mücadeleyi temel alan bir
anlayışla binlerce şehit ve çok yönlü bir savaşımla
başarıldı. Kürt ulusu adeta küllerinden yeniden
doğdu; önce sömürgeciliğin beyinlerdeki yıkımı,
ideolojik yıkımı önlendi, sonra Kürt ulusal değerleri
mücadele içinde yeniden inşa edildi. Bugün dost
ve düşman bu gerçeği anlamak zorunda kalmışsa,
her şeyden önce bu büyük mücadeleye bağlı bir
kazanımdır. Yani bugün TC oligarşisi, "Güneş
Dil Teorisi" ve "Türk Tarih Tezi"
veya "Kürt yok, karda yürürken kart kurt
sesleri çıkaran dağ Türkleri var" söylemlerinden
"Kürtler var, Kürt sorunu var" noktasına
gelmişse, hatta bu temelde çok sınırlı kazanımlar
elde edilmişse, bu keyfi bir tercih veya lütuf
değil, en başta bu onurlu mücadelenin ürünüdür.
Kürt
sorunu ve Kürt ulusunun özgürlük sorunu ele alınırken,
tartışılırken, çözüm için yol yöntem ararken en
başta bu gerçeği ortaya koymak, sadece siyasal
bir zorunluluk değil, aynı zamanda ahlaki bir
duruşun da gereğidir. Örgütlü mücadele, örgütlü
Kürt hareketi bunu başardı; örgütlü Kürt ulusu
her şeydir, örgütsüz Kürt ulusu hiçbir şeydir.
Kürt
ulusunun demokratik hakları meşrudur, haklıdır
ve bu taleplerin gerçekleşmesi için, sorunun çözümü
için, yurtsever hareket politik öznedir. Yurtsever
hareketi yok sayarak hiçbir adım atılamaz.
b)
"Demokratik Açılım" Emperyalizmden Bağımsız
Değildir
İkinci
olarak; bugünkü tablo içinde sadece bu, yani yurtsever
hareketin politik özne olması yoktur. Kürt sorunu
demokratik bir sorundur; her demokratik sorunda
olduğu gibi Kürt sorununda da, yerel, ulusal ve
uluslararası güçler rol oynar, sorunu istismar
edilebilir, çarpıtılabilir. Bunu öncelikle bilmek
lazımdır.
Ancak,
biz herhangi bir sorundan bahsetmiyoruz; biz Ortadoğu'nun
temel uluslarından/ halklarından birinden, Kürt
ulusundan ve bu ulusun demokratik haklarından
bahsediyoruz. Kürt sorunun temelinde, uluslararası/devletlerarası
sömürge bir ülke gerçeği vardır ve bu gerçek dönemsel
olarak emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi içinde
stratejik bir yerde durmaktadır.
Emperyalizm,
girdiği her ülkeyi ya da coğrafyayı önce yıkar,
talan eder ve sonra kendine benzetir. Irak'a karşı
açılan 1. ve 2. Körfez savaşlarını, emperyalizmin,
özel olarak da ABD emperyalizmin Ortadoğu'ya yeniden
biçim verme savaşları olarak tanımlamak mümkündür.
Afganistan ve Irak işgali, yalan ve sahte gerekçelere
değil, bu sömürü ve hegemonya mücadelesine dayanır.
Bu emperyalist savaş, halklara karşı bir savaştır;
emperyalizm bu ülkelere "demokrasi, özgürlük"
değil, baskı, işkence, zulüm götürmüştür. Sadece
bu değil. Bugün, tüm Ortadoğu'yu kapsayan kitle
hareketine de baktığımızda bu gerçeği görmekteyiz.
Nerede bir kitle hareketi var, emperyalizm oraya
el atmakta, Tunus, Mısır, Libya, hatta en son
Suriye'de olduğu gibi kendi çıkarına kullanmaktadır.
Emperyalizmin amacı nettir: bu coğrafyayı kapitalist
pazara sonuna kadar açmak, bu doğrultuda önünde
engel olarak gördüğü her şeyi ortadan kaldırmak,
dün desteklediği işbirlikçi diktatörlerin ipliği
pazara çıkınca el altından yeni işbirlikçileri
yaratmak, bunun için "demokrasi"yi bir
silah olarak kullanmaktır.
Bu
coğrafya, yani Ortadoğu, 1. emperyalist paylaşım
savaşında emperyalistler arası çelişki ve nüfuz
savaşımına göre biçim almış, sınırlar buna göre
çizilmiş, dengeler buna göre kurulmuştur. Ancak
1990'larda "reel sosyalizmin" çözülmesi,
emperyalist-kapitalist sistemin ABD emperyalizmi
önderliğinde yenide örgütlenmesinin yolunu açmış;
emperyalistler arası çelişki hızlanmış, yeni sömürgecilik
derinleşmiş ve emperyalizme karşı, nispeten bölgesel
güç olmak isteyen ülkeler, emperyalizm lehine
"hizaya" sokulmak istenmiştir. Bu anlamıyla,
Saddam gericiliğin yıkılması, sadece eski ilişkilerin
tasfiyesi ve kapitalist pazar için stratejik önemi
olan petrole el koymak değil, aynı zamanda "emperyalizmin
istediği ölçüde sömürüye kapalı ekonomilerin"
kapitalist pazara sonuna kadar açılması, bu temelde
yeni ilişkilerin kurulması anlamına gelmektedir.
Bu
anlamda, örneğin dün Saddam gericiliğine karşı,
bugün Hüsnü Mübarek, Bin Ali, Kaddafi, Esat gericiliğine
karşı emperyalizm "demokratik" gösterilip
desteklenemez. Ayrıca emperyalizmin bu hegemonyacı
ve haksız müdahaleleri, bu toprakların kapitalist
pazara sonuna kadar açılması hamleleri "statüleri
yıkma" olarak tanımlanıp emperyalizme "demokratik"
özellik atfedilemez. Ne emperyalizm ne de bu diktatörlükler;
iki kötüden bir iyi çıkmaz, halkların bu iki düşmanına
tavır almak devrimci tavırdır. Ortadoğu emekçi
Ortadoğu halklarındır ve ancak devrimci halk hareketleri
özgür, demokratik, sosyalist Ortadoğu'yu inşa
edebilir.
Devam
edelim. Hepimizin bildiği gibi, Irak'a karşı açılan
1. ve 2. Körfez savaşlarında, emperyalizm hedeflerine
ulaşmak için bazı güçlere dayanmak zorundaydı;
bu güçlerin başında da Güney Kürdistan'da Talabani
ve Barzani somutunda Kürt burjuvazisi gelmekteydi.
Güney Kürtleri bu konjonktürde, bu sürecin avantajlarını
da değerlendirerek, emperyalizme dayanarak yeni
bir soluk aldı. Ancak bu "soluk" alış,
yerel Kürt yönetiminin oluşması, emperyalizmle
işbirliğine dayanır.
Burada
özünde emperyalizmin Kürt aşkı söz konusu değildir;
Güney Kürtleri olmasa emperyalizmin Irak işgali
meşruluk kazanamazdı, Kürtler olmasa Irak'ta emperyalizmin
açık işgalinden, yeni sömürgeciliğe geçiş, söz
konusu olamazdı. Bu noktada Talabani ve Barzani,
emperyalizmin bu süreçteki taleplerini iyi okudu
ve kendini buna göre konumladı; tıpkı Türk burjuvazisinin,
1945'te 2. emperyalist paylaşım savaşı sonrası
kendini emperyalizme bağımlı konumladığı gibi.
Hatta
bu noktada şu da söylenebilir: bu değişim sürecinde,
eski uluslararası/devletlerarası sömürge statüsü,
en azından Güney Kürdistan için artık geçerli
değildir. Bu süreçte, Güney Kürtleri emperyalizme
dayanarak, emperyalizmin politikalarını iyi okuyarak,
Kürt pragmatizminin en uç ve kötü örneğini vererek,
emperyalizme dayanarak kendilerine yeni bir alan
açmışlardır. Güney Kürdistan'da bugün klasik sömürgecilik
statüsü kırılmış, işbirlikçi Kürt burjuvazisine
dayanan emperyalizmin yeni sömürgeciliği için
zemin oluşmuştur.
Böylece
Kürt sorunu yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Başta
TC oligarşisi olmak üzere, sömürgeci güçler, bu
temelde yeni hesaplar içindedir. Nitekim son "demokratik
açılım" söyleminden hemen önce, çok kısa
zaman öncesi, örneğin Güney Kürdistan'a saldırı
ve Zap direnişi öncesi "dış düşman"
ilan edilen Güney Kürtlerinin, bu aşamadan sonra
"işbirliği yapılacak güçler" olarak
tanımlanması tam da bundandır. Yani ünlü "kırmızı-çizgi"ler
burada değişime uğramış, bir yana atılmıştır.
Böylesi
hesaplar içinde, emperyalizmin Ortadoğu'da rahat
at oynatması için, sadece Güney Kürtlerine dayanma
değil, bölgede İsrail ile birlikte en önemli ittifak
ilişkisi içinde olduğu TC oligarşisine ihtiyacı
vardır. Türk burjuvazisi ilk günden bu yana emperyalizmle
işbirliği içindedir. 2. paylaşım savaşı sonrası,
yeni sömürgecilik temelinde yeniden organize edilmesinden
sonraki 60 yıllık işbirlikçilik yok sayılamaz;
emperyalizmin oligarşiye, oligarşinin de emperyalizme
ihtiyacı vardır.
Tam
bu noktada, oligarşi için en önemli düşman olan
yurtsever hareket, emperyalizm için de potansiyel
bir tehlike oluşturmaktadır. Bundan dolayı, yurtsever
hareketin "ortak düşman" ilan edilip
tasfiye edilmesinde emperyalizm ve oligarşi anlaşmıştır.
Emperyalizm, Talabani-Barzani çizgisine dayanmak
istiyor; yurtsever hareketin "emperyalizmin
çıkarları hedefimiz değildir" demesi, hatta
zaman zaman emperyalizme "müdahale"
çağrısı yapması ve "demokratik emperyalizm"
tespitlerine rağmen emperyalizm silahlı yurtsever
hareketi tercih etmiyor.
Nitekim
emperyalizm için, Ortadoğu'da sadece siyasal olarak
değil, mali ve askeri olarak da sorunlu bir yerde
duran açık işgal son derece pahalıdır. Bu "yük"ten
kurtuluş, ancak bölgede yeni denge ve ilişkilerle
mümkündür. TC oligarşisine biçilen rol ve silahlı
Kürt direnişinin kırılması, yurtsever hareketin
"ortak düşman" ilan edilip "tarihsel
fırsat ortaya çıktı" söylemleri bu bölgesel
gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Ama
her şeye rağmen ne emperyalizm ne de oligarşi
bu amacına ulaşamamıştır.
c)
Kürt Sorunda Emperyalizm İle Oligarşi Arasında
İlişki
Her Zaman Aynı Değildir
Üçüncü
olarak; tam bu noktada, Kürt sorunun bugün almış
olduğu biçimi anlamak için, emperyalizm ile oligarşinin
bu sorun ekseninde zaman zaman "farklı"
ve "çelişkili" birlik içinde olduğunun
altını çizmek gerekmektedir. Emperyalizmin yukarıda
ifade ettiğimiz gibi, Irak'taki işgalini gerçekleştirip
bölgede istediği statükoyu sağlayabilmesi için
Güney Kürtlerinin burjuva önderliğine dayanmak
zorundadır. Doğal olarak, bu hesap, emperyalizm
için yeni bir Kürt politikasını ortaya çıkarmıştır.
Düne kadar, İran-Irak savaşı sürecinde İran'a
karşı Irak'ı destekleyen, hatta İran'ın üzerine
saldırtan, bu dönemde Saddam'ın Kürt katliamını
görmezden gelen emperyalizm, 1. Körfez savaşıyla,
1990'lı yıllardan başlayarak Kürtlerin varlığını
kabul etmeye başlamış ve Saddam gericiliğine karşı,
işgalin meşrulaşması için "demokrasi"
kozunuda Güneydeki Kürt Burjuva önderleri üzerinden
oynamıştır. Bu politik eğilim, oligarşinin klasik
inkar ve imha siyasetiyle çelişir; çünkü oligarşi
için "Kürt yoktur" ve bu tez 1990'lı
yıllarda "topyekün savaş" konseptiyle
sürdürülmüştür.
Bu
anlamda, 1990'lı yıllarda ortaya çıkmaya başlayan
bu tablo içinde, emperyalizm ile sömürgeci oligarşinin
bu sorunda, Kürt sorununda gerilimli bir ilişkisinden
söz etmek mümkündür. Nitekim o süreçte, Özal,
emperyalizmin bu yönelimini görmüş ve TC'nin bu
yönelime uyum sağlaması için adımlar da atmak
istemiş, ama bu yönelim geleneksel politika ve
eğilimlere çarpmıştır. Nihayetinde fiziksel sonunun
da buna bağlı olduğu iddia edilmektedir.
Ama
bu süreç olduğu yerde donup kalmadı, bir dizi
inişli-çıkışlı süreçleri yaşayarak bugüne kadar
geldi. Emperyalizmin yakın ve orta vadeli hesaplarında,
Ortadoğu'da "Kürt yoktur" tezi yoktur;
Kürtler olmadan bölgesel hesaplar tutmaz, dahası
bölgede "istikrarsızlık" yaratan silahlı
bir Kürt direnişi emperyalizmin hesaplarını tümden
bozar. Yukarıda ifade ettik, emperyalizmin tercihi
özünde Talabani- Barzani çizgisidir. Burada Talabani
ile Barzani çizgileri arasında da fark olduğunu
(Talabani liberal burjuva çizgidir ve her koşulda
emperyalizmle işbirliğini savunur; Barzani ise
feodal karaktere ve ilkel milliyetçiliğe sahiptir.
Ama nihayetinde bu ton farklılıklarına rağmen,
her ikisini de emperyalizmle uzlaşan, işbirliği
yapan burjuva çizgi olarak tanımlamak mümkündür)
not düşmekte yarar vardır. TC oligarşisi ise baştan
bu yana emperyalizm tarafından büyütülmüş ve Ortadoğu'da,
yeni dönemde yeni roller verilmiştir. Tam bu noktada,
oligarşi ile çatışan değil, onunla uzlaşan bir
Kürt burjuva çizgisi emperyalizmin yakın ve uzun
vadeli hesaplarına daha uygundur.
İşte,
AKP ve "devlet politikası" olarak da
tanımlanan sözde "demokratik açılım"
adını alan tasfiye projesinin böyle bir arka planı
vardı. "Uluslararası konjonktür uygun",
"üçlü mekanizma çalışıyor", "yakında
güzel şeyler olacak", "tarihsel fırsat"
gibi sözlerde ifadesini bulan, emperyalizm ile
oligarşinin bu süreçte uyumu yakalamasından başka
bir şey değildir. Bu uyum politikası, Ortadoğu'daki
gelişmelere bağlı olarak yeniden biçimlenmektedir.
Ama bu süreçte, AKP elinde bu uyumun artarak devam
ettiği söylenebilir.
d)
Kürt Sorunda Bu süreçte Oligarşi İçi Çelişkilerde
Uyum Vardır
Dördüncü
olarak; bu "uyumu" sadece emperyalizm
ile oligarşi arasında değil, kendini emperyalizmin
hesaplarına göre konumlandırmayı bir gelenek haline
dönüştüren, ama el altından zaman zaman "anti-emperyalist"
söylemi kullanarak özünde Kürt düşmanlığı yapan,
emperyalizmin bu ülkedeki en temel dayanağı olan
Genelkurmay ile AKP hükümeti arasında da düşünmek
lazım.
Daha
önce çeşitli yazılarımızda ifade ettiğimiz gibi,
oligarşik yönetim "yekpare" değil, sömürü
ve egemenlik kavgasında farklı eğilimleri ifade
etmektedir. Tarihsel ve güncel boyutları olan
bu kavganın, son dokuz yılda, AKP'nin iktidar
olmasıyla bir hayli yoğunlaştığı bilinmektedir.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve YAŞ toplantılarında,
Ergenekon ve balyoz vb. davalarda görüldüğü gibi,
bu iktidar kavgası zaman zaman şiddetlenmektedir.
Kimi liberal ve bu kavgadan "demokrasi"
beklentisi içinde olan sol çevrelerin sandığının
aksine, bu kavgadan demokrasi çıkmaz, çıkmadığı
da yaşanarak öğrenilmiştir. ABD ve AB emperyalizminin
desteğini arkasına alan, neoliberal sömürü modelinde
ısrar eden ve bu anlamda işbirlikçi tekelci oligarşi
için şimdilik "tek çare" olan AKP, Genelkurmayın
başını çektiği, CHP ve MHP'nin destek verdiği
bloğa karşı bir hayli mesafe almıştır. Ergenekon
ve bunu izleyen balyoz vb. davalar, ABD emperyalizminin
yeni yönelimleriyle uyumlu, ABD, AB ve AKP'nin
ortak operasyonudur. Sanıldığı gibi Genelkurmay
da bunun karşısında değildir. 2007 yılında Bush-T.
Erdoğan görüşmesi, sadece yurtsever hareketi "ortak
düşman" ilan etme değil, ABD yönlendirmesiyle
AKP ile Genelkurmayın, bu konuda, ünlü Dolmabahçe
görüşmesiyle anlaşmasıdır. 2010 ve yeni 2011 YAŞ
süreci, ama bunlar kadar önemli olan 12 Eylül
2010 referandum ve 12 Haziran genel seçimleri
gösterdi ki, AKP bu kavgada bir hayli yol almıştır.
Faşizm yeni biçimiyle kurumsallaşmaktadır ve AKP
elinde bu yol önemli ölçüde tamamlanmıştır.
Dikkat
edilirse, Kürt sorunu üzerinde sanki oligarşi
içinde bir çatışma var gibi, AKP "demokrasiden
yana" Genelkurmay "şiddetten yana"
gibi görüntü yaratılmak istenmektedir. Ama bu
görüntülerin hiçbir politik değeri yoktur ve yukarıda
işaret ettiğimiz süreçte ikisi üst üste düşmüştür.
Emperyalizmle işbirliği ve halk düşmanlığında
ortaklaşan oligarşinin bu iki bileşeni, bugün
Kürt sorunda uyumlu bir beraberlik içindedir.
C)
Yaşanılan Aşama Nedir?
Sanılanın
aksine adı önce "Kürt açılımı", sonra
"demokratik açılım" ama gerginlik yükselince
ve bazı "kırmızı çizgiler" daha netleşince
"milli birlik ve bütünlük projesi" olarak
tanımlanan bu "açılımı", AKP hükümeti
birden, aklına esince güncelleştirmedi. Sadece
AKP hükümeti değil, oligarşinin, çeşitli kurumlarıyla,
devletin asıl kurumlarıyla "ev ödevine"
uzun yıllar hazırlandığı açıktır. T. Erdoğan,
bunu abartarak "demokratik açılım"ın
sahte bir demokrasi beklentisi oluşturduğu günlere
"7 yıl hazırlandık" dese de, bu sözlerde
gerçeklik payı vardır. Dahası, dikkat edilirse,
AKP kurmaylarının, kuru ve hamasi söylemleri bir
yana, yurtsever hareketin altını boşaltmak için
çok ince hesaplar yaptıkları bilinmektedir. Hatta
şu söylenebilir, bu konuda, yani ağır bir "tabu"
olan Kürt sorununda, ilk kez devlet, T. Erdoğan'ın
çözümden öte savaşla yorulan ve yıpranan, özellikle
Kürtler arasında olumlu etki yaratan "anaların
gözyaşı dinsin" gibi sözleri dillendirmesi
sadece umutları büyütmemiş, aynı zamanda yeni
bir aşamayı işaret etmişti. Bundan da anlaşılmaktadır
ki, sömürgeci oligarşi, çok ciddiye aldığı bu
sorunu, ilk kez, "yok sayarak" çözemeyeceğini
anlamıştır; deyim yerindeyse "cin şişeden
çıkmıştır".
Ama
süreç tümden açığa çıkardı ki, ne Kürt sorunu
çözüldü, ne demokrasi beklentisi somut biçim aldı.
"Kürt sorunu vardır, bu sorun benimdir"
diyen T. Erdoğan, bu kez, "demokratik açılım"
cilası dökülüp tasfiye açığa çıkınca, seçim sürecinde,
önce Muş konuşmasında "Kürt sorunu yoktur,
Kürt vatandaşın sorunları vardır" dedi; bunu
"Kürt sorunu çözüldü, inkar artık yok, Kürtçe
TV var, herkes Kürtçe konuşuyor" sözleri
izledi. Elbette bu sözlerde demogoji var; ifade
edilen kazanımlar özünde, "demokratik açılım"
projesi öncesi kazanımlardır ve "demokratik
açılım" projesinin güncelleştiğinden bu yana
tek bir yasal adım atılmamıştır. Ama bununla birlikte,
sorun, emperyalizm ve oligarşi tarafında çözüm
değil çözümsüzlük siyasetinde ısrarın adıdır.
AKP ne demokrattır ne de Kürt sorununu çözecek
bir anlayışa sahiptir. Dahası en son Silvan olaylarıyla
açığa çıktığı üzere, klasik inkar ve imha siyasetinde
ısrar sürmektedir, Güney Kürdistan'a yönelik hava
saldırısı da bunun açık göstergesidir. 1990'lı
yıllarda olduğu gibi, yeni bir konsept hazırlığı
söz konusudur ve bu konseptte "demokrasi"
yoktur.
Oligarşi
cephesinde, CHP ve MHP'de ifadesini bulan itiraz
ve çözümsüzlük dayatmaları ise hiç sürpriz değildir.
MHP ve CHP bu sürece hiç hazır değildiler ve klasik
inkarcı politik söylemin dışına hiç çıkmadılar;
bu gerçek bir kez daha bu süreçte net görüldü.
Her ne kadar CHP 12 Haziran genel seçimlerine
bir hafta kala sözde "Kürt açılımı"
yapsa da, bazı ekonomik ve kültürel haklardan
bahsetse de, hiç inandırıcı olamadı. Her iki burjuva
partisi, CHP ve MHP sadece Türk milliyetçiliği
ve AKP karşıtlığında ortaklaşmıyorlar, dünyada
ve ülkedeki gelişmeleri de iyi okuyamıyor ve politika
üretemiyorlar. CHP için sahte laiklik temelinde
sahte demokratlık, Kürt düşmanlığı noktasında
bitiyor; kimi zaman kendini "sosyal demokrat"
olarak tanımlasa da sadece Kürt sorunda değil
haklar ve özgürlükler sorundada özünde "demokratlık"
kavramının yanından bile geçmiyor. Hatta daha
önceki süreçte sunmuş olduğu "Kürt raporları"nı
bir yana atıyor, Dersim gafı ile gerçek yüzünü
bir kez daha gösteriyor, "çömeldin çömelmedim"
polemiklerinden umut arıyor, çözümsüzlükte ısrar
ediyor. MHP ise asıl çizgisi olan Türk milliyetçiliğinde
en sert söylemi benimsiyor ve toplumun en geri
kesimlerine hitap ediyor. Her iki burjuva partisi
de ırkçı ve şovenistir. Bunların AKP'nin "demokratik
açılım" politikası için "ABD projesidir"
demesi de anti-emperyalistlikten değil, Kürt düşmanı
olmalarından kaynaklıdır; her ikisi de en az AKP
kadar ABD emperyalizmin işbirlikçisidir.
Tabi,
yurtsever hareketi dışta tutarsak, sol ve devrimci
hareketin genel yaklaşımları aşamayan bir yaklaşım
içinde olduğunu söyleyebiliriz. Ama yurtsever
hareket bu konuda, sadece politik özne olmakla
kalmıyor, güncel taktik politikalarda az-çok başarı
kazanıyor. Böylece bu sorunda, güncel politik
süreci belirleyen Kürt sorununda en hazır politik
güçtür. Nitekim kapitalizmi aşmayan "demokratik
özerklik" projesi, özünde İmralı'da ifade
edilen "anayasal vatandaşlık"tan çok
daha ileridir. Bu proje, sorunu "bireysel
hak" noktasında değil, ulusal kimlik ve demokratik
haklar üzerinden ele alıyor ve demokratik bir
talep olarak ortaya çıkıyor. AKP'nin "demokratik
açılımı"nın karşısına konan bu proje, bu
sahte açılımın tükenmesine hizmet etmiştir. İçeriği
tartışılabilir; ama demokratik bir proje olduğu
açıktır. Bu projede devrim yoktur, kapitalizmi
aşma iradesi yoktur, sosyalizm hiç yoktur; ama
bu düzen içinde reform projesidir. Oligarşinin
"demokratik açılım"ı bir söylemden ibaret
kalırken, yurtsever hareket somut bir politik
belge ortaya koyarak tıpkı Habur sürecinde olduğu
gibi insiyatifi ele almış, oligarşinin iç açmazlarını
görüp, bunu ustaca kullanarak hareket alanını
daraltmıştır.
Sadece
bu değil, örneğin giderek güncelleşeceği açık
olan yeni anayasa tartışmalarında da yurtsever
hareket daha hazırdır ve politik alanda kapsadığı
güçle bu sürece az çok yön verebilir. Seçim başarısı,
35 milletvekili ile parlamentonun bir mevzi olarak
kullanılması, hatta gerekirse parlamentoyu boykot
ve Demokratik Toplum Kongresi'nin işlevinin toplantı
salonlarının ötesine taşması hiç de önemsiz gelişmeler
olmayacaktır. Bu yönde kimi somut adımların atılmaya
başlandığı bugünden gözlemlenebiliyor.
Ama
tüm bunlar yakıcı biçim alan Kürt sorununu çözmez;
çözümde bir adım olabilir ama sorunu çözmez. Bu
sorunun asıl çözüm güçleri olan yurtsever hareket
ile sol ve devrimci hareketin bileşik mücadelesi,
artık klasik inkarcılık sınırlarını aşan, o zeminde
tutulamayan bu sorunu, halkların çıkarı temelinde
daha olumlu bir yere taşıyabilirler; hepimizin
böylesi bir görevi vardır.
Tarihsel
ve güncel önemi net olan bu görev için, sol ve
devrimci hareketin zayıflığı ciddi bir sorun olurken,
yurtsever hareketin liberal burjuva çizgisi, politik
hedeflerde darlık, Kürt pragmatizminin en sivri
örnekleri vb. birer açmaz olarak karşımıza çıkıyor.
Bunlar
aşılarak gerçek çözümler güncelleşecektir.
D)
Oligarşi Ne Yaptığını Bilmiyor Mu?
Bugün
siyasal gündemin en yakıcı sorunu nedir diye bir
soru sorsak, sadece Kürt halkı değil, sol ve devrimci
çevreler, hatta sıradan insanlar bu sorunun yanıtını
"Kürt sorunu" olarak ifade edebilir.
Bu tesadüf değildir. Bu sorun ekseninde yaşanan
bir dizi sorun, oligarşi içi çelişkilerden tutalım
emperyalistlerle ilişkiye kadar, İslami tezlerden
tutalım milliyetçiliği kışkırtmaya kadar, barış
talebinden tutalım savaş kışkırtılıcılığına kadar
siyasal ve toplumsal birçok sorunda bunun izlerini
bulmak mümkündür.
Kürt
ulusunun sorunu algılama ve bilinç düzeyi ile
Türkiye işçi ve emekçilerinin, halkının algılama
ve bilinç düzeyi de farklıdır. Uzun süredir, devlet
politikasının bir ürünü olarak İmralı'da A. Öcalan
ile görüşmeler sürmektedir, bu görüşmelerin PKK
yetkililerine, Kandile kadar uzandığı bilinen
bir gerçektir. Hatta tek başına bu görüşmeler
bile, kimi zaman "barış" umudunu büyütürken,
kimi zaman tam tersine "savaşın yayılacağı"
kanısını büyütmektedir. Barıştan en çok söz edildiği,
demokrasinin günlük dilden düşmediği günlerde,
hemen tam tersi sorunların günlük yaşamın parçası
olduğu da bir gerçektir. Örneğin seçim süreci
ve yurtsever hareket ile çeşitli düzeylerde yapılan
görüşmelerin böyle bir yanı olmuştur, beklentiler
buna göre biçim almıştır; ama bu beklentiler hemen
sönmüştür, sömürge savaşında ısrar vardır.
Böylesi
bir tablo içinde akla gelen soru şudur: oligarşi
ne yaptığını biliyor mu?
Bizim
açımızdan, eğer bu devleti, geleneksel politika
ve taktiklerini az çok biliyorsak, bu sorunun
yanıtı "evet"tir. Oligarşi, "demokratik
açılım" derken, İmralı ve Kandil'le görüşürken,
sahte umutların yükselmesini isterken, ya da tersinden
"Kürt sorunu çözülmüştür" yalanına başvururken,
K.Burkay'ları "yedek güç" olarak teşvik
ederken, Güney Kürdistan'a hava saldırısı yaparken
vb. hep stratejik bir bakışı, hedefi vardır. Bu
stratejik amaç, yurtsever hareketi tasfiyedir.
Her şeye, bazen birbiriyle ters gibi görünen söylem
ve tezlere başvururken bu hedefi hiç unutmamaktadır.
Asıl kavranması gereken budur.
Ayrıca
eğer sizin dünya ve ülke gerçeklerine karşı sağlam
bir bakışınız varsa, böylesi soruların yanıtı
da önceden az çok vardır. Ama eğer stratejik bir
bakış açınız yok ve günlük politikaların peşinde
koşarsanız, dinamik bir sorun olan Kürt sorununda
her gün bir başka yana sürüklenmekten kurtulamazsınız.
Nitekim sol ve devrimci çevrelerde bunun birçok
örneğini görmek mümkündür. Bir yandan her şeyi,
hiçbir ciddi tahlil yapmadan "devrime"
bağlayan devrimci çevreleri görmek ne kadar mümkünse,
diğer yandan günlük politik gelişmelere bağlı
olarak, stratejik bakışı zayıf, hatta önemli ölçüde
bir başkasına göre (yurtsever harekete göre) bu
politikayı belirleyen sol ve devrimci çevreler
de vardır. Biri "tutarlılık" adına günlük
mücadeleden kopmakta, diğeri sadece politik duruşunda
sorunlu olmakla kalmayıp, tutarsızlığın birçok
örneğini göstermektedir.
Hatırlanmalı;
dün "demokratik açılım" da demokrasi
ve Kürt sorununun çözüm beklentisi içinde olan
az çevre yoktu; bugün bunlar unutuldu. Her şeyi
Kürt hareketine göre biçimleyenler ise hiçbir
özgünlüğü olmayanlar olarak yerini aldı. Karmaşık
ve dinamik bir sorun olan Kürt sorununda dar bakış,
hep yanılgı üretti. Bundan olsa gerek, her şey
için elinde reçetesi olanlar yaşamdan uzak söylemi
terk etmedi, ya da politik duruşu zayıf olanlar
her gün bir başka yere sürüklendi. Bizim için
dün, üç yıl önce "iyi şeyler olacak"
sözleriyle başlayan ve "demokratik açılım"
olarak kodlanan süreç ve bu temelde sahte beklentilerin
birer yanılsama olduğu açıktı. Bugün bu sürecin
iflas etmesi ve oligarşinin imha ve inkarda ısrar
etmesi, bu temelde yeni konsept arayışlarının
olması birbiriyle çelişmez.
Bugün
yaşananlar özünde bir kopuş değil, bu sürecin
devamıdır. Dün bizim için "reformlar"
yoktu; bugün de "devrimler dönemi" başlamadı.
Oligarşinin Kürt sorununda 90 yıla yaklaşan imha
ve inkar siyaseti devam ediyor; ama bu siyaset
her süreçte yeni biçim alıyor. Bu açıdan "demokratik
açılım" keyfi biçimde gündeme gelmedi; Zap
direnişi, 29 Mart seçimlerde DTP'nin başarısı
vb. sonucu, AKP'nin elinde farklı biçimler alarak
somutluk kazandı. "Demokratik açılım"ın
"devlet politikası" olarak güncelleşmesi
önemli bir aşama oldu; ama bu süreç, özellikle
DTP'nin kapatılmasıyla yeni bir aşamaya devinmiş,
sahte, liberal umutlar tükenmiş, yurtsever hareketin
tasfiyesi tümden açığa çıkmış, kısmi "yumuşama"
bir yana atılarak şiddet yeniden ön plana çıkmıştır.
AKP elinde Kürt sorunu, önce görmemezlikten gelinmiş
ve "düşünmezsen böyle sorun yoktur"
sözlerinde anlam bulan "uyutarak çözüm"
benimsenmiş; ama bunun tükendiği yerde, aşiret
ve gerici güçlere dayanarak, devletin her türlü
imkanı kullanılarak "kimlik siyaseti değil,
hizmet siyaseti" adı altında "İslam
kardeşliği" söylemiyle yeni bir biçim almıştır.
Ama tüm bunlar da 12 Haziran seçim sürecinde son
bulmuş, milliyetçi kışkırtmalar hızlanmıştır.
Bu süreç, bugün yeni bir aşamaya gelmiştir. Tüm
bu süreçlerin ortak paydası; imha ve inkarda ısrar,
yurtsever hareketin tasfiyesi, Kürt ulusunu örgütsüz
kılmak ve en ilerisinden "kırıntılar"la
avutmaktır. Buradaki denklemin özü; asıl politika
tasfiyedir, kırıntılar ise bu tasfiyeyi perdelemek
için kullanılmaktadır.
Kürt
ulusu için "kırıntılar" nedir?
Yaşanarak
öğrenildi, somut hiçbir adım yoktur. Her şeyden
önce "kırıntı" dediğimiz ise, mücadele
ile elde edilen kazanımlardır. Yani bunların bir
kısmı zaten şu ya da bu düzeyde Kürt ulusu tarafından
fiilen kullanılmaktadır. Bir dizi söylem içinde,
sorunun bir "süreç sorunu" olduğu ifade
edilse de, tüm toplumsal kesimlerin üzerinde hemfikir
olduğu, özünde ciddi bir demokrasi hamlesinin
ortada olmadığıdır. Tüm gürültü içinde aslında
ortaya çıkan ise son derece zayıf kültürel kırıntılarla
(Kürtçe TV kanalı, üniversitede Kürt dili kürsüsü
kurmak, bazı yerleşim alanlarının eski ismine
dönmesi, resmi devlet işlemlerinde Kürtçe tercüman
bulundurma vb.) sınırlıdır. Bu sözde "demokratik
açılımın" hukuki boyutu ise "etkin pişmanlık
yasası" olmuştur. Somut tek bir yasanın çıkmaması,
burjuva demokrasisi için tek bir adımın atılmaması,
tam tersine yurtsever hareketi tasfiye için her
yöntemin kullanılması, işçi ve emekçilerin hak
arayışlarının şiddetle (Tekel işçilerinin direnişi,
SGY, kıdem tazminatlarına el konulmak istenmesi
vb.) bastırılması son derece öğreticidir. Yani
işçi ve emekçilerin aşını elinden alan, özelleştirme
saldırısı başta olmak üzere neo-liberal saldırıları
emekçilere dayatan, hak ve özgürlüklerde tek bir
somut adım atmayan, başta 12 Eylül anayasası olmak
üzere bir dizi yasa ve kararnamelerle toplumu
cendereye alan, din ve vicdan özgürlüğünü sahte
bir laiklikle sakatlayan bir "demokrasi"
Kürt ulusuna bir şey sunamaz. Bu çerçevede yurtsever
hareketi tasfiye için, Kürt ulusunu örgütsüz bırakmak
için ileri sürülen "kırıntılar" bu bütünlük
içinde düşünülmelidir ve bunların politik değeri
yoktur.
Referandum
ve 12 Haziran seçiminden AKP başarı ile çıktı.
Emperyalizmin çıkarı temelinde "yeniden yapılanma"
süreci önemli ölçüde tamamlandı. Emperyalizm ve
yerli tekelci burjuvazinin desteğini alan AKP
bugün burjuva siyaseti açısından alternatifsizdir.
Bu alternatifsizliğin temeli neoliberal sömürü
politikasının burjuva siyasal alanı daraltması
ve AKP'nin bu alanı doldurmasıdır. Bu süreç, hep
ifade ettiğimiz gibi "demokrasi" için
bir anlam ifade etmemekte, tam tersine faşizm,
emperyalizm ve oligarşinin çıkarlarına göre yeniden
kurumsallaşmaktadır. Bu anlamda Kürt halkı ve
Türkiye halkı için "demokrasi" değil
faşizmin AKP elinde yeniden biçimlenmesi söz konusudur;
işçileri, emekçileri, Kürt ulusunu, Alevileri
ve tüm ezilenleri daha ağır günler beklemektedir.
Bu
kapsamlı saldırıya karşı direniş, kapsamlı mücadele
meşrudur; görev bileşik bir mücadele hattını örmektir.
Neoliberal sömürü modeline ve tüm sonuçlarına,
bununla birlikte sürekli faşizmin tüm saldırılarına
karşı direnmek, mücadele etmek, bu mücadeleyi
halk devrimine bağlamak görevdir.
E)
Sömürgecilik Tasfiye Edilmeden Kürt Ulusu Özgür
Olamaz
Bir
kaz daha ifade edelim ki, üzerinde tartışılan
ve siyasal-toplumsal mücadelenin merkezinde yer
alan bu sorun, Kürt sorunu, her şeyden önce, ulusal-demokratik
bir sorundur. Kürt ulusunun özgürlük sorunudur.
Bu sorun ne bir "azınlık", ne "geri
kalmışlık" ne de "güvenlik" sorunudur.
Sorun siyasaldır, bir ulusun, Kürt ulusunun özgürlüğü
sorunudur.
Ezilen
ve sömürge zinciri içinde tutulan bu ulus, yani
Kürt ulusu nerede yaşıyor?
Lozan
antlaşmasıyla resmileşen ve bölünen bir ülkede,
yani dört parçaya bölünen Kürt coğrafyasında yaşıyor.
Demek ki tartışılan ve çok kez çarpıtılan bu sorun,
bir ülke ve bir ulusun özgürlük sorunudur. Resmi
ideoloji ve resmi tarih tezlerinin ifade ettiği
gibi, tarihsellik içinde güncelleşen bu sorun,
"tek ülke-tek millet" yalanıyla, sahte
"et-tırnak" söylemiyle ele alınamaz.
Nesnel gerçeklik şudur: Lozan ile belirlenen "sınırlar"
içinde iki ülke ve iki ulus gerçeği vardır. Kürtler
bir ulustur; ve bu ulus, yeryüzünde dağınık bir
biçimde değil, tarihsel olarak belirli sınırları
olan bir ülkede yaşamaktadır. Her ulus gibi, Kürt
ulusunun da ulusal-demokratik hakları vardır.
Peki, Kürt ulusu bu ulusal-demokratik haklarını
kullanıyor mu? Hayır, burada tartışmanın özü,
bu ulusal-demokratik hakların sömürgeci oligarşi
tarafından tek yanlı gasp edilmesidir, Kürt ulusunun
yaşadığı ülkenin bir kısmının, Kürt ulusunun iradesi
dışı ilhak edilip sömürgeleştirilmesidir. Nereden
bakarsanız bakın, sorunun özü budur; bu ülkenin,
emperyalizm ve sömürgeci güçler tarafından bölünmesi,
Kürt ulusunun ulusal birliğinin parçalanması hiçbir
koşulda meşru değildir. Bu açıdan, TC'nin kuruluşundan
bu yana inkar ve imha siyasetiyle yok sayılan
Kürtler bir ulustur; TC oligarşisi, Kürt ulusunun
önemli bir kısmının yaşadığı coğrafyayı, kuzeyi
sömürgeleştirmiştir.
Anlaşılacağı
üzere, Kürt coğrafyası, Kürt ulusunun iradesi
yok sayılarak dört parçaya bölünmüş ve bu coğrafya
devletlerarası sömürge statükosunda tutulmuştur.
Devrimci
sosyalizm, ilk başta bu gerçeğin altını çizer
ve sorunu buradan ele alır. Tam bu noktada, bugün
her bir parçasında, değişen koşullara bağlı olarak
farklı biçimler alan bu sorunu, tek başına, TC
oligarşisinin egemenlik kurduğu alanla sınırlı
ele almaz. Bağımsız- Bileşik ve Özgür Mezopotamya,
Kürt ulusal sorununda stratejik hedeftir. Her
gelişme ve değişimi bu hedefle bütünsel ele almak
zorunludur.
Ayrıca,
hangi parçada olursa olsun, Kürtlerin sorunlarını
"bireysel hak ve özgürlük" noktasında
ele almak son derece yanlış ve yanıltıcıdır. Sorunu
böyle ele almak, hangi söylemle olursa olsun sömürgeciliği
meşrulaştırmaktır. Kürtler bir ulustur ve mevcut
tablo Kürtlerin iradesine rağmen oluşmuştur, meşru
değildir. Kürt ulusu özgür değildir; bundan dolayı,
sorun bireysel değil, ulusal/kolektiftir. Kürt
ulusunun özgürlüğü bireysel değil, ulusal ve demokratik
bir haktır. Burada "bireysel hak ve özgürlük"
ile "ulusal/kolektif hak ve özgürlük"
kavramlarının karıştırılması, sorunu "bireysel
hak ve özgürlük" noktasına indirgenmesi,
"dileyen dilediği gibi konuşur, isterse başbakan
da olur, bu ülkede Cumhurbaşkanı olanda var"
gibisinden demagojik sözlerin bir gram değeri
yoktur. Kürtler bir ulustur ve ulusal demokratik
hakları doğal ve meşrudur ve her ulus gibi Kürt
ulusu da bu hakkı özgürce kullanmalıdır. Bu ulusal-demokratik
hakları birilerinin, ezen-ezilen ulus ilişkisi
içinde, üsten, bir lütuf olarak "vermesi"
de söz konusu değildir. Ama burada gerçek şudur:
Kürtlerin bu ulusal-demokratik hakkı sömürgeciler
tarafından, kuzey için konuşursak, TC oligarşisi
tarafından tek yanlı gasp edilmiştir.
Bu
anlamda bu sorun resmi ideolojinin bugüne kadar
ileri sürdüğünün tam tersi siyasal bir sorundur.
Kürtler bir ulustur; Kürt ulusunun kendi kaderini
eline alması, kendi kaderini tayin etmesi, sömürgecilik
zincirini parçalaması ve özgürce yaşaması asıl
yakalanması gereken ana halkadır. Ulusların Kendi
Kaderini Tayin Hakkı, bağımsız devlet kurma hakkıdır;
Kürt ulusunun bu hakkı, bağımsız devlet kurma
hakkı vardır, bu hakkı nasıl kullanacağı üzerine
söz ve karar Kürt ulusuna aittir. Bu hakkı güvence
altına almayan her yaklaşım, programsal düzeyde
bu hakkı en başa koymayan her yaklaşım, özünde
Kürt ulusunun ulusal-demokratik haklarında geriye
düşmeyi ifade eder, Kürtlerin özgürlüğünün sınırlanmasını
içerir.
Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını kabul etmeyen,
bu hakkı güvence altına almayan hiçbir yaklaşım,
Kürt ulusunun özgürlük sorununu çözemez. Devrimci
sosyalizm, Kürt ulusunun özgürlüğü için bu hakkı
tereddütsüz savunur ve programında yer verir;
hiçbir "ara formülü", "federasyon",
"özerklik", "kültürel haklar",
"anayasal vatandaşlık" (ki "anayasal
vatandaşlık" sorunu bireysel hak düzeyine
indirger) gibi başka formülü programsal düzeyde
benimsemez ve anlamlı da bulmaz.
Peki,
bu hak, yani Kürt ulusunun kendi kaderini eline
alması ve kaderini tayin etmesi, sömürgecilik
zinciri içinde, sömürgeci oligarşinin ordusu ve
militarist güçlerinin işgali altında, Kürt kimliği,
dili ve kültürel varlığının yok sayıldığı, kendini
bu ulusal haklarla ifade edemediği koşullarda
mümkün müdür? Hayır, mümkün değildir.
Bugün
Kürt ulusu "yekpare" değil, farklı sınıflardan
oluşmaktadır. Her sınıf demokrasinin en önemli
unsuru olan bu sorunu kendi penceresinden ele
alır. Kürtlerin özgürlüğü sorununu da bu temelde
farklı ele almak son derece doğaldır. Ulusal özgürlük;
siyasal bir hedeftir ve bu temelde sadece Kürt
işçi ve emekçilerini değil, Kürt burjuvazisini
de buluşturmak mümkündür. Ama tek başına "ulusal
özgürlük" yeterli değildir; bu özgürlük nasıl
bir ülkede, hangi sınıflar için yaşanacaktır?
İşte bu soruların yanıtı, bugün "ulusal özgürlük"
paydasında az çok ortaklaşan birçok eğilimi asli
mecrasına taşır. Kürt burjuvazisi için ulusal
özgürlük mevcut sömürücü, kapitalist düzenin devamıyla
mümkündür ve emperyalizmle işbirliği bu sorunun
çözümünde anahtardır. Ama Kürt işçi ve emekçileri,
halkı için ulusal özgürlük, sınıfsal/toplumsal
kurtuluşla anlamlıdır. Tam da bundan dolayı, doğal
olarak, tarihsel ve güncel gelişmelere bağlı olarak,
sorunun çözümünde her sınıf kendi programatik
yaklaşımını dayatacaktır.
Devrimci
sosyalizm, Kürt burjuvazisinin "barış"la
sınırlı, sömürü düzenin devamını isteyen, hatta
emperyalistlere dayanarak en ilerisinden Güney
yönetimi gibi bir çözümü çok anlamlı bulmadığı
açıktır. Devrimci sosyalizm, Kürt işçi, emekçi
halkının yanındadır, onlarla sınıfsal kardeşlik
kurar. Sömürgecilik, ezen ve ezilen ulus gerçeği
üzerinde, bir ulusun, Kürt ulusunun ekonomik,
siyasal, kültürel her açıdan tam bağımlılığını
içerir. Sömürgecilik, ulusların eşitliği ve özgürlüğünü
reddeder; Kürt ulusunun inkarı üzerinde sistemleşmiştir.
Sömürgeciliğin devamı, devasa sömürge ordusuyla
işgalin kurumsallaşması, gerçek bir demokrasinin
ve Kürt ulusunun çeşitli sınıflarıyla temsil hakkının
önünde en büyük engeldir. Bu anlamda sömürgecilik
ile Kürt ulusunun özgürlüğü bağdaşmaz. Kürt ulusu
sömürgecilik altında özgür olamaz.
Bundan
dolayı devrimci sosyalizm, sadece Kürt ulusunun
iradesine rağmen çizilen "resmi sınırları"
değil, Kürt ulusunun özgürlüğü önemdeki tüm engelleri
meşru görmüyor; Kürt ulusunun özgürlüğü önündeki
tüm engellerin, işgal ordularının, özel savaş
birliklerinin, köy koruculuğunun, tüm "Türkleştirme"
araçlarının ortadan kalkmasını istiyor. Bu sömürgecilik
araçları, Kürt coğrafyasında varlığını sürdürdükçe,
Kürt ulusu ile Türk ulusu arasında eşit-özgür-kardeşçe
ilişki kurulamaz.
Ama
özgürlük "talepler"le değil savaşla
kazanılır; savaş ise örgütlü güçle yürür. Kürt
yoksulları, devrim ve sosyalizm ekseninde başkaldırmış,
bugün liberal sularda gezinse de, sömürgeciliğe
karşı mücadelesiyle kendini yeniden inşa etmiştir.
Bugün, sömürgeciliğin tüm inkar politikalarına
rağmen, Kürtler, sınıfsal çelişkilerin de itici
gücüyle sömürgeci oligarşinin resmi anlamda tüm
tanım ve söylemlerinin dışında kendi kaderini
elinde tutma iradesine sahiptir. Bugünlere gelmek
kolay olmamıştır; mücadele ve savaşla bugünlere
gelindi; yok sayılan bir ulus, bu devrimci savaşımla
tüm dünyada kabul gördü ve sömürgeci oligarşi
bugün "Kürt var" noktasına gelmek zorunda
kaldı.
Yukarıda
da ifade ettiğimiz gibi, Kürt ulusunun "ayrılma
hakkı"nı tanımayan, bu hakkı güvence altına
almayan hiçbir yaklaşım, ne "eşit ve özgür"lük
koşullarını, ne de özünde "birlikte yaşama"
iradesini sağlama alamaz. Kürt ulusu ile Türk
ulusunun gönüllü ve demokratik birliği, ancak
"tüm diğer koşulların eşit ve özgür"
olduğu koşullarda mümkündür. Bugün bu koşullar
yoktur. Türkler için geçerli olan her hakkın Kürtler
içinde geçerli olması, ancak sömürgecilik zincirinin
kırılmasına bağlıdır. Kürtler bugün birlikte yaşamak
istiyor; ama bu "birlikte yaşam" sömürgeciliğin
devamı, eşitlik ve özgürlüğün yok sayıldığı bir
zeminde kurulamaz. Bu "birlikte yaşam"
ancak eşitlik ve özgürlük koşullarında mümkündür;
dahası bu "birlikte yaşam" faşizm tarafından
zehirlenmiş, ters yüz edilmiş her şeyin parçalanarak
demokratik biçimde yeniden inşa edilmesiyle mümkündür.
Bu
ana yaklaşım dışında her yaklaşım, her sözde "demokratik
açılım" sömürgeciliğin cilalanmasından başka
bir şey değildir.
Bundan
dolayı devrimci sosyalizm, sömürgeciliğin insanlık
suçu olduğunu ve derhal son bulmasını, işgal güçlerinin
çekilmesini, özel ordu birliklerinden tutalım
köy koruculuğuna kadar tüm güçlerin dağıtılmasını
isterken, bunun eşitlik ve özgürlük için ilk adım
olduğunun farkındadır. Kürt ulusunun gerçek özgürlüğünün
sömürgeciliğin son bulması ve Kürt ulusunun tüm
diğer uluslar gibi ulusal-demokratik haklarını
özgürce kullanmasından geçtiği açıktır.
Peki,
güncelleşen tartışmaların böylesi bir yanı var
mıdır?
Her
sınıf ve politik irade, her sorunda olduğu gibi,
bu sorunda da kendi sınıfsal duruşunu yansıtır,
bu temelde sorunu ele alır. Yukarıda oligarşinin
çeşitli kesimleriyle soruna nasıl yaklaştığına
işaret etmiştik. Bunun karşısında, bu sorunda
en hazırlıklı politik akım, yurtsever harekettir.
Ama ne yazık ki, yurtsever hareketin politik hedefi,
demokratizmi aşmamakta, liberal tezlerle reformları
aşmayan, hatta kimi zaman sorunu "dil serbestliği"
ile sınırlayan, kimi zaman ise daha ileri biçimde
"demokratik özerklik" olarak tanımlayan
bir ufka sahiptir. Bu ufuk, ya da stratejik hedef
ile Kürt halkının mücadelesi arasında kapanmayan
bir çelişki vardır. Mücadele büyük ama hedef küçüktür.
Halbuki, bu büyük mücadele özünde büyük ufuk ya
da hedefin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak bu gerçek unutulmaktadır; "Ulusların
Kendi Kaderini Tayin Hakkı" ise yurtsever
hareketin ideolojik-politik dağarcından çıkalı
çok olmuştur, hatta liberter tezlerle tüm kötülüğün
kaynağını "devlet" olarak belirlemiş,
devletsiz bir ütopya ile bilinçler çarpıtılmıştır.
Mevcut
devletin yani faşizmin "demokratikleşmesi"
için bazı kırıntılara, örneğin "dil serbestliği",
"af" vb. gibi bazı kırıntılara çoktan
razı olmak; büyük kavganın küçük hedefidir. "Dil
serbestliği" ve "anayasal vatandaşlık"
taleplerine göre daha ileri, ama "bağımsız
devlet kurma hakkı"ndan ise daha geri olan
"demokratik özerklik" ise, demokrasi
projesi olarak, içeriği tartışılıp doldurulmak
şartıyla kendi içinde daha olumlu bir yerdedir.
"Anayasal vatandaşlık" hatta İmralı'da
ilk kez sistemleşen "demokratik cumhuriyet"
Kürt sorununu bireysel hak düzeyine indirgerken,
"demokratik özerklik" bunu ulusal-demokratik
hak düzeyine çıkarmaktadır. Düzeni, sömürüyü,
kapitalizmi değiştirmeden, devrimi bir yana atarak
geliştirilen "demokratik özerklik" bir
tür özyönetimdir. Bugünkü statü ile karşılaştırırsak,
bu projenin gerçekleşmesi sömürgeciliğin çözülmesi
anlamına da gelmektedir. Ama bu demokrasi projesinin
en zayıf yanı "iktidar" gibi en önemli
yanının olmamasıdır, projenin "iktidarsız"lık
üzerine kurulmasıdır.
Tüm
bunlara bağlı olarak şu söylenebilir: politik
açıdan mevcut kurulu sistemi, sömürgeciliği sarsan
yurtsever hareketin böylesi iç ideolojik-politik
zaaflar taşıması en büyük açmazdır.
Bugün
yurtsever hareket tarafından dillendirilen tüm
bu talepler, operasyonların durmasından dil serbestliğine
kadar, "anayasal vatandaşlık"tan "demokratik
özerklik"e kadar tüm talepler, demokratik
taleplerdir. Bu talepler yukarı da, UKKTH ilkesinde
anlamını bulan programatik yaklaşımın yanında
birer "yan ürün" olabilir; daha ötesi
değil.
Bugün
ileri sürülen taleplerin bir kısmı, örneğin "af"
ya da "operasyonların durması" gibi,
mevcut düzenin bir çivisi bile sarsılmadan elde
edilebilecek taleplerdir; bir kısmı, örneğin "Kürt
kimliğinin anayasal güvenceye kavuşması",
"anadilde eğitim" gibi, mevcut düzeni
yıkmadan, kapitalizme dokunmadan, bazı yasal düzenlemelerle
elde etmek mümkündür. Ama bu taleplerin sınırlarını
belirleyecek olan, başta yurtsever hareketin duruşu
ve sınıf mücadelesinin aldığı biçim, Türkiye halkının
Kürt ulusuyla kurduğu kardeşçe bağdır. Bu açıdan
bugün birçok zayıflık karşımıza çıkmaktadır. Dahası
yurtsever hareketin ufku demokratizmi aşmamaktadır,
Türkiye halkının mücadelesi ve devrimci hareket
ise geri bir noktadadır.
Her
şeye rağmen mevcut düzen içinde bazı kazanımlar
mümkündür ve bu kazanımların genel olarak demokrasi
mücadelesinde, özel olarak Kürt ulusunun özgürlük
mücadelesinde bir anlamı vardır.
Devrimci
sosyalizm bu talepleri yok saymaz, bu talepler
için mücadele eder; ama asla kendini bu taleplerle
sınırlamaz; devrimci sosyalizmin ufkunda sosyalizm
ve devrim vardır. Her şeyi buna göre ele alır.
F)
Devrimci Çözüm İçin: Halkların Kardeşliği ve Mücadele
Birliğini Örelim
Bugün
Kürt sorununun çözümü için beklentiler her dönemden
daha yüksektir; ancak burada "yükseklik"ten
kastımız gelinen aşamadır. Kürt sorunu demokrasi
sorununun bir parçasıdır ve ayrıştırıcı özelliğe
sahiptir. Böylesi ağır bir sorun, doğal olarak,
sınıf mücadelesinin almış olduğu biçime, politik-toplumsal
gündemlere bağlı olarak inişli çıkışlı bir süreç
izlemektedir. Böyle de olsa Kürt sorunun geldiği
aşama son derece önemlidir.
AKP,
yurtsever hareketin altını oymak için, kangrene
dönüşen bu sorunda yoğunlaşan beklentiyi kullanmak
istiyor; ciddi tek bir adım atmadan "demokratik
açılım" ekseninde söylemler, AKP ile liberal
kesimler arasında yeni bir köprü oluyor. "Demokratik
açılım" söylemi bile bu beklentileri yükseltti,
ama bir o kadar, liberallerin etkisi ile yurtsever
hareket kimi zaman "Kürt halkı, inkar politikasının
yeni biçiminin hakim kılınmasına izin vermeyecektir"
(M. Karasu) biçiminde sorunu daha doğru tanımlasa
da asıl olarak bu beklentiyi yükselten bir yerde
oldu. Sadece bu değil. Oligarşi, ne yaptığını
biliyor ve A. Öcalan ile görüşmeleri "devlet
politikası" olarak yürütürken bu beklentileri
yüksek tutmaya çalışıyor. Elbette, oligarşi, Kürt
halkının "irademdir" dediği A. Öcalan
ve PKK ile görüşmelidir. Ama sadece son yıllardaki
İmralı görüşmeleri değil, 1993'ten bu yana tüm
görüşmelere baktığımızda oligarşinin hep bir yandan
beklentileri yükseltmek diğer yandan tasfiyeyi
dayatmak taktiğini izlediğini söylemek mümkündür.
Bunu bir kenara not düşmekte yarar vardır. Bu
açıdan, yurtsever hareket bu ham ve boş beklentileri
yükselterek yanlış bir zeminde zaman zaman oldu;
sadece bu değil, dün başka (örneğin "görüşmeler
başladı", "hükümet çok iyi niyetli ve
çözümden yana" gibi) bugün başka (örneğin
"tasfiye dayatılıyor" gibi) bir söylem
tutturarak iç tutarlılığını kaybettiği de gözlenmektedir.
Sadece
yurtsever hareket değil, sol ve devrimci hareket
de bu sürede çok sağlam bir yerde durmadı. Bir
yanda, yurtsever harekete yönelik ideolojik-politik
eleştirilerden hareketle yurtsever hareketin politik
konumu göz ardı edilip, kaba ve belirli şablonlarla
hedef tahtasına konurken; diğer yanda, sol ve
devrimci hareketin bazı kesimleri adeta "Kürt
severlik"te yarış içinde oldu. Böyle olunca
adeta bir karmaşa söz konusu olmakta; dahası bir
kez daha Kürt sorununun ayrıştırıcı ve saflaştırıcı
özelliği açığa çıkmaktadır. Dün "demokrasi"
beklentisi içinde olanlar, bugün "kaotik
ortam"dan bahsediyor. Dün "Kürt severlikte"
yarışanlar, "barış" söylemini kimseye
bırakmayanlar bugün şaşırıyor. Kaba ve dar bir
bakışla sorunu ele alan her yaklaşım; ister yurtsever
harekete eklenerek, ister "ulusal sol"
bir söylemle karşı çıkarak, yaşanan süreci tam
açıklayamıyor. Eğer sizin sağlam bir ideolojik-politik
duruşunuz yoksa dinamik ve karmaşık olan bu sorunda
darlıktan kurtulamazsınız. Eğer sizin sağlam omurganız
yoksa, bugün bir yana yarın başka bir yana sürüklenmekten
kurtulamazsınız Eğer siz günlük taktikle sorunu
ele alır stratejik bakıştan uzak olursanız; ya
da tersinden stratejik bakışı her şey yapar günlük
taktiksel süreçlere yanıt olamazsanız böylesi
dinamik bir sorunda sınıfta kalırsınız.
Devrimci
sosyalizm tüm bu karmaşanın ortasında, kendi bağımsız
politik duruşu içinde sorunu ele almayı ilkesel
bir yaklaşım olarak benimser. Başta liberal burjuva
çizgide olan yurtsever hareket olmak üzere, ister
Kürt hareketine eklenen sol ve devrimci kesimle,
isterse sosyal şövenizm ile zehirlenmiş sol ve
devrimci kesimle arasına kalın bir mesafe koyar;
kendi cephesinde sorunu kendi doğrularıyla ele
alır.
Bu
temelde bir kez daha ifade ediyoruz;
Türkiye,
yeni sömürge ve faşizmin sürekli olduğu bir ülkedir;
kuzey Kürt coğrafyası ise sömürgecilik ilişkileri
içindedir. Emperyalizm, demokrasi ve özgürlük
değil siyasal gericilik demektir; yeni sömürgecilik
üzerinden biçim alan sürekli faşizm, emperyalizm
ve işbirlikçi oligarşiye dayanır. Kürt coğrafyasının
dört parçaya bölünmesi ve sömürgecilik ilişkilerin
gelişmesi, Türk burjuvazisinin, doğuştan emperyalizme
bağımlı olması, demokratik özelliklerden uzak
gerici ve şovenist karakteriyle doğrudan ilişkilidir.
Bu coğrafyada haklar arasında düşmanlık varsa,
sadece Kürtler değil, Ermeniler ve diğer azınlıklar
yok sayılıp ağır baskı altındaysa, Aleviler ve
diğer inanç sahipleri "tekçi" bir anlayışla
ötekileştirilmişse bu keyfi bir tercih değil,
ırkçı-şovenist burjuvazinin kurduğu siyasal sistemin
bir sonucudur.
Bu
siyasal sistemin adı: faşizmdir. Faşizm, 2. paylaşım
savaşı sonrası yeni sömürgecilik ekseninde kurumsallaştı.
Özce; demokratik geleneği olmayan, burjuva anlamda
demokrasinin hiç yaşanmadığı, faşizmin sürekli
olduğu bu düzende, tüm sorunların kaynağı emperyalizm
ve işbirlikçi oligarşidir.
Emperyalizm,
her alanda tümden tasfiye edilmeden, ekonomik-siyasal-askeri
kaynakları kurutulmadan, emperyalizm ve tekelci
burjuvazinin egemenlik sistemi olan faşizm tasfiye
edilmeden, başta Kürt sorunu olmak üzere, hiçbir
demokratik sorun tam ve gerçek anlamda çözülemez.
Demokratik talepler, bu arada Kürt ulusal sorunu
ana başlığı altında toplanabilecek demokratik
taleplerin bir kısmı devrim öncesinde elde edilebilir;
teorik olarak bu mümkündür. Ama bunlar, ya da
emperyalizme dayanarak bulunan çözüm arayışları
sınırlıdır ve tam ve gerçek çözüm değildir. Demokratik
taleplerin tümü, halkın kendi mücadelesiyle elde
edilir ve halkın kendi iktidarını kurmasıyla güvence
altına alınır; tam ve gerçek çözüm budur.
Bu
anlamda, Kürt sorunu dahil tüm demokratik sorunların
gerçek çözümü emperyalizmin bu coğrafyadan tümden
sökülüp atılması, emperyalizmin her alanda egemenlik
biçimlerine son verilmesi ve oligarşik/faşist
devletin yıkılmasına bağlıdır. Emperyalizm ve
doğuştan ırkçı ve şovenist olan oligarşi, demokrasi
ve özgürlük sunucusu değil, demokrasi ve özgürlüğün
düşmanıdır. Demokrasi devrimle gelir; işçi sınıfı
ve ezilen halkların mücadelesi, demokrasi savaşımını
belirler. Demokrasi savaşımı okulunda eğitilen
işçi ve ezilen halklar kendi iktidarını kurar.
Bunun
dışında her çözüm, sosyalist değil burjuva çözümdür
ve en ilerisinden bugün güney Kürt yönetimi örneğinde
olduğu gibi, yeni sömürgeciliğin devamını aşmaz.
Bu
demokrasi savaşımda, Türkiye işçi sınıfı ve halkı
ile Kürt halkı aynı saflardadır. Bundan dolayı
her iki halk arasında demokratik ilişkiler, sadece
burjuvazinin zehirlediği, düşman ettiği birçok
şeyi yeniden kurmak için değil, demokrasi savaşımını
kazanmak için de stratejik önemdedir. Türkiye
Devrimci Hareketinde bir dönem, çok da anlamlı
olmayan biçimde yer alan " sömürge ulus/ülke-ayrı
örgütlenme; ezilen ulus/ülke-aynı örgütlenme"
tartışmaları bir yana, ortak bir mücadele hattının
inşa edilmesi, devrimimiz için, Kürt ulusunun
özgürlüğü için, bölge devrimleri için stratejik
önemdedir. Böyle bir enternasyonal mücadele hattı
örülmeden, ne tarihsel haksızlıklar demokratik
kazanımlarla aşılabilir, ne de devrimler zafere
ulaşabilir.
Daha
somut ifade edersek, bugün Türkiye devrimci hareketi
zayıf ve politik özne olmaktan uzaktır; yurtsever
hareket ise, yönünü emperyalizm ve oligarşiye
dönmüş, Kürt ulusunun özgürlük sorununu oligarşik
devletle, "bağımsızlık" ve "sosyalizm"
hedeflerinden uzak, burjuva demokrasisini aşmayan,
dil ve kimlik ekseninde çözme arayışı içindedir.
Türkiye devrimci hareketinin politik konumu geri,
yurtsever hareketin ise ideolojik zemini karmakarışık,
politik hedefi ise zayıftır, "demokratik
özerkliği" aşmamaktadır.
Bu
noktada, başta devrimci sosyalist hareket olmak
üzere, Türkiye Devrimci hareketi işçi ve emekçiler
içinde kök salmak, devrimin öznesi olmak hedefi
için mücadele ederken, Kürt ulusu ve yurtsever
hareket ile ayrım ve ortak paydaları netleştirerek,
enternasyonal bağı daha güçlü kurma sorumluluğu
vardır. Aynı biçimde, yurtsever hareketin, 1999
sonrası post-modern bir çizgiyi benimseyerek yönünü
soldan, devrimcilikten daha da uzaklaştırması,
liberal ve reformcu bir çizgide, sorunu "barış"
gibi içeriği sulanmış bir noktada tutması, halkların
bileşik mücadelesine katkı sunmamaktadır. Yurtsever
hareket ile sol ve devrimci hareket arasındaki
ilişki yer yer olumlu örnekler yaşansa da, gerek
böylesi ideolojik, politik sorunlardan, gerekse
de tarihsel karakteri olan iç zaaflardan dolayı
zayıftır. Bu zayıflığı aşmak karşılıklı sorumluluğun
gereğidir.
Eğer
bugün, mevcut düzen değişmeden demokratik bir
kazanım olacaksa, Kürt ulusal kimliği temelinde
özgürlükler genişleyecekse, bunun asli gücü bu
enternasyonal mücadele hattı olacaktır. Emperyalizm
ve oligarşi, stratejik ve güncel çıkarları için
"açılım" adı altında, demokrasi oyunu
oynayabilir; ama asla gerçek bir demokrasiyi kuramaz.
Neo-liberal sömürü modeliyle işçi ve emekçilerin
kanını emen, açlık, işsizlik, yoksulluk ve sosyal
yıkımı toplumun her alanına yayan, demokrasiyi
inkar ederek siyasal demokrasiyi tümden budayan
bu sistemden, "açılım" adı altında "demokrasi"
beklemek büyük saflıktır. İşçi ve emekçiye ekmek
vermeyen, Kürt ulusuna özgürlük sunamaz. Yaşanan
her gelişme bunu doğrulamaktadır.
Kürt
ulusunun özgürlüğü ile Türkiye halkının özgürlüğü
arasında kopmaz bağ vardır. Bu bağ ancak, mevcut
düzen içinde sahte beklentilerle değil, emperyalizm
ve sömürgeci oligarşiye karşı, ortak bir mücadele
hattı ile anlamlı olacaktır.
Uzun
ve sancılı süreçler bizi bekliyor. Enternasyonalizm,
her şeyden önce kendi ülkesinde devrim yapmaktır;
devrimci sosyalizm devrimin güncelliğinden hareketle
öncelikle kendi görevlerine sıkı sarılmayı önüne
koymaktadır. Ama bunun tek başına yeterli olmadığının
da bilincindeyiz. O halde, eşit ve özgür ilişkiler
temelinde Türkiye halkı ile Kürt ulusu arasında
bir köprü kurmak, bu köprüyü güçlendirmek, bir
kez daha önem kazanmaktadır. Halklar arasında
kardeşlik ve ortak düşmana karşı mücadele buradan
geçmektedir.
Bu
görevlere sıkı sıkıya sarılmak, mücadele etmek,
devrim kavgasını büyütmek; işte güncel görev budur!
|