Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

62-1. Sayı - Mart/Nisan 2011

       Şovenizm, en basit haliyle kendisine ait olanın aşırı yüceltilip, ötekileştirilenlerin aynı niteliklerinin küçümsenmesi olarak tanımlanabilir. Özel olarak belirtilmedikçe aşırı milliyetçiliğin saldırgan ideolojisini nitelemek için kullanılır. Faşizmin en sık rastlanan dışavurumudur. Sosyal şovenizm ise bu politikanın solculuk adına yapılmasıdır. Daha doğru bir ifadeyle sosyalizm adına hareket ettiği iddiasındakilerin, milliyetçilik ekseninde burjuva politikalarının peşine takılması biçiminde ortaya çıkan bir sapmadır. Solculukla aşırı milliyetçiliğin yan yana gelebilmesi olanaksız gibi görünse de ne yazık ki bunun örnekleri tarihte görülmüştür.
       Bir politik sapma olarak sosyal şovenizm, ilk olarak Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında sosyalist hareketin gündemine girdi. Savaştan önce, İkinci Enternasyonalde örgütlenen, uluslararası işçi hareketinin lokomotifi Alman Sosyal Demokrat Partisi idi. Karl Kautsky önderliğindeki parti güçlü örgütlenmesi ile kazandığı seçim zaferleri kadar; Bernstein'in revizyonizmine karşı yürüttüğü ideolojik mücadeleyle de dünya sosyalist hareketinin ilgi odağı durumundaydı. İkinci Enternasyonalde yaklaşmakta olan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı karşısında proletarya enternasyonalizmi yönünde tutum da alınmıştı: Savaş emperyalistlerin savaşıydı, tüm uluslardan işçi sınıfının bu savaşta hiçbir çıkarı yoktu. Fakat parlamentoda ciddi bir güce sahip Alman Sosyal Demokrat Partisi, savaş bütçesinin onaylanacağı sırada altına imza attığı bu ilkeyi unuttu ve bir üyesi (Karl Liekbecht) haricinde kabul oyu verdi (2 Aralık 1914). Ulusal çıkarlar, anayurdun savunulması adı altında işçi sınıfı partileri, burjuvaziyle işbirliğine girdiler. Alman Sosyal Demokrat Partisinin bu tutumu diğer 2.ci Enternasyonal partilerini de etkiledi ve büyük çoğunluğu benzer tavırlar aldılar. Bu tarihten itibaren Alman Sosyal Demokrat Partisi, Rosa Lüxemburg'un deyimiyle çürümüş bir cesetten ibaretti.
       İkinci Enternasyonal partilerinden Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Bolşevik), Sırp Sosyal Demokrat Partisi ve Bulgar Dar Sosyalistlerinden başka bu sosyal şoven tavra karşı bayrak açan olmadı. Savaşın fiilen dağıttığı 2. Enternasyonali yeniden toparlamak için İsviçrede yapılan Zimmerwald Konferansı ise İtalya, İsviçre, Rusya, Romanya, Bulgaristan'daki kimi partiler ve Almanya, Fransa, İsveç ile Hollanda'dan kişisel katılımlarla toplansa da istenilen sonucu vermedi. Konferans delegelerinin çoğunluğu Lenin'in emperyalist savaşı iç savaşa çevirme formülasyonunu desteklemedi. Troçki'nin kaleme aldığı sonuç bildirgesi tüm ülkelerin işçilerini uzlaşmaz sınıf mücadelesini yükseltmeye çağırıyordu. Lenin bu bildirgeye imza atsa da savaşa karşı aktif bir politik tutum geliştirmeyen ve pasifizmin etkisi altında kalan Konferans çoğunluğunun bu ortak çağrısının bir anlam ifade etmediğinin farkındaydı. Böylelikle tüm kurtarma girişimlerine rağmen 2. Enternasyonal kaptığı sosyal şovenizm mikrobu tarafından mezara gönderilmişti. Lenin'in yazılarında iflas (kimi çevirmenlerce batkı) olarak geçen bu ölümden geriye kalan ceset halen Sosyalist Enternasyonal adı altında varlığını sürdürmektedir.
       Partilerinin ihaneti sonucu 'yaklaşan savaşı protesto etmek için' aynı partinin çağrısıyla 500 bin kişilik kitle gösterileri düzenleyen "Alman" işçi sınıfı, "Alman" burjuvazisiyle birlikte, "Fransızlara" (bu "Fransızların" içinde hem işçiler hem burjuvalar vardır... Ama nedense siperlerde sadece işçiler ve köylüler ölmektedir) savaş ilan eder; daha doğrusu burjuvazinin ilan ettiği savaşa katılır. Hatta bazı ülkelerde 2. Enternasyonal üyesi partiler savaş hükümetlerine bakan verirler. Oysa sosyalizm uluslararası bir akımdır. Sosyalizm, hangi ulustan olursa olsun işçileri sınıf çıkarları ekseninde biraraya getirmeyi hedefleyen, en başından itibaren böyle örgütlenen bir politik akımdır. Üstelik sosyalizmin bu uluslararası karakteri keyfi bir tercihin sonucu da değildir, aksine bir zorunluluktur. Çünkü sosyalizmin yıkmayı hedeflediği kapitalizm de uluslararası bir sistemdir.
       Marx'ın birçok eserinde de belirttiği gibi paranın uluslararası değişim aracı olarak ortaya çıkmasından bu yana ticaret de uluslararası bir karakter kazanmıştır. Daha doğrusu uluslararası ticaretin bir ihtiyaç olarak ortaya çıkması, uluslararası değişim aracı olarak başlangıçta altın halindeki paranın da uluslararasılaşmasını beraberinde getirmiştir. Kapitalizmin feodalizme özgü kapalı ekonomileri yıkarak tüm dünyayı tek bir pazar haline getirmesiyle birlikte yeryüzündeki tüm alış verişler meta ekonomisi zincirinin birer halkası haline gelmiştir. Böylece kapitalist üretim biçimi, başlangıcından itibaren küresel bir sistem olarak şekillenmiştir.
       Kapitalizmin bu uluslararası niteliği teker teker ulusal kapitalizmlerle çelişki içinde değildir. Aksine her bir ulusal kapitalizmin de uluslararasılaşabildiği ölçüde (siz bunu sömürgeleştirebildiği diye de okuyabilirsiniz) güçlendiğini tarih birçok defa göstermiştir. Sömürgecilik konusunda birbirleriyle yarışan, kapışan kapitalist ülkeler, sözkonusu olan işçi hareketleri olduğunda ise bir anda aralarındaki tüm çelişkileri bir yana bırakıverirler. Bunun da tarihteki en bilinen örneği Paris Komünü'nü ezmek için birkaç hafta önce savaş halinde olan Fransız ve Alman burjuvazilerinin yaptığı işbirliğidir. Kelimenin bu anlamıyla işçi sınıfı burjuvazisinden çok daha fazla yurtseverdir. Ama işçi sınıfıyla burjuvazinin yurtseverlik anlayışı birbirbirine tam zıttır. Bu zıtlığa da vurgu yapacak şekilde burjuvazinin tavrına daha çok milliyetçilik denir. Burjuvazinin kendi ulusundan başka, diğer ulusları da ezmeyi, sömürgeleştirip kanını emmeyi hedefleyen politikasının ambalajı olan milliyetçilik, şovenizmin ilk halidir. Proletaryanın kendi yaşamını ve yaşam alanlarını savunması anlamındaki yurtseverlik ise kendini herhangi bir ulusla sınırlamayan, dolayısıyla milliyetçiliğin tersine, hangi ulustan olursa olsun işgale, işgalcilere ve onların işbirlikçilerine karşı olmayı öngörür. Proletarya, milliyetçiliğe karşı yurtseverdir.
       İşte burda tehlikeli bir kavram daha kullandık: Yurtseverlik. Komünist Manifesto'da Marx; "İşçilerin vatanı yoktur. Onların olmayan bir şeyi onlardan alamayız. Proletarya her şeyden önce siyasi üstünlüğü ele geçirmek için, ulusal sınıf haline gelmek, kendini ulusun ta kendisi kılmak zorunda olduğundan, kelimenin burjuva anlamında olmamakla birlikte, zaten millidir" diye yazar. Bu son cümleyi biraz daha açalım. Ulusal sınıf haline gelmek başlangıçtaki uluslararası proletaryanın kurtuluşu hedefi ile çelişki halindeymiş gibi görünüyor. Bu karışıklığı gidermek için Manifesto'dan bir alıntı daha yapalım: "Başlangıçta proletaryanın burjuvazi ile mücadelesi özde değilse bile biçimde ulusal bir mücadeledir. Her ülkenin proletaryası muhakkak ki önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır". Bu ulusallık, yani her bir ülkenin proletaryasının kendi burjuvazisini alaşağı etme göreviyle yükümlü oluşu, proletarya hareketine burjuvazininkinden çok daha farklı bir içerikle de olsa ulusal bir biçim verir. Marx'ın kendi döneminde uluslararası bir parti olarak örgütlenen Enternasyonal bile çeşitli ülkelerdeki seksiyonların bir bileşimi olarak çalışmalarını sürdürmekteydi. Ve yine 1871 Paris Komünü'nün de gösterdiği gibi o topraklarda yaşayan emekçilerin oluşturduğu bir bileşim olarak ele alındığında ulusun çıkarlarının en önde gelen savunucusu proletarya idi. Ulusun az önceki cümledeki gibi keyfi bir tanımı elbette bir çok sakıncayı da beraberinde getirir. Ancak Paris Komünü örneğinde olduğu gibi ulus kavramının nasıl içeriklendirildiğine bağlı olarak proletaryanın siyasal tavır alışı değişik renkler alabilmiştir. Bunların birbirleriyle çelişir bir yanı da yoktur. Yurtlarını Almanlara satanlara karşı savaşan Komüncüler arasında başta Polonyalılar olmak üzere birçok ulustan siyasi sürgün de bulunmaktaydı. Bu tablonun en iyi çözümlemesini Marx, herbir kapitalist devletin aslında biri sömüren, diğeri sömürülen iki ulustan oluştuğunu ve bunların da burjuvazi ve proletarya olduğunu söyleyerek yapar.
       Proletarya, yaşadığı toprakları sömürmek üzere işgal eden güçlere karşı yurtseverce tutum alır. Bu tutumun başka ulusları sömürgeleştirmek isteyen burjuvazinin milliyetçiliği ile hiçbir ilgisi yoktur. Yurtseverlik tutumu, bir ulusa özgü değildir. İkinci Paylaşım Savaşı yıllarında Alman işgaline karşı direnen Fransa'da tüm uluslardan komünistler direniş cephesinde yer almışlardır. Bu tablo, İspanya İç Savaşı'nda çok daha belirgin bir biçimde karşımıza çıkmış, dünyanın dört bir köşesinden faşizme karşı savaşmaya gelen komünistler, Alman bombardıman uçaklarının ateşine karşı, faşist İtalyan güçlerine karşı İspanya'yı canları pahasına savunmuşlardır. Proletarya enternasyonalizmi ile yurtseverlik arasında bir çelişki yoktur. Çelişki burjuvazinin bir başka ulusu ezme politikasına kapılanlardadır.
       Engels, İngiliz işçi sınıfı içinde sömürgecilikten yana tutum alma eğiliminden büyük bir tehlike olarak bahsetmiştir. İşçi aristokrasisinden başlayarak sınıf içinde yayılmaya başlayan bu eğilim, sosyal şovenizmin sınıf tabanını da oluşturuyordu. İkinci enternasyonal partileri bunu potansiyel bir tehlike olmaktan çıkarıp politik bir sapma haline getirdiler ve işçi sınıfının uluslararası davasına ihanet ettiler.

       Emperyalizm ve Ulusal Kurtuluş
       Kapitalizmin tekelci aşaması olarak emperyalizm, aynı zamanda yeryüzünün sömürgeleştirilerek emperyalistlerce paylaşılmasının tamamlanması anlamına da geliyordu. Daha bu aşamaya geçilmeden önce de sömürgeci işgale karşı çeşitli çapta direnişler, dünyanın değişik bölgelerinde gerçekleşmiştir. Ancak direnenlerin tüm çabalarına rağmen daha ileri bir üretim biçimine sahip olan sömürgeciler amaçlarına ulaşmıştır. 1917 Ekim Devrimi'nin ardından yeryüzündeki en ileri üretim biçimi olma niteliğini sosyalizme kaptıran kapitalizm, böylece sömürgelerdeki tarihsel avantajını da yitirmiş oluyordu.
       Bu durum, o güne kadar emperyalist sömürgecilikten kurtulmak için savaşan sömürge ve yarı-sömürge uluslara yeni bir güç verdi. Ancak asıl olarak 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın ardından gerçekleşen Çin Devrimi, Mao'nun formüle ettiği halk savaşı teorisiyle, sömürge ve yarı-sömürge ulusların kurtuluşu için sadece siyasal değil askeri bir sistematiği de somutlaştırmış oluyordu. Bu siyasal ve askeri destek, dünyanın dört bir yanındaki sömürgelerde karşılığını buldu. Ancak sömürge ülkelerdeki örgütlenmelerin sınıfsal karakterine bağlı olarak bu hareketlerin siyasal yönelimleri de farklı özellikler gösterdi. Bu hareketlerin bazıları en başından itibaren sosyalizm hedefine tutarlı bir biçimde sadık kalırken, bazıları ise sosyalizme yakın gibi görünen burjuva milliyetçi bir siyasal çizgiyi benimsediler.
       Sosyalizmin gelişen dinamik olduğu bu tarihsel süreçte eksen ülke olarak Sovyetler Birliği'nin uyguladığı kimi yanlış politikalar ("kapitalist olmayan yol" adı altında bırakalım sosyalizmi, sol ile hiçbir ilgisi olmayan baskıcı rejimlerin emperyalizme tavır aldığı gerekçesiyle desteklenmesi), bu anti-emperyalist dalgaya ilk gölgeleri düşürdü. Bu politikaya kaynaklık eden düşüncelerden biri de Lenin'in mahkum ettiği Kautsky'e ait üretici güçler teorisidir. Bu teoriye göre sosyalist hareket üretici güçlerin en fazla geliştiği yerlerde gelişecektir. Daha Marx, kendi döneminde devrim dalgasının 1848 devrimlerinin ardından Almanya'da kırılmasıyla Rusya'yı kastederek doğuya kaydığını yazmıştı. Oysa ne Almanya ne de Rusya kendi dönemlerinin en ileri üretici güçlerini barındırıyordu. Marx'ın yaşamı boyunca kapitalizmin en gelişkin olduğu ülke İngiltere idi. Kısacası Kautsky'nin bu teorisinin marksizmle hiçbir ilgisi yoktu. Ancak bu teori yıllar sonra "sanayileşen ülkelerde işçi sınıfının sayısal yükselişi, sol hareketi de yükseltecektir" biçiminde yeniden karşımıza çıktı. Bu mantık "kapitalist olmayan yol" adı altında dış politika anlamında desteklenen ülkelere Sovyetler Birliği tarafından sanayi yatırımları yapılmasını da beraberinde getirdi. Böylelikle dünya sosyalist hareketinin kaynakları sol ile hiçbir ilgisi olmayan rejimlere destek için harcanırken kendi içindeki birçok etnik ve dini grubu ezmekte hiçbir sakınca görmeyen bir milliyetçilik ideolojisi de soldan destek bulmuş oldu. Sonrasında tüm anti-emperyalist hareketlerin milliyetçilikle suçlanmasının bir nedeni de bu dönem Sovyetler Birliği'nin uyguladığı bu hatalı politikalardan kaynaklanır. Burjuva milliyetçiliği ile sosyalist hareket arasındaki ikinci temas noktası da bu dolayımdır.
       Tüm bunlara rağmen sosyalizm bayrağını, özellikle 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında anti-emperyalizm ekseninde gelişen devrimler yükseltti. Tanımlarken anti-emperyalizm kavramını özellikle kullanıyoruz, çünkü bu devrimlerin ulusal kurtuluşçuluk yönü daha ikinci plandaydı. Daha sonrasında kimi saf işçicilik meraklısı akımlarca "ulusal" damgasıyla aşağılanacak olan bu hareketlerde ulusal kurtuluş olgusu, anti-emperyalizmin doğal sonucu olarak ele alınan, ikincil (türev) bir olgudur. Bunu, sözkonusu hareketlerin çoğu yerde bir tek ulusa dayanmayan bileşimlerinden de çıkarmak mümkündür. Aksine böylesi bir "ulusallık", sözkonusu hareketleri bölmek için emperyalizmin ajanları tarafından kullanılmaya çalışılan bir araçtı. Tarih bilmeden Küba Devrimi'ni bile, ABD Emperyalizmi'ne karşı yapılmış bir devrimdi diye, küçümsemeye çalışan cahiller için böylesi "ayrıntılar" pek önemli değildir elbette.
       2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalizmin benimsediği yeni-sömürgecilik politikası gereği açık işgal biçimi genel politika olarak terkedildiğinden ulusal çelişkilerin ikinci plana düşmesi kaçınılmazdır. Mahir Çayan bu durumu "Şüphesiz oligarşik devlet cihazının militarize gücü yetersiz kalıp, Amerikan ordularının açıkça savaş içinde yer almasına kadar, sınıfsal yan ağır basacaktır." diye açıklar. (Kesintisiz Devrim II-III, Dördüncü Bölüm) Bu durum, anti-emperyalizm ile ulusal kurtuluşçuluğu aynı şey olarak kavrayanlarca pek anlaşılmaz. Oysa anti-emperyalizm, emperyalizm çağındaki kapitalizmin; üretim ve dolayısıyla sömürü sistemini yeryüzünün her bir karışına yaymış durumdaki tekelci kapitalizmin, bu topraklardan birer birer sökülüp atılması için gerekli olan yegane politik bilince işaret etmektedir. Anti-emperyalizmi ulusal kurtuluşla sınırlamak, böyle anlamlandırmak emperyalizm kavramını Lenin gibi değil de, emperyalizmi klasik sömürgecilik döneminden ibaret olarak kavrayan (dolayısıyla Lenin'in teorisine de üstü kapalı bir şekilde burun kıvıran) Avrupalı entellektüellerin bakış açılarını bu topraklara taşımaktan başka bir anlama gelmez. Emperyalizmi sadece açık işgal yöntemiyle sömürgeleştirmeyle özdeşleştirirseniz, bu işgale karşı gelişen tüm ulusal hareketler de doğallığında anti-emperyalist olur. Böylelikle de ulusallık=anti-emperyalizm denklemi kuruluvermiş olur. Aristo mantığı hala geçerli olsaydı belki bu denkleme doğru denilebilirdi ama çok şükür ki Hegel'den bu yana diyalektik mantık bilimsel düşünceye yön veriyor.
       Elbette ki her ulusal kurtuluş hareketi anti-emperyalist değildir. Kendisini öyle ifade etse dahi değildir. Başta Ortadoğu ve Afrika olmak üzere söylemde anti-emperyalist olmasına rağmen anti-işgalci olmanın ötesine gidemeyen birçok ulusal kurtuluş hareketi yaşanmış ve birçoğu da kendi sınırları içinde başarılı olmuştur. Açık işgalin sonlanmasının hemen ardından yeniden çeşitli biçimlerde emperyalizme bağlanan bu ülkelerin resmi söylemlerinde sosyalizmden alınmış kimi kavramların bulunması bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren hangi sınıfın iktidarda olduğu ve iktidarın üretim ve mülkiyet ilişkilerini nasıl biçimlendirdiğidir.
       Tüm bu anımsatmaları şu nedenle gerekli gördük; Her anti-emperyalist hareketi aynı kefeye koyma yaklaşımı günümüzde oldukça yaygın. Özellikle son yıllarda saf işçici akımların yaygınlaşması ve zayıflayan tarih bilinci, Avrupa merkezci bakış açısının değişik biçimlerini de sol-sosyalist harekete yeniden bulaştırmaya başladı. Sözgelimi hiçbir ulusal kurtuluş hareketinin sosyalizme varamadığı iddiası, hiçbir anti-emperyalist hareketin sosyalizme varamayacağı iddiası son zamanlarda oldukça sık karşımıza çıkabilmektedir. Buna ispat olarak gösterilen kapitalizme geri dönüşler elbette anlamsız değildir. Ancak eğer bu bir ispat ise, Lenin önderliğinde sosyalist devrimi yaşayan Rusya'nın kapitalizme dönüşü için niye geçerli olmaz; O halde bu işçici arkadaşların da Rusya şahsında örgütlenme ve devrim yöntem ve stratejileri çökmüştür, başarısızlığa uğramıştır mı diyeceğiz? Ne tarihe böyle bakılabilir, ne günümüz böyle açıklanabilir, ne de tüm bunlar siyaset bilimi açısından bilimsel bir ispat yöntemidir.
       Elbette ki biz, anti-emperyalizm adına hareket eden her gelişmeyi kendi cephemizde görmüyoruz. Elbette ki biz emperyalizme karşı ulusal kurtuluş adı altında yapılan çeşitli etnik kıyım, katliam ve baskılara gözlerimiz kapamıyoruz. Ve elbette ki biz sosyalizm ya da anti-emperyalizm adına böylesi politikaları destekleyen ya da örgütleyenlerle aramıza kalın çizgiler çekiyoruz. Bizim tüm bu anımsatmalardaki amacımız şudur: Günümüz kapitalizmi, tekelci sermayenin mutlak egemenliğine işaret eden emperyalizm aşamasındadır. Bu tarihsel aşamada anti-emperyalizm, anti-kapitalizmi de içerir. Başka bir ifadeyle anti-kapitalist olmayan, sosyalizm hedefine sahip olmayan tutarlı bir anti-emperyalizmden söz edilemez. Ancak günümüzde anti-emperyalizmi ikinci plana atarak politika yapmak ise, kapitalizmin bugünkü niteliğini ve sömürünün kapsam ve boyutlarını belirli sınırlara hapseden bir yaklaşımla devrim mücadelesinin birçok silahını baştan yitirmek anlamına gelir.
       Evet, günümüzde dincilerden, ergenekonculara kadar solla hiçbir ilgisi olmayan birçok kesim anti-emperyalist bir söylemi dilinden düşürmemektedir. Onlar bunu yapıyorlar diye anti-emperyalistliği onlara bırakacak değiliz. Unutmayın ki Hitlerin partisinin adı da Nazi, yani Nasyonal Sosyalist Partisi idi. Hitler de faşizmini sosyalizm sosuyla yutturmuştu geniş kitlelere. Eğer biz de anti-emperyalistliği bu ırkçılara bırakırsak, ülkemizin varacağı yer Nazi Almanyası'ndan çok da farklı olmaz.

       Güncel Sosyal Şovenizm
       Buraya kadar yazdıklarımız sosyal şovenizmin tarihsel gelişimine ilişkin kimi değinmelerden oluşuyordu. Gönül isterdi ki bu mikroba karşı uyanık olalım diyerek yazımızı noktalandıralım. Ama ne yazık ki bu mikrop sol hareketin çeşitli bileşenlerine sızmış durumda. Üstelik bu mikrop emperyalist sömürgeciliğe tepki olarak milliyetçileşme biçiminde de karşımıza çıkmıyor. Kürt düşmanlığı olarak, oligarşinin en fazla zorlandığı alanda ona yardımcı olan bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.
       Yıllardır bir savaş yaşıyoruz. Bu savaşta sömürgeci yapıyı parçalamak için savaşan Kürt Ulusu, yıllardır tüm olanakları ortaya koyarak tarih yazıyor. Bu savaşın tarihsel gelişimi çok değişik aşamaları içinde barındırmaktadır. Sözkonusu gelişim süreci içinde ulusal kurtuluş mücadelesi marksizmden giderek uzaklaşmış, gelinen aşamada marksizmle ilgisi kalmamıştır. Bu durum politik olarak eleştirilebilir ama onu ulusal kurtuluş hareketi olmaktan çıkarmaz. Kimi ulusal kurtuluş hareketleri, burjuva karakterdedir ve emeğin kapitalist sömürüsünü ortadan kaldırmayı hedeflemezler. Bizim istediğimiz gibi bir ulusal kurtuluş hareketi değil diye onu yok sayamayız, varlığını reddedemeyiz.
       Günümüzde Kürt Ulusunun yürüttüğü mücadeleye karşı çıkan, bu mücadelenin sonunda ABD Emperyalizminin güdümünde devletler ortaya çıkaracağını söyleyen çeşitli politik akımlar var. Burada bir mantık zorlaması olduğunu düşünüyoruz. Şu an Türkiye Cumhuriyeti zaten emperyalizme her şeyiyle bağımlı bir ülkedir. Nasıl oluyor da bölünme sonucunda daha bağımlı ülkeler ortaya çıkacak. Biz emperyalizme bağımlılığın değişik ölçüleri olduğunu elbette kabul ederiz. Ama birini diğerine tercih etmek gibi bir ikilem, bizim politik gündemimizi oluşturmaz. Kaldı ki bir tercih yapmak gerekirse, yoksul emekçi halk sınıf tabanına dayanan bir gerilla hareketi sonucunda gerçekleşmiş her yeni siyasal statükoyu, eskisinden daha gerici bir tablo sonucunu vermedikçe dünya halkları için olumlu bir örnek oluşturması bağlamında eskisine tercih edebiliriz.
       Yoksa şu anki statükoyla da mücadelesini sürdürmekte olan Kürt halkı, halihazırda Türkiye Cumhuriyetinin askeri, ekonomik ve siyasal bağımlılığı üzerinden ABD güdümündedir. Yoksa T.C. ordusunda Afganistan'a ABD'ye hizmet etmeye gidecek olan askerler Kürt olmayanlardan mı seçiliyor. Bildiğimiz kadarıyla böyle bir uygulama da yok. Peki ABD'nin bölgedeki en büyük müttefiki Türkiye Cumhuriyetini politik ve askeri olarak yıllardır bu kadar yıpratan bir güç, nasıl oluyor da ABD'nin kuyruğunda olabiliyor? Tüm bunların bir açıklaması yok. Yıllar önce Tansu Çiller'in söylediği PKK'nin helikopterleri köyleri yaktı iddiası kadar gülünç ve gerçek dışı.
       ABD Irak işgali için güneyde örgütlenen PDK ve YNK ile işbirliğine gitti. Bu işbirliği halen sürmektedir. Ancak güneydeki Kürt örgütlerinin ABD ile işbirliği yapması, otomatik olarak kuzeydekilerin de yaptığı anlamına gelmez. Politik olarak böyle bir şeye uygun olmak başka bir şeydir, bunun gerçekleşmesi ise başka. Siyasal süreç dikkatli takip edilirse PKK'nin de bu uygun olma durumundan giderek uzaklaştığı izlenebilir. Ama biz en kötü olasılığı düşünelim ve yaptıklarını varsayalım. Böylelikle dahi olsa bir bağımsız bir ülkeye kavuşmaları neden bizleri rahatsız etsin. Yoksa Hindistan'ın İngiliz sömürgesi olarak kalmasını isteyen İngiliz işçilerine mi benzemeye çalışıyoruz? Asla!
       Sosyal şovenizm politikasını savunanların en sık yineledikleri şeylerden biri de Lenin'in bahsettiği "büyük devlet olma" avantajıdır. Türkiye sosyalist bir ülke değil ki büyük devlet olması bir avantaj olsun. Türkiye'nin küçülmesi, bölünmesi, parçalanması paranoyası işçi sınıfına ait bir kuruntu değildir. Proletarya enternasyonalistleri, emperyalistlerin ve burjuvaların çizdikleri sınırları kabul ederek sosyal şovenizmin aleti olamazlar. Başka bir ulusun zorla o sınırlar içinde tutulması pahasına büyük devlet olmak sosyalizmin en temel ilkelerine ihanettir; Lenin'in savunduklarının da bununla hiçbir ilgisi yoktur. Şu an ne bağımsız bir ülkede yaşıyoruz ne de bağımsızlığın arifesindeyiz. Aksine bağımsız olamayışımızın en büyük engeli şu özlü sözde gizli: Başka bir ulusu ezen ulus, özgür olamaz.
       Üstelik büyük devlet olma avantajlarından bahseden Lenin, Finlandiya'nın Rusya'dan kopmasına neden sesini çıkarmamıştı. O, Finlandiyalıların özgür iradesine saygı duydu. Bir ulusu zorla belli sınırlar içinde tutmanın, sosyalizmle hiçbir ilgisinin olmadığını çok iyi biliyordu. Ama ne yazık ki ülkemizdeki kimi akımlar, Kürtleri misak-ı milli sınırları içinde tutmak için canla başla çalışıyorlar. Kendi burjuvazilerine ne kadar hizmet ettiklerinin farkında bile değiller. Herşeyi marksizm adına yapıyorlar. O kadar ki Ecevit'ten kalma Kürt sorunu yoktur, feodalizm sorunu vardır tezini bile utangaçca sahiplenebiliyorlar. Sözgelimi Kürt sorunu adına politika yapmaya çalışanların soyunu sopunu ve büyük toprak sahibi feodal bir aileden gelip gelmediğini araştırmaya çok meraklılar. Hemen "aşiret reisi", "feodal" sıfatları ortaya çıkıveriyor. Oysa ülkeye ilişkin yapılan siyasal değerlendirmelere sıra geldiğinde feodalizm yıllar önce çözülmüş oluyor. Yani siyasal niyetlere göre feodalizm bir hortluyor, bir görünmez oluyor. Bunun adı oportünizmdir. Daha doğru bir ifadeyle bunun adı sosyal şovenizmdir.
       Sosyal şovenizm, uyuşturucu ticareti denildiğinde Yüksekova çetesinin mahkeme tutanaklarına geçen itiraflarını görmezden gelip hemen Kürt ulusal hareketini aklına getirir. Sosyal şovenizm aşiret denildiğinde yıllardır ortalığa kan kusturan Susurluk faili Bucak'lardan önce yurtsever harekete yakın duranlarla ilgilenir. Sosyal şovenizm geçmişte Kürt sorununa sahip çıkan yazıları ve açıklamaları dolayısıyla hapis yatan Yalçın Küçük'e değil de ergenekon davasından yatmakta olan ve artık yahudi düşmanlığı sınırına vardırdığı ırkçı düşünceleriyle işi gücü soy sop araştırması olan Yalçın Küçük'e sahip çıkar. Sosyal şovenizm ABD karşıtlığını Kürt karşıtlığı olarak tercüme eder, günlük politikaya bu şekilde uyarlar. Sosyal şovenizm Güneydeki işbirlikçi burjuva Kürt önderliklerinin politikalarını tüm Kürtler bunu destekliyor ve savunuyormuş gibi göstererek Kürt ulusunun kendi içindeki sınıfsal farklılaşmaları göz ardı eder ve böylelikle marksizm dışı bir noktaya savrulur. Sosyal şovenizm bölünme paranoyasını Yugoslavya örneğinden hareketle soldan yaymayı birincil görev olarak üslendiğinden yıllardır Sırpların aşağılanmalarına maruz kalan balkan halklarının zorla tutulduğu eski Yugoslavya'nın da sosyalizmle pek bir alakası olmadığını, IMF borçlarıyla boğuşan, yabancı yatırımlara açık bir ülke olduğunu unutuverir. Sosyal şovenizm, büyük devlet olma, Yugoslavya olmayalım, emperyalizmin oyunları derken mevcut statükoyu savunmaktadır. Yani sömürgeciliğin devam etmesini. Sormak isteriz bundan işçi sınıfının ne gibi bir çıkarı vardır?
       Bizi neyle korkutuyorlar? ABD güdümlü bir devlet olacak yanı başımızda. Peki misak-ı milli sınırları içinde bir devrim olduğunda da yine yanı başımızda ABD güdümlü bir hatta birden fazla devlet olmayacak mı? O halde neden bundan bu kadar korkalım, bu bizim için korkulacak bir şey olsun? Ya da bu statükonun devamı bizim ne işimize yarayacak? Yugoslavya olduk diyelim. Emperyalizm şu anda mevcut misak-ı milli sınırlarını sömürmekte herhangi bir güçlükle mi karşılaşıyor ki "bölerek ele geçirmeye" çalışsın? Yoksa ele geçirmediği bir yerler var da bizim mi haberimiz yok. Küçülmek denildiğinde, küçülen şey Türkiye kapitalizminin çapı ve pazarı ise bu bizi neden rahatsız etsin? Biz mi yararlanıyoruz bu kapitalizmden, bu pazardan? Yoksa bunlardan yararlanan bir işçi sınıfı mı söz konusu? Bir başka ulusu zorla bu sınırlar içinde tutmanın proletaryaya ne gibi bir yararı olabilir ki?
       Daha fazla soruya gerek yok. Yanıtları soruların içinde var zaten. Tarihte birçok defa karşımıza çıktığı gibi güncelde de sosyal şovenizm, burjuvaziye destektir, emperyalizme destektir; Karşı devrimciliktir, devrimi ertelemektir, geciktirmektir. Ulusal sorunun en geri çözüm platformu bile ülkedeki diğer çelişkilerin gündeme oturması için bir fırsattır.
       Son günlerde sosyal şovenizmin en fazla beslendiği gündemlerin başında AKP'nin Kürt Açılımı gelmektedir. Süreç içerisinde adı milli birlik beraberlik projesine dönüşen bu açılımın ne olup ne olmadığını biliyoruz. Bu açılım politikası üzerinden Kürt hareketiyle AKP, ve dolayısıyla da ABD'yi işbirliği içinde olmak ya da işbirliği arayışı içinde olmakla suçlayanlara bir sorumuz olacak? Bu açılım sürecinin PKK'nin insiyatifiyle Habur'da tıkanması sizce neyi ifade ediyor? AKP ve ABD'nin hesapları Habur'dan döndü ama birilerinin yanlış hesapları hala dergi sayfalarını ve şartlanmış beyinleri meşgul etmeye devam ediyor.
       Sosyal şovenizm her zaman bu denli açık olarak kendini ortaya koymaz. Bazen ulusal sorunun sulandırılması, geçiştirilmesi olarak karşımıza çıkar. Sorunu çözecek bir politikayı üretip savunmak yerine "taş atan çocuklar serbest bırakılsın" gibisinden güncel, sevimli ama sorunun özüne ilişkin bir anlam ifade etmeyen sloganlarla işi idare etmeye çalışır. Kürtleri ulus olarak tanımlamamak, bu gerçeğe sırtını dönmek ya da bu gerçeği kitlesinin siyasi bilincinin temel unsurlarından biri haline getirmemek sosyal şovenizmin çok daha ince bir biçimine işaret eder. Herhangi bir zam için oldukça doğru bir iş yaparak tüm kitlesini seferber eden, bunun için ciddi kamuoyu oluşturabilecek kadar örgütlenmeye sahip olan yapıların Kürt sorunu söz konusu olduğunda eylemlere temsili katılımı bu bilincin ya da ince sosyal şovenizmin bir diğer göstergesidir.
       Sosyal şovenizmin bu topraklardaki en eski ve en bilinen şekli ise Kürt ulusunun kaderini Türkiye Devrimine bağlamak şeklinde olanıdır. Türkiye'de devrim gerçekleştiğinde Kürtlere istedikleri her şeyi vereceğini vaadeden ve onları kendi peşlerine takılmaya, kendi örgütlerinde (ya da bu örgütlerin seksiyonlarında) örgütlenmeye çağıran bu yaklaşımın sömürülen ulusun bilincindeki karşılığı şudur: Sizin için en iyisini biz biliriz, biz yaparız. Sizin göreviniz bizim sözümüzü dinlemek ve gösterdiğimiz yoldan gitmektir. Sizin kendinizi kurtaracak kadar aklınız, bilinciniz, örgütlenme kapasiteniz yoktur. Siz kendinizi kurtaramazsınız; sizi ancak biz kurtarırız... Kısacası sömürgeci bakış açısının soldan tekrarı; bir ulusun bağımsız siyasal tavır geliştirme hakkının baştan reddedilmesi. Türkiye'de devrim olmaksızın Kürt ulusunun bağımsızlığına kavuşamayacağını politik olarak iddia edebilirsiniz, tartışabilirsiniz. Bu topraklardaki Kürtlerin tek meşru örgütlenmesinin kendi örgütünüz olduğunu da iddia edebilirsiniz. Ama buradan hareketle Kürt ulusuna kendi bağımsız örgütlenmesini oluşturamayacağını dayatmak niye?
       Ulusal sorun konusunda, bu sorunu yaşayan ulusun tercihlerini dikkate almamak, sömürgeci bakış açısının bir uzantısıdır. Onların ne yapıp yapmayacağını sol adına dahi olsa kimse buyuramaz. O ulus, kendi kaderini kendisi tayin etmelidir. Edemediği durumda ulusal sorun çözülmemiş demektir. Tüm ulusların eşit özgür birliğini sağlamak için her ulusun kendi dinamiklerini her yönüyle ortaya koyabildiği koşulların, yine o uluslar tarafından sağlanabilmiş olması gerekir.
       Kimse Ortadoğu'da yeni bir İsrail istemiyor. Eğer ABD emperyalizmi yeni bir İsrail yaratabileceğine dair en ufak bir umuda sahip olsaydı, bu umudun arkasından sonuna kadar giderdi. Böyle bir olasılığın olmadığını da yeterince bilince sahip olan herkes biliyor. Ama bu olasılıksızlığı sürdürebilmenin yolu da ezilen halkları zorla istemedikleri sınırlar içinde tutmaktan değil, onlarla kader birliği yapmaktan geçer. İşbirlikçi oligarşiye karşı bir savaştan başka hiçbir alan, bu kader birliğinin zemini olma gücünü sağlayamayacaktır.
       Sosyal şovenizm mikrobu, siyasal körlüğe ve objektif işbirlikçiliğe kadar varan tehlikeli bir mikroptur. Bugün Kürt sorununda politika üreten herkesin attığı adımları çok iyi hesaplaması gerekir. Elbette şu anda bu ulus adına politika üreten ve uygulayan en büyük güç olan PKK'nin birçok eleştirilecek, hatta mahkum edilecek yanları bulunmaktadır. Ancak Kürt ulusunu olduğu gibi bu partiyle özdeşleştirip, bu partinin politik yanılgılarından dolayı tüm Kürt halkını yargılamak, mahkum etmek ve bu doğrultuda politik tutum geliştirmek, bunu yapan herkesi yanlış bir noktaya götürür. Kürt ve Türk halkları arasındaki düşmanlık oligarşinin politikasıdır. Buna hizmet eden her tavır, oligarşiye hizmettir, şovenizmdir.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Şehit Muhtar Mah. Nane Sokak No: 15/3
Beyoğlu/İSTANBUL