Şovenizm,
en basit haliyle kendisine ait olanın aşırı yüceltilip,
ötekileştirilenlerin aynı niteliklerinin küçümsenmesi
olarak tanımlanabilir. Özel olarak belirtilmedikçe
aşırı milliyetçiliğin saldırgan ideolojisini nitelemek
için kullanılır. Faşizmin en sık rastlanan dışavurumudur.
Sosyal şovenizm ise bu politikanın solculuk adına
yapılmasıdır. Daha doğru bir ifadeyle sosyalizm
adına hareket ettiği iddiasındakilerin, milliyetçilik
ekseninde burjuva politikalarının peşine takılması
biçiminde ortaya çıkan bir sapmadır. Solculukla
aşırı milliyetçiliğin yan yana gelebilmesi olanaksız
gibi görünse de ne yazık ki bunun örnekleri tarihte
görülmüştür.
Bir
politik sapma olarak sosyal şovenizm, ilk olarak
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında
sosyalist hareketin gündemine girdi. Savaştan
önce, İkinci Enternasyonalde örgütlenen, uluslararası
işçi hareketinin lokomotifi Alman Sosyal Demokrat
Partisi idi. Karl Kautsky önderliğindeki parti
güçlü örgütlenmesi ile kazandığı seçim zaferleri
kadar; Bernstein'in revizyonizmine karşı yürüttüğü
ideolojik mücadeleyle de dünya sosyalist hareketinin
ilgi odağı durumundaydı. İkinci Enternasyonalde
yaklaşmakta olan Birinci Emperyalist Paylaşım
Savaşı karşısında proletarya enternasyonalizmi
yönünde tutum da alınmıştı: Savaş emperyalistlerin
savaşıydı, tüm uluslardan işçi sınıfının bu savaşta
hiçbir çıkarı yoktu. Fakat parlamentoda ciddi
bir güce sahip Alman Sosyal Demokrat Partisi,
savaş bütçesinin onaylanacağı sırada altına imza
attığı bu ilkeyi unuttu ve bir üyesi (Karl Liekbecht)
haricinde kabul oyu verdi (2 Aralık 1914). Ulusal
çıkarlar, anayurdun savunulması adı altında işçi
sınıfı partileri, burjuvaziyle işbirliğine girdiler.
Alman Sosyal Demokrat Partisinin bu tutumu diğer
2.ci Enternasyonal partilerini de etkiledi ve
büyük çoğunluğu benzer tavırlar aldılar. Bu tarihten
itibaren Alman Sosyal Demokrat Partisi, Rosa Lüxemburg'un
deyimiyle çürümüş bir cesetten ibaretti.
İkinci
Enternasyonal partilerinden Rus Sosyal Demokrat
İşçi Partisi (Bolşevik), Sırp Sosyal Demokrat
Partisi ve Bulgar Dar Sosyalistlerinden başka
bu sosyal şoven tavra karşı bayrak açan olmadı.
Savaşın fiilen dağıttığı 2. Enternasyonali yeniden
toparlamak için İsviçrede yapılan Zimmerwald Konferansı
ise İtalya, İsviçre, Rusya, Romanya, Bulgaristan'daki
kimi partiler ve Almanya, Fransa, İsveç ile Hollanda'dan
kişisel katılımlarla toplansa da istenilen sonucu
vermedi. Konferans delegelerinin çoğunluğu Lenin'in
emperyalist savaşı iç savaşa çevirme formülasyonunu
desteklemedi. Troçki'nin kaleme aldığı sonuç bildirgesi
tüm ülkelerin işçilerini uzlaşmaz sınıf mücadelesini
yükseltmeye çağırıyordu. Lenin bu bildirgeye imza
atsa da savaşa karşı aktif bir politik tutum geliştirmeyen
ve pasifizmin etkisi altında kalan Konferans çoğunluğunun
bu ortak çağrısının bir anlam ifade etmediğinin
farkındaydı. Böylelikle tüm kurtarma girişimlerine
rağmen 2. Enternasyonal kaptığı sosyal şovenizm
mikrobu tarafından mezara gönderilmişti. Lenin'in
yazılarında iflas (kimi çevirmenlerce batkı) olarak
geçen bu ölümden geriye kalan ceset halen Sosyalist
Enternasyonal adı altında varlığını sürdürmektedir.
Partilerinin
ihaneti sonucu 'yaklaşan savaşı protesto etmek
için' aynı partinin çağrısıyla 500 bin kişilik
kitle gösterileri düzenleyen "Alman"
işçi sınıfı, "Alman" burjuvazisiyle
birlikte, "Fransızlara" (bu "Fransızların"
içinde hem işçiler hem burjuvalar vardır... Ama
nedense siperlerde sadece işçiler ve köylüler
ölmektedir) savaş ilan eder; daha doğrusu burjuvazinin
ilan ettiği savaşa katılır. Hatta bazı ülkelerde
2. Enternasyonal üyesi partiler savaş hükümetlerine
bakan verirler. Oysa sosyalizm uluslararası bir
akımdır. Sosyalizm, hangi ulustan olursa olsun
işçileri sınıf çıkarları ekseninde biraraya getirmeyi
hedefleyen, en başından itibaren böyle örgütlenen
bir politik akımdır. Üstelik sosyalizmin bu uluslararası
karakteri keyfi bir tercihin sonucu da değildir,
aksine bir zorunluluktur. Çünkü sosyalizmin yıkmayı
hedeflediği kapitalizm de uluslararası bir sistemdir.
Marx'ın
birçok eserinde de belirttiği gibi paranın uluslararası
değişim aracı olarak ortaya çıkmasından bu yana
ticaret de uluslararası bir karakter kazanmıştır.
Daha doğrusu uluslararası ticaretin bir ihtiyaç
olarak ortaya çıkması, uluslararası değişim aracı
olarak başlangıçta altın halindeki paranın da
uluslararasılaşmasını beraberinde getirmiştir.
Kapitalizmin feodalizme özgü kapalı ekonomileri
yıkarak tüm dünyayı tek bir pazar haline getirmesiyle
birlikte yeryüzündeki tüm alış verişler meta ekonomisi
zincirinin birer halkası haline gelmiştir. Böylece
kapitalist üretim biçimi, başlangıcından itibaren
küresel bir sistem olarak şekillenmiştir.
Kapitalizmin
bu uluslararası niteliği teker teker ulusal kapitalizmlerle
çelişki içinde değildir. Aksine her bir ulusal
kapitalizmin de uluslararasılaşabildiği ölçüde
(siz bunu sömürgeleştirebildiği diye de okuyabilirsiniz)
güçlendiğini tarih birçok defa göstermiştir. Sömürgecilik
konusunda birbirleriyle yarışan, kapışan kapitalist
ülkeler, sözkonusu olan işçi hareketleri olduğunda
ise bir anda aralarındaki tüm çelişkileri bir
yana bırakıverirler. Bunun da tarihteki en bilinen
örneği Paris Komünü'nü ezmek için birkaç hafta
önce savaş halinde olan Fransız ve Alman burjuvazilerinin
yaptığı işbirliğidir. Kelimenin bu anlamıyla işçi
sınıfı burjuvazisinden çok daha fazla yurtseverdir.
Ama işçi sınıfıyla burjuvazinin yurtseverlik anlayışı
birbirbirine tam zıttır. Bu zıtlığa da vurgu yapacak
şekilde burjuvazinin tavrına daha çok milliyetçilik
denir. Burjuvazinin kendi ulusundan başka, diğer
ulusları da ezmeyi, sömürgeleştirip kanını emmeyi
hedefleyen politikasının ambalajı olan milliyetçilik,
şovenizmin ilk halidir. Proletaryanın kendi yaşamını
ve yaşam alanlarını savunması anlamındaki yurtseverlik
ise kendini herhangi bir ulusla sınırlamayan,
dolayısıyla milliyetçiliğin tersine, hangi ulustan
olursa olsun işgale, işgalcilere ve onların işbirlikçilerine
karşı olmayı öngörür. Proletarya, milliyetçiliğe
karşı yurtseverdir.
İşte
burda tehlikeli bir kavram daha kullandık: Yurtseverlik.
Komünist Manifesto'da Marx; "İşçilerin vatanı
yoktur. Onların olmayan bir şeyi onlardan alamayız.
Proletarya her şeyden önce siyasi üstünlüğü ele
geçirmek için, ulusal sınıf haline gelmek, kendini
ulusun ta kendisi kılmak zorunda olduğundan, kelimenin
burjuva anlamında olmamakla birlikte, zaten millidir"
diye yazar. Bu son cümleyi biraz daha açalım.
Ulusal sınıf haline gelmek başlangıçtaki uluslararası
proletaryanın kurtuluşu hedefi ile çelişki halindeymiş
gibi görünüyor. Bu karışıklığı gidermek için Manifesto'dan
bir alıntı daha yapalım: "Başlangıçta proletaryanın
burjuvazi ile mücadelesi özde değilse bile biçimde
ulusal bir mücadeledir. Her ülkenin proletaryası
muhakkak ki önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır".
Bu ulusallık, yani her bir ülkenin proletaryasının
kendi burjuvazisini alaşağı etme göreviyle yükümlü
oluşu, proletarya hareketine burjuvazininkinden
çok daha farklı bir içerikle de olsa ulusal bir
biçim verir. Marx'ın kendi döneminde uluslararası
bir parti olarak örgütlenen Enternasyonal bile
çeşitli ülkelerdeki seksiyonların bir bileşimi
olarak çalışmalarını sürdürmekteydi. Ve yine 1871
Paris Komünü'nün de gösterdiği gibi o topraklarda
yaşayan emekçilerin oluşturduğu bir bileşim olarak
ele alındığında ulusun çıkarlarının en önde gelen
savunucusu proletarya idi. Ulusun az önceki cümledeki
gibi keyfi bir tanımı elbette bir çok sakıncayı
da beraberinde getirir. Ancak Paris Komünü örneğinde
olduğu gibi ulus kavramının nasıl içeriklendirildiğine
bağlı olarak proletaryanın siyasal tavır alışı
değişik renkler alabilmiştir. Bunların birbirleriyle
çelişir bir yanı da yoktur. Yurtlarını Almanlara
satanlara karşı savaşan Komüncüler arasında başta
Polonyalılar olmak üzere birçok ulustan siyasi
sürgün de bulunmaktaydı. Bu tablonun en iyi çözümlemesini
Marx, herbir kapitalist devletin aslında biri
sömüren, diğeri sömürülen iki ulustan oluştuğunu
ve bunların da burjuvazi ve proletarya olduğunu
söyleyerek yapar.
Proletarya,
yaşadığı toprakları sömürmek üzere işgal eden
güçlere karşı yurtseverce tutum alır. Bu tutumun
başka ulusları sömürgeleştirmek isteyen burjuvazinin
milliyetçiliği ile hiçbir ilgisi yoktur. Yurtseverlik
tutumu, bir ulusa özgü değildir. İkinci Paylaşım
Savaşı yıllarında Alman işgaline karşı direnen
Fransa'da tüm uluslardan komünistler direniş cephesinde
yer almışlardır. Bu tablo, İspanya İç Savaşı'nda
çok daha belirgin bir biçimde karşımıza çıkmış,
dünyanın dört bir köşesinden faşizme karşı savaşmaya
gelen komünistler, Alman bombardıman uçaklarının
ateşine karşı, faşist İtalyan güçlerine karşı
İspanya'yı canları pahasına savunmuşlardır. Proletarya
enternasyonalizmi ile yurtseverlik arasında bir
çelişki yoktur. Çelişki burjuvazinin bir başka
ulusu ezme politikasına kapılanlardadır.
Engels,
İngiliz işçi sınıfı içinde sömürgecilikten yana
tutum alma eğiliminden büyük bir tehlike olarak
bahsetmiştir. İşçi aristokrasisinden başlayarak
sınıf içinde yayılmaya başlayan bu eğilim, sosyal
şovenizmin sınıf tabanını da oluşturuyordu. İkinci
enternasyonal partileri bunu potansiyel bir tehlike
olmaktan çıkarıp politik bir sapma haline getirdiler
ve işçi sınıfının uluslararası davasına ihanet
ettiler.
Emperyalizm
ve Ulusal Kurtuluş
Kapitalizmin
tekelci aşaması olarak emperyalizm, aynı zamanda
yeryüzünün sömürgeleştirilerek emperyalistlerce
paylaşılmasının tamamlanması anlamına da geliyordu.
Daha bu aşamaya geçilmeden önce de sömürgeci işgale
karşı çeşitli çapta direnişler, dünyanın değişik
bölgelerinde gerçekleşmiştir. Ancak direnenlerin
tüm çabalarına rağmen daha ileri bir üretim biçimine
sahip olan sömürgeciler amaçlarına ulaşmıştır.
1917 Ekim Devrimi'nin ardından yeryüzündeki en
ileri üretim biçimi olma niteliğini sosyalizme
kaptıran kapitalizm, böylece sömürgelerdeki tarihsel
avantajını da yitirmiş oluyordu.
Bu
durum, o güne kadar emperyalist sömürgecilikten
kurtulmak için savaşan sömürge ve yarı-sömürge
uluslara yeni bir güç verdi. Ancak asıl olarak
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın ardından gerçekleşen
Çin Devrimi, Mao'nun formüle ettiği halk savaşı
teorisiyle, sömürge ve yarı-sömürge ulusların
kurtuluşu için sadece siyasal değil askeri bir
sistematiği de somutlaştırmış oluyordu. Bu siyasal
ve askeri destek, dünyanın dört bir yanındaki
sömürgelerde karşılığını buldu. Ancak sömürge
ülkelerdeki örgütlenmelerin sınıfsal karakterine
bağlı olarak bu hareketlerin siyasal yönelimleri
de farklı özellikler gösterdi. Bu hareketlerin
bazıları en başından itibaren sosyalizm hedefine
tutarlı bir biçimde sadık kalırken, bazıları ise
sosyalizme yakın gibi görünen burjuva milliyetçi
bir siyasal çizgiyi benimsediler.
Sosyalizmin
gelişen dinamik olduğu bu tarihsel süreçte eksen
ülke olarak Sovyetler Birliği'nin uyguladığı kimi
yanlış politikalar ("kapitalist olmayan yol"
adı altında bırakalım sosyalizmi, sol ile hiçbir
ilgisi olmayan baskıcı rejimlerin emperyalizme
tavır aldığı gerekçesiyle desteklenmesi), bu anti-emperyalist
dalgaya ilk gölgeleri düşürdü. Bu politikaya kaynaklık
eden düşüncelerden biri de Lenin'in mahkum ettiği
Kautsky'e ait üretici güçler teorisidir. Bu teoriye
göre sosyalist hareket üretici güçlerin en fazla
geliştiği yerlerde gelişecektir. Daha Marx, kendi
döneminde devrim dalgasının 1848 devrimlerinin
ardından Almanya'da kırılmasıyla Rusya'yı kastederek
doğuya kaydığını yazmıştı. Oysa ne Almanya ne
de Rusya kendi dönemlerinin en ileri üretici güçlerini
barındırıyordu. Marx'ın yaşamı boyunca kapitalizmin
en gelişkin olduğu ülke İngiltere idi. Kısacası
Kautsky'nin bu teorisinin marksizmle hiçbir ilgisi
yoktu. Ancak bu teori yıllar sonra "sanayileşen
ülkelerde işçi sınıfının sayısal yükselişi, sol
hareketi de yükseltecektir" biçiminde yeniden
karşımıza çıktı. Bu mantık "kapitalist olmayan
yol" adı altında dış politika anlamında desteklenen
ülkelere Sovyetler Birliği tarafından sanayi yatırımları
yapılmasını da beraberinde getirdi. Böylelikle
dünya sosyalist hareketinin kaynakları sol ile
hiçbir ilgisi olmayan rejimlere destek için harcanırken
kendi içindeki birçok etnik ve dini grubu ezmekte
hiçbir sakınca görmeyen bir milliyetçilik ideolojisi
de soldan destek bulmuş oldu. Sonrasında tüm anti-emperyalist
hareketlerin milliyetçilikle suçlanmasının bir
nedeni de bu dönem Sovyetler Birliği'nin uyguladığı
bu hatalı politikalardan kaynaklanır. Burjuva
milliyetçiliği ile sosyalist hareket arasındaki
ikinci temas noktası da bu dolayımdır.
Tüm
bunlara rağmen sosyalizm bayrağını, özellikle
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında anti-emperyalizm
ekseninde gelişen devrimler yükseltti. Tanımlarken
anti-emperyalizm kavramını özellikle kullanıyoruz,
çünkü bu devrimlerin ulusal kurtuluşçuluk yönü
daha ikinci plandaydı. Daha sonrasında kimi saf
işçicilik meraklısı akımlarca "ulusal"
damgasıyla aşağılanacak olan bu hareketlerde ulusal
kurtuluş olgusu, anti-emperyalizmin doğal sonucu
olarak ele alınan, ikincil (türev) bir olgudur.
Bunu, sözkonusu hareketlerin çoğu yerde bir tek
ulusa dayanmayan bileşimlerinden de çıkarmak mümkündür.
Aksine böylesi bir "ulusallık", sözkonusu
hareketleri bölmek için emperyalizmin ajanları
tarafından kullanılmaya çalışılan bir araçtı.
Tarih bilmeden Küba Devrimi'ni bile, ABD Emperyalizmi'ne
karşı yapılmış bir devrimdi diye, küçümsemeye
çalışan cahiller için böylesi "ayrıntılar"
pek önemli değildir elbette.
2.
Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalizmin
benimsediği yeni-sömürgecilik politikası gereği
açık işgal biçimi genel politika olarak terkedildiğinden
ulusal çelişkilerin ikinci plana düşmesi kaçınılmazdır.
Mahir Çayan bu durumu "Şüphesiz oligarşik
devlet cihazının militarize gücü yetersiz kalıp,
Amerikan ordularının açıkça savaş içinde yer almasına
kadar, sınıfsal yan ağır basacaktır." diye
açıklar. (Kesintisiz Devrim II-III, Dördüncü Bölüm)
Bu durum, anti-emperyalizm ile ulusal kurtuluşçuluğu
aynı şey olarak kavrayanlarca pek anlaşılmaz.
Oysa anti-emperyalizm, emperyalizm çağındaki kapitalizmin;
üretim ve dolayısıyla sömürü sistemini yeryüzünün
her bir karışına yaymış durumdaki tekelci kapitalizmin,
bu topraklardan birer birer sökülüp atılması için
gerekli olan yegane politik bilince işaret etmektedir.
Anti-emperyalizmi ulusal kurtuluşla sınırlamak,
böyle anlamlandırmak emperyalizm kavramını Lenin
gibi değil de, emperyalizmi klasik sömürgecilik
döneminden ibaret olarak kavrayan (dolayısıyla
Lenin'in teorisine de üstü kapalı bir şekilde
burun kıvıran) Avrupalı entellektüellerin bakış
açılarını bu topraklara taşımaktan başka bir anlama
gelmez. Emperyalizmi sadece açık işgal yöntemiyle
sömürgeleştirmeyle özdeşleştirirseniz, bu işgale
karşı gelişen tüm ulusal hareketler de doğallığında
anti-emperyalist olur. Böylelikle de ulusallık=anti-emperyalizm
denklemi kuruluvermiş olur. Aristo mantığı hala
geçerli olsaydı belki bu denkleme doğru denilebilirdi
ama çok şükür ki Hegel'den bu yana diyalektik
mantık bilimsel düşünceye yön veriyor.
Elbette
ki her ulusal kurtuluş hareketi anti-emperyalist
değildir. Kendisini öyle ifade etse dahi değildir.
Başta Ortadoğu ve Afrika olmak üzere söylemde
anti-emperyalist olmasına rağmen anti-işgalci
olmanın ötesine gidemeyen birçok ulusal kurtuluş
hareketi yaşanmış ve birçoğu da kendi sınırları
içinde başarılı olmuştur. Açık işgalin sonlanmasının
hemen ardından yeniden çeşitli biçimlerde emperyalizme
bağlanan bu ülkelerin resmi söylemlerinde sosyalizmden
alınmış kimi kavramların bulunması bizi ilgilendirmez.
Bizi ilgilendiren hangi sınıfın iktidarda olduğu
ve iktidarın üretim ve mülkiyet ilişkilerini nasıl
biçimlendirdiğidir.
Tüm
bu anımsatmaları şu nedenle gerekli gördük; Her
anti-emperyalist hareketi aynı kefeye koyma yaklaşımı
günümüzde oldukça yaygın. Özellikle son yıllarda
saf işçici akımların yaygınlaşması ve zayıflayan
tarih bilinci, Avrupa merkezci bakış açısının
değişik biçimlerini de sol-sosyalist harekete
yeniden bulaştırmaya başladı. Sözgelimi hiçbir
ulusal kurtuluş hareketinin sosyalizme varamadığı
iddiası, hiçbir anti-emperyalist hareketin sosyalizme
varamayacağı iddiası son zamanlarda oldukça sık
karşımıza çıkabilmektedir. Buna ispat olarak gösterilen
kapitalizme geri dönüşler elbette anlamsız değildir.
Ancak eğer bu bir ispat ise, Lenin önderliğinde
sosyalist devrimi yaşayan Rusya'nın kapitalizme
dönüşü için niye geçerli olmaz; O halde bu işçici
arkadaşların da Rusya şahsında örgütlenme ve devrim
yöntem ve stratejileri çökmüştür, başarısızlığa
uğramıştır mı diyeceğiz? Ne tarihe böyle bakılabilir,
ne günümüz böyle açıklanabilir, ne de tüm bunlar
siyaset bilimi açısından bilimsel bir ispat yöntemidir.
Elbette
ki biz, anti-emperyalizm adına hareket eden her
gelişmeyi kendi cephemizde görmüyoruz. Elbette
ki biz emperyalizme karşı ulusal kurtuluş adı
altında yapılan çeşitli etnik kıyım, katliam ve
baskılara gözlerimiz kapamıyoruz. Ve elbette ki
biz sosyalizm ya da anti-emperyalizm adına böylesi
politikaları destekleyen ya da örgütleyenlerle
aramıza kalın çizgiler çekiyoruz. Bizim tüm bu
anımsatmalardaki amacımız şudur: Günümüz kapitalizmi,
tekelci sermayenin mutlak egemenliğine işaret
eden emperyalizm aşamasındadır. Bu tarihsel aşamada
anti-emperyalizm, anti-kapitalizmi de içerir.
Başka bir ifadeyle anti-kapitalist olmayan, sosyalizm
hedefine sahip olmayan tutarlı bir anti-emperyalizmden
söz edilemez. Ancak günümüzde anti-emperyalizmi
ikinci plana atarak politika yapmak ise, kapitalizmin
bugünkü niteliğini ve sömürünün kapsam ve boyutlarını
belirli sınırlara hapseden bir yaklaşımla devrim
mücadelesinin birçok silahını baştan yitirmek
anlamına gelir.
Evet,
günümüzde dincilerden, ergenekonculara kadar solla
hiçbir ilgisi olmayan birçok kesim anti-emperyalist
bir söylemi dilinden düşürmemektedir. Onlar bunu
yapıyorlar diye anti-emperyalistliği onlara bırakacak
değiliz. Unutmayın ki Hitlerin partisinin adı
da Nazi, yani Nasyonal Sosyalist Partisi idi.
Hitler de faşizmini sosyalizm sosuyla yutturmuştu
geniş kitlelere. Eğer biz de anti-emperyalistliği
bu ırkçılara bırakırsak, ülkemizin varacağı yer
Nazi Almanyası'ndan çok da farklı olmaz.
Güncel
Sosyal Şovenizm
Buraya
kadar yazdıklarımız sosyal şovenizmin tarihsel
gelişimine ilişkin kimi değinmelerden oluşuyordu.
Gönül isterdi ki bu mikroba karşı uyanık olalım
diyerek yazımızı noktalandıralım. Ama ne yazık
ki bu mikrop sol hareketin çeşitli bileşenlerine
sızmış durumda. Üstelik bu mikrop emperyalist
sömürgeciliğe tepki olarak milliyetçileşme biçiminde
de karşımıza çıkmıyor. Kürt düşmanlığı olarak,
oligarşinin en fazla zorlandığı alanda ona yardımcı
olan bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.
Yıllardır
bir savaş yaşıyoruz. Bu savaşta sömürgeci yapıyı
parçalamak için savaşan Kürt Ulusu, yıllardır
tüm olanakları ortaya koyarak tarih yazıyor. Bu
savaşın tarihsel gelişimi çok değişik aşamaları
içinde barındırmaktadır. Sözkonusu gelişim süreci
içinde ulusal kurtuluş mücadelesi marksizmden
giderek uzaklaşmış, gelinen aşamada marksizmle
ilgisi kalmamıştır. Bu durum politik olarak eleştirilebilir
ama onu ulusal kurtuluş hareketi olmaktan çıkarmaz.
Kimi ulusal kurtuluş hareketleri, burjuva karakterdedir
ve emeğin kapitalist sömürüsünü ortadan kaldırmayı
hedeflemezler. Bizim istediğimiz gibi bir ulusal
kurtuluş hareketi değil diye onu yok sayamayız,
varlığını reddedemeyiz.
Günümüzde
Kürt Ulusunun yürüttüğü mücadeleye karşı çıkan,
bu mücadelenin sonunda ABD Emperyalizminin güdümünde
devletler ortaya çıkaracağını söyleyen çeşitli
politik akımlar var. Burada bir mantık zorlaması
olduğunu düşünüyoruz. Şu an Türkiye Cumhuriyeti
zaten emperyalizme her şeyiyle bağımlı bir ülkedir.
Nasıl oluyor da bölünme sonucunda daha bağımlı
ülkeler ortaya çıkacak. Biz emperyalizme bağımlılığın
değişik ölçüleri olduğunu elbette kabul ederiz.
Ama birini diğerine tercih etmek gibi bir ikilem,
bizim politik gündemimizi oluşturmaz. Kaldı ki
bir tercih yapmak gerekirse, yoksul emekçi halk
sınıf tabanına dayanan bir gerilla hareketi sonucunda
gerçekleşmiş her yeni siyasal statükoyu, eskisinden
daha gerici bir tablo sonucunu vermedikçe dünya
halkları için olumlu bir örnek oluşturması bağlamında
eskisine tercih edebiliriz.
Yoksa
şu anki statükoyla da mücadelesini sürdürmekte
olan Kürt halkı, halihazırda Türkiye Cumhuriyetinin
askeri, ekonomik ve siyasal bağımlılığı üzerinden
ABD güdümündedir. Yoksa T.C. ordusunda Afganistan'a
ABD'ye hizmet etmeye gidecek olan askerler Kürt
olmayanlardan mı seçiliyor. Bildiğimiz kadarıyla
böyle bir uygulama da yok. Peki ABD'nin bölgedeki
en büyük müttefiki Türkiye Cumhuriyetini politik
ve askeri olarak yıllardır bu kadar yıpratan bir
güç, nasıl oluyor da ABD'nin kuyruğunda olabiliyor?
Tüm bunların bir açıklaması yok. Yıllar önce Tansu
Çiller'in söylediği PKK'nin helikopterleri köyleri
yaktı iddiası kadar gülünç ve gerçek dışı.
ABD
Irak işgali için güneyde örgütlenen PDK ve YNK
ile işbirliğine gitti. Bu işbirliği halen sürmektedir.
Ancak güneydeki Kürt örgütlerinin ABD ile işbirliği
yapması, otomatik olarak kuzeydekilerin de yaptığı
anlamına gelmez. Politik olarak böyle bir şeye
uygun olmak başka bir şeydir, bunun gerçekleşmesi
ise başka. Siyasal süreç dikkatli takip edilirse
PKK'nin de bu uygun olma durumundan giderek uzaklaştığı
izlenebilir. Ama biz en kötü olasılığı düşünelim
ve yaptıklarını varsayalım. Böylelikle dahi olsa
bir bağımsız bir ülkeye kavuşmaları neden bizleri
rahatsız etsin. Yoksa Hindistan'ın İngiliz sömürgesi
olarak kalmasını isteyen İngiliz işçilerine mi
benzemeye çalışıyoruz? Asla!
Sosyal
şovenizm politikasını savunanların en sık yineledikleri
şeylerden biri de Lenin'in bahsettiği "büyük
devlet olma" avantajıdır. Türkiye sosyalist
bir ülke değil ki büyük devlet olması bir avantaj
olsun. Türkiye'nin küçülmesi, bölünmesi, parçalanması
paranoyası işçi sınıfına ait bir kuruntu değildir.
Proletarya enternasyonalistleri, emperyalistlerin
ve burjuvaların çizdikleri sınırları kabul ederek
sosyal şovenizmin aleti olamazlar. Başka bir ulusun
zorla o sınırlar içinde tutulması pahasına büyük
devlet olmak sosyalizmin en temel ilkelerine ihanettir;
Lenin'in savunduklarının da bununla hiçbir ilgisi
yoktur. Şu an ne bağımsız bir ülkede yaşıyoruz
ne de bağımsızlığın arifesindeyiz. Aksine bağımsız
olamayışımızın en büyük engeli şu özlü sözde gizli:
Başka bir ulusu ezen ulus, özgür olamaz.
Üstelik
büyük devlet olma avantajlarından bahseden Lenin,
Finlandiya'nın Rusya'dan kopmasına neden sesini
çıkarmamıştı. O, Finlandiyalıların özgür iradesine
saygı duydu. Bir ulusu zorla belli sınırlar içinde
tutmanın, sosyalizmle hiçbir ilgisinin olmadığını
çok iyi biliyordu. Ama ne yazık ki ülkemizdeki
kimi akımlar, Kürtleri misak-ı milli sınırları
içinde tutmak için canla başla çalışıyorlar. Kendi
burjuvazilerine ne kadar hizmet ettiklerinin farkında
bile değiller. Herşeyi marksizm adına yapıyorlar.
O kadar ki Ecevit'ten kalma Kürt sorunu yoktur,
feodalizm sorunu vardır tezini bile utangaçca
sahiplenebiliyorlar. Sözgelimi Kürt sorunu adına
politika yapmaya çalışanların soyunu sopunu ve
büyük toprak sahibi feodal bir aileden gelip gelmediğini
araştırmaya çok meraklılar. Hemen "aşiret
reisi", "feodal" sıfatları ortaya
çıkıveriyor. Oysa ülkeye ilişkin yapılan siyasal
değerlendirmelere sıra geldiğinde feodalizm yıllar
önce çözülmüş oluyor. Yani siyasal niyetlere göre
feodalizm bir hortluyor, bir görünmez oluyor.
Bunun adı oportünizmdir. Daha doğru bir ifadeyle
bunun adı sosyal şovenizmdir.
Sosyal
şovenizm, uyuşturucu ticareti denildiğinde Yüksekova
çetesinin mahkeme tutanaklarına geçen itiraflarını
görmezden gelip hemen Kürt ulusal hareketini aklına
getirir. Sosyal şovenizm aşiret denildiğinde yıllardır
ortalığa kan kusturan Susurluk faili Bucak'lardan
önce yurtsever harekete yakın duranlarla ilgilenir.
Sosyal şovenizm geçmişte Kürt sorununa sahip çıkan
yazıları ve açıklamaları dolayısıyla hapis yatan
Yalçın Küçük'e değil de ergenekon davasından yatmakta
olan ve artık yahudi düşmanlığı sınırına vardırdığı
ırkçı düşünceleriyle işi gücü soy sop araştırması
olan Yalçın Küçük'e sahip çıkar. Sosyal şovenizm
ABD karşıtlığını Kürt karşıtlığı olarak tercüme
eder, günlük politikaya bu şekilde uyarlar. Sosyal
şovenizm Güneydeki işbirlikçi burjuva Kürt önderliklerinin
politikalarını tüm Kürtler bunu destekliyor ve
savunuyormuş gibi göstererek Kürt ulusunun kendi
içindeki sınıfsal farklılaşmaları göz ardı eder
ve böylelikle marksizm dışı bir noktaya savrulur.
Sosyal şovenizm bölünme paranoyasını Yugoslavya
örneğinden hareketle soldan yaymayı birincil görev
olarak üslendiğinden yıllardır Sırpların aşağılanmalarına
maruz kalan balkan halklarının zorla tutulduğu
eski Yugoslavya'nın da sosyalizmle pek bir alakası
olmadığını, IMF borçlarıyla boğuşan, yabancı yatırımlara
açık bir ülke olduğunu unutuverir. Sosyal şovenizm,
büyük devlet olma, Yugoslavya olmayalım, emperyalizmin
oyunları derken mevcut statükoyu savunmaktadır.
Yani sömürgeciliğin devam etmesini. Sormak isteriz
bundan işçi sınıfının ne gibi bir çıkarı vardır?
Bizi
neyle korkutuyorlar? ABD güdümlü bir devlet olacak
yanı başımızda. Peki misak-ı milli sınırları içinde
bir devrim olduğunda da yine yanı başımızda ABD
güdümlü bir hatta birden fazla devlet olmayacak
mı? O halde neden bundan bu kadar korkalım, bu
bizim için korkulacak bir şey olsun? Ya da bu
statükonun devamı bizim ne işimize yarayacak?
Yugoslavya olduk diyelim. Emperyalizm şu anda
mevcut misak-ı milli sınırlarını sömürmekte herhangi
bir güçlükle mi karşılaşıyor ki "bölerek
ele geçirmeye" çalışsın? Yoksa ele geçirmediği
bir yerler var da bizim mi haberimiz yok. Küçülmek
denildiğinde, küçülen şey Türkiye kapitalizminin
çapı ve pazarı ise bu bizi neden rahatsız etsin?
Biz mi yararlanıyoruz bu kapitalizmden, bu pazardan?
Yoksa bunlardan yararlanan bir işçi sınıfı mı
söz konusu? Bir başka ulusu zorla bu sınırlar
içinde tutmanın proletaryaya ne gibi bir yararı
olabilir ki?
Daha
fazla soruya gerek yok. Yanıtları soruların içinde
var zaten. Tarihte birçok defa karşımıza çıktığı
gibi güncelde de sosyal şovenizm, burjuvaziye
destektir, emperyalizme destektir; Karşı devrimciliktir,
devrimi ertelemektir, geciktirmektir. Ulusal sorunun
en geri çözüm platformu bile ülkedeki diğer çelişkilerin
gündeme oturması için bir fırsattır.
Son
günlerde sosyal şovenizmin en fazla beslendiği
gündemlerin başında AKP'nin Kürt Açılımı gelmektedir.
Süreç içerisinde adı milli birlik beraberlik projesine
dönüşen bu açılımın ne olup ne olmadığını biliyoruz.
Bu açılım politikası üzerinden Kürt hareketiyle
AKP, ve dolayısıyla da ABD'yi işbirliği içinde
olmak ya da işbirliği arayışı içinde olmakla suçlayanlara
bir sorumuz olacak? Bu açılım sürecinin PKK'nin
insiyatifiyle Habur'da tıkanması sizce neyi ifade
ediyor? AKP ve ABD'nin hesapları Habur'dan döndü
ama birilerinin yanlış hesapları hala dergi sayfalarını
ve şartlanmış beyinleri meşgul etmeye devam ediyor.
Sosyal
şovenizm her zaman bu denli açık olarak kendini
ortaya koymaz. Bazen ulusal sorunun sulandırılması,
geçiştirilmesi olarak karşımıza çıkar. Sorunu
çözecek bir politikayı üretip savunmak yerine
"taş atan çocuklar serbest bırakılsın"
gibisinden güncel, sevimli ama sorunun özüne ilişkin
bir anlam ifade etmeyen sloganlarla işi idare
etmeye çalışır. Kürtleri ulus olarak tanımlamamak,
bu gerçeğe sırtını dönmek ya da bu gerçeği kitlesinin
siyasi bilincinin temel unsurlarından biri haline
getirmemek sosyal şovenizmin çok daha ince bir
biçimine işaret eder. Herhangi bir zam için oldukça
doğru bir iş yaparak tüm kitlesini seferber eden,
bunun için ciddi kamuoyu oluşturabilecek kadar
örgütlenmeye sahip olan yapıların Kürt sorunu
söz konusu olduğunda eylemlere temsili katılımı
bu bilincin ya da ince sosyal şovenizmin bir diğer
göstergesidir.
Sosyal
şovenizmin bu topraklardaki en eski ve en bilinen
şekli ise Kürt ulusunun kaderini Türkiye Devrimine
bağlamak şeklinde olanıdır. Türkiye'de devrim
gerçekleştiğinde Kürtlere istedikleri her şeyi
vereceğini vaadeden ve onları kendi peşlerine
takılmaya, kendi örgütlerinde (ya da bu örgütlerin
seksiyonlarında) örgütlenmeye çağıran bu yaklaşımın
sömürülen ulusun bilincindeki karşılığı şudur:
Sizin için en iyisini biz biliriz, biz yaparız.
Sizin göreviniz bizim sözümüzü dinlemek ve gösterdiğimiz
yoldan gitmektir. Sizin kendinizi kurtaracak kadar
aklınız, bilinciniz, örgütlenme kapasiteniz yoktur.
Siz kendinizi kurtaramazsınız; sizi ancak biz
kurtarırız... Kısacası sömürgeci bakış açısının
soldan tekrarı; bir ulusun bağımsız siyasal tavır
geliştirme hakkının baştan reddedilmesi. Türkiye'de
devrim olmaksızın Kürt ulusunun bağımsızlığına
kavuşamayacağını politik olarak iddia edebilirsiniz,
tartışabilirsiniz. Bu topraklardaki Kürtlerin
tek meşru örgütlenmesinin kendi örgütünüz olduğunu
da iddia edebilirsiniz. Ama buradan hareketle
Kürt ulusuna kendi bağımsız örgütlenmesini oluşturamayacağını
dayatmak niye?
Ulusal
sorun konusunda, bu sorunu yaşayan ulusun tercihlerini
dikkate almamak, sömürgeci bakış açısının bir
uzantısıdır. Onların ne yapıp yapmayacağını sol
adına dahi olsa kimse buyuramaz. O ulus, kendi
kaderini kendisi tayin etmelidir. Edemediği durumda
ulusal sorun çözülmemiş demektir. Tüm ulusların
eşit özgür birliğini sağlamak için her ulusun
kendi dinamiklerini her yönüyle ortaya koyabildiği
koşulların, yine o uluslar tarafından sağlanabilmiş
olması gerekir.
Kimse
Ortadoğu'da yeni bir İsrail istemiyor. Eğer ABD
emperyalizmi yeni bir İsrail yaratabileceğine
dair en ufak bir umuda sahip olsaydı, bu umudun
arkasından sonuna kadar giderdi. Böyle bir olasılığın
olmadığını da yeterince bilince sahip olan herkes
biliyor. Ama bu olasılıksızlığı sürdürebilmenin
yolu da ezilen halkları zorla istemedikleri sınırlar
içinde tutmaktan değil, onlarla kader birliği
yapmaktan geçer. İşbirlikçi oligarşiye karşı bir
savaştan başka hiçbir alan, bu kader birliğinin
zemini olma gücünü sağlayamayacaktır.
Sosyal
şovenizm mikrobu, siyasal körlüğe ve objektif
işbirlikçiliğe kadar varan tehlikeli bir mikroptur.
Bugün Kürt sorununda politika üreten herkesin
attığı adımları çok iyi hesaplaması gerekir. Elbette
şu anda bu ulus adına politika üreten ve uygulayan
en büyük güç olan PKK'nin birçok eleştirilecek,
hatta mahkum edilecek yanları bulunmaktadır. Ancak
Kürt ulusunu olduğu gibi bu partiyle özdeşleştirip,
bu partinin politik yanılgılarından dolayı tüm
Kürt halkını yargılamak, mahkum etmek ve bu doğrultuda
politik tutum geliştirmek, bunu yapan herkesi
yanlış bir noktaya götürür. Kürt ve Türk halkları
arasındaki düşmanlık oligarşinin politikasıdır.
Buna hizmet eden her tavır, oligarşiye hizmettir,
şovenizmdir.
|