Giriş
Ülkemiz,
emperyalizme bağımlı, kapitalizmin orta düzeyde
geliştiği yeni-sömürge bir ülkedir.
Yeni-sömürgecilik,
herhangi bir bağımlılık biçimi değildir. 2. Paylaşım
Savaşı sonrası, emperyalist-kapitalist sistemin
daralan pazar sorununu çözmek ve iflas eden klasik
sömürgeciliğe karşı emperyalizmin geliştirdiği
çok yönlü bağımlılığı içeren stratejik yönelimdir.
Yeni-sömürgecilik, ekonomik, siyasal, mali, kültürel,
vb. her alanda tam bağımlılığı ifade eden, inceltilmiş
sömürgeciliktir. Yeni-sömürgecilik, 2. Paylaşım
Savaşı sonrasında dünyanın 1/3'ünün emperyalist-kapitalist
sistem dışına çıkması sonucunda daralan pazar
sorununu çözmek için bağımlı ülkelerin iç pazarının
derinlemesine gelişmesini sağlamış ve bu temelde
yukarıdan aşağıya kapitalizmi geliştirmiştir.
Hiç şüphesiz bu gelişim emperyalizmin çıkarlarına
göre biçim almış ve tüm sömürü biçimleri, devletin
örgütlenmesinden tutalım günlük yaşama kadar her
şey bu temelde düzenlenmiştir.
Yeni-sömürgecilik
ile birlikte emperyalizm dışsal bir olgu olmaktan
çıkmış, emperyalist sermaye sadece demiryolları,
liman, vb. gibi kapitalizmin altyapı alanlarına
yönelip hammaddelerin talanı ve mamul mal satışıyla
sınırlı kalmamış, kapitalist üretimin tüm stratejik
alanlarına yönelmiş, bu alanlara yatırım yapmış,
bizzat artı-değer sömürüsüne katılmış, içsel olgu
olmuştur. Yeni-sömürgecilikle emperyalist sermaye
teşvik edilip çıkarları garanti altına alınmıştır.
Yeni-sömürgecilik, borç, kredi, yardım vb. adı
altında emperyalizme mali ve ekonomik düzeyde
bağımlı hale gelinmesi, IMF, DB gibi emperyalist
kurumlarla bağımlı ekonominin denetlenip yönlendirilmesi
demektir.
Yeni-sömürgecilik,
sadece ekonomik alanda değil, siyasal ve kültürel
her alanda da kendine özgü ve emperyalizmin çıkarlarına
uygun ilişkiler yaratmıştır. Yukarıdan aşağı gelişen
kapitalizm kendine özgü sınıf ilişkilerini yaratmış,
feodal ve yarı feodal ilişkiler bu gelişmeye bağlı
olarak çözülmüş; buna uygun yeni bir egemenlik
sistemi, işbirlikçi tekelci sermaye ve büyük toprak
sahiplerinin ittifakını ifade eden oligarşik bir
sistem kurulmuştur. Emperyalizme her düzeyde bağımlı
olan, onun uzantısı olan oligarşi, içsel olgu
olan emperyalizmle birlikte bağımlı kapitalizmin
tüm stratejik alanlarını ele geçirmiş, siyasal
ve toplumsal tüm ilişkileri bu temelde örgütlemiştir.
Yeni bir tüketim kalıbı kitlelere dayatılmış,
tüketim kültürü toplumun her alanına yedirilmiş,
kültürel dinamikler bozulup yozlaştırılmış ve
her şeyi metalaştıran kültürel iklim topluma dayatılmıştır.
Özetle
ifade etmek gerekirse; emperyalist çağda, meta
ihracının yanı sıra sermaye ihracına dayanan emperyalist
sömürgecilik ve bunun almış olduğu biçimler, yani,
emperyalist işgalin biçiminin açık ve özellikle
stratejik yerlerde sürekli olduğu sömürgecilik
ve yarı-sömürgecilik biçimi bir yana atılmış;
emperyalist işgalin açık değil gizli olduğu, emperyalizm
sadece bir dışsal olgu olmaktan çıkıp, her alanda
egemenliğini tesis ettiği, içsel olguya dönüştüğü
yeni-sömürgecilik başlamıştır. Eğer yeni-sömürgecilik
olmasaydı kapitalizmin ölüm fermanı çoktan okunmuş
olurdu.
Ülkemiz
bu çok yönlü bağımlılığı içeren sistemin ilk uygulandığı
ülkelerden biridir ve bu anlamda bir modeldir
de.
Yeni-sömürgeciliğin
devlet biçimi faşizmdir. Yeni-sömürgecilik, eski
sömürgecilik ve yarı sömürgeciliğin devamı, onun
almış olduğu biçimdir. Ve genel olarak ifade etmek
gerekirse, emperyalizmin işgali altındaki sömürge
ve yarı-sömürge ülkelerde, hiçbir zaman, burjuva
anlamda demokrasi söz konusu olmamıştır. 2. Paylaşım
Savaşı sonrası geliştirilen yeni sömürgecilik,
her ülkenin özgün tarihinden de beslenerek, kendine
özgü siyasal üst yapı kurumlarını oluşturmuş;
eski dönemin burjuva demokrasisinden uzak devlet
biçimleri üzerinden, emperyalizm ve işbirlikçi
yerli tekelci sermayeye dayanan sömürge tipi faşizm
devlet biçimi olarak biçimlenmiştir.
Her
yeni egemenlik biçimi kitleleri aldatmak ve onların
onayını şu veya bu ölçüde almak ister. Bu açıdan
yeni-sömürgecilik tam bir iki yüzlülük, aldatmacadır.
Emperyalist işgali ve faşizmi gizlenmek için,
emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi tarafından
en çok demokrasi kavramının istismar edilmesi
de bundandır. Yeni-sömürgecilik tarihi, başka
şeylerin yanı sıra, baştan sona emperyalistler
ve yerli oligarşinin elindeki sahte demokrasinin
tarihidir. Elbette bazı süreçlerde bu sahte demokrasi
de lüks ilan edilmekte, olmayan demokrasi askıya
alınmaktadır. Ama yine dönüp dolaşıp bu eksende
sömürü ve egemenlik biçimleri yeniden ve yeniden
biçimlendirilmektedir.
Burjuva
anlamda bile demokrasinin olmadığı, faşizmin demokrasi
maskesi ile örtüldüğü bir ülkede, doğal olarak
demokrasi temel/ana siyasal talep olmaktadır;
devrimler bu ana sorunu çözmek zorundadır. Ama
demokrasi kavramı öyle bir kavramdır ki; her sınıfa,
her toplumsal kesime ve bunların siyasal temsilcilerine
göre farklı biçimler almaktadır. Dolayısıyla da
en çok istismar edilen kavram olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Bu
ülkede, demokrasi mücadelesi kapitalizme ait iki
sınıf olan burjuvazi ve proletaryanın tarih sahnesinde
yerini almasıyla, bu iki sınıfın kendi mücadelelerinin
kanalından beslenerek günümüze ulaşmıştır. Bu
ülkede kapitalizm, baştan bu yana iç dinamikleriyle
gelişmemiş, ulusal bir kapitalizm hiç olmamış,
tam tersine kapitalizmin ilk filiz vermesi emperyalizm
tarafından kontrol altına alınmış ve bağımlı hale
getirilmiştir. Bu tarihsel süreç aynı zamanda
demokrasi arayışları ve zayıf da olsa demokrasi
mücadelesi tarihidir.
Türkiye
kapitalizmi, feodalizmin bağrında küçük meta üretimi
olarak filiz vermiştir. Ama bu filizler Osmanlı
İmparatorluğu'nun yarı-sömürgeleşmesi sürecinde
tümden çarpıtılmış ve dışa bağımlı biçime dönüşmüştür.
Bu süreçte gelişen kapitalizm ulusal değil komprador
kapitalizm biçimindedir. Feodal ve yarı feodal
süreçte gelişen bu bağımlı kapitalizm 19. yüzyılın
ikinci yarısında ve Osmanlı İmparatorluğu'nun
çözülmesinde rol oynamıştır. Daha sonra Kemalizmin
ülke ve dünya koşullarına paralel geliştirdiği
devlet kapitalizmi bu yarı-sömürge kapitalizm
üzerinde yeni bir aşamayı ifade eder. Bu sürecin
ilkel sermaye birikimi üzerinden geliştiği söylenebilir.
Yeni
sömürgecilik bu ilişkiler üzerinden gelişmiş;
kapitalizm bu süreçte, adım adım egemen üretim
ilişkisi haline dönüşmüş, tüm toplumsal ilişkilere
yön vermiştir. Osmanlı döneminde gelişen ve Kemalizm
dönemiyle artan sermaye birikimi olmasaydı yeni-sömürgecilik
olmazdı. Bu serüven yaklaşık 200 yıllık bir tarihsel
süreçtir. Bu tarihsel süreç iki temel aşamadan
geçmiştir. Biri,1830'larda başlayan yarı-sömürgecilik,
diğeri 2. Paylaşım Savaşı sonrası geliştirilen
yeni-sömürgeciliktir. Bir ara dönem olan Kemalizm
dönemi,1923-45 süreci sanıldığı gibi bağımsızlık
değil, özünde yarı-bağımlılığın, zayıflasa da
devamından başka bir şey değildir. Bir başka ifade
ile Türkiye'de yaklaşık 200 yıllık kapitalizm
tarihi vardır.
Demokrasi
mücadelesi de bu tarihte gizlidir. Başlangıçta,
ciddi bir birikim ve programdan yoksun, daha çok,
Avrupa'da gelişen liberalizme öykünme düzeyinde
burjuvazinin bazı kesimlerinin sınırlı demokrasi
arayışları ve mücadelesi vardır. Ama bu arayış
daha çok gerileyen Osmanlı İmparatorluğu'nu ve
vatanı koruma; bu temelde milliyetçilikle iç içe,
başka halklara karşı düşmanca eğilimleri içeren
biçimdedir. Bu anlamda son derece biçimseldir
ve Osmanlı hanedanlığına karşı sınırlı bir tutumu
içerse de özünde gerici ve anti-demokratik niteliklere
sahiptir.
Hiç
şüphesiz, burjuvazinin bu arayışı burjuva anlamda
bile bir demokrasi programından yoksundur. Bu
arayışlar, emperyalist çağda demokrasinin inkarına
kaynaklık eden emperyalizme karşı bir siyasal
tavrı içermemekte, hatta çok kez bir emperyalist
güce karşı bir başka emperyalist gücün hizmetinde
bir arayışı ifade etmektedir. Böyle olunca, bu
arayışlar, 1830'larda başlayan yarı-sömürgeciliğe
son verme değil, bu temelde gelişen bağımlı kapitalizmin
egemenliğini amaçlamış, çoğu kez feodal güçlerle
ile ittifak yaparak, hiçbir zaman burjuva demokrasisini
hedefleyen bir anlayış ve programı içermemiştir.
Demokrasi
mücadelesinin asıl dinamik gücü işçi ve emekçilerdir.
Özellikle Ekim Devrimi'nin etkisi ile kurulan
TKP bu sürecin temel unsurudur. Yani, sınırlı
da olsa demokrasi mücadelesinde işçi ve emekçiler
bir rol oynamıştır. Demokrasi mücadelesi sınıf
mücadelesinin temel unsuru olmuş, diğer bir temel
unsur olan emperyalizme karşı bağımsızlık ile
iç içe devrim programının iki ana halkası durumundadır.
TKP'nin kuruluşu ve ilk programı da bunun ilanıdır.
Elbette
bu iki temel unsur, bağımsızlık ve demokrasi,
devrim tarihimizde, çok kez çarpık ve yanlış ele
alınmıştır. Daha çok, 3.Enternasyonale kadar uzanan
aşamalı devrim anlayışından kaynaklı bu yanlış
bakış; bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini sosyalizmden
koparan anlayışlara kaynaklık etmiştir. Sol liberal
bir anlayışla demokrasiyi burjuva demokrasisi
ile sınırlayan ve bu çerçevede burjuvaziye soldan
destek olan anlayışlardan (TKP tarihi budur ve
özellikle 1960 sonrası geliştirilen kapitalist
olmayan yol, sosyalizme barışçıl geçiş tezleri
bunun siyasal alt yapısını oluşturmuştur. Ki bu
anlayış daha sonra, 1969 yılından itibaren anti-tekelci
demokratik devrim adı altında program düzeyine
çıkmıştır.); devletin demokratikleştirilmesi adı
altında 1961 anayasasını savunan anlayışları,
demokrasiyi devrime bağlayan ama devrimle sosyalizm
arasına mesafe koyan anlayışları, yani devrimci
demokrasiye kadar uzanan yaklaşımları görmek mümkündür.
Böyle
de olsa bu mücadele tarihi devrim ve demokrasi
tarihidir. Sonuçta bu ülkede demokrasi mücadelesi,
bu tarihin içinde işçi ve emekçi sınıflar, sol
ve devrimci güçler tarafından geliştirilmiştir.
Devrime
gebe ülkemizde tüm sınıfsal ve ulusal çelişkilerin
çözüm platformu Demokratik Halk Devrimidir. Demokratik
Halk Devrimi, burjuva demokratik devrimden öz
ve biçim olarak farklıdır. Sadece burjuva demokratik
devrime burjuvazinin önderlik etmesi açısından
değil, programatik içerik olarak da farklıdır.
Demokratik Halk Devrimi, işçi sınıfının önderliğinde,
sadece burjuva demokratik sorunlarıı çözmekle
kalmaz; tüm bunları sosyalizm mücadelesine bağlar.
Bağımsızlık,
demokrasi ve sosyalizm mücadelesi bir bütündür,
bunlar arasında özel bir ara aşama, birbirinden
kopuk ilişkiler yoktur. Tam tersine iç içe ve
bir zincirin halkaları gibidir. Demokratik Halk
devrimi, sosyalist ve demokratik görevleri iç
içe ele alır, kesintisiz sosyalizme yönelir. Devrim
aşamalı değil kesintisizdir. Her devrimin temel
sorunu iktidar sorunudur; demokrasi devrimle gelecektir.
Demokratik Halk devrimi, işçi sınıfı önderliğinde
halk iktidarını hedefler. Halk iktidarı, proletarya
diktatörlüğünün ya da başka ifade ile proletarya
demokrasisinin özgün biçimidir.
Proletaryanın
elinde demokrasi, tek başına siyasal bir kavram
değil, toplumsal temelleri olan bir kavramdır.
Yani, burjuvazinin elinde bir aldatmaca olan demokrasi,
işçi ve emekçi halkın elinde, burjuvazinin siyasal
iktidarına son verilerek, onun ekonomik kaynakları
kurutularak, söz ve yetkiyi tüm halkın elinde
toplayarak, üretimle sıkı bağlar kuracak ve halkın
doğrudan yönetimini içerecektir. Bu yeni tipte
demokrasidir; ilk örneği Paris Komünü'nde görülen,
daha sonra Sovyet ve halk meclisleri örnekleriyle
zenginleşen yeni tip demokrasidir.
Devrimci
sosyalizm, böyle bir demokrasinin, Halk Demokrasisinin,
emperyalizme karşı sadece siyasal bağımsızlık
değil, her alanda tam bağımsızlık sağlanmadan,
oligarşi yıkılıp ekonomik, siyasal, askeri her
alanda dağıtılmadan inşa edilemeyeceğini bilir.
Bundan dolayı işçi ve emekçi halkın üretim araçlarına
halk meclisleri aracılığı ile el koyması aynı
zamanda halk demokrasisinin güvence altına alınmasıdır.
1.
Bölüm: Devlet, Devrim ve Demokrasi
Sorunu
daha iyi anlamak için iki kavramsal çerçeveyi
açıklamakta yarar var. Birincisi, demokrasi sorunu
devlet sorunundan bağımsız olmadığı için, devlet
ve demokrasi ilişkisidir. İkincisi ise, bunun
devamı olarak, devrim ve demokrasi ilişkisidir.
Bu iki alt başlıkta ifade edeceğimiz özet anlayış
kavranamazsa, programımızın demokrasi ile ilişkisi
kavranamaz. Çünkü demokrasi sorunu tam da bu iki
ana sorunda karmakarışık hale getirilmekte ve
bilinçler çarpıtılmaktadır.
Önce
devlet ve demokrasi üzerine bir özet ve çerçeve
sunmakta yarar vardır.
A)
Devlet ve Demokrasi
Demokrasi
sorunu, devlet sorunundan ayrı değildir. Devlet,
bir sınıfın elinde diğer sınıflara karşı baskı
aracı/aygıtı olarak örgütlenirken; ezilen sınıflar
için diktatörlük, egemen sınıf için demokrasiyi
içerir. Bu anlamda demokrasi ve diktatörlük çağa,
sınıfa, sınıf mücadelesinin aldığı biçime göre
biçim alan devlet aygıtının birbirinden kopmayan
iki yönü, iki unsurudur. Devlet biçimleri değişse
de, üzerinde yükseldiği üretim biçimine uygun
devlet tipi değişmez. Tarihte görüldüğü gibi,
köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist devlet
tipi, hem sürece egemen olan üretim biçiminin
üzerinde yükseldiği sınıfların egemenlik biçimleridir,
hem de devlete karakterini veren egemen sınıflar
için, kendi içinde sınırları olan demokrasiyi
ifade eder. Her üretim biçimi, o üretim biçimine
egemen olan sınıfın devlet tipini bize verir;
ama üretim sürecinin evrimi ve sınıf mücadelesi
aynı üretim ekseninde birden çok devlet biçimini
ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı, demokrasi de
bu biçime göre, egemen sınıfın elinde şekil almıştır.
Yine
de bu genel tanımlama, sorunu kavramamıza yetmez.
Köleci
demokrasi köle sahiplerinin oy kullandığı, buna
özgü kurumların oluştuğu devlet biçimidir. Feodalizmde
ise feodal beylerin kendine özgü ilişkiler yaratıp
bunu, siyasal örgütlenmeye dönüştürmesini içerir.
Ama aslında demokrasi kavramı burjuvazinin elinde
feodalizme karşı mücadele içinde bir anlam kazanır.
Bu mücadelede burjuvazi, eşitlik-özgürlük-kardeşlik
şiarı etrafında, kendi sınıf çıkarını tüm toplumun
çıkarı olarak tanımladı, emekçi sınıflar bu mücadele
içinde temel rol oynadı ve feodalizme karşı daha
ileri bir düzen olan kapitalizm, kendi demokrasisini
yarattı. Yani burjuvazi demokrasi mücadelesine
önderlik yaparken, o, özünde kendi sınıf çıkarını
toplumun çıkarı olarak tanımlıyor ve bu mücadelede
yanına aldığı işçi ve emekçilerin katkısı ile
kendi demokrasisinin çerçevesini oluşturuyordu.
Sonuçta
demokrasi, sanayi devrimi ve kitlelerin daha ileri
demokrasi için mücadelesi ile işçi ve emekçilerin
ağır bedeller ödemesi sonucu, tüm burjuvalar için
demokrasi olarak kurumsallaştı. Bu insanlık tarihinde
büyük bir sıçrama ve ilerlemedir.
Her
üretim biçimi ve bu üretim biçimini temsil eden
sınıf, eski üretim biçimine karşı üstünlük sağlayıp
egemenliğini kurunca, bu egemen üretim içinde
uç veren kendinden daha ileri sınıfa karşı gericileşir.
Burjuvazinin gericiliği, kapitalizmin feodalizme
karşı nispeten üstünlük sağladığı, ama hala feodal
sınıfların varlığını sürdürdüğü dönemde, kıta
Avrupasını baştan başa sarsan 1848 devrimlerinde
başlamıştı. Burjuvazi, işçi ve emekçilerin kendi
taleplerini daha ileri götürme istemlerine karşı,
devrimi sürekli kılmak değil, feodal gericilikle
anlaşmak zorunda kaldı. Yani, feodalizme karşı
demokrasi mücadelesine önderlik eden burjuvazi,
işçi ve emekçi sınıfların taleplerine karşı gericileşmişti.
Bu
mücadele içinde artık sınıf olarak rüştünü ispat
eden proletarya, Paris Komünü ile siyasal rolünü
oynayınca; bunun üzerinden fazla uzun olmayan
bir süre sonra da kapitalizm artık tekelci kapitalizme
dönüşünce burjuvazinin ilericiliği tümden geride
kalmıştır.
Sonuç olarak, emperyalist çağda, burjuvazinin
ilerici rolü tükenmiştir, o artık daha ileri bir
üretim ve toplum biçimi olan sosyalizm karşısında
gericidir. Burjuva demokrasisi de artık burjuvazi
için bir hedef değildir. Tam tersine adım adım
budanan, sınırları sürekli daralan, siyasal gericiliğin
örgütlendiği bir devlet ve demokrasi söz konusudur.
Emperyalizm,
tekelci kapitalizmdir; demokrasi ve özgürlük değil
siyasal gericilik eğilimidir. Serbest rekabetçi
kapitalizm koşullarında işçi ve emekçi sınıfların
katkıları ile tüm burjuvalar için olan demokrasi,
bu süreçte daralmış ve tekeller için demokrasiye
dönüşmüştür.
Tekeller
için de olsa, burjuva demokrasisinin bazı temel
ilke ve kuralları vardır. Ama bunlar bile emperyalizmin
ürünü olan savaşlarda bir yana atılır, Lenin'in
ifadesi ile burjuva demokrasisi daha geri bir
devlet biçimi olan monarşi ile eşitlenir. Emperyalizm
demokrasiyi değil siyasal gericiliği körükler.
Ama bu aynı zamanda demokrasinin önemini kışkırtmış,
işçi ve emekçilerin mücadelesinde bir manivelaya
dönüştürmüştür. Burjuvazi, artık hiçbir demokratik
sorunu çözemez ya da tam olarak çözemez; proletarya
kendi devrimi için tüm bu demokratik sorunlara
sahip çıkar, demokrasi mücadelesinde önderliği
eline alır ve onu sosyalizme bağlar. Hem bu mücadele,
hem de ilk kez egemen sınıf olarak proletaryanın
Ekim Devrimi ile iktidar olması ve sosyalizmi
maddileştirmesi, burjuva demokrasisinin sınırlarını
zorlamıştır. Özelikle 2. Paylaşım Savaşı sonrası
burjuva demokrasisinin sınırlarını esneten sosyal
devlet tanımlamaları tam da bundan dolayı, sosyalizmin,
Asya, Afrika ve L. Amerika'da yükselen devrimci
kurtuluş savaşlarının bir yan ürünü olarak ortaya
çıkmış ve burjuva demokrasisine karakterini vermiştir.
Ama
sosyalizm, revizyonist iddiaların (1980'ler komünizme
tam geçiş olarak belirlenmişti) tam tersine büyük
bir geri düşüş yaşadı ve reel sosyalizmden geriye
dönüş 1990 başlarında gerçekleşti. Bu büyük geri
düşüşü, gerileyen devrimci ulusal kurtuluş savaşları
ile birlikte düşünürsek bir dönemin kapandığı
ve yeni bir dönemin başladığını söyleyebiliriz.
Reel sosyalizmin çözülmesiyle sosyalizmin kapitalizm
üzerinde baskısı sona ermiş, aç gözlü tekeller
bundan cesaret alarak, tarihin sonu söylemiyle
işçi sınıfı ve ezilen halklara sosyal yıkım ve
savaşları dayatmıştır. Bu dönemde burjuva devlet
biçimleri de hem metropollerde hem de yeni-sömürgelerde
yeniden biçim almıştır. Burjuva demokrasisi zaten
zorla katlanılan sosyal devlet tanımlamalarından
arındırılmış ve ekonomik, siyasal saldırılar hız
kazanmıştır. Bu arada 11 Eylül burjuva demokrasisini
budamanın ve polis devletinin kurumsallaşmasının
bir aracı olurken; yeni-sömürgelerde emperyalizm
ve işbirlikçi tekellerin çıkarı temelinde açık
ve gizli faşizmin iç içe olduğu yeni bir konsept
yaatılmış, kurumsallaşmıştır.
Yeni
dönemde, hem metropol hem de yeni sömürge ülkeler
için (görece farklılıkları unutmadan) şu denebilir:
Burjuva devlet biçimleri artık en geri düzeyde
örgütlenmiştir. Burjuva anlamda demokrasi geride
kalmış, burjuva devlet, metropol ülkelerde mali
oligarşinin elinde işçi ve emekçi sınıfların tüm
kazanımlarına yönelerek demokrasiyi tümden budamış;
yeni-sömürge ülkelerde ise, emperyalist sermayenin
çıkarları ile bütünleşen bir avuç tekelci sermayeye
dayanarak çok zorunlu olmadıkça açık darbelere
başvurmayan, daha doğrusu bütün demokratik hak
ve özgürlükleri zaten budamış olan bir düzen yaratılmıştır.
Bu
yüzdendir ki, burjuva demokratik devrimin kendine
özgü sorunlarının da çözülmemiş olmasının ağırlığını
üzerinde taşıyan yeni-sömürge proletaryası, kendi
devrimi için mücadele ederken. çözülmediği için,
demokrasi sorununun üzerinden atlayamaz ve bu
sorunların çözümünü de içeren bir devrime önderlik
eder. Ama proletarya, kendi devrimi sürekli kılar
ve onu burjuva demokrasisinin dar sınırlarını
aşan yeni tipte bir demokrasiye, proletarya demokrasine
ve onun özgün biçimine taşır.
Bundan
dolayı, bizim gibi yeni sömürge ülkelerde devrim
doğrudan sosyalist devrim değil, demokratik halk
devrimidir. Demokratik halk devrimi, demokratik
sorunların üzerinden atlamaz, bu sorunları çözer.
Ama öte yandan, demokratik sorunlar ile sosyalist
görevler arasına bir mesafe, aşama, Çin Seddi
yoktur ve proletarya her demokratik sorunun gerçek
çözümünü sosyalizme bağlar.
B)
Devrim ve Demokrasi
Sorunu
daha iyi kavramak için devrim ve demokrasi ilişkisini
doğru kurmak gereklidir. Doğru bir devrim anlayışı
olmadan doğru bir demokrasi anlayışı olamaz. Bu
ilişki doğru kurulamaz ise, çeşitli sapmalara
kapı aralanmış olur; nitekim bu alan sol ve devrimci
hareket için sorunlu bir alan olmuş ve zaman zaman
sol ve devrimci hareketi zayıflatmıştır.
Bununla
birlikte, sol ve devrimci harekette, örneğin Komintern'den
bu yana, içerikten bağımsız, kavramsal düzeyde
devrim sorunu, daha doğrusu bunun kavramlaştırılması
sorunludur. Kavramlar, keyfi ve rasgele değil,
tarihsel süreçlerin bir ürünü olarak ortaya çıkarlar,
oldukları yerde kalmazlar, tarihsellik içinde
gelişerek başka biçimlere dönüşürler. Devrim ve
biçimleri konusunda, bir karmaşanın olduğu açıktır.
Çoğu kez devrimin içeriği ile kendisi bir birine
karıştırılır; örneğin devrimin burjuva içeriği
burjuva devrimler ile özdeşleşir, vb... Bu yüzden
kavramların yerli yerine oturması son derece yararlıdır.
Marx
ve Engels kendi devrim anlayışılarını formüle
ederken, Batı Avrupa kapitalizminin, 1648 İngiliz
devriminin ve özellikle 1789 Fransız devriminin
(ki, bunlar burjuva demokratik devrimleridir)
açmış olduğu yoldan burjuva uluslaşmasının yaşanması
ve bu temelde 1848 devrimlerine kadar burjuva
demokratik sorunların (ulusal bağımsızlık, tarım
sorunu, laiklik, kadın-erkek eşitliğinin yasal
düzeyde tanımlanması, eşit ve genel oy hakkı vb.)
çözülmesine dayanır. Elbette tüm ülkelerde kapitalizm
ve burjuva demokratik devrimler süreci aynı yoldan
geçmemiştir. Almanya gibi bu süreci geç yaşayan
ülkelerde vardır. Hiç şüphesiz Marx ve Engels'in
devrim anlayışı 1848 devrimlerinde de görüldüğü
üzere tüm Avrupa'ya yayılan kıtasal bir devrim
anlayışıdır. Kriz kapitalizm için ölüm anıdır
ve 1848 devrimler dönemi, böyle bir zamandır.
Avrupa kapitalizminin yaşadığı kriz kapitalizmin
son krizidir burjuva uluslaşma sürecini yaşayan
ülkelerde sosyalist devrim, Almanya örneğinde
ise burjuva demokratik devrim olacaktır. Marx
ve Engels'in devrim anlayışının özü budur. Manifesto,
böylesi bir tarihsel süreçte yazılmıştır.
Ama
başta Marx ve Engels olmak üzere, komünistlerin
beklediği olmamıştır. 1848 bunalımı kapitalizmin
son bunalımı değildir, kapitalizmin gelişme dinamizmi
de durmamıştır. Marx ve Engels bu gerçeği sonradan,
bu devrim deneylerini çözümlerken net görmüş,
örneğin Fransada Sınıf Savaşımları'nda "tarih
bizi ve bizim gibi düşünenleri haksız çıkardı"
cümleleriyle özeleştiri yapmışlardır. Yeni bir
devrimin yeni bunalım koşullarında, kapitalistlerin
birbirini boğazlayacağı koşullarda gerçekleşeceği
artık onların ağırlıklı fikridir.
Rusya
bu fikrin kendine özgü bir doğrulanışı oldu. Kapitalizmle
yarı- feodal ilişkilerin son derece özgün bir
harmanlanışına sahip olan halklar hapishanesi
Rusya,
emperyalist-kapitalist sistemin en zayıf halkasıydı.
Rusya, önce 1905 provası, sonra 1917 Şubat Devrimi'ni
yaşayarak, büyük Ekim Sosyalist Devrimi'ne ulaştı.
Paris Komünü'nü saymazsak ilk kez proletarya Ekim
Devrimi ile iktidar olmuştu.
Lenin,
Marx ve Engels'in devrim anlayışını dogmatik değil
yenilenmeci bir devrimci yaklaşımla ele aldı,
onu emperyalist çağda geliştirdi. Emperyalizm
çağında, kapitalist dünya pazarı, tüm ülkeleri
bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlamıştı
ve devrim, bu zincirin en zayıf halkasından, çelişkilerin
en yoğun olduğu yerden koparılması sorununa dönüşmüştür.
Kapitalizmde içsel olan eşitsiz gelişim, bu dönemde,
açığa çıkmış ve devrimler, tüm dünyada eş zamanlı
değil, dünya devrimi perspektifinden kopmadan,
tek tek ülkelerde, zayıf halkalarda mümkündür.
Tarih, Rus proletaryasına bu rolü yüklemiştir,
Rusya zayıf halkadır. Lenin, İki Taktik'te kendi
devrim anlayışını geliştirir; bu, kesintisiz ama
aşamalı bir devrim anlayışıdır. Şubat 1917 sonrasında
ise kendi tezlerini aşar, Nisan Tezleri bu anlayışın
birebir değil ama kesintisiz devamıdır.
Daha
sonraları, devrim sorunu, özelikle 3. Enternasyonal
içinde çok tartışılır. Doğuya yönelen devrim ve
sömürge ülkeler yeni sorunları gündeme getirir.
Çin ve Hindistan devrimleri bu tartışmalar içinde
önemli bir yeri tutar. Stalin, Mao, Ho Şi Minh,
hatta daha sonra Fidel ve Che bu canalıcı sorunla
hep ilgilidirler. Stalin, daha çok Lenin'in İki
Taktik'te geliştirdiği biçime bağlı kalarak aşamalı
devrimi savunur ve 1930'larda Milli Demokratik
Devrim olarak formüle ettiği anlayışı buna dayandırırken,
Mao, 1940'larda Yeni Demokratik Devrim olarak
devrim anlayışını formüle eder; aşama fikriyle
de kalmayıp aşamalar arasına üçüncü toplum-üçüncü
devlet-üçüncü kültür kavramlarını koyar. Ho Şi
Minh, Fidel, Che ise kesintisiz devrimi savunan
Leninist çizgiden yürürler.
Biraz
daha ilerleyebilmek için şimdi burada belli başlı
üç devrim tipini de netleştirmek gerekiyor.
a)
Burjuva Demokratik Devrim
Burjuva
Demokratik Devrimleri, feodalizme karşı burjuvazinin
önderliğinde, işçi ve emekçi sınıfların aktif
katılımı ile zafere ulaştı. Burjuvazi, kendi iktidarını
ve kapitalist düzeni kurmak için, hiç şüphesiz,
sadece kendi taleplerine değil feodal devlet ve
kurumlarla bunaltılan kitlelerin taleplerine de
sahip çıktı. Her devrim ve ona önderlik eden sınıf,
kendi sınıfsal taleplerini, genel olarak tüm insanlığın
taleplerine dönüştürdüğü ölçüde zafere ulaşabilir.
Büyük
Fransız burjuva devrimi, toplumsal süreçte kapitalizm
karşında gericileşmiş feodal iktidarın devrimle
yıkılmasıdır. Üretim düzeyinde feodalizmi aşan
kapitalizm, artık kendi iktidarını kurmak zorundadır;
burjuva aydınlanması ile alt yapısı oluşan bu
süreç, burjuva devrimlerine gebedir. Devrimci
burjuvazi, işçi ve emekçi sınıfları yanına alarak
kendi devrimini yapmış, feodal devleti ve düzeni
parçalayarak burjuva devleti inşa etmiş, üretici
güçlerin önünü açmıştır. Bu büyük bir ilerleme
ve sıçramadır.
1789
Fransız Devrimi, önceki İngiliz Devrimi ve sonrası
Amerikan Devrimleri ile kapitalizmin önünü açtı,
bu yoldan tüm Batı Avrupa geçti. Üretim ilişkileri
düzeyinde kapitalizm egemen üretim ilişkisi olurken;
siyasal üst yapı buna göre biçim aldı. İşçi ve
emekçi sınıfların talep ve mücadelesi ile burjuva
demokrasisi adım adım kurumsallaştı. Burjuva partilerin
yanı sıra işçi ve emekçi sınıfların örgütlerinin
ortaya çıkması, parlamentonun kurumsal bir organa
dönüşmesi, yasama-yürütme-yargılama arasındaki
ilişkinin yeniden düzenlemesi, herkes için oy
hakkının somutlaşması ve seçim sisteminin kurumsallaşması
vb; tüm bunlar, kapitalist üretim biçiminin özgür
gelişimine uygun üst yapının şekillenmesidir.
Burjuva demokrasisi bu mücadele içinde biçimlenmiştir.
Bu
süreç, burjuvazi önderliğinde, kendi ulusal pazarını
hedefleyen ulus devletlerin oluşmasının önünü
de açtı; feodal baskı altında ezilen uluslar,
kendi kurtuluşu için ayağa kalktı; ya ulus devletini
oluşturdu, ya da çok uluslu burjuva devletler
ortaya çıktı. Bu süreç aynı zamanda, geniş köylü
sınıfların toprak talebine Fransa örneğinde olduğu
gibi devrimci yoldan veya Almanya örneğinde olduğu
gibi evrimci/Prusya tipi yoldan çözüm bulunan,
sınıfsal ayrışmanın yaşandığı bir süreçtir.
Bu
burjuva devrim hangi sorunları çözer?
Kapitalizm,
gelişmek için feodal ayrıcalıklara son vermek
zorundadır ve toprak sorununu çözmek bu devrimlerin
ilk ana hedefidir. Burada kalmaz, feodal bir kurum
olan kilisenin toprak üzerindeki egemenliğine
son verir, kapitalizmin ve burjuva iktidarın gelişmesi
için laikliği geliştirir. Burjuva demokratik devrim,
eşitlik-kardeşlik-özgürlük şiarıyla kitlelerin
desteğini alır. Özellikle işçi ve emekçi sınıfların
mücadelesiyle somut anlam kazanan eşit oy hakkı
Çartist hareketin zaferidir, ama bunu burjuva
toplumun ve burjuva demokrasisinin gelişimi için
değerlendirdiği açıktır. Keyfi yönetime son verir
ve yasal eşitliği savunur, mülkiyetin kutsallığı
eşliğinde bu temelde burjuva kurumları oluşturur.
Tüm bunlar, kapitalizmin sınırlarını aşmaz, hatta
bunların birçoğu kapitalizm koşullarında tam da
çözüme ulaşmaz, kapitalizm bunları dahi yarım
bırakır. Çünkü daha ilerisi tehlikelidir, hatta
bu talepler karşısında, devrime katılan emekçi
sınıfların taleplerini bastırmak için feodal sınıflarla
ittifak bile yapılır. 1848 devrimlerinin böylesi
bir yanı vardır.
Artık
emperyalist çağa gelindiğinde, Almanya geç kapitalizmi
yaşasa da, Batı Avrupa'da demokratik devrimler
tamamlanıyor. Kapitalizmin geç gelişmesine bağlı
olarak, Doğu Avrupa ve dünyanın diğer bölgelerinde
de aynı devrimler filizleniyor.
Burjuva
demokratik devrim ile burjuva devrim iki farklı
içeriğe sahiptir. Burjuva demokratik devrimler,
burjuvazinin önderliğinde emekçi kitlelerin katılımı
ve feodalizme vurduğu darbeler açısından çok ileri
bir mevziyi, toplumsal alt üst oluşu ifade ederken;
burjuva devrimler ise hem hedefleri hem de kitle
katılımı açısından zayıf ya da sözü edilebilecek
kadar güçlü olmayan devrimlerdir. Burjuva demokratik
devrimde kapitalizme devrimci yoldan geçilir;
ekonomik alt yapıda giderek egemen olan kapitalizm,
eski feodal sistemi ifade eden üst yapıyı parçalar,
burjuva devleti oluşturur. Burjuva devrimleri
ya da burjuva hareketler ise, kapitalizmin önünü
açsa da, bu süreç daha uzun ve evrimci yoldan,
çoğu kez feodalizmle uzlaşarak, bazı reformlarla,
adım adım dönüşerek yaşanır.
Emperyalist
çağda burjuvazi gericileşmiştir ve kendi demokratik
devrimini yapacak durumda değildir.
Bu
durumda dünyanın dört bir bucağındaki onlarca
ülkede tarihsel süreç nasıl biçim alacaktır? Bu
süreç, ya Rusya örneğinde olduğu gibi, proletaryanın
burjuva demokratik devrimin sorunlarına sahip
çıkarak sosyalist devrime kadar giden bir yolu
açması biçiminde gelişecek, ya da Türkiye örneğinde
olduğu gibi, burjuvazi feodalizme karşı demokratik
içerikten yoksun, ama kapitalizmin önünü açacak
hareketleri geliştirecek ve burjuva düzenin sınırları
aşılamayacaktır.
Emperyalist
çağda burjuvazi feodalizmi devrimci yoldan tasfiye
etmez, edemez; yapabileceği şey, emperyalizmin
çıkarları doğrultusunda kapitalizmin evrimci yoldan,
çoğu kez feodalizme ittifak yapılarak geliştirilmesidir.
Dolayısıyla bu ülkelerde burjuva demokratik devriminin
hiçbir temel sorunu çözülmez.
Rusyada
1905 ve 1917 Şubat devrimleri tam da budur.
Çarlık
Rusyası, dünyanın ilk 6 emperyalist devletinden
biridir. Kapitalizm, 19. yüzyılın başından itibaren
gelişmektedir, ama feodal bir siyasal iktidar
olan çarlık monarşisi varlığını sürdürmektedir.
Çarlık Rusyasında, ne köylülerin toprak talepleri,
ne ulusal sorunlar, ne de siyasal demokrasinin
sorunları çözülmüştür. Dahası, emperyalist savaş
toplumun üstüne binmiş, her şey çözümsüz hale
gelmiştir.
Proletarya
kendi devrimini yapmaya adaydır; ama hala burjuva
demokratik devrime ait sorunlar dağ gibi orta
yerde, çözülmeden durmaktadır. Kapitalizm gelişmiştir
ama bununla uyumsuz bir üst yapı vardır; bu çelişki
çözümlenmek zorundadır.
Bu
durumda üç seçenek vardır. Birincisi; Menşeviklerin
ileri sürdüğü gibi, bu devrime burjuvazi önderlik
edecek, işçi ve köylüler bunları destekleyecek
ve proletarya burjuva demokratik devrimin tamamlanmasını
bekleyecektir. İkinci; Troçkist sürekli devrim
anlayışında olduğu gibi, burjuva demokratik devrim
atlanacak ve Avrupa'da iktidar olan proletaryanın
desteği ile doğrudan sosyalist devrime geçilecektir.
Üçüncüsü ise, tüm bunlar bir yana bırakılıp, iki
yanlıştan bir doğru çıkmaz denilerek, proletarya,
bu demokratik sorunlara sahip çıkıp burjuvazi
ile uzlaşmadan kesintisiz devrimle sosyalizme
ulaşılacaktır.
Lenin,
programımız çalışmasında olduğu gibi, İki Taktik'te
de bu doğru anlayışı, kesintisiz devrim anlayışını
geliştirdi.
Özet
olarak proletaryanın önderliğinde devrim, burjuva
demokratik sorunları çözecektir. Politik alanda,
Çarlık otokrasisini yıkacak, bunun yerine İKDDD
(işçi köylü devrimci demokratik diktatörlük) formülünde
ifadesini bulan proletarya önderliğinde bir demokratik
cumhuriyet kurulacaktır. Bunun üzerinden, siyasal
demokrasi mücadelesinde en ön saflarda yerini
alan proletaryanın bilinç ve örgütlenme gücüne
bağlı olarak, proletaryanın tek başına iktidarı
olan sosyalizme geçilecektir. Devrimin asgari
programı, çarlık monarşisinin yıkılması ve yerine
demokratik cumhuriyetin kurulması, büyük toprak
mülkiyetine el konması ve 8 saatlik iş günüdür,
azami program ise sosyalizmdir.
Devrimin
karakteri burjuva demokratiktir, ama devrimin
kesintisiz sosyalizme yürümesi için İki Taktik'te
formüle edilen İKDDD temel önemdedir. İKDDD, devrimin
sosyalizme kesintisiz geçmesini garanti altına
alacaktır. Menşeviklerle temel ayrım bu noktadadır.
İKDDD formülü burjuva demokratik devrimin sınırlarını
zorlayan ve bunu sosyalist devrime taşıyan güçlü
bir köprüdür; burjuvaziyi dışta bırakan bu iktidar
olmazsa sosyalist devrime kesintisiz geçmek mümkün
değildir. Menşevikler ise devrime önderlik değil
destekçi olmaktan öte gidememişlerdir.
Dikkat
edilirse bu sadece siyasal değil, toplumsal bir
devrimdir; yani eskiyen bir üretim biçimi olan
feodalizm tümden parçalanıyor, daha ileri bir
toplumsal düzen kuruluyor; orada durulmuyor, burjuva
demokratik devrimin sınırları zorlanıyor ve sosyalizmin
maddi koşulları hazırlanıyor, buradan sosyalizme
kesintisiz geçiliyor. Yani devrimin asgari programı
olan burjuva demokratik devrim kapitalizm koşularında
tümüyle gerçekleşebilecek talepleri içermekle
birlikte, sosyalist devrim amaçlarıyla uyumlu
biçimde ele alınıyor.
Burjuva
demokratik devrimin sosyalist devrime dönüşmesinin
tek garantisi ve güvencesi ise devrime proletaryanın
önderlik etmesidir.
b)
Milli ya da Ulusal Demokratik Devrim
Devrim
eğitir. Devrim sadece kitleleri değil partileri
ve onun önderlerini de eğitir. Bu temel önerme
Lenin'in mücadelesi ve yaşamında çok nettir; her
süreçte Lenin'in düşüncesinde ilerleme ve sıçrama
vardır, her devrim süreci sadece kitleleri değil
Bolşevik partiyi ve Lenin'i de eğitmiş, geliştirmiştir.
İki
Taktik'te ifadesini bulan düşüncelerin daha sonra,
özellikle savaş yıllarında geliştiği ve yine bir
devrim döneminde, Ekim arifesinde, Nisan Tezleri'nde
doruk noktasına ulaştığı biliniyor. Ama Leninist
kesintisiz devrimin anlayışının güçlü ve ilk tohumu
yine de İki Taktik'te vardır. İki Taktik'in sonradan,
savaş yılları ve Nisan Tezleri ile aşılan yanları
bir yana; bu kesintisiz devrim anlayışı, burjuva
demokratik devrimden sosyalizme geçiş, somut koşullara
bağlı olarak tüm devrimlerde proletaryaya yol
göstermiştir.
Ekim
devrimi sonrasında Bolşevikler ve Lenin'de Avrupa
devrimi, özellikle de bir Alman devrimi beklentisi
vardır. Ama 1918 yılında önce Alman devrimi, sonra
Macar devrimleri yenilir. Alman ve Macar devrimlerinin
yenilmesi, Hindistan ve Çin'de devrimin yükselmesi,
Komünist Enternasyonal içinde yeni tartışmalara
yol açmıştır. Devrim doğuya kaymaktadır ve bu
temelde yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır. En çok
Hindistan ve Çin devrimleri üzerinde tartışmalar
gelişmektedır, bu ülkeler yarı-sömürge ilişkiler
içinde, feodal toplumlar olarak tartışmanın merkezindedirler.
Doğal
olarak bu sadece yeni bir tartışmayı değil, yeni
kavramları da yaratmaktadır. Sömürge ve yarı-sömürge
ülkeler emperyalizmin açık işgali altındadırlar
ve ülke nüfusunun % 90'lara varan oranda feodal
ve yarı feodal ilişkiler içinde köylülük yaşamaktadır.
Lenin, sol komünizmde zaten Ekim devrimi bir model
olamaz diye uyarmıştır. Ama yine de örneğin, Çin
devrimi üzerinden, bu model dayatılmakta, dahası
ulusal burjuvazi ve bunun temsilcisi Komintag
ile Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) aynı çatı altında,
bir tür halk partisi adı altında birleşmesi önerileri,
hatta dayatmaları vardır. Böylece proletaryanın
bağımsız duruşu ve politikası sakatlanacaktır.
Daha sonraları Mao'nun "biz devrimi Stalin
ve 3. Enternasyonale rağmen yaptık" demesi
bundandır. Bunlar bir yana, 3. Enternasyonal ve
Stalin tarafından, İki Taktik temel referans alınarak,
en çok da Çin devrimi üzerinden geliştirilen milli
demokratik devrim kavramı yeni bir kavramdır.
Milli demokratik devrim; sömürge ve yarı-sömürge
ülkelerde, emperyalizme karşı bağımsızlık ve feodalizme
karşı toprak sorununu çözecektir. Emperyalizme
karşı milli, toprak sorununda ise demokratik karakter
içeren devrim, bu sorunları çözerek sosyalist
devrime ulaşacaktır. Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler
için, devrimin asgari programı milli demokratik
devrimdir; bu asgari program tamamlanacak ve azami
programa yani sosyalist devrime ulaşılacaktır.
Stalin 1930'larda sorunu özetle böyle formüle
eder.
Burjuva
demokratik devrim, burjuvazinin önderliğinde burjuva
içerikli sorunları çözer; ama milli demokratik
devrim, sömürge ve yarı- sömürge ülkelerde, anti-emperyalist
anti-feodal devrimler olup, sadece burjuva demokratik
sorunları çözmekle kalmaz, proletaryanın önderliğinde
sosyalizme geçişin koşullarını da yaratır. Bu
anlamda burjuvazinin önderliğinde burjuva demokratik
devrimler ile proletaryanın önderliğinde, sömürge
ve yarı-sömürge ülkelerde ortaya çıkan milli demokratik
devrimler (1. ve 2. Bunalım dönemi devrimleri)
özdeş kavramlar olmaktan çıkarlar; çözecekleri
sorunlar özünde burjuva demokratik sorunlar olsa
da iki farklı yerde durup iki farklı kavram olarak
karşımıza çıkarlar.
Biri,
burjuva demokratik devrim burjuvazinin önderliğinde
kapitalizmin sınırlarını aşamayan devrimdir; diğeri,
yani milli demokratik devrim ise proletaryanın
önderliğinde ve kapitalizmin sınırlarını zorlayıp
sosyalist devrime kapı açmaktadır. Bu anlamda
iki devrim de, çözeceği sorunlar aynı olsa da,
devrimler aynı toplumsal zeminden kaynaklanan
aynı sorunları çözse de; hem bu devrimlere hangi
sınıfların önderlik yaptığı ve bu anlamda da nereye
yürüyecekleri, dahası kuracağı iktidarın nitelikleri
açısından iki farklı yerde dururlar.
Burada
iki yanlış kavrayış vardır.
Birincisi;
uzun yıllar, hatta 3. Enternasyonal tartışmalarında
bile çoğu kez burjuva demokratik devrim ile milli
demokratik devrim iç içe, eş anlamlı kullanılmıştır.
Bu yaklaşımda, daha çok devrimin burjuva karakterine
vurgu yapılmıştır. Oysa milli demokratik devrim,
en azından Stalin tarafında formüle edildiği üzere
daha ileriye gider, sosyalizme geçişin koşullarını
yaratır. Bu anlamda bu iki devrimi ve buna uygun
kavramsal çerçeveyi birbirinden ayırmak daha doğrudur.
İkincisi
ise çok kez milli demokratik devrim kavramı Mao'ya
mal edilir. Bu yanlıştır ve eksik kavrayışı ifade
eder. Mao'nun, 1939'larda program düzeyine çıkardığı
kavram milli demokratik devrim değil, yeni demokratik
devrimdir. Milli demokratik devrim, ilk önce ve
en gelişmiş biçimde, Çin devriminin sorunları
üzerinden, Stalin tarafından kavramsallaştırılmıştır.
Mao, bu kavramsal çerçeveyi Çin koşullarında yeni
demokratik devrim olarak tanımlamış ve farklı
bir içerik yüklemiştir.
Stalin,
sömürge ve yarı sömürge ülkeler için milli demokratik
devrim önerirken, sosyalizme aşamalı geçişi ileri
sürer; Mao, bunu biraz daha sağa çeker,üçüncü
toplum/devlet/kültür olarak tanımlar. Her ikisinde
de, hem Stalin hem de Mao'da aşamalı devrim vardır;
ama bunlar Lenin'in tanımladığı aynı süreçte iki
halka biçiminde değil, mesafeli bir duruşu içeririler.
Yine de şu denilebilir; milli demokratik devrim
kavramının asıl kaynağı Lenin ve İki Taktiktir.
Ama örneğin en başta burjuvazi ile ilişkiler açısından
Stalin ve Mao farklı yerde dururlar ve bu durumda
devrim anlayışlarına içerik katar. Mao, Lenin'den
farklı olarak, burjuvazi ile ittifak ya da burjuva
demokrasisi ile yan yana yürümeyi taktik düzeyinden
çıkarıp stratejik düzeye taşır; hatta, sosyalizm
koşullarında burjuvaziyi halk içinde tanımlar
ve burjuvazi, küçük burjuvazi ve proletaryanın
iktidarı eşit biçimde paylaşımını savunur. Lenin
bir devlette iki iktidar olamaz der; Mao, iki
düşman sınıfı, iki iktidarı aynı devlet içinde,
sosyalizmde kaynaştırır. Ünlü yüz çiçek açsın
yüz fikir çarpışsın ve halk içi çelişkiler formülü
budur.
Ama
yeri gelmişken ifade edelim. Devrim programı sorunu
bir yana, devrimin stratejisi üzerine, Mao ve
Çin devrimi doğru bir yerde durur. Sömürge ve
yarı sömürge ülkeler için, Stalin ve 3. Enternasyonalin
tüm önerilerine rağmen, milli ve demokratik devrime,
şehirlerin kırlardan kuşatılması ve silahlı mücadelenin
temel olduğu Halk Savaşı stratejisi ile zafere
ulaşması tezi, Marksizm-Leninizm'e katkıdır. Halk
savaşını stratejisini Marksizm-Leninizm'e kazandıran
Mao, yeni demokratik devrim tezi ile kapitalizm
ile sosyalizm arasına üçüncü toplum/devlet/kültürü
koyar ve böylece Marksizmden uzaklaşır.
Bu
eleştiri ve değerlendirmeler bir yana, milli demokratik
devrim; toplumsal sürecin feodal ve yarı feodal
olduğu, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, emperyalizmin
1. ve 2. bunalım döneminde, anti-emperyalist anti-feodal
devrimlerdir. Bu devrimler, emperyalizme karşı
milli/ya da ulusal, feodalizme karşı demokratik
görevleri kapsar. Bu devrimlere proletarya önderlik
eder. Aynı zamanda sosyalizme geçişin koşullarını
yaratan bu devrimler, kesintisiz devrimle sosyalizme
yönelir. Milli demokratik devrimler emperyalizmin
1. ve 2. bunalım döneminde ortaya çıkan devrimler
olup, toplumsal sürecin feodalizm ve yarı feodalizm
olduğu, anti-emperyalist mücadelede hala milli
burjuvazinin rol oynadığı devrimler olarak karşımıza
çıkar.
Bu
açıdan milli demokratik devrim, programsal olarak,
tıpkı örneğin Bolşeviklerin 1903 programında olduğu
gibi, kapitalizmim özgür gelişimini savunur ve
bununla paralellik kurar; kapitalizmin özgür gelişimi
ya da bazı programlarda ifade edildiği gibi demokratik
kapitalizm, sınıf mücadelesini hızlandırır ve
sosyalizme geçisin koşullarını yaratır; bunun
üzerinden sosyalist devrim yapılır, sosyalizm
inşa edilir.
Milli
demokratik devrim kavramının Marksist içeriği
budur. Çin ve Vietnam devrimleri, sorunu Mao ve
Ho Amca'nın nasıl ele aldığından bağımsız olarak
(ki, yukarıda da ifade ettik Mao sorunu Menşevik
açıdan ele alırken, Ho Amca ve Vietnam İşçi Partisi
sorunu M-L acıdan ele alır), bunun somut örnekleridir.
c)
Demokratik Halk Devrimi
Devrimler
somut tarihsel süreçlere ve her ülkenin özgün
ilişkilerine göre biçimler alır. Bu açıdan, bir
çok ortak yanları olsa da hiçbir devrim bir başka
devrim ile özdeş ya da benzer olamaz. Emperyalist-kapitalist
sistem, dünya pazarı etrafında, birçok ülkenin
birbirine bağlandığı, güç ve egemenlik ilişkilerine
göre, en yukarıda emperyalistlerin olduğu, daha
güçsüzlerin giderek altta canının çıktığı, kapitalizmin
gelişme düzeylerinin farklılıklar gösterdiği bir
sistemdir. Bundan dolayı, devrim, çelişkilerin
en yoğun olduğu, bu anlamda sistemin en zayıf
halkasında gerçekleşir, ama her devrim birbirinden
farklı biçim alır.
Yukarıda
da ifade ettiğimiz gibi, 2. Paylaşım Savaşı sonrası,
yeni bir dünya tablosu söz konusudur. Emperyalizmin
3. Bunalım Dönemi olarak tanımladığımız bu dönemin
ayırt edici özellikleri ana başlıklar halinde
şunlardır;
a)
Ekim Devrimi ile ilk kez iktidar olan proletarya,
2. paylaşım savaşının yıkıntıları içinde, bu paylaşım
savaşının tüm iç çatışmalarından da yararlanarak,
dünyanın 1/3'de iktidar olmuş, en azından bu büyüklükte
bir coğrafya emperyalizmin kontrolünden çıkmıştır.
Ortaya çıkan sosyalist blok, 1963 sonrası giderek
zayıflamış ve SBKP-ÇKP çatışmasını izleyen sorunlarla
parçalanmıştır ama yine de 3. Bunalım Döneminin
en temel özelliği dünyanın 1/3'ünün kapitalist
sömürünün dışına çıkmasıdır.
b)
Devrimci halk kurtuluş savaşlarının devasa boyut
kazanması ve emperyalizme darbe vurması 3. Bunalım
Dönemi'nin bir başka ana özeliğidir. Emperyalizm
ile Asya, Afrika ve L. Amerika halkları arasındaki
çelişki, sosyalizmden de güç alarak, emperyalizme
karşı savaşa dönüşmüş, Vietnam zaferi bunun simgesi
olmuştur. Uzun süreli halk savaşı temelinde gelişen
bu savaşlar kapitalist sistemin krizini derinleştirmiş,
halklara büyük moral destek olmuştur. Uluslararası
ilişki ve mücadelede bağlantısızlar hareketi biraz
da buradan, elbette sosyalizm ile kapitalizm arasındaki
çelişkiden de beslenerek ortaya çıkmıştır.
Bunlar
kapitalist-emperyalist sisteme karşı güçlerdir
ve 3. Bunalım Dönemi'nin temel olgularıdır. Ayrıca
kapitalist-emperyalist sistemin kendi iç süreci
vardır. Yukarıda ifade ettiğimiz sosyalizm ve
ulusal/halk kurtuluş savaşlarının devamı olarak;
c)
ABD emperyalizmi, 2. Paylaşım Savaşı sonrası,
emperyalist-kapitalist sistemin en güçlü emperyalist
ülkesi olarak ortaya çıkmıştır. ABD önderliğindeki
emperyalist-kapitalist sistem, sosyalizm ve halk
kurtuluş savaşlarına karşı, ekonomik, siyasal,
askeri boyutları olan bir entegrasyon yaşadı.
Ekonomik alanda, IMF ve DB, askeri alanda NATO
bu sürecin ve entegrasyonun ürünleri olarak ortaya
çıktılar ve süreci yönlendirdiler. ABD emperyalizmi
bazı süreçlerde gerilese de emperyalist-kapitalist
sitemin lideri olarak sadece sosyalizm ve devrimci
kurtuluş savaşlarına karşı değil, sistem içi mücadele
ve örgütlenmede de önder rol oynadı. Emperyalizm,
sosyalizm ve devrimci kurtuluş savaşlarına karşı
içte ekonomisini askerileştirdi, dışta ise yeni-sömürgeciliği
geliştirdi.
d)
Eski sömürgecilik bir yana atılarak, ABD emperyalizmi
önderliğinde yeni-sömürgecilik geliştirildi ve
sürece bu sömürü biçimi yön verdi. Yeni-sömürgecilik,
biçimsel bir siyasal bağımsızlık görüntüsü altında
çok yönlü bağımlılık demektir; emperyalizm artık
bizzat üretim sürecine doğrudan katılan içsel
olgudur.
e)
Ayrıca 2. Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist-kapitalist
sistem ABD emperyalizmi önderliğinde yeniden örgütlenirken
daralan pazar sorununa bağlı olarak kendini yeniden
üretmek zorunda kalmış, sosyalizmle rekabet bu
yeniden üretimi kışkırtmıştır. Böylece, büyük
fabrika üretimine dayalı Fordist üretim ve bu
süreçte ortaya çıkan bilimsel ve teknik devrim
kapitalizmi geliştirmiş; 1970'lere kadar uzanan
kapitalizmin altın çağı yaşanmıştır. 1970 sonrası
ise kapitalizm uzun bir kriz sarmalına düşmüştür.
Yeni dönemin üretim biçimi bu kriz ortamında uç
vermiş ve 1990'larda neo-liberal sömürü modeliyle
sürece egemen olmuştur.
Özetle
bunlar 3. Bunalım Dönemi'nin temel nitelikleridir.
Sonuçta
denilebilir ki, emperyalizm yeni-sömürgeciliği
geliştirmeyip eski sömürgecilikte ısrar etseydi
çoktan defteri dürülürdü. Yeni-sömürgecilik, sadece
emperyalist sömürüyü devam ettirme ve geliştirme
değil, adeta tükenen kapitalizmin esneme noktalarını
açığa çıkarıp ömrünü uzatma işlevi görmüştür.
Peki,
bu nasıl olmuştur?
Sömürgecilik
ve özellikle yarı-sömürgecilik, emperyalist sömürü
ve açık işgal altında bulunan bu ülkelerde sınırlı
bir kapitalist birikim yarattı; yeni-sömürgecilik
bunun üzerinde gelişti, iç pazarı büyüttü, emperyalist
sermayeyi her alana yaydı. Lenin, Emperyalizm
isimli temel yapıtında, sermaye ihracı, ihraç
edilen ülkede kapitalizmi geliştirir diyordu;
bu temel tez, yeni-sömürgecilik altında somutluk
kazandı. Emperyalist sermaye, eskiden farklı olarak
üretken alanlara, yani bizzat üretim alanlarına
yönelip kâr oranlarını yükseltirken bağımlı kapitalizmi
geliştirdi. Bu gelişim sınıf ilişkilerine yeni
bir biçim verdi.
Yeni-sömürge
ülkelerde, klasik sömürge ve yarı-sömürge ülkelerden
farklı olarak, kapitalist sömürü ve kapitalist
toplumsal/sınıfsal ilişkiler sürece egemen oldu
ve gelişim bu yönde derinleşti. Eskiden, emperyalizmin
1. ve 2. Bunalım Dönemlerinde, emperyalizm, sömürge
ve yarı sömürge ülkelerde, en gerici sınıf olan
feodal toprak sahipleri ve komprador ticaret burjuvazisine
dayanırken, 3. Bunalım Dönemi'nde, baştan emperyalizme
bağımlı hale gelen işbirlikçi tekelci sermaye
ve pre-kapitalist sınıfların (feodal ve tefeci
unsurlar) ittifakına, yani bu sınıfların gerici
ittifakı/bloku olan oligarşiye dayanıyordu. Yeni-sömürge
ülkelerde kapitalizm yukarıdan aşağı geliştikçe
feodalizm adım adım çözülmekte ve buna paralel
olarak işbirlikçi oligarşi içinde pre-kapitalist
unsurların etkisi azalmaktadır. Genel olarak ifade
etmek gerekirse, iç pazara yönelik kapitalist
gelişim oturdukça, tekelleşme hızlandıkça, dahası
bu sermeye birikimi üzerinden daha ileri bir birikim
düzeyine sıçradıkça (örneğin uluslararası iş bölümüne
paralel gelişen ihracata yönelik sanayileşme modeli)
hem tekelleşmeyi hızlandırdı hem de pre-kapitalist
unsurları çözerek tekelleştirdi. Böylece oligarşinin
sınıfsal bileşkesi, bu gelişmeye paralel olarak
değişti ve giderek daralma eğilimi gösterdi.
Bu
süreç, yukarıdan aşağı, emperyalizme bağımlı ve
iç pazarın genişlemesine göre örgütlenen kapitalizmin
gelişme derecesine bağlı olarak, kapitalist pazar
ekseninde, daha önce kendi pazarına sahip çıkmak
isteyen ulusalcı sınıfları kendine bağladı. Böylece
yeni-sömürgecilik, tepe noktası ve omurgası tekelci
sermaye olan ve bunun etrafında orta burjuvazinin
binbir bağla bu sınıfa bağlandığı kapitalizmi
yarattı. Artık yeni-sömürge ülkelerde anti-emperyalist
anti-oligarşik demokratik halk devrimi güncelleşti.
Bu devrim, kapitalizmin özgür gelişimini sağlayan
değil, baştan itibaren emperyalizm denetiminde
gelişen kapitalizmi tümden hedef alan devrimdir.
Bu anlamda, emperyalizmi, işbirlikçi oligarşiden
ya da işbirlikçi tekelci sermayeden ayırmak söz
konusu değildir; emperyalizme karşı mücadele ile
kapitalizme karşı mücadele üst üste düşmekte ve
birbirinden koparılamaz hale gelmektedir. Sınıfsal
mücadele tüm mücadelelerin ana eksenidir; anti-emperyalist
mücadele emek eksenlidir.
Emperyalizmin
1. ve 2. Bunalım Döneminde, sömürge ve yarı-sömürge
ülkelerde milli demokratik devrim zorunlu duraktır.
Bu tip ülkelerde, her ülkenin özgün yanlarına
bağlı olarak milli burjuvazi şu ya da bu düzeyde
bir olgudur (Çin devriminde anti-emperyalist mücadelede
bu sınıf, yani milli burjuvazi oldukça önemli
bir yer tutar ve ittifak içinde önemli bir unsurdur;
Vietnam devriminde ise bu sınıfın rolü çok daha
sınırlıdır). Ancak 3. Bunalım Döneminde, milli
burjuvazi toplumsal ve siyasal bir rol oynamaz.
Yani Türkiye'de olduğu gibi öteden beri bu sınıf
yoktur ya da yeni-sömürgecilik ilişkisi içinde
bu sınıf emperyalizm tarafından sınıfsal sömürü
ağı içinde ortadan kaldırılmıştır. Yeni-sömürgecilik,
Che'nin işaret ettiği gibi bu sınıfı emperyalist
sömürünün bir aracına dönüştürmüştür. Eski dönemde,
örneğin 1930'larda sınırlı olsa da varlığını sürdüren
bu milli burjuvazi, yeni-sömürgecilik ilişkileri
içinde ya tekelleşmiş ya da kapitalist pazar ilişkileri
içinde işbirlikçi kapitalizmin bir parçasına dönüşmüştür.
Artık böyle bir sınıf ve bunun siyasal temsilcisi
yoktur ve devrimde siyasal bir rol oynamaktan
uzaktır.
3.
bunalım döneminde, emperyalist işgal biçimi değişmiş,
açık askeri işgal yerini her alanda varlığını
sürdüren gizli işgale bırakmıştır. Emperyalist
sermaye, yerli ve işbirlikçi tekelci sermaye ile
birlikte her alana el atmış, ekonomik, siyasal,
kültürel her alanda ipin ucunu ele geçirmiş, emperyalizm
içsel olguya dönüşmüştür.
Her
üretim ilişkisi kendine özgü sınıf ilişkilerini
yaratır.
Sömürgecilik
ve yarı sömürgecilik, toplumsal sürecin feodal
veya yarı feodal olduğu bir tarihsel dönemin üzerinde
yükselmiştir. Ve bu süreçte gelişen kapitalizm
daha çok ticari karakterdedir; bu ilişkilerin
ortaya çıkardığı işbirlikçi komprador burjuvazi
bu tarihsel sürecin ürünüdür. Yeni-sömürgecilik
ise kapitalizme dayanır ve işbirlikçi tekelci
sermaye bu sömürgecilikte temel rol oynar.
Sol
ve devrimci çevrelerde, 1970'lerden bu yana, biraz
da kalkınmacı sosyalizm ve 3. dünyacılık anlayışından
kaynaklı olarak, işbirlikçilik ile kompradorluk
özdeş kavramlar olarak tanımlanmıştır; hala bu
yanlış anlayış şu ya da bu biçimde devam etmektedir.
Komprador burjuvazinin işbirlikçi olduğu nettir,
ama bu burjuvazi, yukarıda da ifade ettiğimiz
gibi, 1. ve 2. Bunalım Döneminde ticaret kapitalizmine
dayanarak, emperyalist sermayenin aracılığı, acenteciliği
rolünü oynar. Bu sınıf üretimden daha çok dolaşım
sürecinde ortaya çıkar, aracıdır, işbirlikçidir.
Yeni-sömürgecilik kapitalizmi yukarıdan aşağı
geliştirirken, bu sınıfları kendine bağladı, bu
ilişkiler içinde bu sınıf, kapitalist pazar içinde
üretime yöneldi ve tekelcileşti; artık dolaşım
sürecinde aracı olan, acenteci bir sınıf değil,
emperyalizmle işbirliği yapan, üretim-dolaşım-tüketim
sürecinde kapitalist pazarı elinde tutan işbirlikçi
tekelci burjuvazi vardır. Böylece bir dönemin
komprador kapitalizme karşı demokratik/ya da ulusal
kapitalizm tezleri geride kalmıştır; kapitalizm
baştan işbirlikçi ve tekelci karakterdedir ve
devrim buna yönelir.
Yukarıdan
aşağı gelişen ve toplumsal sürece egemen olan
kapitalizm, kendi zıddını da yarattı. Şehirlerde
ve kapitalist işletmelerde ortaya çıkan proletarya,
bu gelişmeye bağlı olarak hızla çoğaldı. Kırsal
alanda eski yapılar çözüldü, kırdan kente göç
dalgaları oluştu, şehirde kapitalist sanayi işletmelerinin
yanı sıra pazara yönelik işletmeler ve bu temelde
işçiler ortaya çıktı. Giderek bu süreç, sanayi
proletaryasının yanı sıra büyük sayılara ulaşan
kent ve kır yoksullarını yarattı. Proletarya artık
devrimde hem nicel hem nitel olarak önderlik yapacak
bir sınıf haline geldi; proletarya bugün sadece
ideolojik değil, politik bilinçle beraber, fiili
önderlik yapacak konumdadır.
Böylece
bu ülkelerde, yeni-sömürge ülkelerde, emperyalizme
ve oligarşiye karşı, proletaryanın önderliğinde
demokratik halk devrimleri zorunlu bir durak oldu.
Bu devrim, proleter devrimin bir biçimi olup,
demokratik ve sosyalist görevleri içermekte; emperyalizme
karşı bağımsızlık mücadelesi, emperyalist sermaye
oligarşi içinde yer aldığından ve içsel olgu olduğundan
sınıfsal temelde yürümektedir. Devrimin demokratik
karakteri yukarıdan aşağı emperyalizm ve yerli
tekelci sermaye tarafından örgütlenen sömürge
tipi faşizmin tasfiyesine kadar uzanmaktadır.
Bir dönemin, yani 1.ve 2. Bunalım Döneminin (hatta
Küba Devrimi somutunda 3. Bunalım Döneminin ilk
evresini de kapsar) toprak devrimi, gelişen kapitalizme
ve kırsal alanda köylülüğün sınıfsal ayrışma yaşamasına
bağlı olarak geride kalmamıştır; bu ülkelerde
toprak devrimi değil tarım devrimi söz konusudur
ve bu devrim sosyalizme bağlanmıştır.
Her
devrimin temel sorunu iktidar sorunudur.
Burjuva
demokratik devrim, feodalizme karşı burjuvazinin
iktidarını; proletarya devriminin bir biçimi olan
milli demokratik devrim/ya da ulusal demokratik
devrim, proletarya önderliğinde, ulusal burjuvazi
ile ittifak yaparak, işçi-köylü iktidarını; demokratik
halk devrimi ise proletaryanın önderliğinde, kapitalizmin
gelişme derecesine ve sınıfsal ayrışmaya bağlı
olarak, işçi, şehir ve kır yoksulları, küçük ve
orta köylülük, şehir küçük burjuvazisini ve halkın
iktidarını hedefler.
Burjuva
demokratik devrimleri feodalizmin belini kırar;
milli demokratik devrimler feodalizm ve komprador
burjuvazinin belini kırar; demokratik halk devrimleri
ise tekelcileşen kapitalizmin belini kırar. Burjuva
demokratik devrimleri kapitalizmi hedeflemez,
tam tersine onu geliştirir. Milli demokratik devrimler,
en fazlasından işbirlikçi komprador kapitalizme
yönelir. Bu açıdan, demokratik halk devrimi programı
kendini asgari ve demokratik görevlerle sınırlamaz,
bunları sosyalist görevlere bağlar. Emperyalizmin
1. ve 2. Bunalım Döneminde milli demokratik devrimler
ile sosyalist devrimler arasında bir mesafe vardır.
Ama 3. Bunalım Dönemimde ortaya çıkan ve yeni
tarihsel süreçte tümden olgunlaşan demokratik
halk devrimi ya da halk devrimlerinde böylesi
bir mesafe yoktur. Bu devrimlerde asgari ve azami
program iç içedir, kesintisiz ve aşamasız devrim
söz konusudur. Demokratik halk devrimi, emperyalizmin
tüm egemenlik biçimlerine son verir, faşizmi tasfiye
eder, oligarşinin mali, siyasi, kültürel tüm kaynaklarını
kurutur. Ve emperyalizme ve oligarşiye karşı,
işçi sınıfı önderliğinde tüm halkın iktidarını
hedefler. Halk iktidarı, burjuvaziyi dışta tutar,
onun üzerinde baskı kurar ve adım adım, devrimin
ertesi günü sosyalizmi inşaya yönelir. Tam da
bundan dolayı, proleter devrimin bir biçimi olan
halk devrimi, proletarya diktatörlüğünün özgün
biçimi olan halk demokrasini hedefler.
C)
Yeni Dönem Ve Bazı Sonuçlar
Emperyalist-kapitalist
sistem 2. Paylaşım Savaşı sonrası yeniden yapılanmıştır.
2. Paylaşım Savaşı, başta Avrupa olmak üzere emperyalist-kapitalist
sistemi tahrip etmiş, bu yıkıntılar içinden sosyalizm
zaferle çıkmıştır. ABD emperyalizmi, emperyalist-kapitalist
sistem içinde en az yıpranan güçtür ve emperyalist-kapitalist
sistem ABD önderliğinde yeniden toparlanmaktadır.
Gerek başta Avrupa ve Japonya'nın, gerekse de
bunu izleyen süreçte tüm geri kalmış ülkelerin
onarılması, sosyalizme karşı bir zorunluluk olmuş;
böylece ABD emperyalizmi kapitalist sistemin önderliğini
ele geçirmekle kalmamış, kapitalizm için üretim
güçlerini kendi sınırları içinde geliştirme ve
kâr oranlarını yükseltme imkanı bulmuştur. 1945-70
sürecinin kapitalizm için altın çağ olarak tanımlanması
bundandır.
Ama
bu süreç 1970'lerde tıkanmış, emperyalist-kapitalist
sistem günümüze kadar uzanan bir kriz sürecine
girmiştir. Bu krizde kapitalizmin içsel faktörleri
vardır; ama başta Vietnam Devrimi olmak üzere,
devrimci halk kurtuluş savaşları ve sosyalizmin
rolü de önemlidir. Emperyalist-kapitalist sistemi
saran kriz, doğal olarak yeni ve köklü arayışları
hızlandırmış; kapitalizmin iç örgütlenmesini neo-liberalizm
temelinde yeniden biçimlendirmiş, sosyal devlet
politikalarının bir yana atılıp özelleştirme saldırılarının
güncelleşmesinden tutalım, esnek üretime kadar
kapsamlı politikalar sisteme egemen olmuştur.
Emperyalist-kapitalist
sistem bir hiyerarşiyi içerir ve sistemdeki kriz
en çok yeni-sömürgelere yüklenir. Ayrıca, yeni-sömürgeci
kapitalizm, 1970'lere gelince hem sistemdeki krizin
yansıması, hem de kendi içsel süreci gereği tıkanmış,
kriz üreten bir sisteme dönüşmüştür. Emperyalizme
bağımlı ve iç pazara göre örgütlenen kapitalizm
ve bu temeldeki sermaye birikim modeli, sermayenin
uluslararasılaşmasına bağlı olarak yeni bir evreye
sıçramıştır. Aynı zamanda emperyalist-kapitalist
sistemin iş bölümüne bağlı olarak, özellikle kapitalizmin
nispeten geliştiği ülkelerde dışa açılma adı altında
ihracata yönelik kapitalist birikim modeli benimsenmiştir.
Neoliberal saldırı programları bu modelle hızlanmış,
yeni-sömürge ülkeler emperyalist sermayenin açık
pazarına dönüşmüş, sanayisizleştirme politikaları
dayatılmış, yeni-sömürgecilik derinleşmiştir.
Reel-sosyalizmin
çözülmesi, kapitalizmin bu iç örgütlenmesini her
alana taşımış ve emperyalist saldırı politikalarını
pervasızlaştırmıştır. Artık, kriz ortamında geliştirilen
politikalar, emperyalist-kapitalist sistemin temel
özelliği olmuştur. Her alanda bu emperyalist saldırı
politikaları, vahşi sömürü ile iç içe derinleşmiş,
kapitalizmin tarihsel olarak sınırlarını tüketmiştir.
Bu
süreç, her açıdan yeni bir tarihsel süreç ya da
dönemdir. 2. Paylaşım Savaşı sonrası dünyanın
1/3'ünde zafer kazanıp kapitalist pazarın dışına
düşen sosyalizm, bu süreçte büyük bir tarihsel
kırılma yaşamıştır. Reel sosyalizm çözülmüş ve
kapitalist restorasyon bu ülkelerde yaşanmış ve
sosyalizm Küba gibi, tek tek ve küçük ülkelerde
savunma zemininde kalmıştır. Bunun yanı sıra bir
önceki dönemde devasa boyutlar kazanan devrimci
halk kurtuluş savaşları gerileme sürecine girmiştir.
Tüm bu tablo sosyalist hareket açısından genel
bir yenilgiyi ortaya çıkarmış ve hala bu genel
yenilginin ortaya çıkardığı sonuçlar aşılamamıştır.
Bu
sürecin temel özelliklerinin biri; neoliberal
politikalar öncülüğünde yeni-sömürgeciliğin derinleşmesidir.
Bu süreç konumuza bağlı olarak dört ana sonuç
yaratmıştır.
Birincisi;
tekelci kapitalizm yeni bir sermaye birikim modeli
yaratmış, sanayi sermayesi değil, üretimden kopuk
spekülatif sermaye ve mali sermaye ön plana çıkmıştır.
Bu kapitalist birikim süreci oligarşinin bazı
kesimlerini tasfiye etmiş, yeni-sömürgeciliğin
kurumsallaşması sürecinde varlığını devam ettiren
ve tekelci sermaye ile ittifak içinde olan pre-kapitalist
unsurlar tasfiye olmuş, oligarşinin sınıfsal bileşkesi
daralmıştır. Bugün oligarşi, sanayi, mali, ticaret
ve tarım alanında tekelleşen büyük sermayeyi kapsar.
İkincisi;
yeni-sömürgecilik üzerinde biçim alan faşizm,
bu gelişime paralel olarak yeni biçim almıştır.
Yeni-sömürgeciliğin oluşum sürecinde görülen nispi
demokrasi artık yoktur. Özellikle askeri açık
faşizm ve bunların cunta biçiminde örgütlenmesi,
önceki süreçte bir tür dengeye son vermiş, her
şey emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermaye
lehine örgütlenmiştir. Eskiden, faşizm, temsili
demokrasiyi görüntüde de olsa koruyan gizli biçimde
kurumlaşırken, emperyalizm ve yerli tekelci sermaye
ipin ucunu elinden kaçırınca açık biçime başvurması
söz konusuydu. Ama artık, neoliberal saldırı programları
gündemde olup, devlet, yani faşizm, emperyalizm
ve oligarşinin çıkarlarını gözeten, buna göre
biçim alan, sadece baskı politikalarını değil
ideolojik ve kültürel pasifikasyon araçlarını
da uygulayan, buna göre kendini yeniden örgütleyen
bir düzeydedir.
Üçüncüsü;
bu durum, burjuva demokrasisini sadece yeni-sömürgelerde
değil, metropol kapitalist ülkelerde de hayale
dönüştürmüş, kitlelerin demokrasi mücadelesini
sınıfsal temelde büyütmüştür. Demokrasi mücadelesi
okulunda geçmeyen proletarya kendi devrimini yapamaz.
Lenin'in bu tezi, bu tarihsel koşullarda, yeni-sömürge
ülkelerde, son derece önem kazanmış, demokrasi
mücadelesini sosyalizme bağlamıştır. Demokrasi
mücadelesinde proletarya önder güçtür ve tek tutarlı
sınıftır. Kendi devrimine, sosyalizme yönelen
proletarya, kendi devrimine ancak demokrasi savaşımında
en önde yer alarak ulaşabilir. Demokrasi savaşında
proletarya önderdir ama tek sınıf değildir; siyasal
gericiliğin merkezine, yeni-sömürgeci kapitalizme
ve onun omurgasına demokrasi savaşımında yönelen
proletarya, demokrasi savaşını diğer sınıflarla
birlikte, özellikle kent ve kır küçük burjuvazisi
ile birlikte mücadele eder. Bu mücadelede, demokrasi
savaşımının temel bir unsur haline geldiği bu
dönemde demokratik halk devrimi atlanarak, sosyalist
devrim çığırtkanlığı yapılarak ne demokrasi savaşımı
kazanılabilir, ne de proletarya kendi devrimine
ulaşabilir.
Dördüncüsü;
demokrasi mücadelesinin iki ana boyutu vardır.
Birincisi, kapitalizm sınırları içinde, temel
hak ve özgürlüklerin, siyasal demokrasinin sınırlarını
genişletmek için kazanılan mevzilerdir. Bunu bir
anlamda reformlar için mücadele olarak da tanımlamak
mümkündür. İkincisi ise, demokrasi savaşının ancak
faşizmin tasfiyesiyle mümkün olduğu gerçeğidir.
Faşizmi ana hedef tahtasına koymayan, bunu devrime
bağlamayan demokrasi mücadelesi gerçek bir demokrasi
mücadelesi olamaz. Yani demokrasi mücadelesi devrimle
kazanılacaktır. Birincisi ikincisine bağlanır
ve demokrasi mücadelesinin tümü sosyalizme bağlanmak
zorundadır. Çünkü gerçek bir demokrasi savaşı
halk demokrasini hedefler ve ancak sosyalizm bu
demokrasiyi güvence altına alır.
Böylece,
yeni tarihsel dönemde, emperyalizme ve faşizme/
oligarşiye karşı savaş; sınıfsal zeminde, emek
eksenli olmakla kalmamış, demokrasi mücadelesinde
acil ve güncel talepleri yakıcı hale getirmiştir.
Bu acil ve güncel demokratik talepler için (ki
bunlar özünde kapitalizm sınırları içinde teorik
olarak kazanılabilecek taleplerdir) savaşılmadan,
neoliberal emperyalist saldırı politikalarına
karşı direnilmeden, temel hak ve özgürlükler için
mücadele edilmeden vb. demokrasi savaşı kazanılamaz.
Tüm
bu sonuçlar, devrimimizde, yeni dönemde, demokratik
ve sosyalist görevlerin çok daha güçlü biçimde
iç içe olması, yukarıda demokratik halk devrimi
için söylediğimiz tüm ana başlıkların çok daha
olgun hal almasına yol açmıştır. Halk devrimi,
asgari ve azami hedefleri içeren, kapitalizmden
sosyalizme geçiş programı, olarak somutlaşmıştır.
Halk devrimi, sosyalist devrim ile arasına bir
aşama koymaz, kesintisiz sosyalizme yönelir. Halk
devrimi sınıfsal zeminde yürür, anti-emperyalist
anti-oligarşik anti-faşist mücadelede işçi sınıfının
önderliğinde tüm halkın katılımını savunur ve
tüm bunları iktidar savaşına, halk iktidarına
bağlar.
D)
Ara Paragraf:?Nispi Demokrasi Var Mı?
Yukarıda
yapmış olduğumuz özet kavramsal açıklamalardan
sonra, yeni-sömürge ülkelerde, sömürge tipi faşizm-demokrasi
ilişkisini, özellikle günümüzde daha net kavramak
için bir ara başlık açmakta yarar vardır. Bu ara
başlığın asıl sorusu şudur: nispi demokrasi var
mıdır?
Emperyalizm
demokrasini inkarıdır. Ancak 3. Bunalım Dönemi'nde,
bu dönemin en temel özeliği olarak gelişen yeni-sömürgecilik
demokrasi aldatmacası ile iç içe ortaya çıktı.
Burada bir çelişki mi var? Hayır yok. Dahası demokrasi
aldatmacası keyfi bir tercihin ürünü değildir,
emperyalist sömürünün yeni-sömürge ülkelerde yoğunlaşması
için zorunludur. Sosyalizmin dünyanın 1/3'de zafer
kazanması ve yükselen devrimci halk kurtuluş savaşları,
emperyalizmi yeni arayışlara itmiştir. Bu süreç
yukarıda ifade ettiğimiz gibi, kapitalizmin gelişmesine
paralel olarak, kapitalizmin kendi sınırları içinde
esneme ve kendi varlığı için sınıfsal tepkileri
eritme arayış ve yöntemlerini de yarattı. 2. Paylaşım
Savaşı sonrası gelişen sosyal devlet sadece sosyalizm
ve yükselen sınıfsal ve ulusal mücadelelerin yan
ürünü olarak ortaya çıkmakla kalmadı, aynı zamanda
demokrasi aldatmacasına da zemin sundu.
Yeni-sömürgecilik,
klasik ve yarı sömürgecilikten farklı olarak,
kapitalistleşme sürecini hızlandırmakla kalmadı,
bu ülkelerin (ki emperyalist-kapitalist sistemin
zayıf halkası bu ülkelerdir) sosyalizme kaymasını
önlemek için bir dizi politikayı da güncelleştirdi.
Emperyalist işgalin gizlenmesi için demokrasi
maskesine ihtiyaç vardı, ama bununla birlikte
işçi ve emekçi sınıfların demokrasi mücadelesini
düzen sınırları içinde eritmek için de demokrasi
maskesi gerekliydi. Bu demokrasinin sınırlarını
emperyalizm ve işbirlikçi oligarşinin çizdiği
açıktır. Ama iç pazara egemen olmanın yolu, demokrasi
ve özgürlük adına emperyalist sermaye ve işbirlikçi
tekelci sermayenin bu alana nüfuz etmesidir. Eski
ve dışa kapalı ekonomi çözüm değildir, burjuvazinin
ve emperyalist tekellerin kendine siyasal alanda
da yer açması zorunludur. Bunun yolu da yeni-sömürge
ülkelerde, siyasi üst yapıda temsili ve biçimsel
demokrasiyi ve bunun unsurları olan, burjuva partileri,
her 5 yılda bir yapılan seçim sistemini, parlamentoyu
devreye sokmaktır.
Bununla
birlikte, yeni-sömürgeciliğin Asya, Afrika ve
L. Amerika ülkelerinde gelişmesi öyle bir çırpıda
ve sancısız olmamıştır. Bu süreç ülkemizde çok
daha sancısız olurken, örneğin L. Amerika'da sürece
şu veya bu ölçüde direnen sermaye kesimleri vardır.
Burjuvazinin bazı kesimleri, bu süreçle, bu sermaye
birikim modeli ile tam bütünleşememiş ve oligarşi
içinde çelişkinin hızlanmasına yol açmıştır; ama
böyle de olsa oligarşi içinde bir denge zorunludur.
Ayrıca eğer, söz konusu yeni-sömürge ülkede, başta
küçük burjuvazi olmak üzere kitlelerin tepkileri
de varsa, oligarşi özellikle küçük burjuvazi ile
geçici de olsa bir denge kurmuşsa, bunlar biçimsel
demokrasiyi güçlendirir. Hatta bazı süreçlerde
bu denge emperyalizmi ve oligarşiyi rahatsız eder,
bunu kendi lehine bozmaya çalışır.
3.
Bunalım Dönemi'nin ilk aşamasında, yani 1950-70
sürecinde bu dengeyi görmek mümkündür. L. Amerika'da
liberal burjuvazinin bu süreçte yeni sömürgeciliğe
karşı sınırlı tepkisi ve kalkınmacı bir model
arayışı söz konusudur; bu demokrasi arayışını
kışkırtan bir kanal açmaktadır. L. Amerika ülkelerinde
anti-sömürgeci mücadelenin oldukça güçlü bir gelenek
olması ve kitlelerin tepkisinin gerilla savaşlarıyla
iç içe geçmesi, bu temelde sol ve devrimci bir
dalganın oluşması önemli bir yer tutar. Bunlar
yeni-sömürgeciliğin daha sancılı gelişmesine yol
açmıştır. Ama öte yandan bu biçimsel demokrasiye
ihtiyacı da büyütmüştür. Türkiye örneğinde ise
bu süreç emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi için
daha sorunsuzdur ve daha çok yeni-sömürgeciliği
meşrulaştırmak için demokrasi oyunu baştan kurgulanır;
oligarşi ile küçük burjuvazi arasında kurulan
geçici denge nispi demokratik ortamın oluşmasında
(örneğin 1960'lı yıllar) rol oynamıştır.
Belirli
dengelere dayanan bu oyun her zaman istenilen
gibi gitmez, bu kez demokrasi rafa kaldırılır
ve bunun yerini askeri cuntalar, yani açık faşizm
yerini alır. 1970'lerde L. Amerika, Asya ve Afrika'da
birçok ülkeyi; Türkiye, Şili, Brezilya, Arjantin,
Paraguay, Filipinler vb kapsayan cuntalar tamda
bundandır. Yani, bir biçimde kurulan denge işçi
ve emekçilerin mücadelesiyle birlikte demokratik
talepleri kamçılamaktadır. Bu durum ipin ucunun
kaçtığı durumdur ve buna son vermek, emperyalist
sömürüyü hızlandırmak gereklidir. Açık faşizm
ve cuntaların iş başına gelmesi bundandır. Bu
açık faşizm örnekleri emperyalizm ve yerli tekelci
sermayenin çıkarlarını savunur, emperyalist sömürüyü
derinleştirir.
Özetle;
yeni-sömürgelerde, emperyalist sömürü ve faşizmin
gizlenmesi, sosyal devlet ve belirli sınıflar
arasında dengeye dayanan nispi demokratik ortam
temelinde başarıldı. Dengelerin bozulduğu, işçi
ve ezilen halk kitlelerin tepkilerinin yoğunlaştığı
yerde emperyalizm ve yerli işbirlikçi sermaye
bu nispi demokratik ortamı yok etti.
Bu
bir sürecin, yeni-sömürgeciliğin gelişim sürecinin
bir ürünü olarak ortaya çıktı ve dayandığı olgular
bu sürecin ürünüdür. Bu olgular ortadan kalktığı
süreçte, bunun sonuçları da ortadan kalktı.
Yani,
emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi kendi içinde iki
ana evreyi içerir. Birinci evreyi, 1945-70; ikinci
evreyi ise 1970-90 arası olarak tanımlamak mümkündür.
Bu
ikinci evrenin bazı temel özeliklerini özetle
ifade etmekte yarar vardır:
a)
Bu evrede sosyalizm, revizyonizmin elinde
bir gerileme sürecine girse de hala işçi sınıfı
ve ezilen halkların umudur ve büyük prestije sahiptir.
Özelikle SBKP-ÇKP çatışması ve sosyalist bloğun
parçalanması bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır
ama bunun yanı sıra Vietnam devrimi somutunda
halkların mücadelesi emperyalizme darbe indirmeye
devam etmektedir. Sosyalizm ve devrimci halk kurtuluş
savaşları bir olgudur. Ama halk kurtuluş savaşları
özellikle 1980 sonrası gerileme eğilimi içindedir.
b)
Emperyalist-kapitalist sistem,1945-70 sürecinde
kâr oranlarını yükseltirken, özellikle yeni-sömürge
ülkelerde iç pazar genişlerken, ikinci süreçte
hızla gerilemekte ve uzun bir kriz dalgasına düşmektedir.
Doların üstünlüğünü kaybetmesi, ABD ekonomisin
açık vermesi, kapitalizmde içsel olan eşitsiz
ve dengesiz gelişimin ürünü olarak özellikle Alman
ve Japon sermayesinin atak yapması, petrol krizi
vb. bu kriz sürecinin unsurlarıdır. Hiç şüphesiz
bu kriz sosyalizm ve devrimci kurtuluş savaşları
ile özellikle Vietnam devrimi ile derinleşmiştir.
c)
Bu süreç aynı zamanda, 2. Paylaşım Savaşı sonrası
emperyalist-kapitalist sistemde mutlak üstünlüğü
ele geçiren ABD emperyalizminin zayıflaması ve
nispi üstünlüğe düşmesi anlamına gelmektedir.
Sosyalizme karşı ABD emperyalizmi 1945-60 yıllarında
önce Avrupa ve Japonya ekonomisini onarmış, ama
1970'lere gelindiğinde Avrupa ve Japon sermayesi,
emperyalist sermaye içinde önemli bir yer tutmuştur.
d)
Kapitalizmin krizi, yeni arayışları hızlandırmış,
ilk kez bu yıllarda, örneğin Japonya'da esnek
üretim filizlenmiş, böylece kapitalizmin sömürü
düzeneği değişim içine girmiştir. Şili ve Güney
Kore, neoliberal politikaların ilk uygulandığı
ülkeler olmuş ve bu sömürü modeli 1980 sonrası
emperyalist-kapitalist sisteme egemen olmuştur.
Türkiye bu sürece 12 Eylül açık faşizmi ile dahil
olmuştur.
Özetle
bu unsurlar aynı zamanda, reel sosyalizmin çözülmesi
ile bir tarihsel dönemin kapanması ve yeni bir
tarihsel dönemin başlamasının zeminini de oluşturmuş,
bu süreçte, 3. Bunalım Dönem'inin ikinci evresinde
uç veren olgular, yeni tarihsel süreci hazırlamıştır.
İşte
bu süreçte, yeni-sömürge ülkelerde siyasal üst
yapının en temel kurumu olan devlet biçimi, yani
sürekli faşizm, yeniden biçimlenmekte ve kapitalizmin
nispi refahının hızla gerilemesine paralel olarak
nispi demokratik ortam hızla ortadan kalkmaktadır.
Bu süreç, neoliberal politikalarla içiçe yaşanmakta;
vahşi sömürü, bazen açık faşizm uygulamaları ile
bazen de bu sürecin asıl hedefi olarak faşizmin
açık ve gizli uygulamaların içiçe geçtiği bir
kurumlaşmakta, yaşanmaktadır.
Artık
tarihsel süreç yeni bir döneme sıçradığında,demokrasi
adına burjuva parlamentosu, seçim sistemi, burjuva
partileri vb. olsa da nispi demokrasinin bir yana
atıldığı yeni bir dönem başlamıştır.
(SÜRECEK)
|