Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

62-1. Sayı - Mart/Nisan 2011

       Giriş
       Ülkemiz, emperyalizme bağımlı, kapitalizmin orta düzeyde geliştiği yeni-sömürge bir ülkedir.
       Yeni-sömürgecilik, herhangi bir bağımlılık biçimi değildir. 2. Paylaşım Savaşı sonrası, emperyalist-kapitalist sistemin daralan pazar sorununu çözmek ve iflas eden klasik sömürgeciliğe karşı emperyalizmin geliştirdiği çok yönlü bağımlılığı içeren stratejik yönelimdir. Yeni-sömürgecilik, ekonomik, siyasal, mali, kültürel, vb. her alanda tam bağımlılığı ifade eden, inceltilmiş sömürgeciliktir. Yeni-sömürgecilik, 2. Paylaşım Savaşı sonrasında dünyanın 1/3'ünün emperyalist-kapitalist sistem dışına çıkması sonucunda daralan pazar sorununu çözmek için bağımlı ülkelerin iç pazarının derinlemesine gelişmesini sağlamış ve bu temelde yukarıdan aşağıya kapitalizmi geliştirmiştir. Hiç şüphesiz bu gelişim emperyalizmin çıkarlarına göre biçim almış ve tüm sömürü biçimleri, devletin örgütlenmesinden tutalım günlük yaşama kadar her şey bu temelde düzenlenmiştir.
       Yeni-sömürgecilik ile birlikte emperyalizm dışsal bir olgu olmaktan çıkmış, emperyalist sermaye sadece demiryolları, liman, vb. gibi kapitalizmin altyapı alanlarına yönelip hammaddelerin talanı ve mamul mal satışıyla sınırlı kalmamış, kapitalist üretimin tüm stratejik alanlarına yönelmiş, bu alanlara yatırım yapmış, bizzat artı-değer sömürüsüne katılmış, içsel olgu olmuştur. Yeni-sömürgecilikle emperyalist sermaye teşvik edilip çıkarları garanti altına alınmıştır. Yeni-sömürgecilik, borç, kredi, yardım vb. adı altında emperyalizme mali ve ekonomik düzeyde bağımlı hale gelinmesi, IMF, DB gibi emperyalist kurumlarla bağımlı ekonominin denetlenip yönlendirilmesi demektir.
       Yeni-sömürgecilik, sadece ekonomik alanda değil, siyasal ve kültürel her alanda da kendine özgü ve emperyalizmin çıkarlarına uygun ilişkiler yaratmıştır. Yukarıdan aşağı gelişen kapitalizm kendine özgü sınıf ilişkilerini yaratmış, feodal ve yarı feodal ilişkiler bu gelişmeye bağlı olarak çözülmüş; buna uygun yeni bir egemenlik sistemi, işbirlikçi tekelci sermaye ve büyük toprak sahiplerinin ittifakını ifade eden oligarşik bir sistem kurulmuştur. Emperyalizme her düzeyde bağımlı olan, onun uzantısı olan oligarşi, içsel olgu olan emperyalizmle birlikte bağımlı kapitalizmin tüm stratejik alanlarını ele geçirmiş, siyasal ve toplumsal tüm ilişkileri bu temelde örgütlemiştir. Yeni bir tüketim kalıbı kitlelere dayatılmış, tüketim kültürü toplumun her alanına yedirilmiş, kültürel dinamikler bozulup yozlaştırılmış ve her şeyi metalaştıran kültürel iklim topluma dayatılmıştır.
       Özetle ifade etmek gerekirse; emperyalist çağda, meta ihracının yanı sıra sermaye ihracına dayanan emperyalist sömürgecilik ve bunun almış olduğu biçimler, yani, emperyalist işgalin biçiminin açık ve özellikle stratejik yerlerde sürekli olduğu sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik biçimi bir yana atılmış; emperyalist işgalin açık değil gizli olduğu, emperyalizm sadece bir dışsal olgu olmaktan çıkıp, her alanda egemenliğini tesis ettiği, içsel olguya dönüştüğü yeni-sömürgecilik başlamıştır. Eğer yeni-sömürgecilik olmasaydı kapitalizmin ölüm fermanı çoktan okunmuş olurdu.
       Ülkemiz bu çok yönlü bağımlılığı içeren sistemin ilk uygulandığı ülkelerden biridir ve bu anlamda bir modeldir de.
       Yeni-sömürgeciliğin devlet biçimi faşizmdir. Yeni-sömürgecilik, eski sömürgecilik ve yarı sömürgeciliğin devamı, onun almış olduğu biçimdir. Ve genel olarak ifade etmek gerekirse, emperyalizmin işgali altındaki sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, hiçbir zaman, burjuva anlamda demokrasi söz konusu olmamıştır. 2. Paylaşım Savaşı sonrası geliştirilen yeni sömürgecilik, her ülkenin özgün tarihinden de beslenerek, kendine özgü siyasal üst yapı kurumlarını oluşturmuş; eski dönemin burjuva demokrasisinden uzak devlet biçimleri üzerinden, emperyalizm ve işbirlikçi yerli tekelci sermayeye dayanan sömürge tipi faşizm devlet biçimi olarak biçimlenmiştir.
       Her yeni egemenlik biçimi kitleleri aldatmak ve onların onayını şu veya bu ölçüde almak ister. Bu açıdan yeni-sömürgecilik tam bir iki yüzlülük, aldatmacadır. Emperyalist işgali ve faşizmi gizlenmek için, emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi tarafından en çok demokrasi kavramının istismar edilmesi de bundandır. Yeni-sömürgecilik tarihi, başka şeylerin yanı sıra, baştan sona emperyalistler ve yerli oligarşinin elindeki sahte demokrasinin tarihidir. Elbette bazı süreçlerde bu sahte demokrasi de lüks ilan edilmekte, olmayan demokrasi askıya alınmaktadır. Ama yine dönüp dolaşıp bu eksende sömürü ve egemenlik biçimleri yeniden ve yeniden biçimlendirilmektedir.
       Burjuva anlamda bile demokrasinin olmadığı, faşizmin demokrasi maskesi ile örtüldüğü bir ülkede, doğal olarak demokrasi temel/ana siyasal talep olmaktadır; devrimler bu ana sorunu çözmek zorundadır. Ama demokrasi kavramı öyle bir kavramdır ki; her sınıfa, her toplumsal kesime ve bunların siyasal temsilcilerine göre farklı biçimler almaktadır. Dolayısıyla da en çok istismar edilen kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
       Bu ülkede, demokrasi mücadelesi kapitalizme ait iki sınıf olan burjuvazi ve proletaryanın tarih sahnesinde yerini almasıyla, bu iki sınıfın kendi mücadelelerinin kanalından beslenerek günümüze ulaşmıştır. Bu ülkede kapitalizm, baştan bu yana iç dinamikleriyle gelişmemiş, ulusal bir kapitalizm hiç olmamış, tam tersine kapitalizmin ilk filiz vermesi emperyalizm tarafından kontrol altına alınmış ve bağımlı hale getirilmiştir. Bu tarihsel süreç aynı zamanda demokrasi arayışları ve zayıf da olsa demokrasi mücadelesi tarihidir.
       Türkiye kapitalizmi, feodalizmin bağrında küçük meta üretimi olarak filiz vermiştir. Ama bu filizler Osmanlı İmparatorluğu'nun yarı-sömürgeleşmesi sürecinde tümden çarpıtılmış ve dışa bağımlı biçime dönüşmüştür. Bu süreçte gelişen kapitalizm ulusal değil komprador kapitalizm biçimindedir. Feodal ve yarı feodal süreçte gelişen bu bağımlı kapitalizm 19. yüzyılın ikinci yarısında ve Osmanlı İmparatorluğu'nun çözülmesinde rol oynamıştır. Daha sonra Kemalizmin ülke ve dünya koşullarına paralel geliştirdiği devlet kapitalizmi bu yarı-sömürge kapitalizm üzerinde yeni bir aşamayı ifade eder. Bu sürecin ilkel sermaye birikimi üzerinden geliştiği söylenebilir.
       Yeni sömürgecilik bu ilişkiler üzerinden gelişmiş; kapitalizm bu süreçte, adım adım egemen üretim ilişkisi haline dönüşmüş, tüm toplumsal ilişkilere yön vermiştir. Osmanlı döneminde gelişen ve Kemalizm dönemiyle artan sermaye birikimi olmasaydı yeni-sömürgecilik olmazdı. Bu serüven yaklaşık 200 yıllık bir tarihsel süreçtir. Bu tarihsel süreç iki temel aşamadan geçmiştir. Biri,1830'larda başlayan yarı-sömürgecilik, diğeri 2. Paylaşım Savaşı sonrası geliştirilen yeni-sömürgeciliktir. Bir ara dönem olan Kemalizm dönemi,1923-45 süreci sanıldığı gibi bağımsızlık değil, özünde yarı-bağımlılığın, zayıflasa da devamından başka bir şey değildir. Bir başka ifade ile Türkiye'de yaklaşık 200 yıllık kapitalizm tarihi vardır.
       Demokrasi mücadelesi de bu tarihte gizlidir. Başlangıçta, ciddi bir birikim ve programdan yoksun, daha çok, Avrupa'da gelişen liberalizme öykünme düzeyinde burjuvazinin bazı kesimlerinin sınırlı demokrasi arayışları ve mücadelesi vardır. Ama bu arayış daha çok gerileyen Osmanlı İmparatorluğu'nu ve vatanı koruma; bu temelde milliyetçilikle iç içe, başka halklara karşı düşmanca eğilimleri içeren biçimdedir. Bu anlamda son derece biçimseldir ve Osmanlı hanedanlığına karşı sınırlı bir tutumu içerse de özünde gerici ve anti-demokratik niteliklere sahiptir.
       Hiç şüphesiz, burjuvazinin bu arayışı burjuva anlamda bile bir demokrasi programından yoksundur. Bu arayışlar, emperyalist çağda demokrasinin inkarına kaynaklık eden emperyalizme karşı bir siyasal tavrı içermemekte, hatta çok kez bir emperyalist güce karşı bir başka emperyalist gücün hizmetinde bir arayışı ifade etmektedir. Böyle olunca, bu arayışlar, 1830'larda başlayan yarı-sömürgeciliğe son verme değil, bu temelde gelişen bağımlı kapitalizmin egemenliğini amaçlamış, çoğu kez feodal güçlerle ile ittifak yaparak, hiçbir zaman burjuva demokrasisini hedefleyen bir anlayış ve programı içermemiştir.
       Demokrasi mücadelesinin asıl dinamik gücü işçi ve emekçilerdir. Özellikle Ekim Devrimi'nin etkisi ile kurulan TKP bu sürecin temel unsurudur. Yani, sınırlı da olsa demokrasi mücadelesinde işçi ve emekçiler bir rol oynamıştır. Demokrasi mücadelesi sınıf mücadelesinin temel unsuru olmuş, diğer bir temel unsur olan emperyalizme karşı bağımsızlık ile iç içe devrim programının iki ana halkası durumundadır. TKP'nin kuruluşu ve ilk programı da bunun ilanıdır.
       Elbette bu iki temel unsur, bağımsızlık ve demokrasi, devrim tarihimizde, çok kez çarpık ve yanlış ele alınmıştır. Daha çok, 3.Enternasyonale kadar uzanan aşamalı devrim anlayışından kaynaklı bu yanlış bakış; bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini sosyalizmden koparan anlayışlara kaynaklık etmiştir. Sol liberal bir anlayışla demokrasiyi burjuva demokrasisi ile sınırlayan ve bu çerçevede burjuvaziye soldan destek olan anlayışlardan (TKP tarihi budur ve özellikle 1960 sonrası geliştirilen kapitalist olmayan yol, sosyalizme barışçıl geçiş tezleri bunun siyasal alt yapısını oluşturmuştur. Ki bu anlayış daha sonra, 1969 yılından itibaren anti-tekelci demokratik devrim adı altında program düzeyine çıkmıştır.); devletin demokratikleştirilmesi adı altında 1961 anayasasını savunan anlayışları, demokrasiyi devrime bağlayan ama devrimle sosyalizm arasına mesafe koyan anlayışları, yani devrimci demokrasiye kadar uzanan yaklaşımları görmek mümkündür.
       Böyle de olsa bu mücadele tarihi devrim ve demokrasi tarihidir. Sonuçta bu ülkede demokrasi mücadelesi, bu tarihin içinde işçi ve emekçi sınıflar, sol ve devrimci güçler tarafından geliştirilmiştir.
       Devrime gebe ülkemizde tüm sınıfsal ve ulusal çelişkilerin çözüm platformu Demokratik Halk Devrimidir. Demokratik Halk Devrimi, burjuva demokratik devrimden öz ve biçim olarak farklıdır. Sadece burjuva demokratik devrime burjuvazinin önderlik etmesi açısından değil, programatik içerik olarak da farklıdır. Demokratik Halk Devrimi, işçi sınıfının önderliğinde, sadece burjuva demokratik sorunlarıı çözmekle kalmaz; tüm bunları sosyalizm mücadelesine bağlar.
       Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi bir bütündür, bunlar arasında özel bir ara aşama, birbirinden kopuk ilişkiler yoktur. Tam tersine iç içe ve bir zincirin halkaları gibidir. Demokratik Halk devrimi, sosyalist ve demokratik görevleri iç içe ele alır, kesintisiz sosyalizme yönelir. Devrim aşamalı değil kesintisizdir. Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur; demokrasi devrimle gelecektir. Demokratik Halk devrimi, işçi sınıfı önderliğinde halk iktidarını hedefler. Halk iktidarı, proletarya diktatörlüğünün ya da başka ifade ile proletarya demokrasisinin özgün biçimidir.
       Proletaryanın elinde demokrasi, tek başına siyasal bir kavram değil, toplumsal temelleri olan bir kavramdır. Yani, burjuvazinin elinde bir aldatmaca olan demokrasi, işçi ve emekçi halkın elinde, burjuvazinin siyasal iktidarına son verilerek, onun ekonomik kaynakları kurutularak, söz ve yetkiyi tüm halkın elinde toplayarak, üretimle sıkı bağlar kuracak ve halkın doğrudan yönetimini içerecektir. Bu yeni tipte demokrasidir; ilk örneği Paris Komünü'nde görülen, daha sonra Sovyet ve halk meclisleri örnekleriyle zenginleşen yeni tip demokrasidir.
       Devrimci sosyalizm, böyle bir demokrasinin, Halk Demokrasisinin, emperyalizme karşı sadece siyasal bağımsızlık değil, her alanda tam bağımsızlık sağlanmadan, oligarşi yıkılıp ekonomik, siyasal, askeri her alanda dağıtılmadan inşa edilemeyeceğini bilir. Bundan dolayı işçi ve emekçi halkın üretim araçlarına halk meclisleri aracılığı ile el koyması aynı zamanda halk demokrasisinin güvence altına alınmasıdır.

       1. Bölüm: Devlet, Devrim ve Demokrasi
       Sorunu daha iyi anlamak için iki kavramsal çerçeveyi açıklamakta yarar var. Birincisi, demokrasi sorunu devlet sorunundan bağımsız olmadığı için, devlet ve demokrasi ilişkisidir. İkincisi ise, bunun devamı olarak, devrim ve demokrasi ilişkisidir. Bu iki alt başlıkta ifade edeceğimiz özet anlayış kavranamazsa, programımızın demokrasi ile ilişkisi kavranamaz. Çünkü demokrasi sorunu tam da bu iki ana sorunda karmakarışık hale getirilmekte ve bilinçler çarpıtılmaktadır.
       Önce devlet ve demokrasi üzerine bir özet ve çerçeve sunmakta yarar vardır.

       A) Devlet ve Demokrasi
       Demokrasi sorunu, devlet sorunundan ayrı değildir. Devlet, bir sınıfın elinde diğer sınıflara karşı baskı aracı/aygıtı olarak örgütlenirken; ezilen sınıflar için diktatörlük, egemen sınıf için demokrasiyi içerir. Bu anlamda demokrasi ve diktatörlük çağa, sınıfa, sınıf mücadelesinin aldığı biçime göre biçim alan devlet aygıtının birbirinden kopmayan iki yönü, iki unsurudur. Devlet biçimleri değişse de, üzerinde yükseldiği üretim biçimine uygun devlet tipi değişmez. Tarihte görüldüğü gibi, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist devlet tipi, hem sürece egemen olan üretim biçiminin üzerinde yükseldiği sınıfların egemenlik biçimleridir, hem de devlete karakterini veren egemen sınıflar için, kendi içinde sınırları olan demokrasiyi ifade eder. Her üretim biçimi, o üretim biçimine egemen olan sınıfın devlet tipini bize verir; ama üretim sürecinin evrimi ve sınıf mücadelesi aynı üretim ekseninde birden çok devlet biçimini ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı, demokrasi de bu biçime göre, egemen sınıfın elinde şekil almıştır.
       Yine de bu genel tanımlama, sorunu kavramamıza yetmez.
       Köleci demokrasi köle sahiplerinin oy kullandığı, buna özgü kurumların oluştuğu devlet biçimidir. Feodalizmde ise feodal beylerin kendine özgü ilişkiler yaratıp bunu, siyasal örgütlenmeye dönüştürmesini içerir. Ama aslında demokrasi kavramı burjuvazinin elinde feodalizme karşı mücadele içinde bir anlam kazanır. Bu mücadelede burjuvazi, eşitlik-özgürlük-kardeşlik şiarı etrafında, kendi sınıf çıkarını tüm toplumun çıkarı olarak tanımladı, emekçi sınıflar bu mücadele içinde temel rol oynadı ve feodalizme karşı daha ileri bir düzen olan kapitalizm, kendi demokrasisini yarattı. Yani burjuvazi demokrasi mücadelesine önderlik yaparken, o, özünde kendi sınıf çıkarını toplumun çıkarı olarak tanımlıyor ve bu mücadelede yanına aldığı işçi ve emekçilerin katkısı ile kendi demokrasisinin çerçevesini oluşturuyordu.
       Sonuçta demokrasi, sanayi devrimi ve kitlelerin daha ileri demokrasi için mücadelesi ile işçi ve emekçilerin ağır bedeller ödemesi sonucu, tüm burjuvalar için demokrasi olarak kurumsallaştı. Bu insanlık tarihinde büyük bir sıçrama ve ilerlemedir.
       Her üretim biçimi ve bu üretim biçimini temsil eden sınıf, eski üretim biçimine karşı üstünlük sağlayıp egemenliğini kurunca, bu egemen üretim içinde uç veren kendinden daha ileri sınıfa karşı gericileşir. Burjuvazinin gericiliği, kapitalizmin feodalizme karşı nispeten üstünlük sağladığı, ama hala feodal sınıfların varlığını sürdürdüğü dönemde, kıta Avrupasını baştan başa sarsan 1848 devrimlerinde başlamıştı. Burjuvazi, işçi ve emekçilerin kendi taleplerini daha ileri götürme istemlerine karşı, devrimi sürekli kılmak değil, feodal gericilikle anlaşmak zorunda kaldı. Yani, feodalizme karşı demokrasi mücadelesine önderlik eden burjuvazi, işçi ve emekçi sınıfların taleplerine karşı gericileşmişti.
       Bu mücadele içinde artık sınıf olarak rüştünü ispat eden proletarya, Paris Komünü ile siyasal rolünü oynayınca; bunun üzerinden fazla uzun olmayan bir süre sonra da kapitalizm artık tekelci kapitalizme dönüşünce burjuvazinin ilericiliği tümden geride kalmıştır.
Sonuç olarak, emperyalist çağda, burjuvazinin ilerici rolü tükenmiştir, o artık daha ileri bir üretim ve toplum biçimi olan sosyalizm karşısında gericidir. Burjuva demokrasisi de artık burjuvazi için bir hedef değildir. Tam tersine adım adım budanan, sınırları sürekli daralan, siyasal gericiliğin örgütlendiği bir devlet ve demokrasi söz konusudur.
       Emperyalizm, tekelci kapitalizmdir; demokrasi ve özgürlük değil siyasal gericilik eğilimidir. Serbest rekabetçi kapitalizm koşullarında işçi ve emekçi sınıfların katkıları ile tüm burjuvalar için olan demokrasi, bu süreçte daralmış ve tekeller için demokrasiye dönüşmüştür.
       Tekeller için de olsa, burjuva demokrasisinin bazı temel ilke ve kuralları vardır. Ama bunlar bile emperyalizmin ürünü olan savaşlarda bir yana atılır, Lenin'in ifadesi ile burjuva demokrasisi daha geri bir devlet biçimi olan monarşi ile eşitlenir. Emperyalizm demokrasiyi değil siyasal gericiliği körükler. Ama bu aynı zamanda demokrasinin önemini kışkırtmış, işçi ve emekçilerin mücadelesinde bir manivelaya dönüştürmüştür. Burjuvazi, artık hiçbir demokratik sorunu çözemez ya da tam olarak çözemez; proletarya kendi devrimi için tüm bu demokratik sorunlara sahip çıkar, demokrasi mücadelesinde önderliği eline alır ve onu sosyalizme bağlar. Hem bu mücadele, hem de ilk kez egemen sınıf olarak proletaryanın Ekim Devrimi ile iktidar olması ve sosyalizmi maddileştirmesi, burjuva demokrasisinin sınırlarını zorlamıştır. Özelikle 2. Paylaşım Savaşı sonrası burjuva demokrasisinin sınırlarını esneten sosyal devlet tanımlamaları tam da bundan dolayı, sosyalizmin, Asya, Afrika ve L. Amerika'da yükselen devrimci kurtuluş savaşlarının bir yan ürünü olarak ortaya çıkmış ve burjuva demokrasisine karakterini vermiştir.
       Ama sosyalizm, revizyonist iddiaların (1980'ler komünizme tam geçiş olarak belirlenmişti) tam tersine büyük bir geri düşüş yaşadı ve reel sosyalizmden geriye dönüş 1990 başlarında gerçekleşti. Bu büyük geri düşüşü, gerileyen devrimci ulusal kurtuluş savaşları ile birlikte düşünürsek bir dönemin kapandığı ve yeni bir dönemin başladığını söyleyebiliriz. Reel sosyalizmin çözülmesiyle sosyalizmin kapitalizm üzerinde baskısı sona ermiş, aç gözlü tekeller bundan cesaret alarak, tarihin sonu söylemiyle işçi sınıfı ve ezilen halklara sosyal yıkım ve savaşları dayatmıştır. Bu dönemde burjuva devlet biçimleri de hem metropollerde hem de yeni-sömürgelerde yeniden biçim almıştır. Burjuva demokrasisi zaten zorla katlanılan sosyal devlet tanımlamalarından arındırılmış ve ekonomik, siyasal saldırılar hız kazanmıştır. Bu arada 11 Eylül burjuva demokrasisini budamanın ve polis devletinin kurumsallaşmasının bir aracı olurken; yeni-sömürgelerde emperyalizm ve işbirlikçi tekellerin çıkarı temelinde açık ve gizli faşizmin iç içe olduğu yeni bir konsept yaatılmış, kurumsallaşmıştır.
       Yeni dönemde, hem metropol hem de yeni sömürge ülkeler için (görece farklılıkları unutmadan) şu denebilir: Burjuva devlet biçimleri artık en geri düzeyde örgütlenmiştir. Burjuva anlamda demokrasi geride kalmış, burjuva devlet, metropol ülkelerde mali oligarşinin elinde işçi ve emekçi sınıfların tüm kazanımlarına yönelerek demokrasiyi tümden budamış; yeni-sömürge ülkelerde ise, emperyalist sermayenin çıkarları ile bütünleşen bir avuç tekelci sermayeye dayanarak çok zorunlu olmadıkça açık darbelere başvurmayan, daha doğrusu bütün demokratik hak ve özgürlükleri zaten budamış olan bir düzen yaratılmıştır.
       Bu yüzdendir ki, burjuva demokratik devrimin kendine özgü sorunlarının da çözülmemiş olmasının ağırlığını üzerinde taşıyan yeni-sömürge proletaryası, kendi devrimi için mücadele ederken. çözülmediği için, demokrasi sorununun üzerinden atlayamaz ve bu sorunların çözümünü de içeren bir devrime önderlik eder. Ama proletarya, kendi devrimi sürekli kılar ve onu burjuva demokrasisinin dar sınırlarını aşan yeni tipte bir demokrasiye, proletarya demokrasine ve onun özgün biçimine taşır.
       Bundan dolayı, bizim gibi yeni sömürge ülkelerde devrim doğrudan sosyalist devrim değil, demokratik halk devrimidir. Demokratik halk devrimi, demokratik sorunların üzerinden atlamaz, bu sorunları çözer. Ama öte yandan, demokratik sorunlar ile sosyalist görevler arasına bir mesafe, aşama, Çin Seddi yoktur ve proletarya her demokratik sorunun gerçek çözümünü sosyalizme bağlar.

       B) Devrim ve Demokrasi
       Sorunu daha iyi kavramak için devrim ve demokrasi ilişkisini doğru kurmak gereklidir. Doğru bir devrim anlayışı olmadan doğru bir demokrasi anlayışı olamaz. Bu ilişki doğru kurulamaz ise, çeşitli sapmalara kapı aralanmış olur; nitekim bu alan sol ve devrimci hareket için sorunlu bir alan olmuş ve zaman zaman sol ve devrimci hareketi zayıflatmıştır.
       Bununla birlikte, sol ve devrimci harekette, örneğin Komintern'den bu yana, içerikten bağımsız, kavramsal düzeyde devrim sorunu, daha doğrusu bunun kavramlaştırılması sorunludur. Kavramlar, keyfi ve rasgele değil, tarihsel süreçlerin bir ürünü olarak ortaya çıkarlar, oldukları yerde kalmazlar, tarihsellik içinde gelişerek başka biçimlere dönüşürler. Devrim ve biçimleri konusunda, bir karmaşanın olduğu açıktır. Çoğu kez devrimin içeriği ile kendisi bir birine karıştırılır; örneğin devrimin burjuva içeriği burjuva devrimler ile özdeşleşir, vb... Bu yüzden kavramların yerli yerine oturması son derece yararlıdır.
       Marx ve Engels kendi devrim anlayışılarını formüle ederken, Batı Avrupa kapitalizminin, 1648 İngiliz devriminin ve özellikle 1789 Fransız devriminin (ki, bunlar burjuva demokratik devrimleridir) açmış olduğu yoldan burjuva uluslaşmasının yaşanması ve bu temelde 1848 devrimlerine kadar burjuva demokratik sorunların (ulusal bağımsızlık, tarım sorunu, laiklik, kadın-erkek eşitliğinin yasal düzeyde tanımlanması, eşit ve genel oy hakkı vb.) çözülmesine dayanır. Elbette tüm ülkelerde kapitalizm ve burjuva demokratik devrimler süreci aynı yoldan geçmemiştir. Almanya gibi bu süreci geç yaşayan ülkelerde vardır. Hiç şüphesiz Marx ve Engels'in devrim anlayışı 1848 devrimlerinde de görüldüğü üzere tüm Avrupa'ya yayılan kıtasal bir devrim anlayışıdır. Kriz kapitalizm için ölüm anıdır ve 1848 devrimler dönemi, böyle bir zamandır. Avrupa kapitalizminin yaşadığı kriz kapitalizmin son krizidir burjuva uluslaşma sürecini yaşayan ülkelerde sosyalist devrim, Almanya örneğinde ise burjuva demokratik devrim olacaktır. Marx ve Engels'in devrim anlayışının özü budur. Manifesto, böylesi bir tarihsel süreçte yazılmıştır.
       Ama başta Marx ve Engels olmak üzere, komünistlerin beklediği olmamıştır. 1848 bunalımı kapitalizmin son bunalımı değildir, kapitalizmin gelişme dinamizmi de durmamıştır. Marx ve Engels bu gerçeği sonradan, bu devrim deneylerini çözümlerken net görmüş, örneğin Fransada Sınıf Savaşımları'nda "tarih bizi ve bizim gibi düşünenleri haksız çıkardı" cümleleriyle özeleştiri yapmışlardır. Yeni bir devrimin yeni bunalım koşullarında, kapitalistlerin birbirini boğazlayacağı koşullarda gerçekleşeceği artık onların ağırlıklı fikridir.
       Rusya bu fikrin kendine özgü bir doğrulanışı oldu. Kapitalizmle yarı- feodal ilişkilerin son derece özgün bir harmanlanışına sahip olan halklar hapishanesi        Rusya, emperyalist-kapitalist sistemin en zayıf halkasıydı. Rusya, önce 1905 provası, sonra 1917 Şubat Devrimi'ni yaşayarak, büyük Ekim Sosyalist Devrimi'ne ulaştı. Paris Komünü'nü saymazsak ilk kez proletarya Ekim Devrimi ile iktidar olmuştu.
       Lenin, Marx ve Engels'in devrim anlayışını dogmatik değil yenilenmeci bir devrimci yaklaşımla ele aldı, onu emperyalist çağda geliştirdi. Emperyalizm çağında, kapitalist dünya pazarı, tüm ülkeleri bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlamıştı ve devrim, bu zincirin en zayıf halkasından, çelişkilerin en yoğun olduğu yerden koparılması sorununa dönüşmüştür. Kapitalizmde içsel olan eşitsiz gelişim, bu dönemde, açığa çıkmış ve devrimler, tüm dünyada eş zamanlı değil, dünya devrimi perspektifinden kopmadan, tek tek ülkelerde, zayıf halkalarda mümkündür. Tarih, Rus proletaryasına bu rolü yüklemiştir, Rusya zayıf halkadır. Lenin, İki Taktik'te kendi devrim anlayışını geliştirir; bu, kesintisiz ama aşamalı bir devrim anlayışıdır. Şubat 1917 sonrasında ise kendi tezlerini aşar, Nisan Tezleri bu anlayışın birebir değil ama kesintisiz devamıdır.
       Daha sonraları, devrim sorunu, özelikle 3. Enternasyonal içinde çok tartışılır. Doğuya yönelen devrim ve sömürge ülkeler yeni sorunları gündeme getirir. Çin ve Hindistan devrimleri bu tartışmalar içinde önemli bir yeri tutar. Stalin, Mao, Ho Şi Minh, hatta daha sonra Fidel ve Che bu canalıcı sorunla hep ilgilidirler. Stalin, daha çok Lenin'in İki Taktik'te geliştirdiği biçime bağlı kalarak aşamalı devrimi savunur ve 1930'larda Milli Demokratik Devrim olarak formüle ettiği anlayışı buna dayandırırken, Mao, 1940'larda Yeni Demokratik Devrim olarak devrim anlayışını formüle eder; aşama fikriyle de kalmayıp aşamalar arasına üçüncü toplum-üçüncü devlet-üçüncü kültür kavramlarını koyar. Ho Şi Minh, Fidel, Che ise kesintisiz devrimi savunan Leninist çizgiden yürürler.
       Biraz daha ilerleyebilmek için şimdi burada belli başlı üç devrim tipini de netleştirmek gerekiyor.

       a) Burjuva Demokratik Devrim
       Burjuva Demokratik Devrimleri, feodalizme karşı burjuvazinin önderliğinde, işçi ve emekçi sınıfların aktif katılımı ile zafere ulaştı. Burjuvazi, kendi iktidarını ve kapitalist düzeni kurmak için, hiç şüphesiz, sadece kendi taleplerine değil feodal devlet ve kurumlarla bunaltılan kitlelerin taleplerine de sahip çıktı. Her devrim ve ona önderlik eden sınıf, kendi sınıfsal taleplerini, genel olarak tüm insanlığın taleplerine dönüştürdüğü ölçüde zafere ulaşabilir.
       Büyük Fransız burjuva devrimi, toplumsal süreçte kapitalizm karşında gericileşmiş feodal iktidarın devrimle yıkılmasıdır. Üretim düzeyinde feodalizmi aşan kapitalizm, artık kendi iktidarını kurmak zorundadır; burjuva aydınlanması ile alt yapısı oluşan bu süreç, burjuva devrimlerine gebedir. Devrimci burjuvazi, işçi ve emekçi sınıfları yanına alarak kendi devrimini yapmış, feodal devleti ve düzeni parçalayarak burjuva devleti inşa etmiş, üretici güçlerin önünü açmıştır. Bu büyük bir ilerleme ve sıçramadır.
       1789 Fransız Devrimi, önceki İngiliz Devrimi ve sonrası Amerikan Devrimleri ile kapitalizmin önünü açtı, bu yoldan tüm Batı Avrupa geçti. Üretim ilişkileri düzeyinde kapitalizm egemen üretim ilişkisi olurken; siyasal üst yapı buna göre biçim aldı. İşçi ve emekçi sınıfların talep ve mücadelesi ile burjuva demokrasisi adım adım kurumsallaştı. Burjuva partilerin yanı sıra işçi ve emekçi sınıfların örgütlerinin ortaya çıkması, parlamentonun kurumsal bir organa dönüşmesi, yasama-yürütme-yargılama arasındaki ilişkinin yeniden düzenlemesi, herkes için oy hakkının somutlaşması ve seçim sisteminin kurumsallaşması vb; tüm bunlar, kapitalist üretim biçiminin özgür gelişimine uygun üst yapının şekillenmesidir. Burjuva demokrasisi bu mücadele içinde biçimlenmiştir.
       Bu süreç, burjuvazi önderliğinde, kendi ulusal pazarını hedefleyen ulus devletlerin oluşmasının önünü de açtı; feodal baskı altında ezilen uluslar, kendi kurtuluşu için ayağa kalktı; ya ulus devletini oluşturdu, ya da çok uluslu burjuva devletler ortaya çıktı. Bu süreç aynı zamanda, geniş köylü sınıfların toprak talebine Fransa örneğinde olduğu gibi devrimci yoldan veya Almanya örneğinde olduğu gibi evrimci/Prusya tipi yoldan çözüm bulunan, sınıfsal ayrışmanın yaşandığı bir süreçtir.
       Bu burjuva devrim hangi sorunları çözer?
       Kapitalizm, gelişmek için feodal ayrıcalıklara son vermek zorundadır ve toprak sorununu çözmek bu devrimlerin ilk ana hedefidir. Burada kalmaz, feodal bir kurum olan kilisenin toprak üzerindeki egemenliğine son verir, kapitalizmin ve burjuva iktidarın gelişmesi için laikliği geliştirir. Burjuva demokratik devrim, eşitlik-kardeşlik-özgürlük şiarıyla kitlelerin desteğini alır. Özellikle işçi ve emekçi sınıfların mücadelesiyle somut anlam kazanan eşit oy hakkı Çartist hareketin zaferidir, ama bunu burjuva toplumun ve burjuva demokrasisinin gelişimi için değerlendirdiği açıktır. Keyfi yönetime son verir ve yasal eşitliği savunur, mülkiyetin kutsallığı eşliğinde bu temelde burjuva kurumları oluşturur. Tüm bunlar, kapitalizmin sınırlarını aşmaz, hatta bunların birçoğu kapitalizm koşullarında tam da çözüme ulaşmaz, kapitalizm bunları dahi yarım bırakır. Çünkü daha ilerisi tehlikelidir, hatta bu talepler karşısında, devrime katılan emekçi sınıfların taleplerini bastırmak için feodal sınıflarla ittifak bile yapılır. 1848 devrimlerinin böylesi bir yanı vardır.
       Artık emperyalist çağa gelindiğinde, Almanya geç kapitalizmi yaşasa da, Batı Avrupa'da demokratik devrimler tamamlanıyor. Kapitalizmin geç gelişmesine bağlı olarak, Doğu Avrupa ve dünyanın diğer bölgelerinde de aynı devrimler filizleniyor.
       Burjuva demokratik devrim ile burjuva devrim iki farklı içeriğe sahiptir. Burjuva demokratik devrimler, burjuvazinin önderliğinde emekçi kitlelerin katılımı ve feodalizme vurduğu darbeler açısından çok ileri bir mevziyi, toplumsal alt üst oluşu ifade ederken; burjuva devrimler ise hem hedefleri hem de kitle katılımı açısından zayıf ya da sözü edilebilecek kadar güçlü olmayan devrimlerdir. Burjuva demokratik devrimde kapitalizme devrimci yoldan geçilir; ekonomik alt yapıda giderek egemen olan kapitalizm, eski feodal sistemi ifade eden üst yapıyı parçalar, burjuva devleti oluşturur. Burjuva devrimleri ya da burjuva hareketler ise, kapitalizmin önünü açsa da, bu süreç daha uzun ve evrimci yoldan, çoğu kez feodalizmle uzlaşarak, bazı reformlarla, adım adım dönüşerek yaşanır.
       Emperyalist çağda burjuvazi gericileşmiştir ve kendi demokratik devrimini yapacak durumda değildir.
       Bu durumda dünyanın dört bir bucağındaki onlarca ülkede tarihsel süreç nasıl biçim alacaktır? Bu süreç, ya Rusya örneğinde olduğu gibi, proletaryanın burjuva demokratik devrimin sorunlarına sahip çıkarak sosyalist devrime kadar giden bir yolu açması biçiminde gelişecek, ya da Türkiye örneğinde olduğu gibi, burjuvazi feodalizme karşı demokratik içerikten yoksun, ama kapitalizmin önünü açacak hareketleri geliştirecek ve burjuva düzenin sınırları aşılamayacaktır.
       Emperyalist çağda burjuvazi feodalizmi devrimci yoldan tasfiye etmez, edemez; yapabileceği şey, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda kapitalizmin evrimci yoldan, çoğu kez feodalizme ittifak yapılarak geliştirilmesidir. Dolayısıyla bu ülkelerde burjuva demokratik devriminin hiçbir temel sorunu çözülmez.
       Rusyada 1905 ve 1917 Şubat devrimleri tam da budur.
       Çarlık Rusyası, dünyanın ilk 6 emperyalist devletinden biridir. Kapitalizm, 19. yüzyılın başından itibaren gelişmektedir, ama feodal bir siyasal iktidar olan çarlık monarşisi varlığını sürdürmektedir. Çarlık Rusyasında, ne köylülerin toprak talepleri, ne ulusal sorunlar, ne de siyasal demokrasinin sorunları çözülmüştür. Dahası, emperyalist savaş toplumun üstüne binmiş, her şey çözümsüz hale gelmiştir.
       Proletarya kendi devrimini yapmaya adaydır; ama hala burjuva demokratik devrime ait sorunlar dağ gibi orta yerde, çözülmeden durmaktadır. Kapitalizm gelişmiştir ama bununla uyumsuz bir üst yapı vardır; bu çelişki çözümlenmek zorundadır.
       Bu durumda üç seçenek vardır. Birincisi; Menşeviklerin ileri sürdüğü gibi, bu devrime burjuvazi önderlik edecek, işçi ve köylüler bunları destekleyecek ve proletarya burjuva demokratik devrimin tamamlanmasını bekleyecektir. İkinci; Troçkist sürekli devrim anlayışında olduğu gibi, burjuva demokratik devrim atlanacak ve Avrupa'da iktidar olan proletaryanın desteği ile doğrudan sosyalist devrime geçilecektir. Üçüncüsü ise, tüm bunlar bir yana bırakılıp, iki yanlıştan bir doğru çıkmaz denilerek, proletarya, bu demokratik sorunlara sahip çıkıp burjuvazi ile uzlaşmadan kesintisiz devrimle sosyalizme ulaşılacaktır.
       Lenin, programımız çalışmasında olduğu gibi, İki Taktik'te de bu doğru anlayışı, kesintisiz devrim anlayışını geliştirdi.
       Özet olarak proletaryanın önderliğinde devrim, burjuva demokratik sorunları çözecektir. Politik alanda, Çarlık otokrasisini yıkacak, bunun yerine İKDDD (işçi köylü devrimci demokratik diktatörlük) formülünde ifadesini bulan proletarya önderliğinde bir demokratik cumhuriyet kurulacaktır. Bunun üzerinden, siyasal demokrasi mücadelesinde en ön saflarda yerini alan proletaryanın bilinç ve örgütlenme gücüne bağlı olarak, proletaryanın tek başına iktidarı olan sosyalizme geçilecektir. Devrimin asgari programı, çarlık monarşisinin yıkılması ve yerine demokratik cumhuriyetin kurulması, büyük toprak mülkiyetine el konması ve 8 saatlik iş günüdür, azami program ise sosyalizmdir.
       Devrimin karakteri burjuva demokratiktir, ama devrimin kesintisiz sosyalizme yürümesi için İki Taktik'te formüle edilen İKDDD temel önemdedir. İKDDD, devrimin sosyalizme kesintisiz geçmesini garanti altına alacaktır. Menşeviklerle temel ayrım bu noktadadır. İKDDD formülü burjuva demokratik devrimin sınırlarını zorlayan ve bunu sosyalist devrime taşıyan güçlü bir köprüdür; burjuvaziyi dışta bırakan bu iktidar olmazsa sosyalist devrime kesintisiz geçmek mümkün değildir. Menşevikler ise devrime önderlik değil destekçi olmaktan öte gidememişlerdir.
       Dikkat edilirse bu sadece siyasal değil, toplumsal bir devrimdir; yani eskiyen bir üretim biçimi olan feodalizm tümden parçalanıyor, daha ileri bir toplumsal düzen kuruluyor; orada durulmuyor, burjuva demokratik devrimin sınırları zorlanıyor ve sosyalizmin maddi koşulları hazırlanıyor, buradan sosyalizme kesintisiz geçiliyor. Yani devrimin asgari programı olan burjuva demokratik devrim kapitalizm koşularında tümüyle gerçekleşebilecek talepleri içermekle birlikte, sosyalist devrim amaçlarıyla uyumlu biçimde ele alınıyor.
       Burjuva demokratik devrimin sosyalist devrime dönüşmesinin tek garantisi ve güvencesi ise devrime proletaryanın önderlik etmesidir.

       b) Milli ya da Ulusal Demokratik Devrim
       Devrim eğitir. Devrim sadece kitleleri değil partileri ve onun önderlerini de eğitir. Bu temel önerme Lenin'in mücadelesi ve yaşamında çok nettir; her süreçte Lenin'in düşüncesinde ilerleme ve sıçrama vardır, her devrim süreci sadece kitleleri değil Bolşevik partiyi ve Lenin'i de eğitmiş, geliştirmiştir.
       İki Taktik'te ifadesini bulan düşüncelerin daha sonra, özellikle savaş yıllarında geliştiği ve yine bir devrim döneminde, Ekim arifesinde, Nisan Tezleri'nde doruk noktasına ulaştığı biliniyor. Ama Leninist kesintisiz devrimin anlayışının güçlü ve ilk tohumu yine de İki Taktik'te vardır. İki Taktik'in sonradan, savaş yılları ve Nisan Tezleri ile aşılan yanları bir yana; bu kesintisiz devrim anlayışı, burjuva demokratik devrimden sosyalizme geçiş, somut koşullara bağlı olarak tüm devrimlerde proletaryaya yol göstermiştir.
       Ekim devrimi sonrasında Bolşevikler ve Lenin'de Avrupa devrimi, özellikle de bir Alman devrimi beklentisi vardır. Ama 1918 yılında önce Alman devrimi, sonra Macar devrimleri yenilir. Alman ve Macar devrimlerinin yenilmesi, Hindistan ve Çin'de devrimin yükselmesi, Komünist Enternasyonal içinde yeni tartışmalara yol açmıştır. Devrim doğuya kaymaktadır ve bu temelde yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır. En çok Hindistan ve Çin devrimleri üzerinde tartışmalar gelişmektedır, bu ülkeler yarı-sömürge ilişkiler içinde, feodal toplumlar olarak tartışmanın merkezindedirler.
       Doğal olarak bu sadece yeni bir tartışmayı değil, yeni kavramları da yaratmaktadır. Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler emperyalizmin açık işgali altındadırlar ve ülke nüfusunun % 90'lara varan oranda feodal ve yarı feodal ilişkiler içinde köylülük yaşamaktadır. Lenin, sol komünizmde zaten Ekim devrimi bir model olamaz diye uyarmıştır. Ama yine de örneğin, Çin devrimi üzerinden, bu model dayatılmakta, dahası ulusal burjuvazi ve bunun temsilcisi Komintag ile Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) aynı çatı altında, bir tür halk partisi adı altında birleşmesi önerileri, hatta dayatmaları vardır. Böylece proletaryanın bağımsız duruşu ve politikası sakatlanacaktır. Daha sonraları Mao'nun "biz devrimi Stalin ve 3. Enternasyonale rağmen yaptık" demesi bundandır. Bunlar bir yana, 3. Enternasyonal ve Stalin tarafından, İki Taktik temel referans alınarak, en çok da Çin devrimi üzerinden geliştirilen milli demokratik devrim kavramı yeni bir kavramdır. Milli demokratik devrim; sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, emperyalizme karşı bağımsızlık ve feodalizme karşı toprak sorununu çözecektir. Emperyalizme karşı milli, toprak sorununda ise demokratik karakter içeren devrim, bu sorunları çözerek sosyalist devrime ulaşacaktır. Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler için, devrimin asgari programı milli demokratik devrimdir; bu asgari program tamamlanacak ve azami programa yani sosyalist devrime ulaşılacaktır. Stalin 1930'larda sorunu özetle böyle formüle eder.
       Burjuva demokratik devrim, burjuvazinin önderliğinde burjuva içerikli sorunları çözer; ama milli demokratik devrim, sömürge ve yarı- sömürge ülkelerde, anti-emperyalist anti-feodal devrimler olup, sadece burjuva demokratik sorunları çözmekle kalmaz, proletaryanın önderliğinde sosyalizme geçişin koşullarını da yaratır. Bu anlamda burjuvazinin önderliğinde burjuva demokratik devrimler ile proletaryanın önderliğinde, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ortaya çıkan milli demokratik devrimler (1. ve 2. Bunalım dönemi devrimleri) özdeş kavramlar olmaktan çıkarlar; çözecekleri sorunlar özünde burjuva demokratik sorunlar olsa da iki farklı yerde durup iki farklı kavram olarak karşımıza çıkarlar.
       Biri, burjuva demokratik devrim burjuvazinin önderliğinde kapitalizmin sınırlarını aşamayan devrimdir; diğeri, yani milli demokratik devrim ise proletaryanın önderliğinde ve kapitalizmin sınırlarını zorlayıp sosyalist devrime kapı açmaktadır. Bu anlamda iki devrim de, çözeceği sorunlar aynı olsa da, devrimler aynı toplumsal zeminden kaynaklanan aynı sorunları çözse de; hem bu devrimlere hangi sınıfların önderlik yaptığı ve bu anlamda da nereye yürüyecekleri, dahası kuracağı iktidarın nitelikleri açısından iki farklı yerde dururlar.
       Burada iki yanlış kavrayış vardır.
       Birincisi; uzun yıllar, hatta 3. Enternasyonal tartışmalarında bile çoğu kez burjuva demokratik devrim ile milli demokratik devrim iç içe, eş anlamlı kullanılmıştır. Bu yaklaşımda, daha çok devrimin burjuva karakterine vurgu yapılmıştır. Oysa milli demokratik devrim, en azından Stalin tarafında formüle edildiği üzere daha ileriye gider, sosyalizme geçişin koşullarını yaratır. Bu anlamda bu iki devrimi ve buna uygun kavramsal çerçeveyi birbirinden ayırmak daha doğrudur.
       İkincisi ise çok kez milli demokratik devrim kavramı Mao'ya mal edilir. Bu yanlıştır ve eksik kavrayışı ifade eder. Mao'nun, 1939'larda program düzeyine çıkardığı kavram milli demokratik devrim değil, yeni demokratik devrimdir. Milli demokratik devrim, ilk önce ve en gelişmiş biçimde, Çin devriminin sorunları üzerinden, Stalin tarafından kavramsallaştırılmıştır. Mao, bu kavramsal çerçeveyi Çin koşullarında yeni demokratik devrim olarak tanımlamış ve farklı bir içerik yüklemiştir.
       Stalin, sömürge ve yarı sömürge ülkeler için milli demokratik devrim önerirken, sosyalizme aşamalı geçişi ileri sürer; Mao, bunu biraz daha sağa çeker,üçüncü toplum/devlet/kültür olarak tanımlar. Her ikisinde de, hem Stalin hem de Mao'da aşamalı devrim vardır; ama bunlar Lenin'in tanımladığı aynı süreçte iki halka biçiminde değil, mesafeli bir duruşu içeririler. Yine de şu denilebilir; milli demokratik devrim kavramının asıl kaynağı Lenin ve İki Taktiktir. Ama örneğin en başta burjuvazi ile ilişkiler açısından Stalin ve Mao farklı yerde dururlar ve bu durumda devrim anlayışlarına içerik katar. Mao, Lenin'den farklı olarak, burjuvazi ile ittifak ya da burjuva demokrasisi ile yan yana yürümeyi taktik düzeyinden çıkarıp stratejik düzeye taşır; hatta, sosyalizm koşullarında burjuvaziyi halk içinde tanımlar ve burjuvazi, küçük burjuvazi ve proletaryanın iktidarı eşit biçimde paylaşımını savunur. Lenin bir devlette iki iktidar olamaz der; Mao, iki düşman sınıfı, iki iktidarı aynı devlet içinde, sosyalizmde kaynaştırır. Ünlü yüz çiçek açsın yüz fikir çarpışsın ve halk içi çelişkiler formülü budur.
       Ama yeri gelmişken ifade edelim. Devrim programı sorunu bir yana, devrimin stratejisi üzerine, Mao ve Çin devrimi doğru bir yerde durur. Sömürge ve yarı sömürge ülkeler için, Stalin ve 3. Enternasyonalin tüm önerilerine rağmen, milli ve demokratik devrime, şehirlerin kırlardan kuşatılması ve silahlı mücadelenin temel olduğu Halk Savaşı stratejisi ile zafere ulaşması tezi, Marksizm-Leninizm'e katkıdır. Halk savaşını stratejisini Marksizm-Leninizm'e kazandıran Mao, yeni demokratik devrim tezi ile kapitalizm ile sosyalizm arasına üçüncü toplum/devlet/kültürü koyar ve böylece Marksizmden uzaklaşır.
       Bu eleştiri ve değerlendirmeler bir yana, milli demokratik devrim; toplumsal sürecin feodal ve yarı feodal olduğu, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, emperyalizmin 1. ve 2. bunalım döneminde, anti-emperyalist anti-feodal devrimlerdir. Bu devrimler, emperyalizme karşı milli/ya da ulusal, feodalizme karşı demokratik görevleri kapsar. Bu devrimlere proletarya önderlik eder. Aynı zamanda sosyalizme geçişin koşullarını yaratan bu devrimler, kesintisiz devrimle sosyalizme yönelir. Milli demokratik devrimler emperyalizmin 1. ve 2. bunalım döneminde ortaya çıkan devrimler olup, toplumsal sürecin feodalizm ve yarı feodalizm olduğu, anti-emperyalist mücadelede hala milli burjuvazinin rol oynadığı devrimler olarak karşımıza çıkar.
       Bu açıdan milli demokratik devrim, programsal olarak, tıpkı örneğin Bolşeviklerin 1903 programında olduğu gibi, kapitalizmim özgür gelişimini savunur ve bununla paralellik kurar; kapitalizmin özgür gelişimi ya da bazı programlarda ifade edildiği gibi demokratik kapitalizm, sınıf mücadelesini hızlandırır ve sosyalizme geçisin koşullarını yaratır; bunun üzerinden sosyalist devrim yapılır, sosyalizm inşa edilir.
       Milli demokratik devrim kavramının Marksist içeriği budur. Çin ve Vietnam devrimleri, sorunu Mao ve Ho Amca'nın nasıl ele aldığından bağımsız olarak (ki, yukarıda da ifade ettik Mao sorunu Menşevik açıdan ele alırken, Ho Amca ve Vietnam İşçi Partisi sorunu M-L acıdan ele alır), bunun somut örnekleridir.

       c) Demokratik Halk Devrimi
       Devrimler somut tarihsel süreçlere ve her ülkenin özgün ilişkilerine göre biçimler alır. Bu açıdan, bir çok ortak yanları olsa da hiçbir devrim bir başka devrim ile özdeş ya da benzer olamaz. Emperyalist-kapitalist sistem, dünya pazarı etrafında, birçok ülkenin birbirine bağlandığı, güç ve egemenlik ilişkilerine göre, en yukarıda emperyalistlerin olduğu, daha güçsüzlerin giderek altta canının çıktığı, kapitalizmin gelişme düzeylerinin farklılıklar gösterdiği bir sistemdir. Bundan dolayı, devrim, çelişkilerin en yoğun olduğu, bu anlamda sistemin en zayıf halkasında gerçekleşir, ama her devrim birbirinden farklı biçim alır.
       Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, 2. Paylaşım Savaşı sonrası, yeni bir dünya tablosu söz konusudur. Emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi olarak tanımladığımız bu dönemin ayırt edici özellikleri ana başlıklar halinde şunlardır;
       a) Ekim Devrimi ile ilk kez iktidar olan proletarya, 2. paylaşım savaşının yıkıntıları içinde, bu paylaşım savaşının tüm iç çatışmalarından da yararlanarak, dünyanın 1/3'de iktidar olmuş, en azından bu büyüklükte bir coğrafya emperyalizmin kontrolünden çıkmıştır. Ortaya çıkan sosyalist blok, 1963 sonrası giderek zayıflamış ve SBKP-ÇKP çatışmasını izleyen sorunlarla parçalanmıştır ama yine de 3. Bunalım Döneminin en temel özelliği dünyanın 1/3'ünün kapitalist sömürünün dışına çıkmasıdır.
       b) Devrimci halk kurtuluş savaşlarının devasa boyut kazanması ve emperyalizme darbe vurması 3. Bunalım Dönemi'nin bir başka ana özeliğidir. Emperyalizm ile Asya, Afrika ve L. Amerika halkları arasındaki çelişki, sosyalizmden de güç alarak, emperyalizme karşı savaşa dönüşmüş, Vietnam zaferi bunun simgesi olmuştur. Uzun süreli halk savaşı temelinde gelişen bu savaşlar kapitalist sistemin krizini derinleştirmiş, halklara büyük moral destek olmuştur. Uluslararası ilişki ve mücadelede bağlantısızlar hareketi biraz da buradan, elbette sosyalizm ile kapitalizm arasındaki çelişkiden de beslenerek ortaya çıkmıştır.
       Bunlar kapitalist-emperyalist sisteme karşı güçlerdir ve 3. Bunalım Dönemi'nin temel olgularıdır. Ayrıca kapitalist-emperyalist sistemin kendi iç süreci vardır. Yukarıda ifade ettiğimiz sosyalizm ve ulusal/halk kurtuluş savaşlarının devamı olarak;
       c) ABD emperyalizmi, 2. Paylaşım Savaşı sonrası, emperyalist-kapitalist sistemin en güçlü emperyalist ülkesi olarak ortaya çıkmıştır. ABD önderliğindeki emperyalist-kapitalist sistem, sosyalizm ve halk kurtuluş savaşlarına karşı, ekonomik, siyasal, askeri boyutları olan bir entegrasyon yaşadı. Ekonomik alanda, IMF ve DB, askeri alanda NATO bu sürecin ve entegrasyonun ürünleri olarak ortaya çıktılar ve süreci yönlendirdiler. ABD emperyalizmi bazı süreçlerde gerilese de emperyalist-kapitalist sitemin lideri olarak sadece sosyalizm ve devrimci kurtuluş savaşlarına karşı değil, sistem içi mücadele ve örgütlenmede de önder rol oynadı. Emperyalizm, sosyalizm ve devrimci kurtuluş savaşlarına karşı içte ekonomisini askerileştirdi, dışta ise yeni-sömürgeciliği geliştirdi.
       d) Eski sömürgecilik bir yana atılarak, ABD emperyalizmi önderliğinde yeni-sömürgecilik geliştirildi ve sürece bu sömürü biçimi yön verdi. Yeni-sömürgecilik, biçimsel bir siyasal bağımsızlık görüntüsü altında çok yönlü bağımlılık demektir; emperyalizm artık bizzat üretim sürecine doğrudan katılan içsel olgudur.
       e) Ayrıca 2. Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist-kapitalist sistem ABD emperyalizmi önderliğinde yeniden örgütlenirken daralan pazar sorununa bağlı olarak kendini yeniden üretmek zorunda kalmış, sosyalizmle rekabet bu yeniden üretimi kışkırtmıştır. Böylece, büyük fabrika üretimine dayalı Fordist üretim ve bu süreçte ortaya çıkan bilimsel ve teknik devrim kapitalizmi geliştirmiş; 1970'lere kadar uzanan kapitalizmin altın çağı yaşanmıştır. 1970 sonrası ise kapitalizm uzun bir kriz sarmalına düşmüştür. Yeni dönemin üretim biçimi bu kriz ortamında uç vermiş ve 1990'larda neo-liberal sömürü modeliyle sürece egemen olmuştur.
       Özetle bunlar 3. Bunalım Dönemi'nin temel nitelikleridir.
       Sonuçta denilebilir ki, emperyalizm yeni-sömürgeciliği geliştirmeyip eski sömürgecilikte ısrar etseydi çoktan defteri dürülürdü. Yeni-sömürgecilik, sadece emperyalist sömürüyü devam ettirme ve geliştirme değil, adeta tükenen kapitalizmin esneme noktalarını açığa çıkarıp ömrünü uzatma işlevi görmüştür.
       Peki, bu nasıl olmuştur?
       Sömürgecilik ve özellikle yarı-sömürgecilik, emperyalist sömürü ve açık işgal altında bulunan bu ülkelerde sınırlı bir kapitalist birikim yarattı; yeni-sömürgecilik bunun üzerinde gelişti, iç pazarı büyüttü, emperyalist sermayeyi her alana yaydı. Lenin, Emperyalizm isimli temel yapıtında, sermaye ihracı, ihraç edilen ülkede kapitalizmi geliştirir diyordu; bu temel tez, yeni-sömürgecilik altında somutluk kazandı. Emperyalist sermaye, eskiden farklı olarak üretken alanlara, yani bizzat üretim alanlarına yönelip kâr oranlarını yükseltirken bağımlı kapitalizmi geliştirdi. Bu gelişim sınıf ilişkilerine yeni bir biçim verdi.
       Yeni-sömürge ülkelerde, klasik sömürge ve yarı-sömürge ülkelerden farklı olarak, kapitalist sömürü ve kapitalist toplumsal/sınıfsal ilişkiler sürece egemen oldu ve gelişim bu yönde derinleşti. Eskiden, emperyalizmin 1. ve 2. Bunalım Dönemlerinde, emperyalizm, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, en gerici sınıf olan feodal toprak sahipleri ve komprador ticaret burjuvazisine dayanırken, 3. Bunalım Dönemi'nde, baştan emperyalizme bağımlı hale gelen işbirlikçi tekelci sermaye ve pre-kapitalist sınıfların (feodal ve tefeci unsurlar) ittifakına, yani bu sınıfların gerici ittifakı/bloku olan oligarşiye dayanıyordu. Yeni-sömürge ülkelerde kapitalizm yukarıdan aşağı geliştikçe feodalizm adım adım çözülmekte ve buna paralel olarak işbirlikçi oligarşi içinde pre-kapitalist unsurların etkisi azalmaktadır. Genel olarak ifade etmek gerekirse, iç pazara yönelik kapitalist gelişim oturdukça, tekelleşme hızlandıkça, dahası bu sermeye birikimi üzerinden daha ileri bir birikim düzeyine sıçradıkça (örneğin uluslararası iş bölümüne paralel gelişen ihracata yönelik sanayileşme modeli) hem tekelleşmeyi hızlandırdı hem de pre-kapitalist unsurları çözerek tekelleştirdi. Böylece oligarşinin sınıfsal bileşkesi, bu gelişmeye paralel olarak değişti ve giderek daralma eğilimi gösterdi.
       Bu süreç, yukarıdan aşağı, emperyalizme bağımlı ve iç pazarın genişlemesine göre örgütlenen kapitalizmin gelişme derecesine bağlı olarak, kapitalist pazar ekseninde, daha önce kendi pazarına sahip çıkmak isteyen ulusalcı sınıfları kendine bağladı. Böylece yeni-sömürgecilik, tepe noktası ve omurgası tekelci sermaye olan ve bunun etrafında orta burjuvazinin binbir bağla bu sınıfa bağlandığı kapitalizmi yarattı. Artık yeni-sömürge ülkelerde anti-emperyalist anti-oligarşik demokratik halk devrimi güncelleşti. Bu devrim, kapitalizmin özgür gelişimini sağlayan değil, baştan itibaren emperyalizm denetiminde gelişen kapitalizmi tümden hedef alan devrimdir. Bu anlamda, emperyalizmi, işbirlikçi oligarşiden ya da işbirlikçi tekelci sermayeden ayırmak söz konusu değildir; emperyalizme karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadele üst üste düşmekte ve birbirinden koparılamaz hale gelmektedir. Sınıfsal mücadele tüm mücadelelerin ana eksenidir; anti-emperyalist mücadele emek eksenlidir.
       Emperyalizmin 1. ve 2. Bunalım Döneminde, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde milli demokratik devrim zorunlu duraktır. Bu tip ülkelerde, her ülkenin özgün yanlarına bağlı olarak milli burjuvazi şu ya da bu düzeyde bir olgudur (Çin devriminde anti-emperyalist mücadelede bu sınıf, yani milli burjuvazi oldukça önemli bir yer tutar ve ittifak içinde önemli bir unsurdur; Vietnam devriminde ise bu sınıfın rolü çok daha sınırlıdır). Ancak 3. Bunalım Döneminde, milli burjuvazi toplumsal ve siyasal bir rol oynamaz. Yani Türkiye'de olduğu gibi öteden beri bu sınıf yoktur ya da yeni-sömürgecilik ilişkisi içinde bu sınıf emperyalizm tarafından sınıfsal sömürü ağı içinde ortadan kaldırılmıştır. Yeni-sömürgecilik, Che'nin işaret ettiği gibi bu sınıfı emperyalist sömürünün bir aracına dönüştürmüştür. Eski dönemde, örneğin 1930'larda sınırlı olsa da varlığını sürdüren bu milli burjuvazi, yeni-sömürgecilik ilişkileri içinde ya tekelleşmiş ya da kapitalist pazar ilişkileri içinde işbirlikçi kapitalizmin bir parçasına dönüşmüştür. Artık böyle bir sınıf ve bunun siyasal temsilcisi yoktur ve devrimde siyasal bir rol oynamaktan uzaktır.
       3. bunalım döneminde, emperyalist işgal biçimi değişmiş, açık askeri işgal yerini her alanda varlığını sürdüren gizli işgale bırakmıştır. Emperyalist sermaye, yerli ve işbirlikçi tekelci sermaye ile birlikte her alana el atmış, ekonomik, siyasal, kültürel her alanda ipin ucunu ele geçirmiş, emperyalizm içsel olguya dönüşmüştür.
       Her üretim ilişkisi kendine özgü sınıf ilişkilerini yaratır.
       Sömürgecilik ve yarı sömürgecilik, toplumsal sürecin feodal veya yarı feodal olduğu bir tarihsel dönemin üzerinde yükselmiştir. Ve bu süreçte gelişen kapitalizm daha çok ticari karakterdedir; bu ilişkilerin ortaya çıkardığı işbirlikçi komprador burjuvazi bu tarihsel sürecin ürünüdür. Yeni-sömürgecilik ise kapitalizme dayanır ve işbirlikçi tekelci sermaye bu sömürgecilikte temel rol oynar.
       Sol ve devrimci çevrelerde, 1970'lerden bu yana, biraz da kalkınmacı sosyalizm ve 3. dünyacılık anlayışından kaynaklı olarak, işbirlikçilik ile kompradorluk özdeş kavramlar olarak tanımlanmıştır; hala bu yanlış anlayış şu ya da bu biçimde devam etmektedir. Komprador burjuvazinin işbirlikçi olduğu nettir, ama bu burjuvazi, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, 1. ve 2. Bunalım Döneminde ticaret kapitalizmine dayanarak, emperyalist sermayenin aracılığı, acenteciliği rolünü oynar. Bu sınıf üretimden daha çok dolaşım sürecinde ortaya çıkar, aracıdır, işbirlikçidir. Yeni-sömürgecilik kapitalizmi yukarıdan aşağı geliştirirken, bu sınıfları kendine bağladı, bu ilişkiler içinde bu sınıf, kapitalist pazar içinde üretime yöneldi ve tekelcileşti; artık dolaşım sürecinde aracı olan, acenteci bir sınıf değil, emperyalizmle işbirliği yapan, üretim-dolaşım-tüketim sürecinde kapitalist pazarı elinde tutan işbirlikçi tekelci burjuvazi vardır. Böylece bir dönemin komprador kapitalizme karşı demokratik/ya da ulusal kapitalizm tezleri geride kalmıştır; kapitalizm baştan işbirlikçi ve tekelci karakterdedir ve devrim buna yönelir.
       Yukarıdan aşağı gelişen ve toplumsal sürece egemen olan kapitalizm, kendi zıddını da yarattı. Şehirlerde ve kapitalist işletmelerde ortaya çıkan proletarya, bu gelişmeye bağlı olarak hızla çoğaldı. Kırsal alanda eski yapılar çözüldü, kırdan kente göç dalgaları oluştu, şehirde kapitalist sanayi işletmelerinin yanı sıra pazara yönelik işletmeler ve bu temelde işçiler ortaya çıktı. Giderek bu süreç, sanayi proletaryasının yanı sıra büyük sayılara ulaşan kent ve kır yoksullarını yarattı. Proletarya artık devrimde hem nicel hem nitel olarak önderlik yapacak bir sınıf haline geldi; proletarya bugün sadece ideolojik değil, politik bilinçle beraber, fiili önderlik yapacak konumdadır.
       Böylece bu ülkelerde, yeni-sömürge ülkelerde, emperyalizme ve oligarşiye karşı, proletaryanın önderliğinde demokratik halk devrimleri zorunlu bir durak oldu. Bu devrim, proleter devrimin bir biçimi olup, demokratik ve sosyalist görevleri içermekte; emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi, emperyalist sermaye oligarşi içinde yer aldığından ve içsel olgu olduğundan sınıfsal temelde yürümektedir. Devrimin demokratik karakteri yukarıdan aşağı emperyalizm ve yerli tekelci sermaye tarafından örgütlenen sömürge tipi faşizmin tasfiyesine kadar uzanmaktadır. Bir dönemin, yani 1.ve 2. Bunalım Döneminin (hatta Küba Devrimi somutunda 3. Bunalım Döneminin ilk evresini de kapsar) toprak devrimi, gelişen kapitalizme ve kırsal alanda köylülüğün sınıfsal ayrışma yaşamasına bağlı olarak geride kalmamıştır; bu ülkelerde toprak devrimi değil tarım devrimi söz konusudur ve bu devrim sosyalizme bağlanmıştır.
       Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur.
       Burjuva demokratik devrim, feodalizme karşı burjuvazinin iktidarını; proletarya devriminin bir biçimi olan milli demokratik devrim/ya da ulusal demokratik devrim, proletarya önderliğinde, ulusal burjuvazi ile ittifak yaparak, işçi-köylü iktidarını; demokratik halk devrimi ise proletaryanın önderliğinde, kapitalizmin gelişme derecesine ve sınıfsal ayrışmaya bağlı olarak, işçi, şehir ve kır yoksulları, küçük ve orta köylülük, şehir küçük burjuvazisini ve halkın iktidarını hedefler.
       Burjuva demokratik devrimleri feodalizmin belini kırar; milli demokratik devrimler feodalizm ve komprador burjuvazinin belini kırar; demokratik halk devrimleri ise tekelcileşen kapitalizmin belini kırar. Burjuva demokratik devrimleri kapitalizmi hedeflemez, tam tersine onu geliştirir. Milli demokratik devrimler, en fazlasından işbirlikçi komprador kapitalizme yönelir. Bu açıdan, demokratik halk devrimi programı kendini asgari ve demokratik görevlerle sınırlamaz, bunları sosyalist görevlere bağlar. Emperyalizmin 1. ve 2. Bunalım Döneminde milli demokratik devrimler ile sosyalist devrimler arasında bir mesafe vardır. Ama 3. Bunalım Dönemimde ortaya çıkan ve yeni tarihsel süreçte tümden olgunlaşan demokratik halk devrimi ya da halk devrimlerinde böylesi bir mesafe yoktur. Bu devrimlerde asgari ve azami program iç içedir, kesintisiz ve aşamasız devrim söz konusudur. Demokratik halk devrimi, emperyalizmin tüm egemenlik biçimlerine son verir, faşizmi tasfiye eder, oligarşinin mali, siyasi, kültürel tüm kaynaklarını kurutur. Ve emperyalizme ve oligarşiye karşı, işçi sınıfı önderliğinde tüm halkın iktidarını hedefler. Halk iktidarı, burjuvaziyi dışta tutar, onun üzerinde baskı kurar ve adım adım, devrimin ertesi günü sosyalizmi inşaya yönelir. Tam da bundan dolayı, proleter devrimin bir biçimi olan halk devrimi, proletarya diktatörlüğünün özgün biçimi olan halk demokrasini hedefler.

       C) Yeni Dönem Ve Bazı Sonuçlar
       Emperyalist-kapitalist sistem 2. Paylaşım Savaşı sonrası yeniden yapılanmıştır. 2. Paylaşım Savaşı, başta Avrupa olmak üzere emperyalist-kapitalist sistemi tahrip etmiş, bu yıkıntılar içinden sosyalizm zaferle çıkmıştır. ABD emperyalizmi, emperyalist-kapitalist sistem içinde en az yıpranan güçtür ve emperyalist-kapitalist sistem ABD önderliğinde yeniden toparlanmaktadır. Gerek başta Avrupa ve Japonya'nın, gerekse de bunu izleyen süreçte tüm geri kalmış ülkelerin onarılması, sosyalizme karşı bir zorunluluk olmuş; böylece ABD emperyalizmi kapitalist sistemin önderliğini ele geçirmekle kalmamış, kapitalizm için üretim güçlerini kendi sınırları içinde geliştirme ve kâr oranlarını yükseltme imkanı bulmuştur. 1945-70 sürecinin kapitalizm için altın çağ olarak tanımlanması bundandır.
       Ama bu süreç 1970'lerde tıkanmış, emperyalist-kapitalist sistem günümüze kadar uzanan bir kriz sürecine girmiştir. Bu krizde kapitalizmin içsel faktörleri vardır; ama başta Vietnam Devrimi olmak üzere, devrimci halk kurtuluş savaşları ve sosyalizmin rolü de önemlidir. Emperyalist-kapitalist sistemi saran kriz, doğal olarak yeni ve köklü arayışları hızlandırmış; kapitalizmin iç örgütlenmesini neo-liberalizm temelinde yeniden biçimlendirmiş, sosyal devlet politikalarının bir yana atılıp özelleştirme saldırılarının güncelleşmesinden tutalım, esnek üretime kadar kapsamlı politikalar sisteme egemen olmuştur.
       Emperyalist-kapitalist sistem bir hiyerarşiyi içerir ve sistemdeki kriz en çok yeni-sömürgelere yüklenir. Ayrıca, yeni-sömürgeci kapitalizm, 1970'lere gelince hem sistemdeki krizin yansıması, hem de kendi içsel süreci gereği tıkanmış, kriz üreten bir sisteme dönüşmüştür. Emperyalizme bağımlı ve iç pazara göre örgütlenen kapitalizm ve bu temeldeki sermaye birikim modeli, sermayenin uluslararasılaşmasına bağlı olarak yeni bir evreye sıçramıştır. Aynı zamanda emperyalist-kapitalist sistemin iş bölümüne bağlı olarak, özellikle kapitalizmin nispeten geliştiği ülkelerde dışa açılma adı altında ihracata yönelik kapitalist birikim modeli benimsenmiştir. Neoliberal saldırı programları bu modelle hızlanmış, yeni-sömürge ülkeler emperyalist sermayenin açık pazarına dönüşmüş, sanayisizleştirme politikaları dayatılmış, yeni-sömürgecilik derinleşmiştir.
       Reel-sosyalizmin çözülmesi, kapitalizmin bu iç örgütlenmesini her alana taşımış ve emperyalist saldırı politikalarını pervasızlaştırmıştır. Artık, kriz ortamında geliştirilen politikalar, emperyalist-kapitalist sistemin temel özelliği olmuştur. Her alanda bu emperyalist saldırı politikaları, vahşi sömürü ile iç içe derinleşmiş, kapitalizmin tarihsel olarak sınırlarını tüketmiştir.
       Bu süreç, her açıdan yeni bir tarihsel süreç ya da dönemdir. 2. Paylaşım Savaşı sonrası dünyanın 1/3'ünde zafer kazanıp kapitalist pazarın dışına düşen sosyalizm, bu süreçte büyük bir tarihsel kırılma yaşamıştır. Reel sosyalizm çözülmüş ve kapitalist restorasyon bu ülkelerde yaşanmış ve sosyalizm Küba gibi, tek tek ve küçük ülkelerde savunma zemininde kalmıştır. Bunun yanı sıra bir önceki dönemde devasa boyutlar kazanan devrimci halk kurtuluş savaşları gerileme sürecine girmiştir. Tüm bu tablo sosyalist hareket açısından genel bir yenilgiyi ortaya çıkarmış ve hala bu genel yenilginin ortaya çıkardığı sonuçlar aşılamamıştır.
       Bu sürecin temel özelliklerinin biri; neoliberal politikalar öncülüğünde yeni-sömürgeciliğin derinleşmesidir. Bu süreç konumuza bağlı olarak dört ana sonuç yaratmıştır.
       Birincisi; tekelci kapitalizm yeni bir sermaye birikim modeli yaratmış, sanayi sermayesi değil, üretimden kopuk spekülatif sermaye ve mali sermaye ön plana çıkmıştır. Bu kapitalist birikim süreci oligarşinin bazı kesimlerini tasfiye etmiş, yeni-sömürgeciliğin kurumsallaşması sürecinde varlığını devam ettiren ve tekelci sermaye ile ittifak içinde olan pre-kapitalist unsurlar tasfiye olmuş, oligarşinin sınıfsal bileşkesi daralmıştır. Bugün oligarşi, sanayi, mali, ticaret ve tarım alanında tekelleşen büyük sermayeyi kapsar.
       İkincisi; yeni-sömürgecilik üzerinde biçim alan faşizm, bu gelişime paralel olarak yeni biçim almıştır. Yeni-sömürgeciliğin oluşum sürecinde görülen nispi demokrasi artık yoktur. Özellikle askeri açık faşizm ve bunların cunta biçiminde örgütlenmesi, önceki süreçte bir tür dengeye son vermiş, her şey emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermaye lehine örgütlenmiştir. Eskiden, faşizm, temsili demokrasiyi görüntüde de olsa koruyan gizli biçimde kurumlaşırken, emperyalizm ve yerli tekelci sermaye ipin ucunu elinden kaçırınca açık biçime başvurması söz konusuydu. Ama artık, neoliberal saldırı programları gündemde olup, devlet, yani faşizm, emperyalizm ve oligarşinin çıkarlarını gözeten, buna göre biçim alan, sadece baskı politikalarını değil ideolojik ve kültürel pasifikasyon araçlarını da uygulayan, buna göre kendini yeniden örgütleyen bir düzeydedir.
       Üçüncüsü; bu durum, burjuva demokrasisini sadece yeni-sömürgelerde değil, metropol kapitalist ülkelerde de hayale dönüştürmüş, kitlelerin demokrasi mücadelesini sınıfsal temelde büyütmüştür. Demokrasi mücadelesi okulunda geçmeyen proletarya kendi devrimini yapamaz. Lenin'in bu tezi, bu tarihsel koşullarda, yeni-sömürge ülkelerde, son derece önem kazanmış, demokrasi mücadelesini sosyalizme bağlamıştır. Demokrasi mücadelesinde proletarya önder güçtür ve tek tutarlı sınıftır. Kendi devrimine, sosyalizme yönelen proletarya, kendi devrimine ancak demokrasi savaşımında en önde yer alarak ulaşabilir. Demokrasi savaşında proletarya önderdir ama tek sınıf değildir; siyasal gericiliğin merkezine, yeni-sömürgeci kapitalizme ve onun omurgasına demokrasi savaşımında yönelen proletarya, demokrasi savaşını diğer sınıflarla birlikte, özellikle kent ve kır küçük burjuvazisi ile birlikte mücadele eder. Bu mücadelede, demokrasi savaşımının temel bir unsur haline geldiği bu dönemde demokratik halk devrimi atlanarak, sosyalist devrim çığırtkanlığı yapılarak ne demokrasi savaşımı kazanılabilir, ne de proletarya kendi devrimine ulaşabilir.
       Dördüncüsü; demokrasi mücadelesinin iki ana boyutu vardır. Birincisi, kapitalizm sınırları içinde, temel hak ve özgürlüklerin, siyasal demokrasinin sınırlarını genişletmek için kazanılan mevzilerdir. Bunu bir anlamda reformlar için mücadele olarak da tanımlamak mümkündür. İkincisi ise, demokrasi savaşının ancak faşizmin tasfiyesiyle mümkün olduğu gerçeğidir. Faşizmi ana hedef tahtasına koymayan, bunu devrime bağlamayan demokrasi mücadelesi gerçek bir demokrasi mücadelesi olamaz. Yani demokrasi mücadelesi devrimle kazanılacaktır. Birincisi ikincisine bağlanır ve demokrasi mücadelesinin tümü sosyalizme bağlanmak zorundadır. Çünkü gerçek bir demokrasi savaşı halk demokrasini hedefler ve ancak sosyalizm bu demokrasiyi güvence altına alır.
       Böylece, yeni tarihsel dönemde, emperyalizme ve faşizme/ oligarşiye karşı savaş; sınıfsal zeminde, emek eksenli olmakla kalmamış, demokrasi mücadelesinde acil ve güncel talepleri yakıcı hale getirmiştir. Bu acil ve güncel demokratik talepler için (ki bunlar özünde kapitalizm sınırları içinde teorik olarak kazanılabilecek taleplerdir) savaşılmadan, neoliberal emperyalist saldırı politikalarına karşı direnilmeden, temel hak ve özgürlükler için mücadele edilmeden vb. demokrasi savaşı kazanılamaz.
       Tüm bu sonuçlar, devrimimizde, yeni dönemde, demokratik ve sosyalist görevlerin çok daha güçlü biçimde iç içe olması, yukarıda demokratik halk devrimi için söylediğimiz tüm ana başlıkların çok daha olgun hal almasına yol açmıştır. Halk devrimi, asgari ve azami hedefleri içeren, kapitalizmden sosyalizme geçiş programı, olarak somutlaşmıştır. Halk devrimi, sosyalist devrim ile arasına bir aşama koymaz, kesintisiz sosyalizme yönelir. Halk devrimi sınıfsal zeminde yürür, anti-emperyalist anti-oligarşik anti-faşist mücadelede işçi sınıfının önderliğinde tüm halkın katılımını savunur ve tüm bunları iktidar savaşına, halk iktidarına bağlar.

       D) Ara Paragraf:?Nispi Demokrasi Var Mı?
       Yukarıda yapmış olduğumuz özet kavramsal açıklamalardan sonra, yeni-sömürge ülkelerde, sömürge tipi faşizm-demokrasi ilişkisini, özellikle günümüzde daha net kavramak için bir ara başlık açmakta yarar vardır. Bu ara başlığın asıl sorusu şudur: nispi demokrasi var mıdır?
       Emperyalizm demokrasini inkarıdır. Ancak 3. Bunalım Dönemi'nde, bu dönemin en temel özeliği olarak gelişen yeni-sömürgecilik demokrasi aldatmacası ile iç içe ortaya çıktı. Burada bir çelişki mi var? Hayır yok. Dahası demokrasi aldatmacası keyfi bir tercihin ürünü değildir, emperyalist sömürünün yeni-sömürge ülkelerde yoğunlaşması için zorunludur. Sosyalizmin dünyanın 1/3'de zafer kazanması ve yükselen devrimci halk kurtuluş savaşları, emperyalizmi yeni arayışlara itmiştir. Bu süreç yukarıda ifade ettiğimiz gibi, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak, kapitalizmin kendi sınırları içinde esneme ve kendi varlığı için sınıfsal tepkileri eritme arayış ve yöntemlerini de yarattı. 2. Paylaşım Savaşı sonrası gelişen sosyal devlet sadece sosyalizm ve yükselen sınıfsal ve ulusal mücadelelerin yan ürünü olarak ortaya çıkmakla kalmadı, aynı zamanda demokrasi aldatmacasına da zemin sundu.
       Yeni-sömürgecilik, klasik ve yarı sömürgecilikten farklı olarak, kapitalistleşme sürecini hızlandırmakla kalmadı, bu ülkelerin (ki emperyalist-kapitalist sistemin zayıf halkası bu ülkelerdir) sosyalizme kaymasını önlemek için bir dizi politikayı da güncelleştirdi. Emperyalist işgalin gizlenmesi için demokrasi maskesine ihtiyaç vardı, ama bununla birlikte işçi ve emekçi sınıfların demokrasi mücadelesini düzen sınırları içinde eritmek için de demokrasi maskesi gerekliydi. Bu demokrasinin sınırlarını emperyalizm ve işbirlikçi oligarşinin çizdiği açıktır. Ama iç pazara egemen olmanın yolu, demokrasi ve özgürlük adına emperyalist sermaye ve işbirlikçi tekelci sermayenin bu alana nüfuz etmesidir. Eski ve dışa kapalı ekonomi çözüm değildir, burjuvazinin ve emperyalist tekellerin kendine siyasal alanda da yer açması zorunludur. Bunun yolu da yeni-sömürge ülkelerde, siyasi üst yapıda temsili ve biçimsel demokrasiyi ve bunun unsurları olan, burjuva partileri, her 5 yılda bir yapılan seçim sistemini, parlamentoyu devreye sokmaktır.
       Bununla birlikte, yeni-sömürgeciliğin Asya, Afrika ve L. Amerika ülkelerinde gelişmesi öyle bir çırpıda ve sancısız olmamıştır. Bu süreç ülkemizde çok daha sancısız olurken, örneğin L. Amerika'da sürece şu veya bu ölçüde direnen sermaye kesimleri vardır. Burjuvazinin bazı kesimleri, bu süreçle, bu sermaye birikim modeli ile tam bütünleşememiş ve oligarşi içinde çelişkinin hızlanmasına yol açmıştır; ama böyle de olsa oligarşi içinde bir denge zorunludur. Ayrıca eğer, söz konusu yeni-sömürge ülkede, başta küçük burjuvazi olmak üzere kitlelerin tepkileri de varsa, oligarşi özellikle küçük burjuvazi ile geçici de olsa bir denge kurmuşsa, bunlar biçimsel demokrasiyi güçlendirir. Hatta bazı süreçlerde bu denge emperyalizmi ve oligarşiyi rahatsız eder, bunu kendi lehine bozmaya çalışır.
       3. Bunalım Dönemi'nin ilk aşamasında, yani 1950-70 sürecinde bu dengeyi görmek mümkündür. L. Amerika'da liberal burjuvazinin bu süreçte yeni sömürgeciliğe karşı sınırlı tepkisi ve kalkınmacı bir model arayışı söz konusudur; bu demokrasi arayışını kışkırtan bir kanal açmaktadır. L. Amerika ülkelerinde anti-sömürgeci mücadelenin oldukça güçlü bir gelenek olması ve kitlelerin tepkisinin gerilla savaşlarıyla iç içe geçmesi, bu temelde sol ve devrimci bir dalganın oluşması önemli bir yer tutar. Bunlar yeni-sömürgeciliğin daha sancılı gelişmesine yol açmıştır. Ama öte yandan bu biçimsel demokrasiye ihtiyacı da büyütmüştür. Türkiye örneğinde ise bu süreç emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi için daha sorunsuzdur ve daha çok yeni-sömürgeciliği meşrulaştırmak için demokrasi oyunu baştan kurgulanır; oligarşi ile küçük burjuvazi arasında kurulan geçici denge nispi demokratik ortamın oluşmasında (örneğin 1960'lı yıllar) rol oynamıştır.
       Belirli dengelere dayanan bu oyun her zaman istenilen gibi gitmez, bu kez demokrasi rafa kaldırılır ve bunun yerini askeri cuntalar, yani açık faşizm yerini alır. 1970'lerde L. Amerika, Asya ve Afrika'da birçok ülkeyi; Türkiye, Şili, Brezilya, Arjantin, Paraguay, Filipinler vb kapsayan cuntalar tamda bundandır. Yani, bir biçimde kurulan denge işçi ve emekçilerin mücadelesiyle birlikte demokratik talepleri kamçılamaktadır. Bu durum ipin ucunun kaçtığı durumdur ve buna son vermek, emperyalist sömürüyü hızlandırmak gereklidir. Açık faşizm ve cuntaların iş başına gelmesi bundandır. Bu açık faşizm örnekleri emperyalizm ve yerli tekelci sermayenin çıkarlarını savunur, emperyalist sömürüyü derinleştirir.
       Özetle; yeni-sömürgelerde, emperyalist sömürü ve faşizmin gizlenmesi, sosyal devlet ve belirli sınıflar arasında dengeye dayanan nispi demokratik ortam temelinde başarıldı. Dengelerin bozulduğu, işçi ve ezilen halk kitlelerin tepkilerinin yoğunlaştığı yerde emperyalizm ve yerli işbirlikçi sermaye bu nispi demokratik ortamı yok etti.
       Bu bir sürecin, yeni-sömürgeciliğin gelişim sürecinin bir ürünü olarak ortaya çıktı ve dayandığı olgular bu sürecin ürünüdür. Bu olgular ortadan kalktığı süreçte, bunun sonuçları da ortadan kalktı.
       Yani, emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi kendi içinde iki ana evreyi içerir. Birinci evreyi, 1945-70; ikinci evreyi ise 1970-90 arası olarak tanımlamak mümkündür.
       Bu ikinci evrenin bazı temel özeliklerini özetle ifade etmekte yarar vardır:
       a) Bu evrede sosyalizm, revizyonizmin elinde bir gerileme sürecine girse de hala işçi sınıfı ve ezilen halkların umudur ve büyük prestije sahiptir. Özelikle SBKP-ÇKP çatışması ve sosyalist bloğun parçalanması bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır ama bunun yanı sıra Vietnam devrimi somutunda halkların mücadelesi emperyalizme darbe indirmeye devam etmektedir. Sosyalizm ve devrimci halk kurtuluş savaşları bir olgudur. Ama halk kurtuluş savaşları özellikle 1980 sonrası gerileme eğilimi içindedir.
       b) Emperyalist-kapitalist sistem,1945-70 sürecinde kâr oranlarını yükseltirken, özellikle yeni-sömürge ülkelerde iç pazar genişlerken, ikinci süreçte hızla gerilemekte ve uzun bir kriz dalgasına düşmektedir. Doların üstünlüğünü kaybetmesi, ABD ekonomisin açık vermesi, kapitalizmde içsel olan eşitsiz ve dengesiz gelişimin ürünü olarak özellikle Alman ve Japon sermayesinin atak yapması, petrol krizi vb. bu kriz sürecinin unsurlarıdır. Hiç şüphesiz bu kriz sosyalizm ve devrimci kurtuluş savaşları ile özellikle Vietnam devrimi ile derinleşmiştir.
       c) Bu süreç aynı zamanda, 2. Paylaşım Savaşı sonrası emperyalist-kapitalist sistemde mutlak üstünlüğü ele geçiren ABD emperyalizminin zayıflaması ve nispi üstünlüğe düşmesi anlamına gelmektedir. Sosyalizme karşı ABD emperyalizmi 1945-60 yıllarında önce Avrupa ve Japonya ekonomisini onarmış, ama 1970'lere gelindiğinde Avrupa ve Japon sermayesi, emperyalist sermaye içinde önemli bir yer tutmuştur.
       d) Kapitalizmin krizi, yeni arayışları hızlandırmış, ilk kez bu yıllarda, örneğin Japonya'da esnek üretim filizlenmiş, böylece kapitalizmin sömürü düzeneği değişim içine girmiştir. Şili ve Güney Kore, neoliberal politikaların ilk uygulandığı ülkeler olmuş ve bu sömürü modeli 1980 sonrası emperyalist-kapitalist sisteme egemen olmuştur. Türkiye bu sürece 12 Eylül açık faşizmi ile dahil olmuştur.
       Özetle bu unsurlar aynı zamanda, reel sosyalizmin çözülmesi ile bir tarihsel dönemin kapanması ve yeni bir tarihsel dönemin başlamasının zeminini de oluşturmuş, bu süreçte, 3. Bunalım Dönem'inin ikinci evresinde uç veren olgular, yeni tarihsel süreci hazırlamıştır.
       İşte bu süreçte, yeni-sömürge ülkelerde siyasal üst yapının en temel kurumu olan devlet biçimi, yani sürekli faşizm, yeniden biçimlenmekte ve kapitalizmin nispi refahının hızla gerilemesine paralel olarak nispi demokratik ortam hızla ortadan kalkmaktadır. Bu süreç, neoliberal politikalarla içiçe yaşanmakta; vahşi sömürü, bazen açık faşizm uygulamaları ile bazen de bu sürecin asıl hedefi olarak faşizmin açık ve gizli uygulamaların içiçe geçtiği bir kurumlaşmakta, yaşanmaktadır.
       Artık tarihsel süreç yeni bir döneme sıçradığında,demokrasi adına burjuva parlamentosu, seçim sistemi, burjuva partileri vb. olsa da nispi demokrasinin bir yana atıldığı yeni bir dönem başlamıştır.
(SÜRECEK)

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Şehit Muhtar Mah. Nane Sokak No: 15/3
Beyoğlu/İSTANBUL