Geçtiğimiz
haftalarda Türkiye'nin kadim sorunu olan Kürt
ulusal sorunu yeni bir aşamaya girdi. Habur'dan
bu yana iniş çıkışlarla devam eden bir süreç,
büyük ölçüde tıkanma noktasına girdi ve Kürt tarafı,
daha önce ilan etmiş olduğu "eylemsizlik"
kararının sona erdiğini ilan etti. Gerçi bu, yarın
büyük çatışmaların başlayacağı anlamına gelmiyor;
zaten Öcalan da 21 Mart'a kadar süreci gözlemleyeceklerini,
bu arada "aktif savunma" çizgisi izleyeceklerini
ifade etmiş bulunuyor. Muhtemelen, çok yüksek
bir ihtimalle, 21 Mart'tan sonra da bu çok sert
olmayan tablo devam edecek; çünkü bu arada birtakım
görüşmeler yapıldığı da anlaşılıyor. Kandil'dekilerin
bize yetkisiz adam göndermeyin demesi de, Öcalan'ın
üstü kapalı imaları da buna işaret ediyor. Yani
aslında, önümüzdeki aylarda da yine iniş çıkışlı
bir tablo ile karşılaşacağımız söylenebilir.
Kısaca
hatırlayabiliriz. 2009 yılının Temmuz ayında Abdullah
Gül, "tarihi fırsat"tan söz ederek "çok
güzel şeyler olacak" dediğinde, yeni bir
sürecin başladığı anlaşılıyordu. Askeri olarak
Zap'ta, politik olarak da yerel seçimlerde inisiyatif
elden kaçınca, Ergenekon operasyonuyla elini de
güçlendirmeye başlayan AKP kendi adımlarını atacak
gibiydi. Gerçekten de 2009'da devletin son 25
yıllık politikası açısından durum tahammül edilmez
bir noktadaydı. Evet, Kürt hareketi başlangıçtaki
hedef ve politikalarından vazgeçmiş, daha alt
düzeyden postmodern bir programa yönelmişti, yani
devleti askeri-politik olarak yenilgiye uğratıp
yeni bir devlet kurmak hedefi söz konusu değildi
ama öte yandan bu hareket bitirilemiyordu da.
Her bahar, her kış "eşkıyanın son çırpınışları"
diye pompalanan "iyimserlik" son noktaya
gelip dayanmıştı. Doğrusu, sonradan AKP'nin "Taraf"
üzerinden orduya yönelttiği "acizlik",
"beceriksizlik", "savaşı kasten
bitirmeme" gibi suçlamalar açıkçasını söylemek
gerekirse haksızdı ve ahlak dışıydı da. Her büyük
eylemden sonra koparılan "köstebek"
yaygaraları ya da "beceriksizlik" iddialarının
veya "İsrail parmağı" fantezilerinin
ikili amacı vardı aslında. Birincisi, bu eylemlerin
aslında ordunun cahilliğinden ötürü başarıya ulaştığı
iması yapılarak Kürt hareketinin gücü ve bilgisi
küçümsenmiş oluyor; diğer taraftan da inisiyatif
savaşlarında AKP'nin eli güçlendiriliyordu. Ama
bu suçlamalar haksızdı; çünkü ordu ve devletin
diğer militarist güçleri aslında 25 yılda ellerinden
gelenin ötesinde bir performans göstermişti. Başlangıçta
düz bir savaş çizgisi yürütülmüş, daha sonra -Ağar'ın
itiraf ettiği gibi- ABD akıllarıyla "özel
harekat" ve kontr-gerilla aşamasına geçilmiş,
bu da yetmemiş, Hizbul-kontra gibi ekstra araçlar
ve faili meçhuller, köy boşaltmaları, orman tahribatları
gündeme gelmiş, şehirlerde 'topyekûn savaş' ilan
edilmiş, bin bir türlü linç, provokasyon yapılmış,
milletvekilleri meclis kapısından yaka paça alınarak
kelepçelenmiş ve nihayet TC tarihinin en kapsamlı
sınır-ötesi harekatları birbiri ardına yapılmıştır.
Yani, doğru sözcüklerle ifade edersek, herhangi
bir ülkede, herhangi bir militarist devlet, herhangi
bir gerilla savaşına karşı ne yapabilirse -ve
başka ülkelerde ne yapmışsa- fazlası var eksiği
yok, tamamı yapılmıştır. Sonuçta ortaya çıkan
başarısızlık hali, bizzat Genelkurmay'ın deyimiyle
"dağdakilere katılımın önlenememesi ve öldürülenlerin
yerine yenilerinin gelmesi" hali, bu alanlarda
gösterilmiş bir zaafın ya da korkaklığın, teknik
eksikliğin sonucu değildir. Burada sorun "elden
gelenin yapılmamış olması" değil, yapılanların
bu sorunu bitirmeye yetmemiş olmasıdır. Ordu ve
genel olarak devlet gücü, elinden geleni yapmış
ama karşıdaki gücü askeri olarak bitiremediği
gibi, politik kitlesellik düzeyini de düşürememiştir.
Tersine Kürt hareketi, askeri teknik ve kapasite
açısından yetkinleşmiş; politik alanda ise marjinalize
edilmek bir tarafa bölgenin tek siyasi gücü haline
gelmiş, halkın hatırı sayılır bir bölümünü sadece
seçimlerde değil, günlük hayatta da kendi etrafında
toparlamıştır. En son hamleler bilinmektedir.
Büyük güçlerle yapılan Zap harekatı başarıya ulaşmamış,
kamuoyuna verilen "ezip geçeceğiz" havası
boşa düşmüştür. Yerel seçimler ise, bütün çabalara
karşın Kürt hareketin marjinal bir grup haline
getirilemediğini göstermiştir.
Gelinen
noktanın gerçekliği buydu işte. AKP, bu noktada
inisiyatifi eline alıp ortalığa büyük bir "çözüm"
havası pompaladığında ise bunun -moda deyimle-
bir "farkındalık" olduğu, çıkmaz sokağın
sonunda bir köklü "çözüm"ün ortaya çıktığı
düşünülmüştü. Bir kesim ortada esrarıengiz bir
anlaşma olduğunu, görüşmelerde "işin bağlandığı"nı
ve "ülkenin bölünmek üzere olduğunu"
düşünürken, bir başka kesim ise hemen hemen aynı
algıyla yine "işin bağlandığını" ve
"Kürt davasının satıldığını" düşünüyordu.
İkisi
de olmadı ama. Evet, sonradan hükümet cephesinden
söylenen sözlerden o günlerde bazı görüşmelerin
olduğu, bazı "anlaşmaların" yapıldığı
anlaşılıyordu ama daha sonra bunun aslında bir
inisiyatif savaşı olduğu ortaya çıkacaktı. Daha
doğrusu, Habur günlerinde dergimizde yazdığımız
gibi "açılım"ın kaderi Kürt hareketinin
istedikleri ve kırmızı çizgileri ile hükümetin
kafasındaki sınırlar tarafından belirlenecekti
ve öyle de oldu. Bireysel düzeyde birkaç hak ve
zamana oynamak olarak özetlenebilecek olan hükümetin
politikası, Habur'dan Diyarbakır'a doğru büyüdükçe
büyüyen kitle gösterileri tarafından bozuldu.
Bu anlamda o gösteriler, "pişmiş aşa su katmak"
değil, Kürt hareketinin kendi sınırlarını çizen
hamlelerdi.
Daha
sonrası iniş çıkışlar ve yıpratıcı uzatmalar olarak
yaşandı. Bir yandan "taş atan çocuklar"la
ilgili kısmi bir düzenleme, diğer yandan Kürt
siyasetçilerinin sıra sıra dizilip tutuklanması,
bir yandan Kürtçe ve Kürt sorunu için birkaç iyi
söz ve Meclis'te Cegerxwîn edebiyatı, diğer yandan
anadil konusunda kaskatı bir tutum, bir yandan
"eylemsizlik" diğer yandan operasyonlar...
Bu böyle sürüp gitti. Artık Kürtlerin bile sayısını
unuttuğu ateşkeslerden biri bu süreçte ciddi bir
anlam ifade etmeksizin tarihe gömüldü gitti.
Demokratik
Özerklik
Ama
bu arada, Kürt hareketi, aslında genel çizgisi
bakımından yeni olmayan ama bu kez biraz daha
derli toplu ortaya konulan bir programı gündeme
dayattı. İmralı'dan bu yana başlayan "Demokratik
Konfederalizm", "Demokratik Cumhuriyet"
tezleri ve Sümerlere giden uzun teorik açıklamalarla
"Demokratik Özerklik" arasında ciddi
bir kopuş yoktu aslında. Netice itibarıyla Kürt
hareketi, 70'lerde ortaya koyduğu çizgiden vazgeçiyor
ve mevcut sistem içinde bir çözüm yolu arıyordu.
Demokratik Özerkliğin farkı, programatik bakımdan
"açılım" sürecine denk düşmesi ve bu
sürece az çok somut bir karşılık önermesiydi.
Yani geçmişte burnundan kıl aldırmadan "Kürt
mürt tanımam, hepinizi ezerim" diyen bir
mantığa karşı öne sürülen etkisiz tezler, şimdi
en azından demagojik olarak "evet böyle bir
sorun vardır, çözsek iyi olur" diyen bir
mantığa karşı, "çözmek istiyorsan, buyur
böyle çözelim" diyen daha etkili bir konum
tutmuştu. Bu, en azından "açılım"ın
cilasını kazıyan ve arkasındaki "inkar ve
imhacı" politikayı deşifre eden bir yan taşıyordu.
Ve en önemlisi, bu tezler, 2000'lerin başında
olduğu gibi Kürt hareketinin inisiyatifi kaçırdığı
koşullarda değil, belli bir üstünlük yakaladığı,
politik olayları bir adım önde etkilediği koşullarda
ortaya atılıyordu.
Tezler
üzerine elbette bir dizi teorik tartışma yapılabilir.
Ulusal Sorun üzerine klasik marksist tezler açısından
ele alınarak incelenebilir, Kürt sorununun gerçek
çözümüne hizmet edip etmediği tartışılabilir,
vb. vb...
Tarihsel
bir yerden bakarsak aslında mesele yeterince açık
görünür. 1990'lı yılların milat çizgisi, yeni
bir tarihsel dönemin başlaması, yalnızca Türkiye'yi
etkilemiş değildir. Reel sosyalizmin 1990'lardaki
çöküşü ve yeni emperyalist politikalar, dünya
sosyalist hareketini iki düzeyde olumsuz etkilemiştir;
bunlar biliniyor. Bir yandan, II. ve III. Bunalım
Dönemi'nin güçlü zaferlerini kazanmış olan genç
ya da nispeten "orta yaşlı" sosyalist
-ya da sosyalizm yolunda ilerleyen- ülkeler moral
ve ekonomik-politik çöküntülere uğramışlar, diğer
yandan ise dünyanın dört bir köşesinde özellikle
1960'lardan başlayarak yükselen halk savaşları
dalgası geriye çekilmiş, bu dalganın çeşitli ülkelerdeki
özneleri iddia ve ufuklarından daha geri bir noktaya
doğru sürüklenmişlerdir. Yani, genel olarak silahlı
bir devrim yoluyla iktidarı zaptederek sosyalizme
doğru yürüme fikri bu öznelerde zayıflamıştır.
Bugün Dünya Ticaret Örgütü'ne katılmak için çabalayan
Vietnam neyi yaşamışsa, aslında sözgelimi El Salvador
gerillası da bir başka düzeyde bir karmaşa yaşamıştır.
Bir yerde silahlı güçleri tasfiye ederek "seçimlere
katılma" yoluna gidilmiş, bir başka yerde
seçimle başa gelen halkçı güçler içinde hareket
edilmiş, vb. vb... Kimilerinde ideolojik değişim
köklü iken kimileri Marksist referanslardan kopmama
gayreti içindedir. Bir bütün olarak sorunun yenilenme
ve yeni tarihsel süreçte devrimci teori ve pratiği
yeniden kurma sorunu olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. Yani, aslında tekil bir olguyla
karşı karşıya değiliz. Hatta bir açıdan bakıldığında,
Kürt hareketinin bugün hala dünyada (Kolombiya'dan
sonra) en büyük silahlı güce sahip olan yapı olduğunu
söylemek mümkündür.
Buraya
kadarı özgün değildir; bizim coğrafyamızda bir
ölçüde özgün olan şey, Kürt hareketinin postmodernizmle
yarı-liberter, yarı-liberal düşünceleri harmanlayarak
ortaya köklü sayılabilecek bir ideolojik değişim
çıkarmasıdır.
"Demokratik
Özerklik" incelendiğinde marksist ekonomi-politiği
bir hayli zorlayarak ekonomik düzene Dühring ölçüsünde
politik unsurlar atfeden, oradan iktidar ve devletin
"kötülüğü" tezlerine varan, bütün bunları
abartılı bir pozitivizm eleştirisiyle yoğuran
ve nihayet ilkel topluma aşırı komünal vurgular
yükleyen bu karmaşadan çıkan şey, esasında yine
karmaşadır. İktidarsız özerklik, komünler, meclisler,
vb. gibi birçok unsur iç içe geçmekte ve yerelliğin
kutsandığı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Çok kabaca
özetlenirse, teorik olarak öngörülen, köy komünleri
ve kent meclislerinin, kadın meclislerinin yönettiği
otonomların ulusal soruna monte edilmesi söz konusudur.
Yanıtı henüz belirsiz bir sürü soruyla birlikte
ortaya konulan bu tablo, zaman zaman belediyeciliğin
bir türü gibi algılanırken, daha çok Öcalan'ın
metinlerinde öz-savunması olan, kendini yöneten
yerellikler, politik-ahlaki toplum gibi içeriği
anlaşılamayan genel bir çerçeve olarak şekillenmektedir.
Bütün
bunlar uzun uzun tartışılabilir elbette. Dünyanın
başka köşelerinde nasıl değişik toplumsal hareketler
kendilerince bir "yenilenme" olarak
değişik örgütsel biçimler ve sistemler tartışıyorlarsa,
Kürtler de bundan muaf değil. Dünyamız, salt teorik
yoldan değil, canlı örnekler ve pratikler yolundan
da bir devrimci yenilenmenin temel taşları ortaya
konulmadıkça, böylesi uç tartışmaları yaşayacak
gibi görünüyor.
Soruna
politik pratik açısından bakıldığında ise durum
daha anlaşılırdır. Basitleştirerek söylenebilir:
Kürt hareketi, 70'lerdeki hedeflerine ulaşmanın
bugünün şartlarında mümkün olmadığı tespitinden
hareketle, "mümkün olabileceğini" düşündüğü
bir başka hedefi önüne koymakta ve bunu bir yandan
bir talep olarak ortaya koymakta, diğer yandan
ise en güçlü olduğu alanlarda pratik dayatma haline
getirmektedir. Dağdaki gücünü, kentlerdeki direniş
geleneğini ve halk desteğini, demokratik alandaki
etkinliğini bu projenin arkasına koyarak (bir
teorik önerme biçiminde değil) pratik bir yol
biçiminde kendini dayatmaktadır. Çözümdür, değildir,
ayrı bir tartışma; ama pratik olarak tablo budur.
Böyle bir tablonun çatışmasız dayatılamayacağını
da şüphesiz onlar da, aklı fikri olan herkes gibi
bilmektedir.
Bu
anlamda, "açılım"ın olduğu kadar, bugünkü
sürecin kaderini de belirleyecek olan, Kürtlerin
istedikleri ile karşı tarafın verebilecekleri
arasındaki gerilimdir. Önümüzdeki süreç, ateşkesli
ya da ateşkessiz olsun, bu sorunun yeni bir mecraya
akacağı bir süreç olacaktır. Daha doğrusu, zamana
oynayan, zaman içersinde bir yandan cemaatlerle,
diğer yandan hareketsizliğin yarattığı, yaratacağı
çürümeyle Kürt hareketini en azından marjinalize
ederim diye düşünen taraf hükümet olduğuna göre,
bu süreç Kürt hareketinin ipin ucunu kaçırma tehlikesiyle
karşı karşıya olduğu bir süreçtir.
Çok
açık; hükümet seçimlere kadar durumu böyle götürme,
daha sonra da
güçlenmiş bir yapıyla bu işin
üzerine gitme niyetindedir. Faşizmi üniformadan
ibaret zanneden demokrasi aşıkları ve ruhunu AKP'ye
satmış köşe dönücülerin elbirliğiyle alkışladığı
neoliberal-neofaşist karması adımların varacağı
yer, bir örnek gerekirse eğer, şimdiki Kolombiya
devlet başkanı Uribe'dir. Basitçe tanımlanırsa,
seçimle gelen ama bir askeri cuntaya asla ihtiyaç
bırakmayacak kadar gaddar bir baskı ve kontra
düzenine dayanan, emperyalizm ve işbirlikçilerinin
bütün ucuz emek/azami kâr ihtiyaçlarını karşılayan
böyle bir sistem, kişiler değişse de temeli değişmeyecek
olan bir sistemdir. Kolombiya'daki Uribe'nin değişmesi
ve onun yerine bir başka kontra çavuşunun gelmesi
bu anlamda iyi bir örnektir. Kürde saldır, sokakları
gazla doldur, başını kaldıranı, kadını, gençliği
emekçileri ez, basını sustur, torba tutuklamalarla
muhalifleri sindir... Uribe örneği budur.
Uribe
örneği üzerinden konuyu anlayamayanlar ise M.
Çayan'a başvurabilirler. Faşizmi sadece askeri
cuntalardan ibaret görmeyen, parlamenter faşizmin
de mümkün olduğunu ve bu anlamda faşizmin oligarşik
diktatörlüğün yapısına ilişkin bir süreklilik
olduğunu vurgulayan Çayan'ın tezleri, onun için
"yirmi dört yaşında ne okumuş ki" diyen
zır cahillerin zırvaladığı "darbe teorileri"nden
çok daha yetkin olarak durduğu yerde durmaktadır.
Sonuç
olarak, Kürt sorununun bugün varmış olduğu nokta
kritiktir. Bir bütün olarak toplumsal hareketi
etkileyecek olan gelişmelere gebedir. Politik-ideolojik
argümanlar bakımından yüzlerce tartışma yapılabilir
ve yapılmalıdır ama gelinen noktada sosyal şovenizmin
hiçbir türüne yakamızı kaptırmadan yürümek, çokbilmiş
jeostrateji uzmanlarını ciddiye almadan bir yandan
özgürlük taleplerini desteklemek diğer yandan
da kendi asıl işimizi yapmak, yani Türkiye devrimini
kendi ayakları üzerine dikmek, başlıca görevlerimizdir.
|