Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

62-1. Sayı - Mart/Nisan 2011

       Geçtiğimiz haftalarda Türkiye'nin kadim sorunu olan Kürt ulusal sorunu yeni bir aşamaya girdi. Habur'dan bu yana iniş çıkışlarla devam eden bir süreç, büyük ölçüde tıkanma noktasına girdi ve Kürt tarafı, daha önce ilan etmiş olduğu "eylemsizlik" kararının sona erdiğini ilan etti. Gerçi bu, yarın büyük çatışmaların başlayacağı anlamına gelmiyor; zaten Öcalan da 21 Mart'a kadar süreci gözlemleyeceklerini, bu arada "aktif savunma" çizgisi izleyeceklerini ifade etmiş bulunuyor. Muhtemelen, çok yüksek bir ihtimalle, 21 Mart'tan sonra da bu çok sert olmayan tablo devam edecek; çünkü bu arada birtakım görüşmeler yapıldığı da anlaşılıyor. Kandil'dekilerin bize yetkisiz adam göndermeyin demesi de, Öcalan'ın üstü kapalı imaları da buna işaret ediyor. Yani aslında, önümüzdeki aylarda da yine iniş çıkışlı bir tablo ile karşılaşacağımız söylenebilir.
       Kısaca hatırlayabiliriz. 2009 yılının Temmuz ayında Abdullah Gül, "tarihi fırsat"tan söz ederek "çok güzel şeyler olacak" dediğinde, yeni bir sürecin başladığı anlaşılıyordu. Askeri olarak Zap'ta, politik olarak da yerel seçimlerde inisiyatif elden kaçınca, Ergenekon operasyonuyla elini de güçlendirmeye başlayan AKP kendi adımlarını atacak gibiydi. Gerçekten de 2009'da devletin son 25 yıllık politikası açısından durum tahammül edilmez bir noktadaydı. Evet, Kürt hareketi başlangıçtaki hedef ve politikalarından vazgeçmiş, daha alt düzeyden postmodern bir programa yönelmişti, yani devleti askeri-politik olarak yenilgiye uğratıp yeni bir devlet kurmak hedefi söz konusu değildi ama öte yandan bu hareket bitirilemiyordu da. Her bahar, her kış "eşkıyanın son çırpınışları" diye pompalanan "iyimserlik" son noktaya gelip dayanmıştı. Doğrusu, sonradan AKP'nin "Taraf" üzerinden orduya yönelttiği "acizlik", "beceriksizlik", "savaşı kasten bitirmeme" gibi suçlamalar açıkçasını söylemek gerekirse haksızdı ve ahlak dışıydı da. Her büyük eylemden sonra koparılan "köstebek" yaygaraları ya da "beceriksizlik" iddialarının veya "İsrail parmağı" fantezilerinin ikili amacı vardı aslında. Birincisi, bu eylemlerin aslında ordunun cahilliğinden ötürü başarıya ulaştığı iması yapılarak Kürt hareketinin gücü ve bilgisi küçümsenmiş oluyor; diğer taraftan da inisiyatif savaşlarında AKP'nin eli güçlendiriliyordu. Ama bu suçlamalar haksızdı; çünkü ordu ve devletin diğer militarist güçleri aslında 25 yılda ellerinden gelenin ötesinde bir performans göstermişti. Başlangıçta düz bir savaş çizgisi yürütülmüş, daha sonra -Ağar'ın itiraf ettiği gibi- ABD akıllarıyla "özel harekat" ve kontr-gerilla aşamasına geçilmiş, bu da yetmemiş, Hizbul-kontra gibi ekstra araçlar ve faili meçhuller, köy boşaltmaları, orman tahribatları gündeme gelmiş, şehirlerde 'topyekûn savaş' ilan edilmiş, bin bir türlü linç, provokasyon yapılmış, milletvekilleri meclis kapısından yaka paça alınarak kelepçelenmiş ve nihayet TC tarihinin en kapsamlı sınır-ötesi harekatları birbiri ardına yapılmıştır. Yani, doğru sözcüklerle ifade edersek, herhangi bir ülkede, herhangi bir militarist devlet, herhangi bir gerilla savaşına karşı ne yapabilirse -ve başka ülkelerde ne yapmışsa- fazlası var eksiği yok, tamamı yapılmıştır. Sonuçta ortaya çıkan başarısızlık hali, bizzat Genelkurmay'ın deyimiyle "dağdakilere katılımın önlenememesi ve öldürülenlerin yerine yenilerinin gelmesi" hali, bu alanlarda gösterilmiş bir zaafın ya da korkaklığın, teknik eksikliğin sonucu değildir. Burada sorun "elden gelenin yapılmamış olması" değil, yapılanların bu sorunu bitirmeye yetmemiş olmasıdır. Ordu ve genel olarak devlet gücü, elinden geleni yapmış ama karşıdaki gücü askeri olarak bitiremediği gibi, politik kitlesellik düzeyini de düşürememiştir. Tersine Kürt hareketi, askeri teknik ve kapasite açısından yetkinleşmiş; politik alanda ise marjinalize edilmek bir tarafa bölgenin tek siyasi gücü haline gelmiş, halkın hatırı sayılır bir bölümünü sadece seçimlerde değil, günlük hayatta da kendi etrafında toparlamıştır. En son hamleler bilinmektedir. Büyük güçlerle yapılan Zap harekatı başarıya ulaşmamış, kamuoyuna verilen "ezip geçeceğiz" havası boşa düşmüştür. Yerel seçimler ise, bütün çabalara karşın Kürt hareketin marjinal bir grup haline getirilemediğini göstermiştir.
       Gelinen noktanın gerçekliği buydu işte. AKP, bu noktada inisiyatifi eline alıp ortalığa büyük bir "çözüm" havası pompaladığında ise bunun -moda deyimle- bir "farkındalık" olduğu, çıkmaz sokağın sonunda bir köklü "çözüm"ün ortaya çıktığı düşünülmüştü. Bir kesim ortada esrarıengiz bir anlaşma olduğunu, görüşmelerde "işin bağlandığı"nı ve "ülkenin bölünmek üzere olduğunu" düşünürken, bir başka kesim ise hemen hemen aynı algıyla yine "işin bağlandığını" ve "Kürt davasının satıldığını" düşünüyordu.
       İkisi de olmadı ama. Evet, sonradan hükümet cephesinden söylenen sözlerden o günlerde bazı görüşmelerin olduğu, bazı "anlaşmaların" yapıldığı anlaşılıyordu ama daha sonra bunun aslında bir inisiyatif savaşı olduğu ortaya çıkacaktı. Daha doğrusu, Habur günlerinde dergimizde yazdığımız gibi "açılım"ın kaderi Kürt hareketinin istedikleri ve kırmızı çizgileri ile hükümetin kafasındaki sınırlar tarafından belirlenecekti ve öyle de oldu. Bireysel düzeyde birkaç hak ve zamana oynamak olarak özetlenebilecek olan hükümetin politikası, Habur'dan Diyarbakır'a doğru büyüdükçe büyüyen kitle gösterileri tarafından bozuldu. Bu anlamda o gösteriler, "pişmiş aşa su katmak" değil, Kürt hareketinin kendi sınırlarını çizen hamlelerdi.
       Daha sonrası iniş çıkışlar ve yıpratıcı uzatmalar olarak yaşandı. Bir yandan "taş atan çocuklar"la ilgili kısmi bir düzenleme, diğer yandan Kürt siyasetçilerinin sıra sıra dizilip tutuklanması, bir yandan Kürtçe ve Kürt sorunu için birkaç iyi söz ve Meclis'te Cegerxwîn edebiyatı, diğer yandan anadil konusunda kaskatı bir tutum, bir yandan "eylemsizlik" diğer yandan operasyonlar... Bu böyle sürüp gitti. Artık Kürtlerin bile sayısını unuttuğu ateşkeslerden biri bu süreçte ciddi bir anlam ifade etmeksizin tarihe gömüldü gitti.

       Demokratik Özerklik
       Ama bu arada, Kürt hareketi, aslında genel çizgisi bakımından yeni olmayan ama bu kez biraz daha derli toplu ortaya konulan bir programı gündeme dayattı. İmralı'dan bu yana başlayan "Demokratik Konfederalizm", "Demokratik Cumhuriyet" tezleri ve Sümerlere giden uzun teorik açıklamalarla "Demokratik Özerklik" arasında ciddi bir kopuş yoktu aslında. Netice itibarıyla Kürt hareketi, 70'lerde ortaya koyduğu çizgiden vazgeçiyor ve mevcut sistem içinde bir çözüm yolu arıyordu. Demokratik Özerkliğin farkı, programatik bakımdan "açılım" sürecine denk düşmesi ve bu sürece az çok somut bir karşılık önermesiydi. Yani geçmişte burnundan kıl aldırmadan "Kürt mürt tanımam, hepinizi ezerim" diyen bir mantığa karşı öne sürülen etkisiz tezler, şimdi en azından demagojik olarak "evet böyle bir sorun vardır, çözsek iyi olur" diyen bir mantığa karşı, "çözmek istiyorsan, buyur böyle çözelim" diyen daha etkili bir konum tutmuştu. Bu, en azından "açılım"ın cilasını kazıyan ve arkasındaki "inkar ve imhacı" politikayı deşifre eden bir yan taşıyordu. Ve en önemlisi, bu tezler, 2000'lerin başında olduğu gibi Kürt hareketinin inisiyatifi kaçırdığı koşullarda değil, belli bir üstünlük yakaladığı, politik olayları bir adım önde etkilediği koşullarda ortaya atılıyordu.
       Tezler üzerine elbette bir dizi teorik tartışma yapılabilir. Ulusal Sorun üzerine klasik marksist tezler açısından ele alınarak incelenebilir, Kürt sorununun gerçek çözümüne hizmet edip etmediği tartışılabilir, vb. vb...
       Tarihsel bir yerden bakarsak aslında mesele yeterince açık görünür. 1990'lı yılların milat çizgisi, yeni bir tarihsel dönemin başlaması, yalnızca Türkiye'yi etkilemiş değildir. Reel sosyalizmin 1990'lardaki çöküşü ve yeni emperyalist politikalar, dünya sosyalist hareketini iki düzeyde olumsuz etkilemiştir; bunlar biliniyor. Bir yandan, II. ve III. Bunalım Dönemi'nin güçlü zaferlerini kazanmış olan genç ya da nispeten "orta yaşlı" sosyalist -ya da sosyalizm yolunda ilerleyen- ülkeler moral ve ekonomik-politik çöküntülere uğramışlar, diğer yandan ise dünyanın dört bir köşesinde özellikle 1960'lardan başlayarak yükselen halk savaşları dalgası geriye çekilmiş, bu dalganın çeşitli ülkelerdeki özneleri iddia ve ufuklarından daha geri bir noktaya doğru sürüklenmişlerdir. Yani, genel olarak silahlı bir devrim yoluyla iktidarı zaptederek sosyalizme doğru yürüme fikri bu öznelerde zayıflamıştır. Bugün Dünya Ticaret Örgütü'ne katılmak için çabalayan Vietnam neyi yaşamışsa, aslında sözgelimi El Salvador gerillası da bir başka düzeyde bir karmaşa yaşamıştır. Bir yerde silahlı güçleri tasfiye ederek "seçimlere katılma" yoluna gidilmiş, bir başka yerde seçimle başa gelen halkçı güçler içinde hareket edilmiş, vb. vb... Kimilerinde ideolojik değişim köklü iken kimileri Marksist referanslardan kopmama gayreti içindedir. Bir bütün olarak sorunun yenilenme ve yeni tarihsel süreçte devrimci teori ve pratiği yeniden kurma sorunu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yani, aslında tekil bir olguyla karşı karşıya değiliz. Hatta bir açıdan bakıldığında, Kürt hareketinin bugün hala dünyada (Kolombiya'dan sonra) en büyük silahlı güce sahip olan yapı olduğunu söylemek mümkündür.
       Buraya kadarı özgün değildir; bizim coğrafyamızda bir ölçüde özgün olan şey, Kürt hareketinin postmodernizmle yarı-liberter, yarı-liberal düşünceleri harmanlayarak ortaya köklü sayılabilecek bir ideolojik değişim çıkarmasıdır.
       "Demokratik Özerklik" incelendiğinde marksist ekonomi-politiği bir hayli zorlayarak ekonomik düzene Dühring ölçüsünde politik unsurlar atfeden, oradan iktidar ve devletin "kötülüğü" tezlerine varan, bütün bunları abartılı bir pozitivizm eleştirisiyle yoğuran ve nihayet ilkel topluma aşırı komünal vurgular yükleyen bu karmaşadan çıkan şey, esasında yine karmaşadır. İktidarsız özerklik, komünler, meclisler, vb. gibi birçok unsur iç içe geçmekte ve yerelliğin kutsandığı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Çok kabaca özetlenirse, teorik olarak öngörülen, köy komünleri ve kent meclislerinin, kadın meclislerinin yönettiği otonomların ulusal soruna monte edilmesi söz konusudur. Yanıtı henüz belirsiz bir sürü soruyla birlikte ortaya konulan bu tablo, zaman zaman belediyeciliğin bir türü gibi algılanırken, daha çok Öcalan'ın metinlerinde öz-savunması olan, kendini yöneten yerellikler, politik-ahlaki toplum gibi içeriği anlaşılamayan genel bir çerçeve olarak şekillenmektedir.
       Bütün bunlar uzun uzun tartışılabilir elbette. Dünyanın başka köşelerinde nasıl değişik toplumsal hareketler kendilerince bir "yenilenme" olarak değişik örgütsel biçimler ve sistemler tartışıyorlarsa, Kürtler de bundan muaf değil. Dünyamız, salt teorik yoldan değil, canlı örnekler ve pratikler yolundan da bir devrimci yenilenmenin temel taşları ortaya konulmadıkça, böylesi uç tartışmaları yaşayacak gibi görünüyor.
       Soruna politik pratik açısından bakıldığında ise durum daha anlaşılırdır. Basitleştirerek söylenebilir: Kürt hareketi, 70'lerdeki hedeflerine ulaşmanın bugünün şartlarında mümkün olmadığı tespitinden hareketle, "mümkün olabileceğini" düşündüğü bir başka hedefi önüne koymakta ve bunu bir yandan bir talep olarak ortaya koymakta, diğer yandan ise en güçlü olduğu alanlarda pratik dayatma haline getirmektedir. Dağdaki gücünü, kentlerdeki direniş geleneğini ve halk desteğini, demokratik alandaki etkinliğini bu projenin arkasına koyarak (bir teorik önerme biçiminde değil) pratik bir yol biçiminde kendini dayatmaktadır. Çözümdür, değildir, ayrı bir tartışma; ama pratik olarak tablo budur.
Böyle bir tablonun çatışmasız dayatılamayacağını da şüphesiz onlar da, aklı fikri olan herkes gibi bilmektedir.
       Bu anlamda, "açılım"ın olduğu kadar, bugünkü sürecin kaderini de belirleyecek olan, Kürtlerin istedikleri ile karşı tarafın verebilecekleri arasındaki gerilimdir. Önümüzdeki süreç, ateşkesli ya da ateşkessiz olsun, bu sorunun yeni bir mecraya akacağı bir süreç olacaktır. Daha doğrusu, zamana oynayan, zaman içersinde bir yandan cemaatlerle, diğer yandan hareketsizliğin yarattığı, yaratacağı çürümeyle Kürt hareketini en azından marjinalize ederim diye düşünen taraf hükümet olduğuna göre, bu süreç Kürt hareketinin ipin ucunu kaçırma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bir süreçtir.
       Çok açık; hükümet seçimlere kadar durumu böyle götürme, daha sonra da        güçlenmiş bir yapıyla bu işin üzerine gitme niyetindedir. Faşizmi üniformadan ibaret zanneden demokrasi aşıkları ve ruhunu AKP'ye satmış köşe dönücülerin elbirliğiyle alkışladığı neoliberal-neofaşist karması adımların varacağı yer, bir örnek gerekirse eğer, şimdiki Kolombiya devlet başkanı Uribe'dir. Basitçe tanımlanırsa, seçimle gelen ama bir askeri cuntaya asla ihtiyaç bırakmayacak kadar gaddar bir baskı ve kontra düzenine dayanan, emperyalizm ve işbirlikçilerinin bütün ucuz emek/azami kâr ihtiyaçlarını karşılayan böyle bir sistem, kişiler değişse de temeli değişmeyecek olan bir sistemdir. Kolombiya'daki Uribe'nin değişmesi ve onun yerine bir başka kontra çavuşunun gelmesi bu anlamda iyi bir örnektir. Kürde saldır, sokakları gazla doldur, başını kaldıranı, kadını, gençliği emekçileri ez, basını sustur, torba tutuklamalarla muhalifleri sindir... Uribe örneği budur.
       Uribe örneği üzerinden konuyu anlayamayanlar ise M. Çayan'a başvurabilirler. Faşizmi sadece askeri cuntalardan ibaret görmeyen, parlamenter faşizmin de mümkün olduğunu ve bu anlamda faşizmin oligarşik diktatörlüğün yapısına ilişkin bir süreklilik olduğunu vurgulayan Çayan'ın tezleri, onun için "yirmi dört yaşında ne okumuş ki" diyen zır cahillerin zırvaladığı "darbe teorileri"nden çok daha yetkin olarak durduğu yerde durmaktadır.
       Sonuç olarak, Kürt sorununun bugün varmış olduğu nokta kritiktir. Bir bütün olarak toplumsal hareketi etkileyecek olan gelişmelere gebedir. Politik-ideolojik argümanlar bakımından yüzlerce tartışma yapılabilir ve yapılmalıdır ama gelinen noktada sosyal şovenizmin hiçbir türüne yakamızı kaptırmadan yürümek, çokbilmiş jeostrateji uzmanlarını ciddiye almadan bir yandan özgürlük taleplerini desteklemek diğer yandan da kendi asıl işimizi yapmak, yani Türkiye devrimini kendi ayakları üzerine dikmek, başlıca görevlerimizdir.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Şehit Muhtar Mah. Nane Sokak No: 15/3
Beyoğlu/İSTANBUL