Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

62-1. Sayı - Mart/Nisan 2011

       Şimdi aradan epey zaman geçmiş gibi görünüyor; ama geriye dönüp anımsamak ve anımsatmak gerekiyor: 19 Aralık 2009 tarihinde Kopenhag'da Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı toplanmıştı. Çoktan unutuldu şimdilerde, hatta sağda solda bu mesele de fazla abartılıyor diyen akademisyenler de az değil.
       O zamanlar Obama hayranlığı pek revaçtaydı. Ama protesto gösterileri arasında başlayan konferansta Obama'dan radikal adımlar bekleyenler fena halde yanılmışlar, dağ fare değil karınca bile doğurmamıştı. Dünyayı kurtaran adam edalarıyla şişirilen Obama, küresel ısınmaya hiçbir ciddi etkisi olmayacak bir anlaşmayı öne sürüp geriye çekildi. 193 ülkenin katıldığı İklim Zirvesi'nde sadece başını ABD'nin çektiği 30 ülke 'mutabakat'a varabildi. 77 yoksul ülke ise anlaşmayı tarihin en berbat anlaşması olarak niteledi. Hatta bu ülkeler adına konuşan G-77'nin Sudanlı Başkanı Lumumba Stanislas Dia-Ping, kendilerine imzalattırılmak istenen anlaşmanın "800 milyon Afrikalıyı fırınlara göndereceğini" söyleyerek bunu Nazi soykırımına benzetmişti.
       Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez'in Obama için söyledikleri ise şöyleydi: Nobel savaş ödüllü Yanki İmparatoru arka kapıdan kaçıp gitmiştir. Giderken de çok gizli bir belge bırakarak buna uymamızı beklemiştir. Bu mümkün değil. Burada birinci veya ikinci sınıf devlet başkanı yok.
       Gerçekten de sonuçta ortaya çıkan "tarihi mutabakat" küresel sıcaklık artışının 2 dereceye ulaşmaması için ortak çalışma yapmak ve yoksul ülkelere iklimle mücadele için 100 milyar dolarlık bir yardım göndermek gibi önemi ve bağlayıcılığı olmayan maddelerden ibaretti.
       Üstelik emperyalist ülkeler topu birbirlerine atmaktan da geri durmamışlardı. Örneğin Çin'in günah keçisi ilan edilmesi bunun tipik örneğiydi. Obama, Çin'i sorumlu tutarken, Çin yetkilileri de ABD'yi "yeterli kaynak ayırmamak ve kendini düşünmekle" suçluyordu. Oysa bu iki ülke dünyadaki küresel ısınmaya neden olan karbondioksit salımının neredeyse yarısını gerçekleştirmektedir. 2010 İklim Koruma Endeksi tarafından açıklanan verilere göre enerji üretimine bağlı karbondioksit salımı ABD için yüzde 19.92, Çin için ise yüzde 20.96'dır.

       Küresel Isınma: Felaket Tablosu
       Emperyalist dünyanın yeminli savunucuları ne derse desin artık dünyanın ciddi bir iklim değişikliği tehlikesiyle karşı karşıya olduğu genel olarak kabul ediliyor. Sonuçları hafifletmek ya da bu durumun doğal olduğunu kanıtlamak için yapılan demagojiler de durumu kurtarmıyor.
       Çeşitli ülkelerden 2500 bilim adamının katkıda bulunduğu Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) araştırmaları sonucu, 1995 yılından bu yana iklim değişikliği ve küresel ısınmanın inkar edilemez gerçekler olduğu kabul edilmiştir.
       IPCC'nin 2000 yılı bitiminde açıklanan en son raporu, ısınmanın önceleri sanıldığından daha hızlı ilerlediğini ve bu yüzyıl içinde yüzeysel ısının ortalama 6 derece artabileceğini öne sürmüştür. Bu ısınma esas olarak (son BM raporuna göre yüzde 70 oranında) insanın faaliyetlerinden, yani özellikle sanayi devrimi sonrasında ortaya çıkan yoğun karbondioksit salımından kaynaklanıyor. Güneş'ten gelen ışınların dünyadan yansıdıktan sonra tekrar atmosferin dışına çıkmasını engelleyen ve böylece dünyanın soğumasını önleyen sera etkisi, bu süreç boyunca giderek artıyor ve atmosferin sıcaklığını yükseltiyor. Sera etkisini artırarak dünyanın normalden fazla ısınmasına neden olan gazlardan bazıları karbondioksit, metan ve azotoksit. Bu gazlar modern endüstride ve tarımda kullanılıyor, fosil yakıtların yanmasıyla açığa çıkıyor. Böylece atmosferin konsantrasyonu her geçen gün artıyor. Örneğin atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonu 1800'lü yıllardan beri yüzde 30'dan daha yüksek bir seviyede arttı.
       Bu ısınmanın olası sonuçları ise, çok ciddi bir ekolojik felaket anlamına geliyor. Önümüzdeki 50 yıl içinde kıyı bölgelerini seller, güney ülkelerini kuraklıklar ve içme suyundan yoksunluk bekliyor. Kuzey ve Güney kutbundaki buzullarda ve Alpler, Himalayalar gibi iç buzullarda ciddi erime, deniz seviyesinin genel olarak yükselmesi, Asya ve Afrika'da açlığı körükleyecek su ve bitki azalmaları, vb. vb... yine iklim değişikliklerinin sonuçları olacak. Şu anda bile örneğin Grönland, her 40 saatte bir, 40 kilometreküp buz kaybediyor. Bu, gelişmiş bir ülkedeki 3-4 milyon nüfuslu bir kentin, örneğin Los Angeles'ın bir yıllık su kullanımına eşit.
       Bütün bu senaryoların hiçbirinin henüz tam bir kesinliği yok; gelişmelerin beklenenden önce ya da sonra gerçekleşmesi mümkün. Ama kesin olan, tartışma götürmeyen ve hatta bizim bile çıplak gözle görebildiğimiz gerçek; dünyanın genel olarak bir iklim değişikliği yaşadığı ve bu değişikliğin giderek arttığıdır.

       Kapitalizmin Bir Aklı Var mı?
       Şimdi, tam da bu noktada, sadece sıradan insanların değil, zaman zaman devrimcilerin bile zihnini kurcalayan bir soruyu sormanın zamanıdır: Kapitalist sistem ve tek tek kapitalistlerin bir aklı yok mudur?
       Daha anlaşılır bir biçimde soralım; tek tek kapitalistler ya da genel olarak kapitalist azınlığın toplamı ya da pratikte bu sistemin koruyucuları ve yürütücüleri olan devlet yöneticilerinin bizzat kendileri de aileleri, vb. ile birlikte bu dünya yüzeyinde yaşadıklarına göre, sonuçta kendi yaşamlarını da tehlikeye sokan bir sistemi ve işleyişi sürdürmekten vazgeçmeleri gerekmez mi?
       Bu soru çok mantıksız değildir aslında. Sonuçta kapitalistler de bu gezegende, çok bilinen demagojik deyimle söylersek, bizimle aynı gemide yaşamaktadırlar, onların da yaşamları, çocukları, gelecekleri, vb. vardır. Dolayısıyla onların da dünyanın göz göre göre felakete doğru gitmesinden rahatsız olmaları mantıklıymış gibi görünmektedir. Böyle görünmektedir; çünkü meseleye salt teorik olarak ve safdil bir yerden baktığımızda, iklim gibi bir sorunun herkesi eşit olarak etkileyen bir sorun olduğunu düşünebiliriz. Şöyle diyebiliriz örneğin; tamam, bir uluslararası tekelin sahibi teknoloji atıklarını yoksul ülkelere postalayıp bu zararlı maddelerle kendi çocuklarının temasını önleyebilir, ama dünyanın atmosferi sınıf ayırmaksızın herkesi sarıp sarmalayan bir şeydir!
       Bütün bu akıl yürütmeler mantıklı gibi görünmektedir ama aslında kurgunun ve sorunun bizzat kendisi tümüyle yanlıştır.
       Çünkü, her şeyden önce kapitalizm denildiğinde kastedilen, tek tek kapitalist patronlar ve onların kişisel davranışları, düşünceleri, inanışları, vb. değil, bir bütün olarak kapitalist üretim ve bölüşüm sisteminin kendisidir. Bu sistem, tek tek patronların, bankacıların, tüccarların düşünce ve davranışlarının aritmetik toplamı üzerinden değil, kendi çalışma biçimi ve temel işleyiş kuralları üzerinden anlaşılabilir. Marx'ın muazzam bir çabanın ürünü olan Kapital'de hiçbir zaman A ya da B isimli tekil bir kapitalistten söz etmemesi, sistemin kötülüklerini tek tek patronların tutumlarına bağlamaması bu açıdan anlamlıdır. Marx ve Engels'in kapitalizm çözümlemelerinin tamamı, tek tek kişilerden bağımsız bir mekanizmaya yöneliktir. Onlar, bu mekanizmayı çözümlerler ve temel işleyiş kurallarını ortaya koyarlar. Kapitalizm, emek sömürüsü üzerinde şekillenen ve sürekli bir biçimde insan emeğini daha verimli, daha çok sömürme yöntemleri geliştirip, doğa ve toplumdaki her şeyi metalaştırarak sermayenin yeniden üretimini sağlayan, kısaca her şeyin "kâr, daha fazla kâr" için olduğu bir sistemdir. Onun bu işleyiş biçiminin değişmesi de mümkün değildir. Çünkü yapısaldır. Bunun değişmesi için yapılabilecek tek şey kapitalizmi ortadan kaldırmaktır.
       Burada tekil bir kapitalistin hayat ve gelecek üzerine ne düşündüğü, dini ve ahlaki inanışları, kültürel ve siyasal yapısı, kişisel kaygıları, korkuları, vb. vb. pratik bir anlam ifade etmez. Kapitalist ekonominin işleyişini bütün bu kişisel olgular belirlemez. Daha iyi anlaşılsın diye örneklenebilir; bugün ülkemizdeki en büyük kapitalistlerden birini düşündüğümüzde ve bu kişinin mevcut parasal servetinin tutarını rakam olarak önümüzdeki kağıda yazdığımızda ağzımız açık kalır ve şöyle diyebiliriz: Bu adam neden hala didinip duruyor ki? Gerçekten de, önümüzdeki rakam, örneklediğimiz tekelci kapitalistin yedi kuşak sülalesinin çok lüks ve israflı bir yaşamla bile asla bitiremeyeceği bir rakamdır. Biz, bu durumda kendi emekçi aklımızla belki doğrusu ben olsam artık parmağımı bile oynatmam, oturur bu parayı afiyetle yerim diyebiliriz ama işin aslı başka türlüdür. Kapitalist mekanizma, dönen ve dönmek zorunda olan çarklarla karakterize olur. Kişisel hırsların ötesinde kapitalist sistem, kâr-daha fazla kâr, servet-daha fazla servet ilkesi üzerinden yürür. Zaman zaman ben artık kenara çekilip dünyayı gezeyim diye karar alan kapitalist patronlara rastlanılsa da, bu durum işleyişin genel kuralını bozmaz. İşletme zinciri, çoğu kez yeni kuşaklarla yürür ve durmayalım düşeriz kuralıyla çarklar dönmeye devam eder.
       Bu, hem sistemin bütünü için, hem de günlük kapitalist işleyiş için geçerlidir. İnsan aşığı, dost delisi bir kapitalist pratikte şizofrendir; çünkü işletmenin kapısından içeri girdiği anda kâr üzerine kurulu mekanizmanın kurallarına uyan, uymadığında batacak olan bir insandır o. Yani kapitalist dünyada tesadüfen de olsa bir evliya ile karşılaşırsak, biliriz ki o, elindeki siparişleri yetiştiremezse, bu ürünlerden yeterince yüksek oranda kâr elde edemezse yoksul bir evliya olacaktır. Bunun için işgücü maliyetini düşürmek kesin bir zorunluluk olarak ortaya çıkmışsa örneğin, bizim evliya patronumuz, kapitalist işletmenin buz gibi soğuk mantığıyla davranmaktan geri durmaz, duramaz. Çünkü böyle yapmadığında bir tür kurtlar sofrası olan kapitalist rekabet dünyasında elindeki avantajlarını yitirir; düşer ve düştükçe de düşer, ta ki yoksulların dünyasına dek... İktisatçıların çoğu kez bilerek karmaşıklaştırdığı kapitalist işleyiş bu kadar basit ve sadedir aslında.
       Bu çark sistemini anlamak için verilebilecek en iyi örnek herhalde reklam sektörüdür. Reklam sektörü öyledir ki, örneğin bir otomobil yada telefon firması, birkaç aylığına bile olsa ekranlarda, gazetelerde görünmemeyi göze alamaz. Bu, kanlı bir yarış gibidir ve kimsenin durup dinlenme şansı yoktur. Yaptığınız reklamın satışlara ne etkisi olduğunun da ötesinde önemli olan, markanın varlığının sürekli olarak ve bitmez tükenmez buluşlar ve ödeme kampanyalarıyla görünür olmasıdır. Yani siz, örneğin belirli bir üç aylık zaman diliminde yaptığınız reklamın satışlarınıza tek bir kuruşluk artış getirmediğini somut ve kesin verilerle tespit etseniz bile, yine de milyarlarca lirayı bu alana akıtmaya devam edersiniz; çünkü duramazsınız, durarak gözden ırak gönülden ırak olmayı, tüketicinin zihninden düşmeyi göze alamazsınız. Elinizden gelen tek şey, daha yeni sloganlar bulmak, daha ilginç kampanyalar akıl etmek, vb. vb. olabilir. Böylece muazzam miktarlara ulaşan bir para, pratikte hiçbir somut nesne üretmeyen bir alanda dönüp durur, çarklar durmadan çalışır.
       Sonuç olarak, tek tek kapitalistlerin kişisel tutumları ve akıllarının da ötesinde kapitalist sistem, kâr, daha yüksek kâr ilkesiyle çalışır ve şu ya da bu kaygıyla bu tempoyu düşürmek isteyen herkes çarkların arasında ezilir gider.
       Ama hepsi bu kadar değil... Yukarıdaki sorunun temel varsayımı da aslında yanlıştır. İklim sorunu gibi bir sorun, tıpkı doğal afetler ve ölümcül hastalık türleri gibi aslında sınıfsal konumları gözetir. Yani, tekelci patronlar ile emekçilerin, işsizlerin ve genel olarak yoksulların bu tür durumlardan eşit olarak etkilendikleri tümüyle yalandır. Bir depremden, sel baskınından söz ediyorsak örneğin, konutların yeri, dayanıklılığı, vb. gibi bir dizi faktörden söz ediyoruz demektir. Hastalıklardan söz ediyorsak örneğin, beslenmeden, temizlikten, çevresel koşullardan, gerekli sağlık hizmetlerine hızla ulaşabilmekten, hatta eğitim düzeyinden vb. vb. söz ediyoruz demektir. Bütün bunların bir sınıfsal piramit işleyişine sahip olduğunu da her emekçi bilir.
       Küresel ısınmanın neden olduğu ve olacağı felaketler için de durum aynıdır. İçme suyu sıkıntısından gıda yetersizliğine, sellerden kuraklığa ve olası salgın hastalıklara dek bütün bu tablonun herhangi bir İngiliz bankacısı ile herhangi bir Afrikalı köylüyü aynı ölçüde etkileyeceğini düşünmek akıldışıdır. Sonuçta biz biliriz ki, her türlü doğal afet, kimin ne kadar önlem alabildiğine bağlı olarak insanları etkiler; bu binlerce kez kanıtlanmış bir gerçektir.
       Sonuç itibarıyla tek tek kapitalistlerin bir akla sahip olup olmadıkları sorusu, tümüyle saçma bir sorudur. Bugünkü sistem içinde ayakta durabilen her kapitalist, bunu zaten ticari zeka ya da kapitalist zeka denilebilecek bir akıl türüne borçludur ve kapitalist böyle bir akla, sezgilere, vb. sahip değilse zaten işini yürütemez. Ama tek tek kapitalistlerin bu akılları, sistemin genel olarak akılcı olması anlamına gelmez. Tersine bu tek tek akıllar ve kâr hırsıyla belirlenen sezgilerin birbiriyle boğazlaşan karmaşası, tam bir anarşiyi ve akıl-dışılığı ortaya çıkarır.
       Öte yandan uluslararası kapitalist sistemin bu akıldışı anarşiyi nispeten düzene sokmak için beslediği binlerce kişilik uzman orduları da işleyişi akılcı bir hale getirmez, getiremez. Onlarca uluslararası kurum, vakıf, fon, banka, vb. bünyesinde istihdam edilen bu uzmanlar sürüsü, yüzlerce senaryo üreterek kısa ve uzun vadede olabilecekler üzerine varsayımlar kurarlar, belli parasal mekanizmalarla oynayarak işlerin iyice çığırından çıkmasını önlemeye (ya da bazen önlememeye!) çalışırlar; ama sonuç her zaman fiyaskodur. Kapitalist sistem bir bütün olarak anarşi üzerine kuruludur ve onu insanlığın genel çıkarları, gelecek kaygıları gibi ulvi fikirlerle düzenlemek, yönetmek imkânsızdır.
       Kapitalist mantık, gözünü diktiği her şeyde para kazanma olasılığını görür. Marx'ın başyapıtı Kapital'de, meta fetişizmi bölümünde de açıklandığı gibi kapitalizmi yönlendiren temel güdü budur. Doğa, insan, gelecek kaygısı ya da ahlak gibi olgular, sadece patronların kasalarına daha fazla para girmesini sağlayabilecekse ilgilendirir bu sınıfı.

       Hayatın Gerçeği ve Paranın Gerçeği
       Bu anlamda, herhangi bir tekil kapitalist doğayı korumak adına yapması gereken harcamayı nasıl bir mantıkla hesaplıyorsa, aynı şey aşağı yukarı uluslararası kapitalist sistem için de geçerlidir. Tekil kapitalist, işçi sağlığı ya da arıtma ünitesi gibi harcamaları, üretim maliyetini artıran, dolayısıyla kâr oranını düşüren harcamalar olarak görür. Kâr oranını düşüren her türlü harcamadan mümkün olduğunca kaçınmak, onun doğasına uygundur. Bir biçimde bu tür harcamaları yapmaya zorlandığında da, bunu olabildiğince minimuma indirmeyi ve eğer mümkünse harcamaların önemli kısmını devlete ya da sosyal kurumlara yıkmayı ilke olarak benimser.
       Bir ülkede işletme kurmak isteyen insanların önüne ne kadar çok bürokratik engel çıkarılıyor diye şikayetler ediliyorsa, biliriz ki oradaki yasalar patronlara dar gelmekte, onları maliyet artırıcı bazı ek harcamalara zorlamaktadır. Çoğu kez böyle bir durumda yapılan şey, politik alanı ve devlet organlarını baskı altına alarak bu yasa ve yönetmelikleri tasfiye etmek ya da uygulanamaz hale sokmaktır.
       Uluslararası düzlemde ise kapitalist kurumlaşmaların işlevi, sistemin genel çıkarlarını korumak ve dünya ekonomisinin canlılığını (bunu kârlılığını diye okuyabiliriz!) korumak, bunun için de ek maliyetleri olabildiğince en aza indirmektir. Sosyal ya da ekolojik sorunlarda her zaman devletlerin ya da sivil toplum örgütlerinin(!) devreye sokulması, tam da buna hizmet eder. Yani söz konusu sorunları yaratan tekelci elit, bu sorunlara karşı bir şeyler yapmak artık kaçınılmaz olduğunda, işin yükünü yine yoksulların ve orta sınıfların vergilerinden oluşan fonlara yıkmayı ilke olarak benimser. Ama öte yandan bu da bir dolaylı maliyet unsurudur. Devlet bütçelerini ve uluslararası/yerel fonların tümünü kendi vantuzlama alanı olarak gören tekelci şirketler, bu kaçınılmaz harcamaları bile mümkün olduğunca en aza indirmeye çalışırlar. Öyle ki, sırf bunun için kamuoyu oluşturucu medya organlarına, köle ruhlu akademisyenlere ve uzmanlara çuvalla para akıtırlar. Çevrecilerin durumu abarttığı, şu ya da bu doğal tehlikenin aslında gösterildiği kadar önemli ve acil olmadığı gibi fikirler bu yolla yayılır.
       Dolayısıyla, en son küresel iklim konferansından ya da başka uluslararası toplantılardan köklü çözümler beklemek tamamen safdilce bir tutumdur.

       Dondurma, Salep ve Kapitalizm
       Oysa mesele bir yanından bakıldığında gayet basit görünmektedir. Gezegenimizin sıcaklığı sistematik biçimde artmaktadır ve bu artışın çok büyük oranda insan etkinliklerinden, yani onun sınai faaliyetinden ve kullandığı ürünlerden, enerji biçimlerinden kaynaklandığı artık kabul edilen bilimsel bir görüştür.
       Öyleyse, yapılacak olan da basittir...
       Sera gazlarını üreten her türlü faaliyeti neden olduğu tahribatın büyüklüğüne göre alt alta sıralamak ve en çok tahribat yaratanlardan başlayarak derhal alternatif yollar bulmak...
       Meseleyi bu yalınlıkla ortaya koyduğumuzda ise gelip toslayacağımız şey, kuşkusuz öncelikle petrole dayalı ulaşım sistemi ve atmosfere karbon dioksit yayan bütün diğer sanayi kollarıdır. Oraya tosladığımızda ise kapitalist sistemin en kritik sorusu ile karşılaşırız. Oturmuş ve kâr fışkırtan bir enerji/ulaşım/sanayi sisteminden, dünyanın geleceği adına vazgeçilebilir mi? Kapitalizm, bu ölümcül önemdeki soruya doğru yanıt verme yeteneğine sahip değildir. Kapitalist sistemin temel mantığı ve kişilerden bağımsız olarak işleyişi, bu soruyu insanlığı ve onun geleceğini merkeze koyan bir anlayışla yanıtlayamaz. Kâr oranlarını yüksekte tutmayan, çarkları döndürmeyen bir çözüm yolu kapitalizm açısından düşünülemez.
       Kapitalist ekonomide temel bir kural vardır. Bazen haber bültenlerine de yansır; denilir ki X türü bir yeni teknoloji keşfedilmiştir, ancak şu anda seri üretimi ekonomik değildir. Buradaki ekonomik olmama kavramının pratikteki somut anlamı kârlı olmamadır. Yani bir nesnenin üretiminin ekonomik olmadığından söz ediliyorsa eğer, bu, o üretimin çeşitli nedenlerle henüz yüksek kâr oranları vaat etmediği anlamına gelir. Bu durum, çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir ama en belirgin neden söz konusu nesnenin sıradan kullanıcı tarafından satın alınabilecek bir fiyat düzeyine çekilememesidir. Tümüyle lüks tüketim kapsamına giren şımarıklık ürünleri dışında kalan bütün diğer mallar, sonuçta orta ve alt sınıfları, yani tüketici diye anılan kategorileri hedef kitle olarak seçer ve bu kitlenin tüketici olabilmesi için tüketmesi, yani satın alması, yani satın alabileceği düzeyde fiyatlarla karşılaşması gerekir.
       Bir diğer neden ise teklonojik olarak artık "eski" olanın, kapitalistler için henüz "eski" olmamasıdır. O eski teklonojili ürün hala pazarda alıcı bulabiliyorsa kapitalistler açısından yeni teklonojiler için yeni yatırımlar yapmak anlamlı değildir.
       Dolayısıyla, tek tek kapitalistler ve onların da ötesinde sistemin kendisi, yeni bir enerji, yeni bir ulaşım, yeni bir iletişim, vb. biçimine tam da buradan, seri üretimin ekonomik olup olmaması noktasından bakar. Elbette başka bakış açıları da vardır; Sözgelimi ulaşımda elektrik enerjisi kullanan raylı sistem daha temiz, daha ekonomik ve daha güvenli olabilir ama kısa vadede kapitalistlerin kasalarının parayla dolmasını sağlamayacaksa bu sistemin yerine petrole dayalı karayolu sistemi kapitalistlerce tercih edilecektir. Üstelik bu tercihin doğayı daha çok tahrip ettiği, dünyanın kaynaklarını çok daha hızlı tükettiği bilindiği halde.
       Bu durumda tercih hakkı kapitalistin/kapitalizmin elinde olan bir şey değildir. Kimse bu sistemde çarkı durdurmak ve daha az kazanmaya razı olmak lüksüne sahip değildir. Durmayalım düşeriz esasına göre çalışan kapitalist çark, iyilikseverlikten kaynaklanan duraklamaları kaldırmaz.
       Örneğin kapitalist ekonomi, tek tek kapitalistler egzos gazından rahatsız olsalar da kurulu petrol düzeninden gelen kâr oranı çok ciddi biçimde düşmedikçe ve yeni teknoloji çok yüksek kâr oranları vaat etmediği sürece yeni bir alana yönelemez. Şüphesiz hiç boş durmazlar; şüphesiz hiç durmadan araştırmalar yaparlar, emirlerindeki teknoloji elemanlarını soluk aldırmadan çalıştırırlar, ama ölçütleri her zaman ürünün kâr oranıdır. Eğer böyle bir ciddi talep ve ciddi kâr olasılığı varsa, ancak o zaman kapitalist bu yeni enerjiye yönelir ve üstelik bunu en çevreci yerden kurar.
       Her kapitalist, kullanım değeri kavramını bilir... Sezgisel olarak bilir! Paranın kokusunu almak denilen şeydir bu. İhtiyacı ve talebi keşfetmekte üstüne yoktur. Hızla keşfeder, üzerine atlar ve canını çıkarana kadar ona yüklenir. Örneğin kent yaşamı, çamaşır kurutulacak alanları kısıtlamışsa, kapitalist bundan kurutma makineler yapma sonucu çıkarır. Örneğin salgın hastalıklar koruyucu hijyen malzemelerine ihtiyacı öne çıkarmışsa bunu hemen değerlendirir. Tek bir damla yağmur düştüğünde kent merkezlerinde birden beliren şemsiye satıcıları bu basit mantığın en alt düzeydeki temsilcileridir. Burada insan yararı ile kâr oranının yüksekliği denk düşer ama bu aslında kapitalistin umurunda değildir; daha doğrusu insan yararı onun için kazanca dönüştürülecek bir gerçeklikten ibarettir.
       Bu konudaki en çarpıcı örnek, geçen yüzyılın son çeyreğinde (daha çok AIDS salgını sonrasında) gerçekleşen tek kullanımlık enjektör devrimidir. Bu üründe kâr oranları ile insan yararı tam olarak buluşmuştur. Ama aslında büyük bir gecikmeyle... Fikir basit olduğu halde tek kullanımlık enjektörün en az yirmi otuz yıl gecikmesinin tek nedeni, bunu akıl edecek birinin çıkmaması değil, ürünün maliyet fiyatlarının düşürülmesindeki yavaşlıktır. Çünkü nihayetinde bu nesnenin asıl alıcısı (perakende satışın dışında) devletler ve sağlık kuruluşları, sosyal güvenlik sistemleridir ve bu kurumlara toptan satış için yüksek kâr oranı sağlayabilecek bir maliyet düşüklüğü gereklidir. Burada insani yarar ile kâr oranı bir yerde buluşur ama bu buluşma yerini belirleyen insan yararı değil, kâr oranıdır.
       Ya da şöyle düşünülebilir: geri dönüşümlü bir ambalaj malzemesinin kullanımı (en azından dünyanın daha gelişkin tüketici ülkeleri ve şehirlerinde) o ambalajın içine konan maddelerin satışını artırıyorsa, kapitalist bu malzemenin ek maliyetine katlanır. Ayrıca, büyük bir hızla o geri dönüşümlü ambalaj malzemesinin üretiminden ne kazanılabileceğini de düşünür. Ve bir ya da birkaç tekel, o malzemenin üretiminde belli bir avantaj yakalamışlarsa büyük bir acımasızlıkla ve arsızlıkla medyayı kullanarak çevreci olmayan ürünlere saldırabilir ve tüketicinin çevre bilincinin yükseltilmesini kendisine iş edinir. Bu, daha sağlıklı görünen bir gıda türü için de geçerlidir; tekeller olağanüstü bir hızla halk sağlığı uzmanı kesilirler ve yeni duruma uyum sağlayamayan rakiplerini ve orta üreticileri ezerler. Ya da örneğin, tarıma kimyasalları bulaştıran sistem, aynı rahatlıkla organik tarım alanını da bir kâr alanı olarak görür ve büyük bir utanmazlıkla insanların kimyasallar konusundaki korkularını kullanır, vb. vb... Ahlaksızlıkta sınır tanımayan kapitalizm, yeni toplumsal paranoyalar üretme, olanları geliştirme ve bunları büyük kazançlar elde etme fırsatı olarak değerlendirmekten hiçbir zaman geri durmaz, duramaz. 17 Ağustos depremi sonrasında birden ortaya çıkıveren yeni sektörleri aklımıza getirmek bile yeterli olacaktır.
       Daha da açıkçasını hiç abartmaksızın söyleyebiliriz: Eğer bugünkü teknoloji, dünyanın bir bölgesinde, bir kentin belli bir köşesinde ya da bir ülkenin bir kentinde özel bir atmosfer ve iklim alanı yaratabilmeye yetenekli olsaydı, yani örneğin bir X bölgesinde yaşam koşullarının mükemmele yakın olduğu bir fanus yaratılabilseydi ve bu kârlı bir iş olsaydı, kapitalist tekeller dünyanın geri kalanını hiç umursamaksızın bu vahşi teoriyi uygular ve böyle bir koloniyi yaratırlardı.
       Aslında bunun şu anda hiç olmadığı söylenemez; şu anda bile dünyanın büyük patronları kendi özel yaşam alanları için böyle koloniler, çiftlik alanları yaratmakta ve en azından kendilerinin, ailelerinin yaşamlarının daha sağlıklı koşullarda sürmesini sağlamaktadırlar. Ama burada daha üst bir düzeyden, yani para karşılığı üye olunarak yaşanabilen tecrit edilmiş özel iklim alanlarıdan söz ediyoruz. Kapitalizm, bu teknolojiye sahip olsaydı eğer, kesinlikle uygular ve bundan hiç çekinmezdi. Daha doğrusu çekineceği tek şey, dünyanın geri kalanının korkunç öfkesi olurdu.
       Şöyle ya da böyle... Para kazanmak ve daha çok kazanmak! Bol ödüllü Dondurmam Gaymak filminin bir sahnesinde olduğu gibi... Yakında küresel soğuma olacağı yolundaki uyduruk bir lafı meyhanede duyan dondurmacı, önce yıkılır. Ama sonra, gecenin bir vaktinde sarhoş kafayla çözüm yolunu bulur: O zaman salep satarım ben de!
       Yani bütün bunlar abartı ya da kötü niyet değil, sistemin işleyişidir: İklim ve doğanın katli üzerine en kötü senaryolar gerçekleşecekse eğer, örneğin bazı kıtaların bazı parçaları adalar haline dönüşecekse, bu adalar arasındaki ulaşımın nasıl sağlanacağını kapitalizm kendine dert edinir. İçme suyu bir kriz ise eğer, bu suyun satışı bir kâr alanıdır. Ufukta salgın hastalıklar varsa, ilaç sektörünün açgözlü çakalları şimdiden hazırlıklarını yaparlar. Bazı bitkiler yok olacaksa, onların yerini neyin tutacağı hesaplanır. Ve hatta bütün bunları protesto edenler varsa, onların baskılı tişört ihtiyacı da bir sektörel sorundur! Bütün bunlar çok vahşice ve ahlaksızca görünebilir, akla aykırı bulunabilir, X şirketinin sahibi Y beyefendiden bu denli alçakça planları ummayabiliriz; ama kapitalist işleyişin tek tek kapitalistlere bağlı olmayan mantığı böyledir. Durmayalım düşeriz!
       Sistem böyle çalışır işte: Durmayalım düşeriz!
       Ya da dondurma; ya da salep ya da başka bir şey...
       Ya da karbon!
       Evet, hiç abartısız böyle... İklimi mahveden bir olgu, karbon örneğinde görüldüğü gibi kolayca üstünden para kazanılabilir bir şey haline dönüşebiliyor.
       Şaka değil; Kopenhag zirvesi öncesinde IMF uzmanları tarafından hazırlanan raporda, sürdürülebilir bir ekonomik toparlanma ile çevreyi kurtarmaya yönelik etkin iklim politikalarının nasıl bir arada yürüyebileceğine dair öneriler sıralanırken şu söyleniyor: bütçe açığı veren yoksul ülkelerin zengin ülkelere karbon salınım kredisi satarak para kazanmaları.
       Yani, çevreyi daha az kirleten yoksul ülkelerin, karbondioksit salınımı fazla olan ülkelere kullanmadıkları karbon kredisini satarak para kazanmaları ve kazandıkları parayla da bütçe açıklarını kapatmaları tavsiye ediliyor.
       Daha iyi anlaşılması için açıklayalım: Karbon ticareti mekanizması, son yılların ortaya çıkardığı bir kavram. Kyoto anlaşması sonrasında sistemde çevreci nitelikte bulunan şirketler azalttıkları karbon kadar karbon kredisi satmaya hak kazanıyor. Bu karbonu ise çevreye yasal limitlerin üstünde karbon saldıkları için yasal yükümlülüklerini karşılamak isteyen ya da gönüllü olarak kredi almak isteyen firmalar alıyor. Kyoto Protokolü sonrasında ekonomi dünyasında yerini alan bu sektörün hacmi, 2008 sonu itibariyle 120 milyar dolara yaklaşmış durumda.
       Daha Türkçesini söyleyelim: Kapitalist sistem, kendi yarattığı felaketin sonuçlarından da bir biçimde para kazanmaya, kendi kendine koyduğu uyduruk kısıtlamaları bile ticaretin konusu yapmaya devam ediyor.
       Cezaevlerinin adli koğuşlarında dönen kirli "ihale"lerden hiç farkı yoktur bunun. Bu koğuşlarda zengin tutuklular, para karşılığında zaten ömür boyu yatacak olan birinin kendi suçunu da üslenmesini sağlarlar. Bu "ihale" sistemi zenginlerin garibanları cezaevinde bile ezmesinin belki de sonuçları en ağır yöntemlerinden biridir.
       Karbon kredisi denen şey, yukarıdaki kirli alış verişin kibarlaştırılmış halinden ibarettir. Emperyalist ülkeler rahatça karbon salınımına devam etsin diye oluşturulan bu "kefâret" sistemi, kendi pisliğinden bile kâr elde etmenin, bu arada gezegenimizi tehdit eden sorunun köklü çözümüne dair hiç bir şey yapmamanın yeni bir yolu olarak karşımıza çıkmaktadır.
       Ve tabii burada, -okurun gözünden kaçmamıştır- yazının başından beri sözünü ettiğimiz alan daha çok imalat sanayidir; yani somut nesneler üreten klasik kapitalist işletme düzeninden söz ediyoruz. Bir adım öteye geçip muazzam para miktarlarını borsa denilen kumar makinesinde döndüren uluslararası para tüccarlarının cephesine geldiğimizde ise, işler daha da vahşidir. Klavye tuşlarına basarak milyarlarca doları hareket ettiren, mevcut somut maddi servet miktarlarının onlarca kat fazlasını kredi olarak piyasada dolaştıran bu sektör, konuyla ilgili bile değildir. Kredilerin, borçların nereye doğru akacağı bu alanda tümüyle parasal kaygılarla belirlenmektedir. Kimi uzmanlarca yeni bir bağımlılık türü olarak tanımlanmaya başlayan, gelişmekte olan kuşakların gerçeklik algısı üzerinde ciddi bir tehdit oluşturan bilgisayar oyunları sektörü, kâr getirdiği sürece kredi bulma sıkıntısı çekmeyecektir. Tüm ölümcül riskleri bilinen ve emperyalistlerin kendi ülkelerinde birer birer kapattıkları nükleer santraller de kredi bulmakta zorlanmayacaktır örneğin... Borsadakiler için ise her şey sadece yükselen ve düşen kağıtlardan ibarettir. Doğanın, insanlığın tahribi onları zerrece ilgilendirmez.

       Sosyalizm ve Barbarlık...
       Arada Başka Bir Yol Var mı?

       Daha fazla uzatılabilir ve yüzlerce örnek verilebilir; ama bu kadarı da yeterli.
       Sonuçta Kopenhag zirvesinin fiyaskoyla bitmesi, dünya kapitalist sisteminin işleyiş mantığına uygundur. Tek tek kişilerin, devlet başkanlarının, vb. ötesinde bir durumdan söz ediyoruz. Kapitalizm budur; işleyişi budur... Burjuva politikasının radikal görünen aktörleri de aynı çukurun içindedir. Burjuva politikasının temel işleyişi, popüler (bu sözcük palavracı olarak da okunabilir) politikacı ve onun gerçek davranışlarını planlayan danışmanlar ve uzmanlar kalabalığına dayanır. Palavracı politikacının radikal afra tafrasını çok zedelemeden sisteme uygun davranmasını sağlamak da işte tam o Amerikan tipi politika kurtlarının beceri düzeyini gösterir. Obama gerçeği de tam böyle bir gerçektir.
       Ama bu beceri de sınırlı bir alana sahiptir; kritik noktalarda, somut karar alma süreçlerinde işe yaramaz. Orada siyah ve beyaz netliğiyle orta çıkan gerçeklik, durumu açığa vurur. Kopenhag gerçeği de işte böyle bir gerçektir.
       Bir süre sonra bir başka zirvede nispeten daha ileri denebilecek bir karar çıkarsa eğer, bu bizi şaşırtmaz. Böyle bir karar, emperyalist haydutların ne kadar zorlandığına bağlı olduğu kadar, yeni kararların yeni kâr alanları açıp açmamasına da bağlıdır.
       Bir kez daha kanıtlanan ve gelecekte de her gün kanıtlanacak olan gerçek, kapitalizmin dünyayı felakete sürüklediği ve bu kaostan tek çıkış yolunun sosyalizm olduğudur. Dünyayı ekolojik felaketin daha da derinleşmesinden koruyacak olan tek seçenek, bugünkü vahşi sistemin tümüyle havaya uçurulması ve komünist bir toplumun yaratılmasıdır.
       Doğa ile insanın, insan ile insanın barışmasını sağlayacak olan böyle bir sistem kolay ve sorunsuz değildir. İnsanlık, böyle bir uygarlık düzeyini yakalamak için yürürken sadece kapitalizmle değil, kapitalizmden miras kalan bütün düşünce ve davranış biçimleriyle, kavramlarla hesaplaşacaktır. Bu yüzden defalarca söylüyoruz ve söylemeye devam edeceğiz: Komünist toplum düzeni, bir ekonomik kalkınma biçimi ya da politik bir değişiklik değil, yeni bir uygarlık düzeyidir.
       Artık sona yaklaşmış olan ve tümüyle kokuşan kapitalist uygarlık düzeyinin tasfiye edilmesi ve yeni bir düzeyin, yeni bir insanın yaratılması, eski toplumun kavramları ve mantığı ile gerçekleştirilemez; kapitalizme ait verimlilik kavramının önüne sosyalist sözcüğünü ekleyerek bir yere varamayız. Komünist bir dünya için yürütülecek olan mücadele, kapitalist sistemle her cephede yürütülecek büyük bir hesaplaşmanın mücadelesidir. Ayrıca, dünyayı felakete sürükleyen bir sisteme karşı mücadele soyut bir insanlık kavramına da endekslenemez. Kapitalizmin ekolojik tahribatı bir insanlık sorunu haline getirdiği doğru olmakla birlikte, bu durum sınıfsal olmayan bir şey değildir. En basit gözlemle bile görebileceğimiz gerçek, felaketin esas olarak emekçileri ve yoksulları ilgilendirdiğidir. Her şey bir yana, soyut, sınıfsallıktan arındırılmış bir kapitalizm eleştirisinin kendisi çelişiktir; çünkü kapitalizmin bizzat kendisi sınıfsaldır. Hem de attığı her adımda.
       Bu basit gerçeğin kavranması, yürütülecek mücadeleyi de belirleyen bir şeydir. Gözünü sadece iklime diken ve kapitalizmin gıdalardan toprağa, kültürden sanata dek verdiği korkunç zararları görmeyen ve dolayısıyla şu ya da bu konferansın sonuçlarına umut bağlayan burjuva içerikli çevreciliğin asıl açmazı, bu sorunun emekçilerin sınıf mücadelesiyle çözülebileceğini görememesidir. Kapitalizmi yeryüzünden silip atabilecek yegane özne, işçi sınıfıdır.
       Emekçilerin ve yoksulların şu anda karnını doyurmaktan ve haklarını korumaktan başka bir şey düşünemez halde olması, bu gerçeği değiştirmez. Yine de sorunu çözecek olan yer, konferans salonları değil sokaktır. Ancak emekçileri önce kendi hakları ve gelecekleri için sokağa çıkardığımızda bu tablo değişecek, yığınlar kendi deneyimleriyle öğreneceklerdir. Emekçi yığınlarının sadece kendi hakları için verdikleri mücadelenin sınırlarında takılıp kalmaması, daha doğrusu sağlıklı yaşam hakkının da kazanılması gereken bir hak olduğunu kavramaları ise kuşkusuz devrimci öncünün faaliyetinin sonucu olacaktır. Marx'ın dediği gibi değiştirenlerin değişmesi devrimci bir pratik olacaktır ve bu pratik, devrimci irade olmadan yaratılamaz.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Şehit Muhtar Mah. Nane Sokak No: 15/3
Beyoğlu/İSTANBUL