Şimdi
aradan epey zaman geçmiş gibi görünüyor; ama geriye
dönüp anımsamak ve anımsatmak gerekiyor: 19 Aralık
2009 tarihinde Kopenhag'da Birleşmiş Milletler
İklim Değişikliği Konferansı toplanmıştı. Çoktan
unutuldu şimdilerde, hatta sağda solda bu mesele
de fazla abartılıyor diyen akademisyenler de az
değil.
O
zamanlar Obama hayranlığı pek revaçtaydı. Ama
protesto gösterileri arasında başlayan konferansta
Obama'dan radikal adımlar bekleyenler fena halde
yanılmışlar, dağ fare değil karınca bile doğurmamıştı.
Dünyayı kurtaran adam edalarıyla şişirilen Obama,
küresel ısınmaya hiçbir ciddi etkisi olmayacak
bir anlaşmayı öne sürüp geriye çekildi. 193 ülkenin
katıldığı İklim Zirvesi'nde sadece başını ABD'nin
çektiği 30 ülke 'mutabakat'a varabildi. 77 yoksul
ülke ise anlaşmayı tarihin en berbat anlaşması
olarak niteledi. Hatta bu ülkeler adına konuşan
G-77'nin Sudanlı Başkanı Lumumba Stanislas Dia-Ping,
kendilerine imzalattırılmak istenen anlaşmanın
"800 milyon Afrikalıyı fırınlara göndereceğini"
söyleyerek bunu Nazi soykırımına benzetmişti.
Venezüella
Devlet Başkanı Hugo Chavez'in Obama için söyledikleri
ise şöyleydi: Nobel savaş ödüllü Yanki İmparatoru
arka kapıdan kaçıp gitmiştir. Giderken de çok
gizli bir belge bırakarak buna uymamızı beklemiştir.
Bu mümkün değil. Burada birinci veya ikinci sınıf
devlet başkanı yok.
Gerçekten
de sonuçta ortaya çıkan "tarihi mutabakat"
küresel sıcaklık artışının 2 dereceye ulaşmaması
için ortak çalışma yapmak ve yoksul ülkelere iklimle
mücadele için 100 milyar dolarlık bir yardım göndermek
gibi önemi ve bağlayıcılığı olmayan maddelerden
ibaretti.
Üstelik
emperyalist ülkeler topu birbirlerine atmaktan
da geri durmamışlardı. Örneğin Çin'in günah keçisi
ilan edilmesi bunun tipik örneğiydi. Obama, Çin'i
sorumlu tutarken, Çin yetkilileri de ABD'yi "yeterli
kaynak ayırmamak ve kendini düşünmekle" suçluyordu.
Oysa bu iki ülke dünyadaki küresel ısınmaya neden
olan karbondioksit salımının neredeyse yarısını
gerçekleştirmektedir. 2010 İklim Koruma Endeksi
tarafından açıklanan verilere göre enerji üretimine
bağlı karbondioksit salımı ABD için yüzde 19.92,
Çin için ise yüzde 20.96'dır.
Küresel
Isınma: Felaket Tablosu
Emperyalist
dünyanın yeminli savunucuları ne derse desin artık
dünyanın ciddi bir iklim değişikliği tehlikesiyle
karşı karşıya olduğu genel olarak kabul ediliyor.
Sonuçları hafifletmek ya da bu durumun doğal olduğunu
kanıtlamak için yapılan demagojiler de durumu
kurtarmıyor.
Çeşitli
ülkelerden 2500 bilim adamının katkıda bulunduğu
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC)
araştırmaları sonucu, 1995 yılından bu yana iklim
değişikliği ve küresel ısınmanın inkar edilemez
gerçekler olduğu kabul edilmiştir.
IPCC'nin
2000 yılı bitiminde açıklanan en son raporu, ısınmanın
önceleri sanıldığından daha hızlı ilerlediğini
ve bu yüzyıl içinde yüzeysel ısının ortalama 6
derece artabileceğini öne sürmüştür. Bu ısınma
esas olarak (son BM raporuna göre yüzde 70 oranında)
insanın faaliyetlerinden, yani özellikle sanayi
devrimi sonrasında ortaya çıkan yoğun karbondioksit
salımından kaynaklanıyor. Güneş'ten gelen ışınların
dünyadan yansıdıktan sonra tekrar atmosferin dışına
çıkmasını engelleyen ve böylece dünyanın soğumasını
önleyen sera etkisi, bu süreç boyunca giderek
artıyor ve atmosferin sıcaklığını yükseltiyor.
Sera etkisini artırarak dünyanın normalden fazla
ısınmasına neden olan gazlardan bazıları karbondioksit,
metan ve azotoksit. Bu gazlar modern endüstride
ve tarımda kullanılıyor, fosil yakıtların yanmasıyla
açığa çıkıyor. Böylece atmosferin konsantrasyonu
her geçen gün artıyor. Örneğin atmosferdeki karbondioksit
konsantrasyonu 1800'lü yıllardan beri yüzde 30'dan
daha yüksek bir seviyede arttı.
Bu
ısınmanın olası sonuçları ise, çok ciddi bir ekolojik
felaket anlamına geliyor. Önümüzdeki 50 yıl içinde
kıyı bölgelerini seller, güney ülkelerini kuraklıklar
ve içme suyundan yoksunluk bekliyor. Kuzey ve
Güney kutbundaki buzullarda ve Alpler, Himalayalar
gibi iç buzullarda ciddi erime, deniz seviyesinin
genel olarak yükselmesi, Asya ve Afrika'da açlığı
körükleyecek su ve bitki azalmaları, vb. vb...
yine iklim değişikliklerinin sonuçları olacak.
Şu anda bile örneğin Grönland, her 40 saatte bir,
40 kilometreküp buz kaybediyor. Bu, gelişmiş bir
ülkedeki 3-4 milyon nüfuslu bir kentin, örneğin
Los Angeles'ın bir yıllık su kullanımına eşit.
Bütün
bu senaryoların hiçbirinin henüz tam bir kesinliği
yok; gelişmelerin beklenenden önce ya da sonra
gerçekleşmesi mümkün. Ama kesin olan, tartışma
götürmeyen ve hatta bizim bile çıplak gözle görebildiğimiz
gerçek; dünyanın genel olarak bir iklim değişikliği
yaşadığı ve bu değişikliğin giderek arttığıdır.
Kapitalizmin
Bir Aklı Var mı?
Şimdi,
tam da bu noktada, sadece sıradan insanların değil,
zaman zaman devrimcilerin bile zihnini kurcalayan
bir soruyu sormanın zamanıdır: Kapitalist sistem
ve tek tek kapitalistlerin bir aklı yok mudur?
Daha
anlaşılır bir biçimde soralım; tek tek kapitalistler
ya da genel olarak kapitalist azınlığın toplamı
ya da pratikte bu sistemin koruyucuları ve yürütücüleri
olan devlet yöneticilerinin bizzat kendileri de
aileleri, vb. ile birlikte bu dünya yüzeyinde
yaşadıklarına göre, sonuçta kendi yaşamlarını
da tehlikeye sokan bir sistemi ve işleyişi sürdürmekten
vazgeçmeleri gerekmez mi?
Bu
soru çok mantıksız değildir aslında. Sonuçta kapitalistler
de bu gezegende, çok bilinen demagojik deyimle
söylersek, bizimle aynı gemide yaşamaktadırlar,
onların da yaşamları, çocukları, gelecekleri,
vb. vardır. Dolayısıyla onların da dünyanın göz
göre göre felakete doğru gitmesinden rahatsız
olmaları mantıklıymış gibi görünmektedir. Böyle
görünmektedir; çünkü meseleye salt teorik olarak
ve safdil bir yerden baktığımızda, iklim gibi
bir sorunun herkesi eşit olarak etkileyen bir
sorun olduğunu düşünebiliriz. Şöyle diyebiliriz
örneğin; tamam, bir uluslararası tekelin sahibi
teknoloji atıklarını yoksul ülkelere postalayıp
bu zararlı maddelerle kendi çocuklarının temasını
önleyebilir, ama dünyanın atmosferi sınıf ayırmaksızın
herkesi sarıp sarmalayan bir şeydir!
Bütün
bu akıl yürütmeler mantıklı gibi görünmektedir
ama aslında kurgunun ve sorunun bizzat kendisi
tümüyle yanlıştır.
Çünkü,
her şeyden önce kapitalizm denildiğinde kastedilen,
tek tek kapitalist patronlar ve onların kişisel
davranışları, düşünceleri, inanışları, vb. değil,
bir bütün olarak kapitalist üretim ve bölüşüm
sisteminin kendisidir. Bu sistem, tek tek patronların,
bankacıların, tüccarların düşünce ve davranışlarının
aritmetik toplamı üzerinden değil, kendi çalışma
biçimi ve temel işleyiş kuralları üzerinden anlaşılabilir.
Marx'ın muazzam bir çabanın ürünü olan Kapital'de
hiçbir zaman A ya da B isimli tekil bir kapitalistten
söz etmemesi, sistemin kötülüklerini tek tek patronların
tutumlarına bağlamaması bu açıdan anlamlıdır.
Marx ve Engels'in kapitalizm çözümlemelerinin
tamamı, tek tek kişilerden bağımsız bir mekanizmaya
yöneliktir. Onlar, bu mekanizmayı çözümlerler
ve temel işleyiş kurallarını ortaya koyarlar.
Kapitalizm, emek sömürüsü üzerinde şekillenen
ve sürekli bir biçimde insan emeğini daha verimli,
daha çok sömürme yöntemleri geliştirip, doğa ve
toplumdaki her şeyi metalaştırarak sermayenin
yeniden üretimini sağlayan, kısaca her şeyin "kâr,
daha fazla kâr" için olduğu bir sistemdir.
Onun bu işleyiş biçiminin değişmesi de mümkün
değildir. Çünkü yapısaldır. Bunun değişmesi için
yapılabilecek tek şey kapitalizmi ortadan kaldırmaktır.
Burada
tekil bir kapitalistin hayat ve gelecek üzerine
ne düşündüğü, dini ve ahlaki inanışları, kültürel
ve siyasal yapısı, kişisel kaygıları, korkuları,
vb. vb. pratik bir anlam ifade etmez. Kapitalist
ekonominin işleyişini bütün bu kişisel olgular
belirlemez. Daha iyi anlaşılsın diye örneklenebilir;
bugün ülkemizdeki en büyük kapitalistlerden birini
düşündüğümüzde ve bu kişinin mevcut parasal servetinin
tutarını rakam olarak önümüzdeki kağıda yazdığımızda
ağzımız açık kalır ve şöyle diyebiliriz: Bu adam
neden hala didinip duruyor ki? Gerçekten de, önümüzdeki
rakam, örneklediğimiz tekelci kapitalistin yedi
kuşak sülalesinin çok lüks ve israflı bir yaşamla
bile asla bitiremeyeceği bir rakamdır. Biz, bu
durumda kendi emekçi aklımızla belki doğrusu ben
olsam artık parmağımı bile oynatmam, oturur bu
parayı afiyetle yerim diyebiliriz ama işin aslı
başka türlüdür. Kapitalist mekanizma, dönen ve
dönmek zorunda olan çarklarla karakterize olur.
Kişisel hırsların ötesinde kapitalist sistem,
kâr-daha fazla kâr, servet-daha fazla servet ilkesi
üzerinden yürür. Zaman zaman ben artık kenara
çekilip dünyayı gezeyim diye karar alan kapitalist
patronlara rastlanılsa da, bu durum işleyişin
genel kuralını bozmaz. İşletme zinciri, çoğu kez
yeni kuşaklarla yürür ve durmayalım düşeriz kuralıyla
çarklar dönmeye devam eder.
Bu,
hem sistemin bütünü için, hem de günlük kapitalist
işleyiş için geçerlidir. İnsan aşığı, dost delisi
bir kapitalist pratikte şizofrendir; çünkü işletmenin
kapısından içeri girdiği anda kâr üzerine kurulu
mekanizmanın kurallarına uyan, uymadığında batacak
olan bir insandır o. Yani kapitalist dünyada tesadüfen
de olsa bir evliya ile karşılaşırsak, biliriz
ki o, elindeki siparişleri yetiştiremezse, bu
ürünlerden yeterince yüksek oranda kâr elde edemezse
yoksul bir evliya olacaktır. Bunun için işgücü
maliyetini düşürmek kesin bir zorunluluk olarak
ortaya çıkmışsa örneğin, bizim evliya patronumuz,
kapitalist işletmenin buz gibi soğuk mantığıyla
davranmaktan geri durmaz, duramaz. Çünkü böyle
yapmadığında bir tür kurtlar sofrası olan kapitalist
rekabet dünyasında elindeki avantajlarını yitirir;
düşer ve düştükçe de düşer, ta ki yoksulların
dünyasına dek... İktisatçıların çoğu kez bilerek
karmaşıklaştırdığı kapitalist işleyiş bu kadar
basit ve sadedir aslında.
Bu
çark sistemini anlamak için verilebilecek en iyi
örnek herhalde reklam sektörüdür. Reklam sektörü
öyledir ki, örneğin bir otomobil yada telefon
firması, birkaç aylığına bile olsa ekranlarda,
gazetelerde görünmemeyi göze alamaz. Bu, kanlı
bir yarış gibidir ve kimsenin durup dinlenme şansı
yoktur. Yaptığınız reklamın satışlara ne etkisi
olduğunun da ötesinde önemli olan, markanın varlığının
sürekli olarak ve bitmez tükenmez buluşlar ve
ödeme kampanyalarıyla görünür olmasıdır. Yani
siz, örneğin belirli bir üç aylık zaman diliminde
yaptığınız reklamın satışlarınıza tek bir kuruşluk
artış getirmediğini somut ve kesin verilerle tespit
etseniz bile, yine de milyarlarca lirayı bu alana
akıtmaya devam edersiniz; çünkü duramazsınız,
durarak gözden ırak gönülden ırak olmayı, tüketicinin
zihninden düşmeyi göze alamazsınız. Elinizden
gelen tek şey, daha yeni sloganlar bulmak, daha
ilginç kampanyalar akıl etmek, vb. vb. olabilir.
Böylece muazzam miktarlara ulaşan bir para, pratikte
hiçbir somut nesne üretmeyen bir alanda dönüp
durur, çarklar durmadan çalışır.
Sonuç
olarak, tek tek kapitalistlerin kişisel tutumları
ve akıllarının da ötesinde kapitalist sistem,
kâr, daha yüksek kâr ilkesiyle çalışır ve şu ya
da bu kaygıyla bu tempoyu düşürmek isteyen herkes
çarkların arasında ezilir gider.
Ama
hepsi bu kadar değil... Yukarıdaki sorunun temel
varsayımı da aslında yanlıştır. İklim sorunu gibi
bir sorun, tıpkı doğal afetler ve ölümcül hastalık
türleri gibi aslında sınıfsal konumları gözetir.
Yani, tekelci patronlar ile emekçilerin, işsizlerin
ve genel olarak yoksulların bu tür durumlardan
eşit olarak etkilendikleri tümüyle yalandır. Bir
depremden, sel baskınından söz ediyorsak örneğin,
konutların yeri, dayanıklılığı, vb. gibi bir dizi
faktörden söz ediyoruz demektir. Hastalıklardan
söz ediyorsak örneğin, beslenmeden, temizlikten,
çevresel koşullardan, gerekli sağlık hizmetlerine
hızla ulaşabilmekten, hatta eğitim düzeyinden
vb. vb. söz ediyoruz demektir. Bütün bunların
bir sınıfsal piramit işleyişine sahip olduğunu
da her emekçi bilir.
Küresel
ısınmanın neden olduğu ve olacağı felaketler için
de durum aynıdır. İçme suyu sıkıntısından gıda
yetersizliğine, sellerden kuraklığa ve olası salgın
hastalıklara dek bütün bu tablonun herhangi bir
İngiliz bankacısı ile herhangi bir Afrikalı köylüyü
aynı ölçüde etkileyeceğini düşünmek akıldışıdır.
Sonuçta biz biliriz ki, her türlü doğal afet,
kimin ne kadar önlem alabildiğine bağlı olarak
insanları etkiler; bu binlerce kez kanıtlanmış
bir gerçektir.
Sonuç
itibarıyla tek tek kapitalistlerin bir akla sahip
olup olmadıkları sorusu, tümüyle saçma bir sorudur.
Bugünkü sistem içinde ayakta durabilen her kapitalist,
bunu zaten ticari zeka ya da kapitalist zeka denilebilecek
bir akıl türüne borçludur ve kapitalist böyle
bir akla, sezgilere, vb. sahip değilse zaten işini
yürütemez. Ama tek tek kapitalistlerin bu akılları,
sistemin genel olarak akılcı olması anlamına gelmez.
Tersine bu tek tek akıllar ve kâr hırsıyla belirlenen
sezgilerin birbiriyle boğazlaşan karmaşası, tam
bir anarşiyi ve akıl-dışılığı ortaya çıkarır.
Öte
yandan uluslararası kapitalist sistemin bu akıldışı
anarşiyi nispeten düzene sokmak için beslediği
binlerce kişilik uzman orduları da işleyişi akılcı
bir hale getirmez, getiremez. Onlarca uluslararası
kurum, vakıf, fon, banka, vb. bünyesinde istihdam
edilen bu uzmanlar sürüsü, yüzlerce senaryo üreterek
kısa ve uzun vadede olabilecekler üzerine varsayımlar
kurarlar, belli parasal mekanizmalarla oynayarak
işlerin iyice çığırından çıkmasını önlemeye (ya
da bazen önlememeye!) çalışırlar; ama sonuç her
zaman fiyaskodur. Kapitalist sistem bir bütün
olarak anarşi üzerine kuruludur ve onu insanlığın
genel çıkarları, gelecek kaygıları gibi ulvi fikirlerle
düzenlemek, yönetmek imkânsızdır.
Kapitalist
mantık, gözünü diktiği her şeyde para kazanma
olasılığını görür. Marx'ın başyapıtı Kapital'de,
meta fetişizmi bölümünde de açıklandığı gibi kapitalizmi
yönlendiren temel güdü budur. Doğa, insan, gelecek
kaygısı ya da ahlak gibi olgular, sadece patronların
kasalarına daha fazla para girmesini sağlayabilecekse
ilgilendirir bu sınıfı.
Hayatın
Gerçeği ve Paranın Gerçeği
Bu
anlamda, herhangi bir tekil kapitalist doğayı
korumak adına yapması gereken harcamayı nasıl
bir mantıkla hesaplıyorsa, aynı şey aşağı yukarı
uluslararası kapitalist sistem için de geçerlidir.
Tekil kapitalist, işçi sağlığı ya da arıtma ünitesi
gibi harcamaları, üretim maliyetini artıran, dolayısıyla
kâr oranını düşüren harcamalar olarak görür. Kâr
oranını düşüren her türlü harcamadan mümkün olduğunca
kaçınmak, onun doğasına uygundur. Bir biçimde
bu tür harcamaları yapmaya zorlandığında da, bunu
olabildiğince minimuma indirmeyi ve eğer mümkünse
harcamaların önemli kısmını devlete ya da sosyal
kurumlara yıkmayı ilke olarak benimser.
Bir
ülkede işletme kurmak isteyen insanların önüne
ne kadar çok bürokratik engel çıkarılıyor diye
şikayetler ediliyorsa, biliriz ki oradaki yasalar
patronlara dar gelmekte, onları maliyet artırıcı
bazı ek harcamalara zorlamaktadır. Çoğu kez böyle
bir durumda yapılan şey, politik alanı ve devlet
organlarını baskı altına alarak bu yasa ve yönetmelikleri
tasfiye etmek ya da uygulanamaz hale sokmaktır.
Uluslararası
düzlemde ise kapitalist kurumlaşmaların işlevi,
sistemin genel çıkarlarını korumak ve dünya ekonomisinin
canlılığını (bunu kârlılığını diye okuyabiliriz!)
korumak, bunun için de ek maliyetleri olabildiğince
en aza indirmektir. Sosyal ya da ekolojik sorunlarda
her zaman devletlerin ya da sivil toplum örgütlerinin(!)
devreye sokulması, tam da buna hizmet eder. Yani
söz konusu sorunları yaratan tekelci elit, bu
sorunlara karşı bir şeyler yapmak artık kaçınılmaz
olduğunda, işin yükünü yine yoksulların ve orta
sınıfların vergilerinden oluşan fonlara yıkmayı
ilke olarak benimser. Ama öte yandan bu da bir
dolaylı maliyet unsurudur. Devlet bütçelerini
ve uluslararası/yerel fonların tümünü kendi vantuzlama
alanı olarak gören tekelci şirketler, bu kaçınılmaz
harcamaları bile mümkün olduğunca en aza indirmeye
çalışırlar. Öyle ki, sırf bunun için kamuoyu oluşturucu
medya organlarına, köle ruhlu akademisyenlere
ve uzmanlara çuvalla para akıtırlar. Çevrecilerin
durumu abarttığı, şu ya da bu doğal tehlikenin
aslında gösterildiği kadar önemli ve acil olmadığı
gibi fikirler bu yolla yayılır.
Dolayısıyla,
en son küresel iklim konferansından ya da başka
uluslararası toplantılardan köklü çözümler beklemek
tamamen safdilce bir tutumdur.
Dondurma,
Salep ve Kapitalizm
Oysa
mesele bir yanından bakıldığında gayet basit görünmektedir.
Gezegenimizin sıcaklığı sistematik biçimde artmaktadır
ve bu artışın çok büyük oranda insan etkinliklerinden,
yani onun sınai faaliyetinden ve kullandığı ürünlerden,
enerji biçimlerinden kaynaklandığı artık kabul
edilen bilimsel bir görüştür.
Öyleyse,
yapılacak olan da basittir...
Sera
gazlarını üreten her türlü faaliyeti neden olduğu
tahribatın büyüklüğüne göre alt alta sıralamak
ve en çok tahribat yaratanlardan başlayarak derhal
alternatif yollar bulmak...
Meseleyi
bu yalınlıkla ortaya koyduğumuzda ise gelip toslayacağımız
şey, kuşkusuz öncelikle petrole dayalı ulaşım
sistemi ve atmosfere karbon dioksit yayan bütün
diğer sanayi kollarıdır. Oraya tosladığımızda
ise kapitalist sistemin en kritik sorusu ile karşılaşırız.
Oturmuş ve kâr fışkırtan bir enerji/ulaşım/sanayi
sisteminden, dünyanın geleceği adına vazgeçilebilir
mi? Kapitalizm, bu ölümcül önemdeki soruya doğru
yanıt verme yeteneğine sahip değildir. Kapitalist
sistemin temel mantığı ve kişilerden bağımsız
olarak işleyişi, bu soruyu insanlığı ve onun geleceğini
merkeze koyan bir anlayışla yanıtlayamaz. Kâr
oranlarını yüksekte tutmayan, çarkları döndürmeyen
bir çözüm yolu kapitalizm açısından düşünülemez.
Kapitalist
ekonomide temel bir kural vardır. Bazen haber
bültenlerine de yansır; denilir ki X türü bir
yeni teknoloji keşfedilmiştir, ancak şu anda seri
üretimi ekonomik değildir. Buradaki ekonomik olmama
kavramının pratikteki somut anlamı kârlı olmamadır.
Yani bir nesnenin üretiminin ekonomik olmadığından
söz ediliyorsa eğer, bu, o üretimin çeşitli nedenlerle
henüz yüksek kâr oranları vaat etmediği anlamına
gelir. Bu durum, çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir
ama en belirgin neden söz konusu nesnenin sıradan
kullanıcı tarafından satın alınabilecek bir fiyat
düzeyine çekilememesidir. Tümüyle lüks tüketim
kapsamına giren şımarıklık ürünleri dışında kalan
bütün diğer mallar, sonuçta orta ve alt sınıfları,
yani tüketici diye anılan kategorileri hedef kitle
olarak seçer ve bu kitlenin tüketici olabilmesi
için tüketmesi, yani satın alması, yani satın
alabileceği düzeyde fiyatlarla karşılaşması gerekir.
Bir
diğer neden ise teklonojik olarak artık "eski"
olanın, kapitalistler için henüz "eski"
olmamasıdır. O eski teklonojili ürün hala pazarda
alıcı bulabiliyorsa kapitalistler açısından yeni
teklonojiler için yeni yatırımlar yapmak anlamlı
değildir.
Dolayısıyla,
tek tek kapitalistler ve onların da ötesinde sistemin
kendisi, yeni bir enerji, yeni bir ulaşım, yeni
bir iletişim, vb. biçimine tam da buradan, seri
üretimin ekonomik olup olmaması noktasından bakar.
Elbette başka bakış açıları da vardır; Sözgelimi
ulaşımda elektrik enerjisi kullanan raylı sistem
daha temiz, daha ekonomik ve daha güvenli olabilir
ama kısa vadede kapitalistlerin kasalarının parayla
dolmasını sağlamayacaksa bu sistemin yerine petrole
dayalı karayolu sistemi kapitalistlerce tercih
edilecektir. Üstelik bu tercihin doğayı daha çok
tahrip ettiği, dünyanın kaynaklarını çok daha
hızlı tükettiği bilindiği halde.
Bu
durumda tercih hakkı kapitalistin/kapitalizmin
elinde olan bir şey değildir. Kimse bu sistemde
çarkı durdurmak ve daha az kazanmaya razı olmak
lüksüne sahip değildir. Durmayalım düşeriz esasına
göre çalışan kapitalist çark, iyilikseverlikten
kaynaklanan duraklamaları kaldırmaz.
Örneğin
kapitalist ekonomi, tek tek kapitalistler egzos
gazından rahatsız olsalar da kurulu petrol düzeninden
gelen kâr oranı çok ciddi biçimde düşmedikçe ve
yeni teknoloji çok yüksek kâr oranları vaat etmediği
sürece yeni bir alana yönelemez. Şüphesiz hiç
boş durmazlar; şüphesiz hiç durmadan araştırmalar
yaparlar, emirlerindeki teknoloji elemanlarını
soluk aldırmadan çalıştırırlar, ama ölçütleri
her zaman ürünün kâr oranıdır. Eğer böyle bir
ciddi talep ve ciddi kâr olasılığı varsa, ancak
o zaman kapitalist bu yeni enerjiye yönelir ve
üstelik bunu en çevreci yerden kurar.
Her
kapitalist, kullanım değeri kavramını bilir...
Sezgisel olarak bilir! Paranın kokusunu almak
denilen şeydir bu. İhtiyacı ve talebi keşfetmekte
üstüne yoktur. Hızla keşfeder, üzerine atlar ve
canını çıkarana kadar ona yüklenir. Örneğin kent
yaşamı, çamaşır kurutulacak alanları kısıtlamışsa,
kapitalist bundan kurutma makineler yapma sonucu
çıkarır. Örneğin salgın hastalıklar koruyucu hijyen
malzemelerine ihtiyacı öne çıkarmışsa bunu hemen
değerlendirir. Tek bir damla yağmur düştüğünde
kent merkezlerinde birden beliren şemsiye satıcıları
bu basit mantığın en alt düzeydeki temsilcileridir.
Burada insan yararı ile kâr oranının yüksekliği
denk düşer ama bu aslında kapitalistin umurunda
değildir; daha doğrusu insan yararı onun için
kazanca dönüştürülecek bir gerçeklikten ibarettir.
Bu
konudaki en çarpıcı örnek, geçen yüzyılın son
çeyreğinde (daha çok AIDS salgını sonrasında)
gerçekleşen tek kullanımlık enjektör devrimidir.
Bu üründe kâr oranları ile insan yararı tam olarak
buluşmuştur. Ama aslında büyük bir gecikmeyle...
Fikir basit olduğu halde tek kullanımlık enjektörün
en az yirmi otuz yıl gecikmesinin tek nedeni,
bunu akıl edecek birinin çıkmaması değil, ürünün
maliyet fiyatlarının düşürülmesindeki yavaşlıktır.
Çünkü nihayetinde bu nesnenin asıl alıcısı (perakende
satışın dışında) devletler ve sağlık kuruluşları,
sosyal güvenlik sistemleridir ve bu kurumlara
toptan satış için yüksek kâr oranı sağlayabilecek
bir maliyet düşüklüğü gereklidir. Burada insani
yarar ile kâr oranı bir yerde buluşur ama bu buluşma
yerini belirleyen insan yararı değil, kâr oranıdır.
Ya
da şöyle düşünülebilir: geri dönüşümlü bir ambalaj
malzemesinin kullanımı (en azından dünyanın daha
gelişkin tüketici ülkeleri ve şehirlerinde) o
ambalajın içine konan maddelerin satışını artırıyorsa,
kapitalist bu malzemenin ek maliyetine katlanır.
Ayrıca, büyük bir hızla o geri dönüşümlü ambalaj
malzemesinin üretiminden ne kazanılabileceğini
de düşünür. Ve bir ya da birkaç tekel, o malzemenin
üretiminde belli bir avantaj yakalamışlarsa büyük
bir acımasızlıkla ve arsızlıkla medyayı kullanarak
çevreci olmayan ürünlere saldırabilir ve tüketicinin
çevre bilincinin yükseltilmesini kendisine iş
edinir. Bu, daha sağlıklı görünen bir gıda türü
için de geçerlidir; tekeller olağanüstü bir hızla
halk sağlığı uzmanı kesilirler ve yeni duruma
uyum sağlayamayan rakiplerini ve orta üreticileri
ezerler. Ya da örneğin, tarıma kimyasalları bulaştıran
sistem, aynı rahatlıkla organik tarım alanını
da bir kâr alanı olarak görür ve büyük bir utanmazlıkla
insanların kimyasallar konusundaki korkularını
kullanır, vb. vb... Ahlaksızlıkta sınır tanımayan
kapitalizm, yeni toplumsal paranoyalar üretme,
olanları geliştirme ve bunları büyük kazançlar
elde etme fırsatı olarak değerlendirmekten hiçbir
zaman geri durmaz, duramaz. 17 Ağustos depremi
sonrasında birden ortaya çıkıveren yeni sektörleri
aklımıza getirmek bile yeterli olacaktır.
Daha
da açıkçasını hiç abartmaksızın söyleyebiliriz:
Eğer bugünkü teknoloji, dünyanın bir bölgesinde,
bir kentin belli bir köşesinde ya da bir ülkenin
bir kentinde özel bir atmosfer ve iklim alanı
yaratabilmeye yetenekli olsaydı, yani örneğin
bir X bölgesinde yaşam koşullarının mükemmele
yakın olduğu bir fanus yaratılabilseydi ve bu
kârlı bir iş olsaydı, kapitalist tekeller dünyanın
geri kalanını hiç umursamaksızın bu vahşi teoriyi
uygular ve böyle bir koloniyi yaratırlardı.
Aslında
bunun şu anda hiç olmadığı söylenemez; şu anda
bile dünyanın büyük patronları kendi özel yaşam
alanları için böyle koloniler, çiftlik alanları
yaratmakta ve en azından kendilerinin, ailelerinin
yaşamlarının daha sağlıklı koşullarda sürmesini
sağlamaktadırlar. Ama burada daha üst bir düzeyden,
yani para karşılığı üye olunarak yaşanabilen tecrit
edilmiş özel iklim alanlarıdan söz ediyoruz. Kapitalizm,
bu teknolojiye sahip olsaydı eğer, kesinlikle
uygular ve bundan hiç çekinmezdi. Daha doğrusu
çekineceği tek şey, dünyanın geri kalanının korkunç
öfkesi olurdu.
Şöyle
ya da böyle... Para kazanmak ve daha çok kazanmak!
Bol ödüllü Dondurmam Gaymak filminin bir sahnesinde
olduğu gibi... Yakında küresel soğuma olacağı
yolundaki uyduruk bir lafı meyhanede duyan dondurmacı,
önce yıkılır. Ama sonra, gecenin bir vaktinde
sarhoş kafayla çözüm yolunu bulur: O zaman salep
satarım ben de!
Yani
bütün bunlar abartı ya da kötü niyet değil, sistemin
işleyişidir: İklim ve doğanın katli üzerine en
kötü senaryolar gerçekleşecekse eğer, örneğin
bazı kıtaların bazı parçaları adalar haline dönüşecekse,
bu adalar arasındaki ulaşımın nasıl sağlanacağını
kapitalizm kendine dert edinir. İçme suyu bir
kriz ise eğer, bu suyun satışı bir kâr alanıdır.
Ufukta salgın hastalıklar varsa, ilaç sektörünün
açgözlü çakalları şimdiden hazırlıklarını yaparlar.
Bazı bitkiler yok olacaksa, onların yerini neyin
tutacağı hesaplanır. Ve hatta bütün bunları protesto
edenler varsa, onların baskılı tişört ihtiyacı
da bir sektörel sorundur! Bütün bunlar çok vahşice
ve ahlaksızca görünebilir, akla aykırı bulunabilir,
X şirketinin sahibi Y beyefendiden bu denli alçakça
planları ummayabiliriz; ama kapitalist işleyişin
tek tek kapitalistlere bağlı olmayan mantığı böyledir.
Durmayalım düşeriz!
Sistem
böyle çalışır işte: Durmayalım düşeriz!
Ya
da dondurma; ya da salep ya da başka bir şey...
Ya
da karbon!
Evet,
hiç abartısız böyle... İklimi mahveden bir olgu,
karbon örneğinde görüldüğü gibi kolayca üstünden
para kazanılabilir bir şey haline dönüşebiliyor.
Şaka
değil; Kopenhag zirvesi öncesinde IMF uzmanları
tarafından hazırlanan raporda, sürdürülebilir
bir ekonomik toparlanma ile çevreyi kurtarmaya
yönelik etkin iklim politikalarının nasıl bir
arada yürüyebileceğine dair öneriler sıralanırken
şu söyleniyor: bütçe açığı veren yoksul ülkelerin
zengin ülkelere karbon salınım kredisi satarak
para kazanmaları.
Yani,
çevreyi daha az kirleten yoksul ülkelerin, karbondioksit
salınımı fazla olan ülkelere kullanmadıkları karbon
kredisini satarak para kazanmaları ve kazandıkları
parayla da bütçe açıklarını kapatmaları tavsiye
ediliyor.
Daha
iyi anlaşılması için açıklayalım: Karbon ticareti
mekanizması, son yılların ortaya çıkardığı bir
kavram. Kyoto anlaşması sonrasında sistemde çevreci
nitelikte bulunan şirketler azalttıkları karbon
kadar karbon kredisi satmaya hak kazanıyor. Bu
karbonu ise çevreye yasal limitlerin üstünde karbon
saldıkları için yasal yükümlülüklerini karşılamak
isteyen ya da gönüllü olarak kredi almak isteyen
firmalar alıyor. Kyoto Protokolü sonrasında ekonomi
dünyasında yerini alan bu sektörün hacmi, 2008
sonu itibariyle 120 milyar dolara yaklaşmış durumda.
Daha
Türkçesini söyleyelim: Kapitalist sistem, kendi
yarattığı felaketin sonuçlarından da bir biçimde
para kazanmaya, kendi kendine koyduğu uyduruk
kısıtlamaları bile ticaretin konusu yapmaya devam
ediyor.
Cezaevlerinin
adli koğuşlarında dönen kirli "ihale"lerden
hiç farkı yoktur bunun. Bu koğuşlarda zengin tutuklular,
para karşılığında zaten ömür boyu yatacak olan
birinin kendi suçunu da üslenmesini sağlarlar.
Bu "ihale" sistemi zenginlerin garibanları
cezaevinde bile ezmesinin belki de sonuçları en
ağır yöntemlerinden biridir.
Karbon
kredisi denen şey, yukarıdaki kirli alış verişin
kibarlaştırılmış halinden ibarettir. Emperyalist
ülkeler rahatça karbon salınımına devam etsin
diye oluşturulan bu "kefâret" sistemi,
kendi pisliğinden bile kâr elde etmenin, bu arada
gezegenimizi tehdit eden sorunun köklü çözümüne
dair hiç bir şey yapmamanın yeni bir yolu olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Ve
tabii burada, -okurun gözünden kaçmamıştır- yazının
başından beri sözünü ettiğimiz alan daha çok imalat
sanayidir; yani somut nesneler üreten klasik kapitalist
işletme düzeninden söz ediyoruz. Bir adım öteye
geçip muazzam para miktarlarını borsa denilen
kumar makinesinde döndüren uluslararası para tüccarlarının
cephesine geldiğimizde ise, işler daha da vahşidir.
Klavye tuşlarına basarak milyarlarca doları hareket
ettiren, mevcut somut maddi servet miktarlarının
onlarca kat fazlasını kredi olarak piyasada dolaştıran
bu sektör, konuyla ilgili bile değildir. Kredilerin,
borçların nereye doğru akacağı bu alanda tümüyle
parasal kaygılarla belirlenmektedir. Kimi uzmanlarca
yeni bir bağımlılık türü olarak tanımlanmaya başlayan,
gelişmekte olan kuşakların gerçeklik algısı üzerinde
ciddi bir tehdit oluşturan bilgisayar oyunları
sektörü, kâr getirdiği sürece kredi bulma sıkıntısı
çekmeyecektir. Tüm ölümcül riskleri bilinen ve
emperyalistlerin kendi ülkelerinde birer birer
kapattıkları nükleer santraller de kredi bulmakta
zorlanmayacaktır örneğin... Borsadakiler için
ise her şey sadece yükselen ve düşen kağıtlardan
ibarettir. Doğanın, insanlığın tahribi onları
zerrece ilgilendirmez.
Sosyalizm
ve Barbarlık...
Arada
Başka Bir Yol Var mı?
Daha
fazla uzatılabilir ve yüzlerce örnek verilebilir;
ama bu kadarı da yeterli.
Sonuçta
Kopenhag zirvesinin fiyaskoyla bitmesi, dünya
kapitalist sisteminin işleyiş mantığına uygundur.
Tek tek kişilerin, devlet başkanlarının, vb. ötesinde
bir durumdan söz ediyoruz. Kapitalizm budur; işleyişi
budur... Burjuva politikasının radikal görünen
aktörleri de aynı çukurun içindedir. Burjuva politikasının
temel işleyişi, popüler (bu sözcük palavracı olarak
da okunabilir) politikacı ve onun gerçek davranışlarını
planlayan danışmanlar ve uzmanlar kalabalığına
dayanır. Palavracı politikacının radikal afra
tafrasını çok zedelemeden sisteme uygun davranmasını
sağlamak da işte tam o Amerikan tipi politika
kurtlarının beceri düzeyini gösterir. Obama gerçeği
de tam böyle bir gerçektir.
Ama
bu beceri de sınırlı bir alana sahiptir; kritik
noktalarda, somut karar alma süreçlerinde işe
yaramaz. Orada siyah ve beyaz netliğiyle orta
çıkan gerçeklik, durumu açığa vurur. Kopenhag
gerçeği de işte böyle bir gerçektir.
Bir
süre sonra bir başka zirvede nispeten daha ileri
denebilecek bir karar çıkarsa eğer, bu bizi şaşırtmaz.
Böyle bir karar, emperyalist haydutların ne kadar
zorlandığına bağlı olduğu kadar, yeni kararların
yeni kâr alanları açıp açmamasına da bağlıdır.
Bir
kez daha kanıtlanan ve gelecekte de her gün kanıtlanacak
olan gerçek, kapitalizmin dünyayı felakete sürüklediği
ve bu kaostan tek çıkış yolunun sosyalizm olduğudur.
Dünyayı ekolojik felaketin daha da derinleşmesinden
koruyacak olan tek seçenek, bugünkü vahşi sistemin
tümüyle havaya uçurulması ve komünist bir toplumun
yaratılmasıdır.
Doğa
ile insanın, insan ile insanın barışmasını sağlayacak
olan böyle bir sistem kolay ve sorunsuz değildir.
İnsanlık, böyle bir uygarlık düzeyini yakalamak
için yürürken sadece kapitalizmle değil, kapitalizmden
miras kalan bütün düşünce ve davranış biçimleriyle,
kavramlarla hesaplaşacaktır. Bu yüzden defalarca
söylüyoruz ve söylemeye devam edeceğiz: Komünist
toplum düzeni, bir ekonomik kalkınma biçimi ya
da politik bir değişiklik değil, yeni bir uygarlık
düzeyidir.
Artık
sona yaklaşmış olan ve tümüyle kokuşan kapitalist
uygarlık düzeyinin tasfiye edilmesi ve yeni bir
düzeyin, yeni bir insanın yaratılması, eski toplumun
kavramları ve mantığı ile gerçekleştirilemez;
kapitalizme ait verimlilik kavramının önüne sosyalist
sözcüğünü ekleyerek bir yere varamayız. Komünist
bir dünya için yürütülecek olan mücadele, kapitalist
sistemle her cephede yürütülecek büyük bir hesaplaşmanın
mücadelesidir. Ayrıca, dünyayı felakete sürükleyen
bir sisteme karşı mücadele soyut bir insanlık
kavramına da endekslenemez. Kapitalizmin ekolojik
tahribatı bir insanlık sorunu haline getirdiği
doğru olmakla birlikte, bu durum sınıfsal olmayan
bir şey değildir. En basit gözlemle bile görebileceğimiz
gerçek, felaketin esas olarak emekçileri ve yoksulları
ilgilendirdiğidir. Her şey bir yana, soyut, sınıfsallıktan
arındırılmış bir kapitalizm eleştirisinin kendisi
çelişiktir; çünkü kapitalizmin bizzat kendisi
sınıfsaldır. Hem de attığı her adımda.
Bu
basit gerçeğin kavranması, yürütülecek mücadeleyi
de belirleyen bir şeydir. Gözünü sadece iklime
diken ve kapitalizmin gıdalardan toprağa, kültürden
sanata dek verdiği korkunç zararları görmeyen
ve dolayısıyla şu ya da bu konferansın sonuçlarına
umut bağlayan burjuva içerikli çevreciliğin asıl
açmazı, bu sorunun emekçilerin sınıf mücadelesiyle
çözülebileceğini görememesidir. Kapitalizmi yeryüzünden
silip atabilecek yegane özne, işçi sınıfıdır.
Emekçilerin
ve yoksulların şu anda karnını doyurmaktan ve
haklarını korumaktan başka bir şey düşünemez halde
olması, bu gerçeği değiştirmez. Yine de sorunu
çözecek olan yer, konferans salonları değil sokaktır.
Ancak emekçileri önce kendi hakları ve gelecekleri
için sokağa çıkardığımızda bu tablo değişecek,
yığınlar kendi deneyimleriyle öğreneceklerdir.
Emekçi yığınlarının sadece kendi hakları için
verdikleri mücadelenin sınırlarında takılıp kalmaması,
daha doğrusu sağlıklı yaşam hakkının da kazanılması
gereken bir hak olduğunu kavramaları ise kuşkusuz
devrimci öncünün faaliyetinin sonucu olacaktır.
Marx'ın dediği gibi değiştirenlerin değişmesi
devrimci bir pratik olacaktır ve bu pratik, devrimci
irade olmadan yaratılamaz.
|