Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

62-1. Sayı - Mart/Nisan 2011

       2010 yılına genel olarak baktığımızda, hem uluslararası alanda, hem de Türkiye yerelliğinde çok ciddi gelişmelerin içinden geçip geldiğimizi görüyoruz. Yılın kapanışı ve 2011'in açılışı belki Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da birbiri ardına patlayan ayaklanmalarla şekillendi ama ondan öncesinde de dünyadaki güçler dengesinin çalkantılar yaşadığı, krizin bütün iyimserlik havalarına rağmen yeni bir dip dalga beklentisi yarattığı zamanlar vardı. İçerde ise Kürt sorunu başta olmak üzere bir dizi kriz konusu üst üste bindi; AKP'de somutlanan bir düzenin temel taşları, solun zayıfık ve hatta kafa karışıklığı koşullarında oturdu.
       Ayrıştırarak gidersek, belki de kronolojik sırayı bozup en sondan başlamak gerekir.

       Ortadoğu-Kuzey Afrika: Dipten gelen dalga ve belirsizlikler
       Yılın ilk günlerinden başlayarak birbirini tetikleyerek gelişen Ortadoğu ve Kuzey Afrika ayaklanmaları, bütün dünyayı etkiledi. Belki şimdi fark edilmiyor ama bütün olup bitenlerin 2000'li yılların tarihinde önemli bir yer tutacağı kesin. Ve tabii, bu isyan dalgası en soldan en sağa kadar bütün siyasi yelpazede muazzam bir sarsıntı ve tartışmalar da yarattı. "Devrim" sözcüğünün anlamı ve bu olup bitenlerin nasıl bir yere oturtulacağı, bu ülkeler üzerine açıkçası çok da bilgiye sahip olmayan politik arenamızda önemli tartışmalar oldu. Daha hemen o akşam ekranları kaplayan bilmemne araştırma vakfı "uzmanı" cahiller sürüsünü, işi gücü "Türkiye'nin menfaatleri" üzerine gevezelik yapmak olan klasik politikacıları ve Tayyip'i Ortadoğu sultanı yapmaya azmetmiş yalaka sürülerini bir kalemde geçebiliriz ama sıra bize geldiğinde yaşadığımız bölge üzerine bu kadar az şey bildiğimizi fark etmemiz doğrusu hoş değildi. 1960'larda çıkan herhangi bir devrimci yayına, örneğin ANT dergisine, vb. şöyle bir göz atmamız geçmişle bugünün farkını anlamak açısından yeterli olsa gerektir.
       Çok da haksızlık etmemek gerekiyor tabii. Devrimcileri dünyanın her köşesinde kımıldayan her yaprağı bilen ve işlerin nereye gideceğini öngören bir kahinlik mertebesine koymaya gerek yok; böyle bir aşırı bilgi beklentisi toplumsal olaylarda çoğu kez işe yaramaz ayrıca. Bu, liberal soytarıların "öncülük" kavramını yerden yere vurmak için icat ettikleri "bilinemezci" teorilerle aynı şey değil; bu uydurma teorilere yeniden döneceğiz. Ama doğrusu, itiraf etmek gerekir ki, karmaşık ve her parçası birbiriyle aynı olmayan bir olaylar dizisiyle karşı karşıyayız. 1960'ların nispeten sabitlenmiş dünya ilişkileri artık epey gerilerde kaldı ve bugün olup bitenleri anlamanın daha zor olduğunu, işlerin daha çetrefilli olduğunu bilmeliyiz.
       Belki de işin sırrı, son yıllarda birbiri arkasına yayınlanarak adeta SOS veren Dünya Bankası raporlarında, BM Gıda Örgütü araştırmalarında yatıyor. Dünyadaki gelir uçurumunun korkunç seviyelere vardığı, özellikle gıda ve su gibi alanlarda yaşanan büyük çöküntülerin sosyal patlama risklerini artırdığı uzun süredir bu raporlarda altı çizilerek yazılıyor ve dünyanın efendileri kendi kendilerini uyarıyorlardı. Dolayısıyla, komplo tüccarlarını ve beklenmedik her gelişmeye mutlak bir kuşkuyla yaklaşan teori bağımlılarını çok ciddiye almadan bu olup bitenlerin politik yönelimleri, kimler tarafından nasıl kontrol edilmek istendiği, sonuç itibarıyla nereye varacağı sorularından önce, yaşanan şeyin düpedüz "halk ayaklanmaları" olduğu gerçeğini teslim etmek gerekiyor. Bu, sayılarla ya da şiddetin dozuyla ilgili bir şey değildir. Pratik sonuçlarından bağımsız olarak bunlar, yoksul insanların sokağa çıkıp daha iyi bir yaşam isteklerini yıkıcı bir biçimde ortaya koydukları hareketlerdir.
       Bugün ya da yarın, toplumsal olayların bizim kalıplarımıza, klasik şablonlarımıza sığması gerekmiyor, çoğu zaman da sığmaz ayrıca. Asıl sorun, bu kadar vahşi bir dünya düzeninin eninde sonunda bu tür patlamaları yaratacağını, bunun yaşadığımız çağa ilişkin bir gerçeklik olduğunu görmek ve anlamaktır. Bilinen fizik kuralıdır; bir patlayıcının şiddeti, ne kadar çok enerji ve gazın ne kadar dar bir alanda sıkışmış olduğuna bağlıdır; bölgemizde olan şey de -bütün diğer faktörler bir yana- eninde sonunda yoksulluk çukurunda biriken patlayıcı enerjinin açığa çıkmasıdır. Şüphesiz son yirmi yılda sürekli kaynaşan ve umut veren Latin Amerika'ya gözlerin dikili olduğu bir süreçte, çok yerinden oynamaz, oynarsa da dini faktörlerle oynar diye düşünülen Arap dünyasının böyle bir sarsıntıyla patlaması "biz zaten biliyorduk canım" ukalalıklarını dışlarsak eğer, doğrusu şaşırtıcı olmuştur. Ama zemine baktığımızda, derindeki yoksulluğa baktığımızda aslında önceden de fark edilebilir bir tablo olduğu söylenebilir; devrimciler fark edememişlerse biraz "bakmamak"la ilgilidir, biraz da toplumsal hareketin karmaşık yapısıyla ilgili bir sorundur.
       Tek tek ülkelerin durumları elbette farklıdır. Bahreyn'de olduğu gibi mezhepsel çelişkilerden söz edilebilir, Tunus'ta, Mısır'da belki işlerin içinde -abartıldığı kadar değil ama- belli ölçülerde dini gruplar da vardır; Libya ise özel olarak ele alınıp incelenmesi gereken bir olgudur, vs. vs… Ama ne olursa olsun, atlanmaması gereken şey, patlamaların kimi zaman daha yüzeyinde, kimi zaman ise çok derinliklerinde, bize çoktandır unutturulmak istenen "sınıf" gerçeğinin olduğudur.
       Yani öncelikle ve her şeyden önce, kafayı "diktatörler" ve "ceberrut devletler"le bozmuş olan liberallerin (Havana da şöyle patlasa ne güzel olur!) "baskıya karşı ayaklanma" tezi kocaman bir palavradan ibarettir. Zihinlerini Soros yapımı turuncu, mavi, beyaz, vs. "devrim"lerle kirletmiş olan bu kesimin asla anlayamayacağı ya da daha kötüsü kasten çarpıttığı bir durum yaşanmaktadır bugün. Elbette, bu ülkelerin tümünde de yirmi, otuz, kırk yılık despotik yönetimlerin olması, şüphesiz patlayıcı enerjiyi sıkıştıran ve şiddeti artıran bir durumdur; ama asıl sorun yine de neoliberal vahşetin dünya çapında yarattığı felaket tablosu ve bu tablo içinde bu ülkelerin dibe itilmesiyle ilgilidir. Tunus'u tekstil sektörünün ucuz köle pazarı yapan sistem yeni tarihsel sürecin getirdiği bir felakettir; Mısır'daki derin yoksulluk ve köleliğin vardığı boyut ise yıllardır bilinmektedir. Hindistan'dan Fas'a kadar bütün bu coğrafya derin uçurumlarla dilim dilim yarılmış bir coğrafyadır. Yoksulları sürekli dibe iten, kronik açlığa mahkum eden bu kapitalist vahşet, emperyalizmin düne kadar pek sevdiği despotların yarattığı boğucu atmosferle birlikte süreci tetiklemiştir ama sorunu sadece "baskı-özgürlük isteği" gibi ikilemlere sıkıştıran liberaller yine de haklı değildir. Kırk yıllık "taş gibi" diktatörlerin kullandığı harç bugün çatlamış ve tuğlaları bir arada tutamaz hale gelmişse eğer, bu kitlelerin "parlamenter demokrasiye" karşı duydukları aşktan değil, düpedüz açlıktan kaynaklanan bir durumdur.

       Soyut Faşizm-Soyut Özgürlük
       Şüphesiz palavracı liberallerin tutumu aslında bal gibi ideolojiktir. Faşizmi sadece üniformaya bağlayan, "baskı" denilen şeyin sınıfsal kökenini ve sınıfsal hizmetini anlamazlıktan gelen bu kesim, hem genel olarak faşizm ve devlet olgusunu, hem de Mahir Çayan'ın kırk yıl sonra hala dimdik ayakta duran faşizm çözümlemelerini bir nebze olsun anlamış değildir. Salt tarihsel kökenlere ya da sosyal-psikolojik nedenlere bağlanarak soyutlaştırılan bir "baskı rejimi" kavramına takılan bu yaklaşımın sahipleri, sınıflar, sınıf mücadeleleri gibi kavramların hükümsüzlüğüne öylesine iman etmişlerdir ki, olaylara baktıklarında görebildikleri (ya da daha doğrusu bize göstermek istedikleri) tek şey, soyut bir "özgürlük" isteğinden başkası değildir. Soyut bir diktatör, soyut bir devlet ve soyut bir "demokrasi" isteği… Ve tabii, son zamanların modası olarak "ulus devletlerin devri doldu" söylemi… Arada bir Facebook'tan ayaklanın, sağda solda gösteri yapın ama asla devrim gibi, iktidar gibi şeyleri aklınıza getirmeyin! Asıl ideolojik dertleri budur! Öyle ki, bunun için "zengin-fakir herkes diktatöre karşı meydanda" gibi ahmakça yalanları rahatça uydurabilmektedirler; sanki dünyanın herhangi bir ülkesinde herhangi bir alanı dolduracak kadar zengin varmış gibi! Öyle ki, bunun için "Twitter-Facebook" efsaneleri uydurmaktadırlar, sanki internet öncesinde kimse ayaklanmazmış gibi!
       Tartışmasız olan gerçek, alanlarda yoksulların, emekçilerin olduğu ve bütün bu kaynaşmanın kökeninde emperyalist-kapitalist vahşetin bulunduğudur. Alanlardaki insanların politik şekillenişlerinden, onca yıllık soluk aldırmaz despotizmine karşı kendilerini nasıl ifade ettiklerinden bağımsız olarak gerçek budur ve bilmeliyiz ki, bu gerçek -daha ne gördük ki- önümüzdeki on yılların yakıcı gerçeği olacaktır.

       Beklenti ve Gerçeklik
       Olup bitenleri istihbarat örgütlerinin marifeti olarak gören ve meydanlarda can veren insanları basit piyonlar derekesine düşüren ahmak komplo teorisyenlerinin ise üzerinde durmaya bile değmez. Bu, akıl almaz bir ahmaklık ve toplumsal hareketin doğasından bir şey anlamamaktır. Bu rejimlerin bazılarının ABD tarafından sevilmiyor olması böyle bir yaklaşımın kanıtı değildir. Kaldı ki, en somut olarak Mübarek ve Bin Ali örneklerinde durum böyle de değildir. Bahreyn Sultanı ile emperyalist dünya gül gibi geçinip gitmekteyken ucu belirsiz bir Şii karışıklığına ne gerek vardır? Yine bir başka örnek olarak zaten ABD için "baş belası" olan Yemen'deki Salih, Batı'nın tutunabileceği en son adam değil midir? Yani bu despotların çoğu, ABD'nin doğrudan hedef tahtasında olan kişilikler ve iktidarlar değildir. Kuşkusuz ABD ve küresel emperyalist güçler bütün sınırların dümdüz olduğu, sermayenin yayılmasına pürüz teşkil eden sosyal-kültürel-ulusal faktörlerin ayıklandığı bir dünyayı düşlerler, bu onların ütopyasıdır her zaman; ama gerçeği de bilirler. Bu anlamda IMF başkanı Strauss Kahn'ın ayaklanmadan bir ay öne Tunus ekonomisini "örnek bir gelişme gösteriyor" diye övmesi, bugünden bakınca trajikomiktir ama mantıklıdır da.
       Şüphesiz olayların seyrinde emperyalist güçlerin manipülasyonu, kontrol etme, hatta yönlendirme çabası vardır. Şüphesiz olaylar başladıktan sonra, belki başlamadan da önce Tahrir meydanında herhalde hatırı sayılır miktarda CIA ajanı cirit atmış ve emperyalist güçlere uygun, emperyalizmin-siyonizmin güvenliğini riske atmayacak unsurları parlatarak kuvvetlendirmeye çalışmıştır. Şüphesiz kitlelerin sertleşen tutumundan "istemeyen sonuçlar"ın doğmaması için işbirlikçi despotların "ikna edilmesi" için uğraşılmıştır. Dahası neredeyse tamamı emperyalist ülkelerde yetişmiş olan ordu kademelerinin bu adamları "satması" için de çalışılmış ve örneğin Mısır'da başarılmıştır. Obama'nın özel temsilcisinin ilk günlerden beri Mısır'da cirit attığı bilinmeyen şey değildir. Çünkü emperyalistler, kendi engin deneyimleriyle bilirler ki, yoksulların, emekçilerin kendi güçleriyle, kendi kaderlerine el koyarak iktidar devirmeleri alışkanlık yaratır! Sokağa çıkarak, barikatlar kurarak bir politik durumu değiştirmek, (bu sadece yüzeysel bir değişiklik olsa bile!) yoksulların damağında bir lezzet bırakır! Birlikten güç doğuran sokak, ne kadar kontrol edilmeye çalışılırsa çalışılsın bir enerji salgılar, kendi bağrından bugün değilse de yarın daha ileri unsurlar ve önderlikler yaratır. Devrimci hareketler ve geleceğin öncüleri de buralardan doğarlar.
       Bütün bunları emperyalistler bilirler ve çeşitli ülkeler üzerine "şu olursa ne olur, bu olursa ne olur" diye senaryolar üreten memurlar çalıştırırlar. Asla tek ata oynamamak temel prensipleridir! Bir sürecin başından beri içinde değillerse eğer, curcuna başladıktan sonra kitlelerle doğrudan çatışmak yerine şöyle ya da böyle duruma hakim olmak, hareketi sınırlayıp ufkunu daraltmak ve durumdan en az zarar verecek bir tabloyla çıkmak isterler ve çoğu kez de bunu başarırlar; çünkü yine deneyleriyle bilirler ki meydanlarda kaç milyon insan olursa olsun işin sonunda "en hazır olanlar", "en homojen olanlar" kazanır. "Ateş düşürücü" bir tedavinin ardından insanlar evlerine çekilirlerken, kurulan yeni düzen onların tam istedikleri bir şey olmaz ama alanlar bir kez boşalırsa, yeniden doldurması da artık zordur. Sonuçta, ABD emperyalizminin bu sürece en başından beri çok hazır olduğunu söylemek doğrusu abartılıdır; ancak biz biliriz ki emperyalistler onca yıllık birikimlerinin de yardımıyla yeni durumlara çok hızlı adapte olurlar, iyi yada kötü hamleler yaparlar.
       Soldaki günlük sohbetlerde yer yer görülen "tamam ama işte yine emperyalistlerin istediği adamlar duruma hakim oluyor" yaklaşımı da bu anlamda hareketin kendisini küçümsemeye yol açmaktadır. Oysa, işçi sınıfının ve ezilenlerin tarihini birazcık bilen herkes, yüzlerce yıldır yoksulların, emekçilerin ayaklanıp alanları doldurduğu durumların neredeyse yüzde 90'ında iktidarı başkalarına verdiklerini bilir. Bu tarihte hiç yaşanmamış değildir yani! 1789 dahil olmak üzere özellikle 1848'den bu yana onlarca büyük ayaklanmada hep sokakları dolduran yoksullar, ezilenlerdir. Esasen dünya tarihinde fiziki anlamda zenginlerin yaptığı bir devrim de bunmamaktadır! Ama tarihsel olarak durum buna uygun değilse ya da emekçiler duruma hakim olacak kendi öz araçlarına, öncü yapılanmalara sahip değillerse, sokaklarda ne kadar şiddetli dövüşürlerse dövüşsünler, netice olarak kendi emeklerinin sonucunu devşiremezler, devşirememişlerdir. Ekim Devrimi bu yüzden Ekim Devrimi'dir işte. Sonradan gelen devrimler de bu yüzden sözcüğün bizim alıştığımız anlamıyla "devrim"dirler. Bolşeviklerin beş-altı ay içinde gerçekleştirdikleri bütün o politik-örgütsel ataklar olmasaydı, duruma el koyabilecek noktaya varamamış olsalardı, büyük Şubat devrimi Kerensky gibilerinin iktidarıyla sonuçlanmayacak mıydı?
       Yani, emekçilerin sokaklara çıkıp, kan verip can verip sonra da iktidarı başkalarına bıraktıkları örnekler tarihte istisna değildir; dün olmuştur, yarın da olacaktır. Bu durum, sözü geçen toplumsal hareketleri -bunları nasıl adlandıracağımız sorunu bir yana- küçümsememiz, postmodern komplo teorisyenlerinin tuzağına düşmemiz için gerekçe olamaz. Ulusalcı kaynaklardan beslenen "emperyalist parmak" teorisi, bu anlamda felç edici bir zehirdir. Bütün bu hareketler, halk ayaklanmalarıdır; emekçilerin hareketidir, sözcüğün geniş anlamıyla halk devrimleridir. Sular durulduğunda iktidarın kimde olacağı, olduğu ayrı bir tartışmadır. Zaten sorun da tam oradadır. Marksizmin "zayıf halka", "milli kriz-devrim durumu" tanımlarına milimi milimine cuk diye oturan bu ülkelerdeki durumun sonuç olarak bizim istediğimiz anlamda sosyal devrimler yaratmamış olması -ki şimdilik olaylar böyle seyretmektedir- sadece bu ülkelerin değil dünya sosyalist hareketinin en ciddi problemidir. Dünya sosyalist hareketinin ve yerel devrimci hareketlerin olaylar üzerinde etkin olabilecek kadar güce ve perspektife sahip olmamasını liberaller zil takarak kutlayabilirler; bizim içinse bu sorun üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir sorundur.
       Öte yandan elbette unutulmaması gereken bir başka gerçek de, "öncülük" gibi olguların gökten zembille inmediği, böylesi büyük toplumsal fırtınalar içinden doğarak şekillendiğidir. Tarih, öncünün duruma hazır olduğu örnekleri zaten bize pek nadiren sunar; kaldı ki bugünün tarihi bir gerilemenin ve belki yeniden şekillenmenin tarihidir. Dolayısıyla, bugünkü karmaşa, böyle bir şekillenişin de tarihi arka planı, ön provası olarak görülmeli, tohumların atılması olarak anlaşılmalıdır.

       Öncülük Tartışmasının Başka Boyutları
       Aslında derinlikli bir yerden bakılınca bugünkü hareketleri küçümseme eğilimi ile öncülük fikrine saldırmak için kanıt sayan postmodern neoliberaller arasındaki tuhaf ortak nokta gözümüze çarpar. Her iki tarafın da anlamadığı şey, Marksist-Leninist öncülük kavramının temel unsurlarıdır.
       Biri zaten sosyalizmin yeminli düşmanıdır. Neoliberalizmin sınıfı parçalayan yeni üretim düzeninin yarattığı zeminde kafasından "sınıf", "sınıf mücadelesi" gibi kavramları silip atmıştır. Hele hele emekçi sınıfların iktidara el koyması gibi durumlar tümüyle onların defterinden silinmiştir. Daha ilk yorumlarında söze "Ortadoğu'nun lidersiz isyanları, Latin Amerika'nın daha önce başardığı gibi, özgürlük hareketlerine ilham olabilir" diye başlayan Michael Hardt & Antonio Negri ikilisinin sözünü ettiği şey tam da budur. "İsyanların organizasyonu, Seattle'dan Buenos Aires'e, Cenevre'de Kamboçya'da ve Bolivya'da, dünyanın diğer bölgelerinde on yıldan uzun bir süredir göre geldiğimiz tek bir lideri ve merkezi olmayan yatay ağı (network) andırmakta. Geleneksel muhalefet toplulukları bu ağa katılabilirler fakat onu yönlendiremezler" diye bilgiçlik satan bu ikili üzüntü duyulacak bir duruma övgü düzmeyi marifet saymaktadırlar. Bu onlar için doğaldır; çünkü tam da şöyle düşünmektedirler: "Bir liderin başa geçirilmesi veya geleneksel bir örgüt tarafından yönetilmesi kitlelerin bu kendi kendini örgütleme kabiliyetine zarar verecektir."
       Tabii ki, Hardt-Negri ikilisi eninde sonunda bu isyanların amaçlarının bir düzene sokulmasının gerektiğini kabul ediyorlar. "Arap gençlerinin isyanının, yalnızca güçler ayrılığını ve düzenli seçimleri garanti altına alacak geleneksel bir liberal anayasayı hedeflemediği çok açık" diyorlar ve bundan çok eminler. Onlara göre Arap gençlerinin istediği şey, demokrasidir ve bu demokrasi de "ilk olarak, hükümetlerin ve iktisadi elitlerin ayartmalarına tabi, tipik hakim medya formlarının dışında, network ilişkilerinin ortak deneyimleri tarafından temsil edilecek bir ifade özgürlüğünün anayasal olarak tanınmasını içermektedir."
       İşte bu kadar! Bir zamanlar ortalığı kasıp kavuran ikilinin liberalizminin gelip dayandığı nokta bu kadar sefil bir noktadır: İnternet anayasal güvenceye kavuşturulsun! Gerçek kişilerle, gerçek ilişkiler kurmak yerine klavye başında sabahlayan bugünün yapayalnız insanına ne kadar da uygun bir teori! Parti, örgüt, vb… gibi kavramlar da doğal olarak üzerinde "geleneksel muhalefet" yazan çöp tenekesine gidiyor!
       Ama öte yandan, olup biten her şeyi, "devrimci öncülük yok ki" cümlesiyle yok sayıp oradan da zorunlu olarak "emperyalist parmak" teorilerine yelken açan umutsuzlar da aslında Hardt-Negri ile mevcut durumu değişmez olarak kabullenme noktasında birleşmektedir. "Devrimci öncülük yok ki" cümlesini kişi ne kadar sık tekrarlarsa sokaklarda yürüyen insanları o kadar çok küçümsemekte, alanlara baktığında şekilsiz Müslüman toplulukları görerek ürküntüye kapılmakta, her gördüğü sakallı fotoğrafından sonra oturup "acaba bir oyunun parçası mı oluyorum" diye kendine sormaktadır. Sonuçta onun da anlamadığı şey, Rodin'in "heykel nerede" sorusuna verdiği yanıttır; Rodin, mermer kütlesini gösterir ve "orada" der, "mermerin içinde!"
       Yeniden ve yeniden tekrarlamak gerekiyor, bir baştan bir başa Arap dünyasında esen rüzgar, emekçilerin ve yoksulların rüzgarıdır. Evet, dünyanın her yerinde emperyalist kapitalist güçler, beğenmedikleri ya da az beğendikleri rejimleri sallamak için bin türlü dolap çevirebilirler; ama onlar emekçi kitlelerin sokakta deneyim kazandığı durumları istemezler ve hoşlanmazlar. Bunu tartışmak bile abestir. Dolayısıyla, bu rüzgarın bugün, şu anda nereye varacağı sorunundan daha önemli olan şey, bir bütün olarak dünya devrimci hareketinin bu birikimden nasıl yararlanacağı, bu birikimi nasıl daha üst bir düzeye taşıyacağıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi bugün yaşadıklarımız, yeni yüzyılımızın tarihsel iz bırakacak olaylarıdır ve olup bitenlere de böyle bir tarihsel derinlikten bakmak gereklidir.

       Devrim Kavramı Üzerine Birkaç Söz
       Yukarıda bilinçli olarak kullandığımız "sözcüğün geniş anlamıyla devrim" kavramı ise soldaki bir başka tartışmaya ilişkin bir bakış açısıdır. Bu konuda gerçekten kafa karıştırıcı bir tablo olduğu söylenebilir. Her devrimci, doğal olarak Taraf'tan Yeni Şafak'a ve Hürriyet'e kadar her yanda kocaman kocaman "devrim" laflarını gördüğünde kendini rahatsız hissetmekte, ayırt edici nirengi noktalarına ihtiyaç duymaktadır.
       Aslında bir açıdan bakıldığında durum çok da karışık değildir.
       Her şeyden önce biliriz ki, sosyalist harekette "devrim" kavramı, özellikle günlük hayatta birkaç değişik kategoride ve anlamda kullanılır.
       Bunlardan birincisi, süreç adlandırmasıdır. Yani biz, örneğin bir yazıda "Filistin Devrimi"nden söz edersek, bu, Filistin'de bir devrim gerçekleştiği anlamına gelmez; biz yalnızca Filistin'deki devrimci süreci kastediyoruzdur. Aynen zaman zaman "Türkiye Devrimi" dediğimiz gibi.
       Daha somut olarak ise Mahir Çayan'da ifadesini bulan politik devrim - sosyal devrim kavramlarıdır. Çok çok kabaca söylendiğinde, kitlelerin inisiyatifiyle politik yönetimin devrilmesi hali, yerine ne geçtiğinden ve nasıl bir sosyal düzen kurulduğundan bağımsız olarak, politik olarak bir devrimdir. Burada ölçüt, olup bitenlerin şiddeti, silah kullanılıp kullanılmaması, ne kadar insanın öldüğü gibi ayrıntılardan çok, politik değişikliğin kitlelerin şiddeti ve iradesiyle yapılmış olmasıdır. Yani bu "seçim" değildir, bir yasal değişikliğin kabul ettirilmesi, çalışma saatlerinin azaltılması, vb. değildir. Bu, mevcut politik yönetimin zora dayanan (zorun şiddetini değil kitleler tarafından uygulanmasını kastediyoruz) bir basınçla köklü bir biçimde alaşağı edilmesidir. Bu anlamda örneğin İran Şahı'nın devrilmesi, yerine sonradan Humeyni geçmiş de olsa, devrim diye adlandırılır ve bu çok yanlış değildir.
       Sosyal devrim dediğimizde ise, sözünü ettiğimiz şey, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin temelden değiştirildiği bir durumdur.
       Proletarya devrimi ya da onun çeşitli tarihsel dönemeçlerdeki değişik biçimlenişleri ise, politik ve sosyal devrimi birlikte içerir; ve pratik olarak devrimci terminolojide bu "devrim" kavramıyla ifade edilir. Yani, bir devrimci sosyalist, herhangi bir yerde "devrim"den söz ediyorsa, kastettiği şey, bildiğimiz proletarya devrimidir.
       Ama hayat kimi zaman bizim teorik cephaneliğimizdeki kavramlardan daha zengindir. Önümüze somut bir durum çıktığımızda, onu adlandırmak için derin derin kütüphane çalışmaları yapmamız gerekmez. Bizim devrim diye adlandırdığımız bütünlüklü durumun dışındaki bir durumu, kendi kavramsal çerçevemizin saflığını bozmaksızın da adlandırabiliriz. Bu anlamda sözcüğün en geniş anlamıyla kitlelerin politik iktidarı değiştirdiği bir durumu "devrim" diye adlandırabileceğimiz gibi, ayaklanma, isyan gibi başka kavramları da kullanmamız mümkündür.
       Esasen önemli olan bu tartışmanın kendisi de değildir. Devrimciler, TV yorumcuları değillerdir. Onlar, bir duruma bakıp onun adını koymak gibi yüzeysel işlerden çok, o durumu dert edinmek, onun neye işaret ettiğini, dağarcığımıza hangi deneyim ve bilgileri kattığını düşünmek, dahası bu gelişmelerin nasıl gerçek bir devrimci dalgaya dönüştürülebileceğine kafa yormakla görevlidirler. Bugün yaşanan halk hareketleri, yerel ve uluslar arası devrimci güçlerin durumunu da ortaya koyan deneyimler olmuştur ve asıl sorun bu deneyimlerden de hareketle yeni bir devrimci sosyalist hareketin nasıl inşa edileceğidir.

       Ara sonuç…
       Sonuç olarak toparlarsak, son haftalarda yaşanan ayaklanmaların temel niteliği, despotik yönetimler tarafından da tetiklenen sınıfsal zeminlerden kaynaklanmaktadır. 90'lardan sonra yeni tarihsel süreçte küresel soygun düzeni tarafından yaratılan korkunç yoksulluk uçurumu, henüz ilk sonuçlarını vermiştir ve önümüzdeki süreçte daha büyük patlamalar beklenmelidir. Bütün bu gelişmelerin bir devrimci dalgaya dönüşerek yeni bin yılın çehresini belirlemesi ise büyük ölçüde devrimi güçlerin kendi perspektiflerini ve güçlerini yenilemesine bağlı olacaktır.

       Bir parantez olarak Libya
       Aslında parantez sadece Libya'yı değil, daha geniş anlamda reel sosyalizmin günahlarını içeren bütün coğrafyayı kaplıyor. Bu anlamda, Tunus, Cezayir, Mısır ve Libya, hatta Yemen, Somali gibi ülkeler benzeri kategoriler içindeler.
       Reel sosyalizm cephesinde aslında 1930'lardan itibaren başlayan ama esas rotasını 1960'larda bulan dünya devriminden vazgeçme eğilimi; "barış içinde bir arada yaşama", "barış içinde yarış" gibi tezlerle kendi ortaya koyduğunda bu kavramların hepsi tabu gibiydi. Komünizme doğru ilerlemek için dünya devrimci hareketini desteklemek yerine, enternasyonalizmi bir diplomatik kalıba indirgeyerek "barışçıl geçiş" incilerini döktüren SBKP yönetimi, bir adım ileri giderek "kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş" teorisine ulaşmış ve dört başı mamur bir revizyonist teoriyi ortaya koymuştu.
       Esasen istisnalara ilişkin bir teori olan "kapitalist olmayan yol" tezi, yeni değildi. İstisna dediğimiz durum da emperyalist gücün iyiden iyiye darbelendiği, kolunun kanadının kırıldığı koşullarda, bazı çok küçük ülkelerde sosyalist ülkelerin yardımıyla sıçramalar yaratılmasıydı. Ancak SBKP yönetimi bu çok çok istisnai durumu giderek temel politika haline getirdi ve oradan bugüne dek geldik. En berbat örnek giderek bataklığa dönüşen Afganistan'dı. Ülkedeki asker sivil bürokratlara dayanan, Afganistan'ın özgün yapısından ötürü -emperyalist çabaların da etkisiyle- emekçilere dayanmayan, kök salamayan Afgan yönetimi zora düştüğünde ise doğrudan Sovyet müdahalesi gündeme geldi. Sonuç sadece berbat değil, kirliydi de. İdeolojik-politik bir ordu, yani halk ordusu olmaktan çıkarak yozlaşan Kızılordu, tam bir batağın içine girdi ve giderek kendisi de kirlendi.
       Kuzey Afrika'daki macera ise başka bir yoldan gelişti. İlk bakışta Mısır'daki Cemal Abdülnasır yönetimi, tam da formüle uygun gibiydi. İlerici dönüşümler yapma eğilimindeki Mısır'a Sovyet uzmanları ve ekonomik imkanları yığıldı. Ülkenin en büyük barajları ve tesisleri Sovyetler Birliği tarafından yapıldı. Ama sonuç değişmedi. Bu yoldan sosyalizme doğru ilerleyeceği varsayılan Mısır, özellikle Nasır'ın ölümünden sonra gitgide emperyalist dünyaya doğru kaydı.
       Aynı süreçte, sosyalist blokla emperyalist blok arasında bir yerde duran, sosyalist olmamakla birlikte ABD emperyalizmiyle arasına bir mesafe koyan Tunus, Cezayir, Libya gibi ülkeler ise çeşitli arayışlar içindeydiler. "Arap sosyalizmi", "yeşil sosyalizm" gibi kavramların yanında çeşitli ülkelerdeki BAAS partileri de bu dönemde ortaya çıktılar. Mısır'ın asıl adının Birleşik Arap Cumhuriyeti olması rastlantı değildi; bunların tümü belli düşlerin de eseriydi.
       Aynı dönem, "Bağlantısızlar" ya da "Üçüncü Dünya Ülkeleri" olarak anılan örgütlenmenin doğuşu da yine rastlantı değildi. Dönemin dünya güçler dengesi böyle "ara" yapılanmalara izin veriyordu çünkü. Dahası, bütün yeni sömürgelerde patlayan halk savaşları ve ulusal kurtuluş savaşları da bu yapıların yaşamasına olanak sağlıyor, onları daha sola doğru zorluyordu. Bu süreçte Filistin başta olmak üzere birçok devrimci hareketin bu ülkeleri lojistik alanı gibi değerlendirmesi bu ülkelerin halklarını da sola karşı sıcak hale getiriyordu.
       Ancak giderek yozlaşan reel sosyalizmin 1990'lardaki çöküşü, aslında bu ülkelerde çok öncesinden başlamış olan çürümeyi derinleştirdi ve nihayet sosyalist blok fiilen ortadan kalktığında tabiri caizse çırılçıplak ortada kaldılar. Böylece daha önceden başlayan çürüme gelişti ve bu ülkeler de şöyle ya da böyle küresel soygun düzeninin parçaları haline geldiler; bu arada geçmişte takındıkları politik tutumlar da tarihe karıştı. Bu kez ortaya çıkan durum trajikti: Yöneticiler eski yöneticilerdi yine ama düzen yeniydi. Tunus giderek tekstilin ucuz köle pazarı olurken Cezayir, Libya sistemin parçası oluyorlar, Mısır ise daha da ileri giderek Siyonizmle de kucak kucağa oturuyordu. Petrolün de ortadan kaldıramadığı yoksulluk ile yirmi yıllık, kırk yıllık yönetimlerin baskıcı düzeni bu noktada buluştu. Geçmişte karizmatik liderlerin ABD karşıtı çıkışlarıyla motive olan kitleler de artık başka bir noktaya sürüklendi. Libya bu konudaki en uç örnekti. Bu yazının yazıldığı günlerde NATO ve ABD'nin müdahale lafını etmeye başlaması da bu bakımdan şaşırtıcı değil. Bu anlamda Libya'nın doğusunda etkin olan Libya Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin (National Front for the Salvation of Libya) CIA ile ilişkilerinin olması da aynı şekilde şaşırtıcı değil. Emperyalist dünya, bazı ülkelerdeki isyanları kontrol altına alıp sınırlamakla uğraşırken, bu kargaşa sırasında Libya'daki bir pürüzü de ortadan kaldırmak niyetindedir ve bunu da hiç gizlemiyorlar. Libya'da gösteri ve yürüyüşlerden çok doğrudan silahlı aşiret güçlerinin sokaklara hakim olması, ayrıca dikkat çekici bir durumdur.
       2011'e gelindiğinde ortaya çıkan tablo, bu bakımdan sıradan bir liberal için basit olabilir; o, çığlık çığlığa ayağa kalkıp "deli diktatörün sonu" diye haykırabilir. Sosyalistler için ise aynı tablo trajik ve hüzün vericidir. Hüzün vericidir, çünkü bu olay aynı zamanda revizyonist tezlerin, dünya devrimini bir kenara koymanın ne kadar ağır bedelleri olduğunu göstermektedir. Son zamanlarda olanların tarihsel plandaki bir başka acı dersi de budur.



 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Şehit Muhtar Mah. Nane Sokak No: 15/3
Beyoğlu/İSTANBUL