Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

H. Kumru

Bugün üniversiteler üzerinde odaklanan tartışmaların başlıklarına bir göz attığımızda hemen her kesimin mevcut durumdan pek hoşnut olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Söz konusu tartışmalarda bir dizi başka sorunun yanında, neoliberalizme uygun olarak üniversite ortamının ticarileştirilmesi ve özelleştirmenin, özel üniversitelerin yaygınlaşması, üniversitelerin mevcut yapılarıyla yeterli eğitim düzeyini yakalayamaması, Ar-Ge faaliyetleri adı altında üniversite-piyasa işbirliğinin yoğunlaştırılması ve akademik- bilimsel çalışmaların geriye itilmesi ve buna karşın aslında Ar-Ge faaliyetlerine son yıllarda yapılan yatırımların ciddi biçimde kısılmış olması, sık sık gündeme gelmektedir.
Bu tartışmaların bir başka ilginç özelliği de hemen hepsinin Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik süreçleri tek boyutlu gerekçelerle açıklamayı seçip normatif değerlendirmelerde bulunmalarıdır. Bu noktada kendi açılarından en “tutarlı” açıklamayı eski Genelkurmay Başkanı H.Kıvrıkoğlu’nun yaptığını söyleyebiliriz: “Bazıları orduya silah alınmasın, eğitime harcansın diyor. Silah alınmasın denileceğine, hortumlamaların üzerine gidilsin. Yaşlanan silahlar zarar verir. Yenilenmeleri lazım. Silaha ihtiyaç var. Biz kendi savunma sanayimizden de yararlanarak bunu yapıyoruz. Çıkıyorlar ‘bir uçağa 50 küsur milyon dolar veriliyor. Verilmesin’ diyorlar. Bunlar ezbere konuşuyor.”[24/04/01 Hürriyet]
Üniversiteler üzerine değerlendirmelerde bulunan tarafların bu açıklamaları es geçmesi düşünülemez. Peki rakamların artık birçok şeyi ifade ettiği ülkemizde, savaş ve silahlanmayı kendi varlık nedeni sayan mekanizma karşısında bu gerçekliğe gözlerini kapayan bir yerden muhalif olunabilir mi? Yani örneğin, kaynak aktarım kısıtlılığı, Ar-Ge yetersizliği YÖK ve Tübitak gibi kurumlarca da “eleştiri” konusu edilirken, işin bu püf noktasının hep atlanması rastlantı mıdır?

Bütçe Ödenekleri ve Üniversiteler
Yapısal krizlerin kronik hal aldığı ülkelerin öncelikle eğitim, sağlık gibi kamu yatırımlarını kısıtlama yoluna gittiğini, emperyalist finans merkezlerinin de zaten bu yönde direktif verdiğini biliyoruz. Çok iyi bilinen bir başka gerçek ise hiçbir ülke ekonomisinin uzun süreli askeri harcamaları kaldıramayacağıdır (1960’larda Vietnam’da savaşan ABD hükümeti hatırlanabilir). Peki yaklaşık on beş yıl boyunca ve hala askeri proje ve operasyonlar söz konusu olduğunda oldukça cömert davranılan Türkiye ekonomisi ve dolayısıyla üniversite sistemi ne durumdadır?
Bütçe ödemelerinde son on yılın arslan payını alan iç borç ve faizlerinin astronomik rakamlara varan göstergeleri, ilk bakışta göze çarpan olgulardandır (1980-%0.6, 2000-%16.9, 18/10/00 Cumhuriyet). Bu noktada iç borçların bu derece artmasında rol oynayan olguların gelişim seyrine daha yakından bakmak gerekmektedir. Aslında 50’li yıllar sonrasında uzun süre durumu idare etmiş olan klasik ithal ikameci düzenin epeydir tıkandığı bilinen bir gerçektir. İç pazara yönelik oluşturulmuş sanayi yapısının zayıflığı, döviz sıkıntısı, dış borçlanmalar... vb. İşte bu dönemde Türkiye Avrupa’nın manavı-pazarı olma yönünde ilk adımlarını Özalcı ekonomi-politikaları ile atıyor ve yatırımcılara geniş ölçüde sübvansiyonlar sağlanıyordu. Dış desteğin belli ölçülerde alınabildiği bu dönem çok fazla uzun sürmedi. Tam her şeyin yolunun düzlendiği düşünüldüğü sırada ülke ekonomisini Sahra çölüne çeviren ve 12 Eylül öncesinden çok daha kötü enflasyonist baskılarla karşılaşıldığı bir döneme girildi. Etkilerinin çok fazla dikkate alınmadığı ilk evrelerin ardından kamuoyunda iç borç, spekülatif yatırımlar olarak bilinen sıkıntılarla savaş makinesinin yarattığı olgular tartışılmaya başlandı. Türkiye’nin dış imajının iyice sarsıldığı ve dış kredilerin çekincelerle verildiği bu dönem, gözlerin ilk elden mevcut ‘kamu iktisadi teşekkülleri’ olarak bilinen KİT’lerin kaynaklarına çevrilmesiyle sonuçlanıyordu.
Ancak tüm bunlar yine de savaş giderlerinin telafisi yolunda yeterli olmamış, dışardan borç bulamamanın da etkisiyle bankaların yurtdışından sağladığı kısa süreli krediler devlet için can simidi durumuna gelmişti(1). Benzer koşullar kısa süreli yabancı yatırımcıların da ilgisini çekmiş ve yüksek miktarlarda kar getiren devlet bono ve tahvillerine talep artmıştı. İşte bu noktada bir yandan askeri harcamalarından vazgeçmeyen diğer yandan da katlanılmaz ölçüdeki iç borç faiz oranlarını düşürme kararı alan hükümet, yüksek düzeyli devalaüasyonlara başvuruyor ama önemli miktarlarda dövizin yurtdışına çıkışıyla 5 Nisan kriz kararları diye de anılan 1994 sarsıntısının yaşanmasının önüne geçemiyordu. Bu durumdan yükseköğretim sistemi de fazlasıyla etkilenecek ve raporlarla söz konusu kriz tescillenecekti. 1994 krizinden önce öğrenci başına 2658 dolar olan bütçe ödenekleri 1994 sonrası 1509 dolara kadar düşmüştü.(2) (Bkz. TABLO 1)

Tablo 1

Öğrenci Başına Bütçe Ödeneğinin Yıllara Göre Değişimi ($)

Yıl

1991

1992

1993

1994

1995

1996

1997

1998

1999

Örgün

2055

2288

2658

2025

1538

1509

2195

2002

1,886

Toplam

1319

1503

1632

1185

755

943

1163

1238

1,196

Kaynak: Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu Mart 2000


Bu rakamlar OECD ülkelerinin öğrenci başına yaptığı oranlara (ortalama 8.130 dolar) oranla oldukça düşüktür. Aynı şekilde OECD ülkelerinde genel bir artış eğiliminin olduğu sırada içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu az sayıdaki ülkede gerileme olduğu gözlenmektedir. (Bkz. TABLO 2)

Tablo 2

Ülke

Avusturalya

Kanada

Finlandiya

Fransa

İtalya

Japonya

İspanya

Türkiye

İngiltere

Meksika

 

Tüm Eğitim Kurumları

114

111

96

118

80

105

119

76

113

163

 

Yükseköğrenim Kurumları

126

102

123

130

72

123

130

91

111

125

Kaynak: YÖK 2000 (1990/1995)


Bu noktada bütçeden üniversitelere ayrılan pay ile öğrenci harçlarına yapılan zam oranlarını karşılaştırmak oldukça ilginç olacaktır. Keza “öğrenci katkı payları”nın toplam üniversite gelirlerine oranının son yıllarda %5 ile %7 sınırlarında tutulduğu, dolayısıyla harç ödemelerinin gelir kaynaklarına fazla katkısı olmadığı ileri sürülebilmektedir. Oysa üniversiteler gelirlerinin bir kısmını (ortalama %38-40) kendi döner sermayelerinden (kantin, yurt, kira gelirleri dahil) karşılamakta, geri kalan kısmı ise bütçe ödenekleriyle giderilmektedir. Bütçe ödeneklerinin düzenli nakit akışına bağlanamamış olması son dönemde YÖK tarafından da belirgin bir rahatsızlık olarak dile getirilmiş fakat sürekli devredilen söz konusu paraların nereye transfer edildiği sorusu doğal olarak sorgulanmamıştır. Kısacası şu an üniversitelere bütçeden ayrıldığı farz edilen ödeneklerin önemli bir kısmı öğrencilerin her yıl nakit ödedikleri harçların geri iadesinden başka bir şey değildir. (Bkz. TABLO 3)

Tablo 3

Yıllar

1993

1994

1995

1996

1997

1998

1999

2000

 

Öğrenci Katkı Payı

425.157

1.108.889

2.214.730

9.419.610

17.019.333

33.338.073

55.816.517

91.017.072 (Trilyon)


Diğer yandan OECD ülkelerinin yükseköğretime GSYİH’dan ayırdığı ortalama orana (%1.6) kıyasla Türkiye’nin sınıfta kaldığı söylenebilir (%0.9). (Bkz. TABLO 4)

Tablo 4

Yükseköğretime Yapılan Kamu ve Özel Sektör Harcamalarının GSYİH'ye Oranları (1995)

Ülke

Almanya

ABD

Avusturalya

Finlandiya

Fransa

Hindistan

İsrail

İsveç

İtalya

Türkiye

Yükseköğretim(%)

1,2

2,4

1,8

1,7

1,1

0,7

1,8

1,7

0,8

0,9


Peki çokça bahsettiğimiz askeri harcamaların boyutları nedir? Bu konuda resmi rakamları takip etmek her ne kadar çok derinlikli ip uçları sunsa da, rakamların gerçek boyutlarını bilebilmek imkansızdır. (1998 CIA raporu Türkiye’nin savaşta yaklaşık 7 milyar dolar harcadığını ileri sürmektedir.) Sözgelimi Türkiye’ye “yaptırımların” uygulandığı bir dönemin arifesinde İngiltere’nin 188 milyon sterlin tutarında askeri malzeme satışı yapabildiği dahası ruhsat başvurularından (122) sadece birisinin reddedildiği kamuoyuna yansıyordu(3). Bu açılardan harcamaların sınırlarını kestirmemize yardımcı olabilecek bir tablo sınırlı da olsa bize bir fikir verecektir (ABD tarafından gerçekleştirilen transferlerin 1987 sonrası artışları dikkat çekicidir; tabloda “doğrudan satışlar” adıyla geçen transferler Amerika’daki sanayi kuruluşlarına aittir, “dış satışlar” ise Pentagona aittir)(4) (Bkz. TABLO 5)

Tablo 5

Mali Yıl Doğrudan Ticari Satışlar Dış Askeri Satışlar Toplam

1950-1983

1984

1985

1986

1987

1988

1989

1990

1991

1992

1993

1994

1995

1996

1997

1998

1993-1998 (Clinton Dön.)

 

Toplam (bin dolar)

63.831

26.751

27.848

23.813

67.947

47.464

342.653

220.302

79.922

37.673

122.481

14.824

162.510

64.124

103.866

201.000

 

668.805

 

1.607.009

1.132.234

304.907

389.296

282.300

277.138

699.944

620.929

760.801

626.575

703.369

755.811

937.019

374.425

482.850

1.167.109

541.204

 

4.258.418

 

10.055.911

1.196.065

331.658

417.144

306.113

345.085

747.408

963.582

981.103

706.497

741.042

878.292

951.843

536.935

546.974

1.270.975

742.204

 

4.927.223

 

11.662.920

Kaynak: "Arming Repression" World Policy Institute-Federation of American Scientists 1999


Tekrarlayacak olursak Türkiye’de 90’lı yıllardan sonra yaşanan ekonomik dar boğazların en önemli nedenlerinden biri ayyuka çıkmış askeri harcamalar ve bunun yarattığı iç borçlanmalardır. Dış ülkelerden gelen nakit borç alımlarının 1999 yılına kadar gerçekleşmemiş olması hükümetlerin gözünü üniversite kaynaklarına çevirmesine neden olmuştur ve öğrenci harçlarının sağladığı nakit girdiler devletin sistemli özelleştirme uygulamalarına başvurmasına “engel” oluşturmuştur. İşte bu noktada daha çok üniversitelerin ticarileşmesi olarak adlandırılabilecek yemekhane ve kantin işletmelerinin, temizlik ve basım işlerinin devr edilmesi gibi uygulamaların ağırlık kazandığı görülebilir. Ayrıca üniversitelerin olanakları (teknoparklar, uzmanlık sertifikaları gibi) “hizmet sektörüne” açılarak ticarileştirilmiştir. Aşağıdaki göstergeler Türkiye’de oldukça abartılan yükseköğretim sistemindeki özelleştirmenin boyutlarını sergilemektedir. (Bkz. TABLO 6)


Yani, özelleştirme konusunda egemen kast aslında oldukça uzun bir süre rant gelirleri dolayısıyla direnmiştir de. 1999 yılında IMF Türkiye’ye karargah kurarak ekonomiyi gözetim altına alacağını belirtmiş ve hükümetten de bir dizi söz alarak kredi olanaklarını sunmuştu. Bu yolda siyasal yapı öncelikle devasa boyutlardaki askeri harcamaların açtığı gediği kapatmada yetersiz kaldığını ve iç borcu kapatmak için her türlü tasarruf tedbirini alacağını bir kez daha açıklıyor ve içki, sigara, müşterek bahis gelirlerinden alınan “katkı payları”, kurumlar vergisi, tasarruf teşvik fonu vb. ek vergiler yürürlüğe konuluyordu. Aşağıdaki rakamlar günlük hayatın en ücra köşelerine sızan savaş harcamalarının karşılanmasında zaten kullanılmaktaydı; fakat artık söz konusu fonların iç borç ödemelerinde kullanılacağı IMF’ye verilen niyet mektubu ile açıklanmıştı. (Bkz. TABLO 7)


Ancak Türkiye 2000 Eylül ayına kadar ekonomi ve siyaset alanında alacağı kararların ısrarcısı olmamıştı. Bunun üzerine Cottarelli ekonomide ince ayarlar yapılması gerektiğini hatırlatacak ve bunların başında da cari giderler kaleminin %80’ini oluşturan askeri harcamaların sabit tutulmasını isteyecekti. Hükümetin bu açıklamaya cevabı gecikmemiş ve Şubat devalüasyonun ilk adımları atılmıştı: “Desteklerini beklediğimiz yabancı kuruluşlar, bize politika ve çözüm dayatmak yerine, üzerinde mutabık kaldığımız makro ekonomi dengelerini gözetmekle yetinmelidirler... Türkiye’nin finans ve sosyal politikalarını bu yabancı kuruluşlar değil, kendi ilgili toplum kesimlerimizle birlikte devletimiz belirler.” [B.Ecevit,12/09/00 Cumhuriyet]
Örneğin 2000 yılının ilk dokuz ayında 29 fonun geliri 1 katrilyon 524 trilyonu bulurken, bunların bütçeye katkısı 314.6 trilyonla sınırlı kalıyor; 1 katrilyon 209.8’in varlığı “sır” oluyordu [18/10/00 Hürriyet]. Bu koşullarda oluşturulan 2001 Bütçesinde askere ayrılan pay bir önceki yıla oranla %19 artış gösteriyor ve bütçeye oranını %15.4 çıkarıyordu. Bu arada bütçe rakamlarının gerçeği yansıtmadığı (MSB 5.1 katrilyon, 2000’de 4.1 katrilyon) savunma sanayi, OYAK ve bazı fon kaynaklarının da bu bütçeye eklenmesi gerektiği yönünde tepkiler olmuştu [16/12/00 Hürriyet]. Bu noktada üniversitelere yedek bütçeden ayrılmış 150’ şer milyar olduğu ve bunun 50 milyarlık kısmının YÖK’e yıl içersinde verileceği açıklaması yapılıyordu. Ek ödeneğin 2.620 trilyon bölümü ise beklemeye alınıp her zamanki gibi bir sonraki seneye devrediliyor ve açıklama olarak “beklenmeyen gelişmeler” için bu paranın ayrıldığı öne sürülüyordu [16/12/00 Hürriyet]. (Bkz. TABLO 8)


Söz konusu tablo yakın dönemin ekonomik hareketleriyle karşılaştırıldığında çok daha açıklayıcı olabilmektedir. 2000 yılı mali bütçesinden YÖK’e 1.046.6 trilyon TL. aktarılırken toplam eğitim bütçesinin payı da bir önceki yıla göre %11.7’den %9.3’e kadar düşmekteydi; aynı yılın sadece iç borç faizleri ise 22.8 katrilyonu (bütçenin %70’i) bulmaktaydı [13/10/99 Hürriyet]. Kaldı ki bütçenin üniversitelere öngördüğü ödeneklerin yıl içindeki dağıtımı sırasında, Maliye Bakanlığı aylık harcama programlarını keyfi biçimlerde değiştirebilmekte çoğu kez bütçe ödeneklerinin ortalama %25’i kullanılamaz hale gelmektedir. Kamuoyuna da yansıyan ilk ciddi kesinti 1997 yılının mali bütçesinde gerçekleşmiş ve taahhüt edilen 310 trilyon yerine 196 trilyon verilmiştir(5). Böylece yükseköğretim kurumlarına hazineden aktarılan payın bir bölümü sene sonunda geri alınmakta ve bir sonraki seneye devredilmektedir. Dolayısıyla genel olarak üniversitenin kamu kaynaklarından aldığı pay kendilerine ayrılan bütçeden daha düşüktür(6).

AR-GE Faaliyetleri:
Söylem düzeyinde üniversite sanayi işbirliğinin hemen her fırsatta istendiği bir gerçektir fakat egemen blok uzunca süre “üretimi esas alan bir ekonomiyi” kendisine dert etmemiştir. Dahası esnek üretim ve esnek otomasyona direnmiş, bu alanda da ordu modernizasyonunu temel alan projeler geliştirilmiş ve başlangıç aşamasında yerli sermayedarların da desteğini alabilmiştir.(7)


Ar-Ge faaliyetlerinde üniversitelerin payı %62.2’dir. Bu oranın sanayideki payı %23.3, kamu sektörünün payı ise %14.5’dir. Bu noktada üniversitelerin üzerindeki yük aşikar olmakla birlikte, bu konuda neden ısrarcı olunduğunu H.Kıvrıkoğlu’nun sözleri açıklayabilmektedir: “Savunma sanayi konusunda üniversiteler ve bilimsel kuruluşlarla işbirliğimiz var ve Mayıs ayında düzenleyeceğimiz bir etkinlikle Türk savunma sanayinin geldiği yeri örnekleriyle göstereceğiz”(8) [24/04/01]
Ayrıca, ordunun üniversiteler üzerindeki uygulamaları finansal faktörlerle de sınırlı değildir. MGK Genel Sekreterliği yayınladığı genelgelerle akademik faaliyetleri de gözetim altına almakta ve öğretim görevlilerinin uyanık olmasını istemektedir.(9) Örneğin devleti ilgilendiren politik konularda senato kararı ile üniversitelerin protesto faaliyetlerinde bulunmaları istenilmektedir .
Ayrıca öğretim programına bir biçimde muhalif olan öğrencilerin disiplin kurullarınca cezalandırılması, “devlet aleyhine ideolojik faaliyette bulunan” bilim insanlarının kitaplarının okutulmaması, kitaplık ve kütüphanelerin denetlenmesi, “zararlı yayınlar”ın kitap listelerinden çıkartılması ve öğretim üyelerinin ders müfredatları dışında ders vermelerini önleyecek tedbirlerin alınması gibi, bilinen bir dizi baskıcı uygulamalar da yine aynı kaynaktan gelmektedir. Bu noktada ‘bilimsel etik’ tartışmaları önem kazanmakta ancak çoğu kez akademisyenlerin kendiliğinden sansür uyguladıklarına tanık olunmaktadır.

SONUÇ
Kassandra tragedyası, tehlikeleri, gerçekleri gören, görme yeteneği olan ama onlara karşı tavır almamış, tavır alma, karşı koyma imkanı olmayan, Truva’nın işgal edileceğini söylediği halde kimsenin kılını kıpırdatmadığı ve kendisinin de bir şey yapamadığı bir mitolojik söylemdir.
Türkiye bugün ciddi bir eşiğin içindedir ve üniversitelerin kaderi bir anlamda ülke politikalarındaki değişimlere paralellik izleyeceğinin sinyallerini vermektedir.
Belki de siyasal iktidarın da çok fazla istemediği “müdahale” girişimleri kriz içindeki bir yapının çaresizliğinden başka bir şeyi simgelememektedir.
Bugün çok fazla gözlemleyemediğimiz olguları (muhtemel özelleştirme politikalarının alacağı seyir) ilerideki aşamalarda daha rahat değerlendirme fırsatımız olacaktır. Türkiye bütçesinin yaklaşık 2.5 katı olan 150 milyar dolarlık ordu modernizasyon projeleri halen gündemdedir. Ertelenen 19 milyar 500 milyonluk projelerin 2001 yılı bütçesindeki harcamalarla ilgili olup olmadığı da belli değildir.
Her ne kadar dışarda ve içerde baskı ve tepkiler büyüsede (TESEV başkanı savunma harcamalarının Meclis ve Sayıştay tarafından kontrolünü istemişti) merkezi iktidarın “lamba temizle” türündeki göz yaşartıcı tasarruflarını bir dönem daha izleyeceğiz.


Yararlanılan Ek Kaynakça:
Savaş Ekonomisi / Taylan Doğan Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu / YÖK 2000
Arming Repression / T.Gabelnick, D.Hartung, J.Washburn /October 1999
Yükseköğretim Sisteminde Kriz / Ender Abadoğlu, Nuri Ersoy
Kırk Haramiler / Mustafa Sönmez

DİPNOTLAR
(1) Bankaların bankacılık işlemleri dışında her türlü kar olanağını değerlendirdiği (kara para aklama, devlete yüksek faizler karşılığı borç verme) bu sürecin “akıldışı” uygulamaları yurtdışında geniş yankı buluyor ve Türkiye’nin bugünde içinden kurtulamadığı bir panorama ile karşılaşılıyordu. Ekonomik risklilik yönünden Türkiye 9. sırada yer almaktadır.[11/03/01 Hürriyet] Kayıtdışı ekonominin %60 dolaylarında olduğu varsayılmaktadır. [Kayıtdışı GSMY’a oranı: 1992-%66, 1994-%59, 1998-%40, Dünya gazetesi, 15/01/01 (DPT)
(2) Diğer ülkerde öğrenci başına yapılan harcamalar ($) şu şekildedir: ABD-16.262, İsveç-13.168,Avustralya-10.590, İsrail-10.132, Almanya-8.897
(3) Kaldı ki Türkiye gibi iştahı kabarık bir müşteriyi zaman zaman zor durumlarında kollamak dost çıkarların bir ifadesi olsa gerektir: Şimdilik 3 milyar dolar yatırımı bulunan ABD firmalarının gözü, olası bir savunma ihalesindeki 15 milyar dolarlık fırsatı kollamaktır [02/10/00 Cumhuriyet].
(4) ABD’nin 1984-1999 arası Türkiye’ye “güvenlik yardımı” adı altında 8.096 milyar dolar yardımı olmuştur. Ayrıca “bağış ve direkt borç” şeklinde aktarılan yardımların tablosunu yazıya ek olarak bulabilirsiniz.
(5) Benzer şekillerde yatırım projelerine de ödenen tahsislerin önemli bir kısmı kesintiye uğramakta ve dolayısıyla akademik çalışmaların sekteye uğraması sözkonusu olabilmektedir. Örneğin 2000 yılında 622.86 trilton TL kaynak ayrılması teklifine karşın 249.5 Trilyon kaynak aktarılmış ve altyapı çalışmalarında oldukça yetersiz kalınmıştır. Oysa YÖK tarafından 2000 yılı yatırım projelerinin tamamlanması için 981.4 trilyon ödeneğe ihtiyaç duyulduğu belirtilmektedir. 2000 Mali yılı Onarım Çalışmaları için 76.7 trilyon hesaplanmış, buna karşılık 30.4 trilyon ödenek tahsis edilmiştir.
(6) Ar.Gör. Ender Abadoğlu, Nuri Ersoy, Yükseköğretim Sistemindeki Kriz ve Özelleştirme Uygulamaları,1996
(7) Orgeneral Ateş sözkonusu yaklaşımların devam edeceğinin sinyallerini vermiştir: “Savunma sanayinin amacı, Fransız devlet adamı de Gaulle’ün de dediği gibi başkalarından izin ve yetki almadan kullanılabilecek savunma sistemleri üretmektir. Bu ise teknolojiyi kendimiz ürettiğimiz sürece mümkündür.” [25/04/01 Milliyet] H.Kıvrıkoğlu da 2030 yılına kadar gerçekleştirmeyi planladıkları askeri projeleri sadece kısa, orta ve uzun vadeli olarak ertelediklerini belirtmiştir.
(8) 1997 yılında Bilim Teknoloji Yüksek Kurumu savunma sanayisinin desteklenmesi yönündeki Genel Kurmay Başkanlığı’nın tavsiyesine çoktan uymuş ve MSB ile TÜBİTAK arasında yaygın bir işbirliğine gitmişti. Bu aşamada AR-Ge Dairesi Başkanlığı da Milli Savunma Bakanlığına bağlı olarak faaliyet yürütüyordu.
(9) Bu doğrultuda oluşturulan ‘Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi’ne 63.404 milyar ödenmiş ve 2000 yılı içersinde ek olarak 3.205 milyar yardımda bulunulması öngörülmüştü. G.Kurmay(2 üye), Başbakanlık (1), Dışişleri (2), Üniversite içinden ve dışından akademisyenlerin (9) oluşturduğu bu heyet azınlık çalışmaları, Kıbrıs, Yunanistan gibi projeleri gündeme getirecekti.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul