3 Kasım seçimleri burjuva siyaset arenasında
yarattığı belirsizliklerle ve ciddi yarılmalarla
ve muhtemel bir temsiliyet krizi ile birlikte
yaklaşıyor.
Kısa vadede gerçekleşeceği beklenen Irak’a dönük
ABD saldırısı, AB ile üyelik görüşmeleri ve belli
ölçülerde bu iki olgu ile ilişkili olan yeni hükümet
senaryoları ve DSP içindeki komplonun arka planını
oluşturduğu seçim süreci süprizleri, krizleri
ve küskünleri ile oldukça traji-komik tablolar
yaratarak ilerliyor.
Burjuva siyasetin bütün kaypaklığının ortaya çıktığı,
komplocu yapı ve ilişkilerin egemenliğinin apaçık
görüldüğü, partilerin iktidar gücü olmak yerine
sadece gösteri aracı olduğu, gerçek politik gücün
emperyalizm, yerli tekelci burjuvazi ve asker-bürokrat
elitin elinde olduğu, vb. gibi burjuva siyasetin
özünün ve halk düşmanı yüzünün en çıplak biçimiyle
görülebildiği seçim süreçlerinden birini yaşıyoruz.
Tam da bu noktada, komplolarıyla, küskünleriyle
pembe dizilerin sabun köpüğü atmosferine sahip
olan seçimlerin oligarşinin hangi ihtiyaçlarının
ürünü olarak gündeme geldiğini kısaca açmak gerekiyor.
Vitrinin yenilenmesi
Seçimlerin birkaç önemli sürecin çakışmasının
ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
Seçim sürecini gündeme getiren en temel dinamiklerden
biri, 28 Şubat “postmodern darbesi” ile programlaştırılan
devletin restorasyonu sürecinin bir döneminin
kapanması ve sürecin yeni bir aşamasına sıçrama
ihtiyacının ortaya çıkmış olmasıdır. 28 Şubat
darbesi, 1990’lara değin esas alınan toplumsal-siyasal
program ve yapının iç ve uluslararası gelişmeler
karşısında dağılmaya başlaması durumuna oligarşinin
verdiği bütünlüklü yanıttır. Toplumsal-siyasal
yapının dağılmasında rol alan başlıca aktörlerin
etkisizleştirilmesi, toplumsal yaşamın ve siyaset
alanının tümüyle neoliberalizm, postmodernizm
ve yeni sağ ekseninde yeniden yapılandırılması
ve tüm politik partilerin buna uygun olarak merkeze
çekilmesi, aynılaştırılması, vb. 28 Şubat programının
başlıca unsurlarını oluşturuyor. Bu programın
daha ilk andan itibaren bütünlüklü olarak her
cephede ve her boyutuyla büyük bir taarruz olarak
geliştiğini söyleyebiliriz. Öte yandan, bu programın
özellikle 11 Eylül’e değin gelen siyasal uygulamalarında
toplumsal ve siyasal parçalanmaya yol açan muhalif
hareketlerin, devrimci güçlerin etkisizleştirilmesi,
tüm burjuva politik alanın hizaya çekilmesi öne
çıkan unsur durumundaydı.
Oldukça çatışmalı biçimlenen bu sürecin baş aktörleri
değişkenlik göstersede, sürecin en önemli çatışma
alanı olan Kürt meselesinden ötürü, özellikle
son 4 yılda milliyetçi söylemi öne çıkaran faşist
partiler başat rol oynadılar. DSP ve MHP, hem
oligarşinin gereksindiği milliyetçi faşist söylemin
kitleler içinde dinamik bir güç haline gelmesini
sağlıyor, hem RP ve Fazilet sürecinde kırılmalar
yaşayan dindar kesimin oylarını alabilen bir söylemi
geliştirebiliyor, hem de yıpranmamış yeni parti
görünümüne sahip bulunuyorlardı.
Son 4 yıl içinde, oligarşinin DSP-MHP-ANAP koalisyonunun
oluşturduğu vitrinle 28 Şubat programının önsel
hedeflerine az yada çok ulaştığı söylenebilir.
İslamcı partilerin basınç altına alınması, parçalanması
ve tek tek her bir parçasının hizaya çekilmesi,
Kürt hareketinin İmralı süreci ile liberal, postmodern
milliyetçi çizgiye çekilmesi, devrimci hareketlerin
19 Aralık sürecinin son büyük saldırıyı oluşturduğu
terör yoluyla politik etkinlik olarak önemli ölçüde
zayıflatılarak toplumsal yaşamın merkezinde yeralabilen
bir politik özne olmaktan çıkarılması, Alevilerin
sistemle bağlarının kurulmasına dönük sistematik
çabaların geliştirilmesi vb. bu sürecin belirleyici
gelişmeleriydi. Sadece bu da değil, burjuva partiler
ve diğer tüm siyasal yapılar tarihsel sağ-sol
ayrışması temelindeki saflaşma ve arayışların
dışına çıkarılmış, tüm politika merkeze çekilmiştir.
Merkez denilen gizemli politik duruş noktası ise
gerçekte neoliberalizm, yeni sağ ve postmodernizmin
omurgasını oluşturduğu gerici politik, toplumsal
eksenden başka birşey değil. Ve tüm burjuva partileri
adım adım bu eksene çekilmiş yada yaklaştırılmıştır.
Ancak bu süreç ilerlediği ölçüde, ortaya çıkan
yeni faktörlerin etkisiyle aynı zamanda hükümet
partilerinin altını oyan bir süreçde olmuştur.
2002 başlarından itibaren, Ecevit’in sağlık nedeniyle
başbakanlıktan çekileceği ve yeni hükümet senaryolarının
gündeme geleceği söylentilerinin artması tam da
bu noktada anlam kazanmıştır.
İktidara geldikten hemen sonra 17 Ağustos depreminde
gösterdiği beceriksizilik ve daha sonra ise vurguncu
uygulamalarla prestiji zedelenen hükümet, asıl
önemli darbeyi Şubat 2001 ekonomik krizi ile almıştır.
Şubat krizi hem siyasal, hem de ekonomik olarak
hükümetin artık ömrünün sınırlarına vardığını
gösteren en önemli gösterge olmuştur. Derviş eliyle
IMF’nin doğrudan hükümet ortağı haline gelişi
emperyalistlerin mevcut hükümete olan güvenlerinin
önemli ölçüde zayıfladığının ve hükümetin oligarşinin
çıkarlarının temsilinde artık yetersiz kaldığının
ifadesiydi. Hükümet için Şubat krizi, düşüşün
başlangıcı, ABD’ye dönük 11 Eylül saldırısı ise
kırılma noktası işlevi görmüştür. Ortaya çıkan
ekonomik ve siyasal tabloda mevcut hükümet bileşimi
ile etkin politikalar geliştirme şansı bulunmuyordu.
Muhalif güçlerin bastırılması, devrimci harekete
dönük saldırılar için milliyetçi faşist saldıganlık
atmosferinin yaratılması, siyasetin merkeze çekilmesi
vb önemli sorunların çözümü için en uygun bileşim
olan DSP öncülüğündeki koalisyon, bu işlerin az-çok
yapılması ve yeni iç ve uluslararası koşulların
ortaya çıkışı ile birlikte, oligarşi için artık
uygun bir bileşim olmaktan çıkmıştı. Yeni aktörler,
yeni bir bileşim gerekmekteydi. MHP ve DSP’nin
kimi zaman emperyalist politikalara zorluk çıkaran
aşırı milliyetçi söylemi, parti çıkarlarını-arpalık
alanlarını kimi zaman oligarşinin çıkarlarının
önüne çıkarma (Telekom ve diğer özelleştirmelerde
görüldüğü gibi bu kurumları arpalık alanı olarak
gören MHP’nin özelleştirme vb durumlarda sorun
yaratmıştır) eğilimleri, bu partilerin toplumsal
meşruiyetinin zayıflaması, vb öğeler artık yeni
bir sürecin başlatılması, yeni koşullara uygun
olarak burjuva politik partiler ve hükümet alanının
düzenlenmesini zorunlu kılmaktaydı. Yeni bir vitrin
gerekiyordu. Ve bu noktada, artık çok net görülebilen
komplo devreye girdi.
Ecevit’in daha 4-5 ay önceden Mayıs 2002’de hükümetten
çekileceği kehanetlerinin ardından, her ne hikmetse
gerçektende Mayıs ayında işleri yürütemeyecek
ölçüde hastalandı. (Ecevit mayıs ayında ‘tedavi’
gördüğü hastane ve doktorları, parti içindeki
ayrışma sürecinde değiştirdiğinde mayıs ayı ile
kıyaslanamaycak ölçüde iyileşme gösterdi) Buna
paralel olarak hükümetten çekilmesi yönünde yoğun
bir kampanya başlatıldı. Kampanyanın başını oligarşinin
içindeki belirleyici 7-8 holdingden biri olan
Doğan Holding’e bağlı medya kurumları çekiyordu.
Ardından DSP içindeki komplo faaliyeti patladı.
Amerikanın has ekibi Cem-Özkan-Derviş üçlüsü,
Ecevitin parti başkanlığından çekilmesi, partinin
ele geçirilmesi ve MHP’nin dışlanarak yerine DYP’nin
geçeceği yeni hükümet kurulması temelinde harekete
geçmişti. Yeni hükümet AB sürecini hızlandıracak,
ABD’nin Irak’a saldırısı için gerekli tüm kolaylıkları
sağlayacak, bunun için gerekli olan toplumsal
ve siyasal desteği sağlayacak, politikanın merkeze
çekilmesinde uyumsuz-çirkin görüntü yaratan güçleri
devre dışı bırakacak, bu gelişmeler üzerinden
en uygun zamanda erken seçime gidecekti. (Derviş’in
nisan ayından bu yana erken seçim olabilir söylemi,
T. Çiller’in aşağılık bir savaş kışkırtıcısı söylemle
ifade ettiği; Irak’la savaş sırasında başbakan
olmak istiyorum sözleri hep bu planların birer
uzantısı durumundaydı.) Ancak komplo bombası komplocuların
elinde patladı. Her yönüyle başarısız bir koalisyon
ortaklığının ardından hükümet dışı bırakılacağını,
politik süreçte etkisiz bir eleman konumuna düşürüleceğini,
olası bir seçimde hükümette olmanın nimetlerinden
de yararlanamayarak iyice dibe yuvarlanacağını
hiseden MHP panik içinde erken seçim startını
verdi. Derviş-Cem-Özkan üçlüsü ABD destekli komplosu
ilk darbeyi seçim startının verilmesiyle aldı.
Aynı süreçte Ecevit’in üçlüye ayak diremesi ve
ayrışmanın başlaması komplonun üzerine kurulu
olduğu ince dengeleri sarsan ikinci önemli gelişme
oldu. DSP’nin ele geçirilmesi ve yeni hükümet
senaryoları hayal olmuştu. Ancak üçlü tüm kozlarını
tüketmemişti. Baskın seçime medyanın da desteği
alınarak yüklenildiğinde sonuç alınabileceği umuluyordu.
Özellikle medya tekeli Doğan Holding desteğiyle
bu kez ‘yeni oluşum’ rüzgarları estirilmeye başlandı.
‘Yeni oluşum’ birinci partiydi, M. Ali Bayar’ın
DTP’si ile birlikte büyüyordu. DTP ve ‘yeni oluşum’
işbirliği sağ-sol ayrımının bittiğinin, yeni ve
işbilir kadroların birlikteliğinin ifadesi olarak
sunulmaktaydı. İdeolojilerin bittiği safsatasının
canlı örneğiydi bu işbirliği. Evet onlar için
ideolojiler bitmişti, zaten durdukları ideolojik
çizgiler hiç bir zaman ciddi bir ayrım noktası
taşımamıştı. Fakat safsataların hiçbiri onların
‘işbirliği’ni kurtarmaya yetmedi. Hayat farklı
yürüyordu. ‘Yeni oluşum’ eskiydi, karanlıktı ve
kompoların ürünüydü. Arkasında ciddi bir kitle
desteği toplayamamıştı.
Bu noktada, oligarşi sürece uygun diğer atlara
CHP ve AKP’ye oynamanın daha akıllıca olduğunu
derhal kavradı. ‘Yeni oluşum’un sıkı destekçisi
Doğan Holding basını (Milliyet, Radikal, Hürriyet
vd) derhal rotayı CHP’ye kırdı. Geleneksel sosyal-demokrat
akım ile ne tarihsel, ne de ideolojik olarak hiç
bir ilişkisi olmayan, Baykal eliyle son 3 yıldır
ıslah edilen CHP, emperyalist restorasyon politikalarının
özünü oluşturan neoliberalizm, yeni sağ ve postmodernizm
çizgisinin sosyal-demokrat hareket içindeki en
olgun ifadesi olan ve üçüncü yol yada yeni sol
olarak adlandırılan çizgiye çekilmişti. İngiltere’de
Tony Blair önderliğindeki İşçi Partisi eliyle
palazlandırılan ve sosyal demokrat harekette emekçilerin
çıkarına her ne varsa tümünün tasfiyesini esas
alan, neoliberalizmi küçük yumşatmalarla emekçiler
için kabul edilebilir hale getirmeyi hedefleyen,
sağ-sol ayrımının tüm çizgilerini muğlaklaştıran
üçüncü yol çizgisi, Baykal tarafından parti içindeki
geleneksel sosyal demokrat çizgiye daha yakın
duran sol kesimlerin tasfiyesi ile anadolu solundan
sosyal liberalizme değin uzanan demogojilerin
iç içe geçtiği bir sürecin ürünü olarak biçimlendi.
Lafta bile olsa sol adına varolan herşey silinip
süpürüldü. Böylece ortaya oligarşinin önümüzdeki
sürece ilişkin politikalarının uygulanmasında,
emekçilerin tepkilerinin geçici olarak yatıştırılmasında
en uygun araçlardan biri ortaya çıktı.
AKP ile oligarşi arasındaki ilişki CHP’ye nazaran
daha problemli olsa da AKP’de mevcut duruşuyla
esas olarak ‘merkeze’ yani neoliberal-yeni sağ-postmodern
çizgiye çekilmiştir. Bu noktada, ‘kıvama getirme’
kavramına dönmek gerekiyor. Kıvama getirme kavramı
oligarşinin son yıllarda muhalif güçlere dönük
politikaları açısından oldukça açıklayıcı bir
kavram durumunda. İlk kez Öcalan yakalandığında
ifade edilen ‘kıvama getirilmeli’ kavramı, muhalif
unsurların tümüyle oligarşinin siyasi çizgisine
kazanılmasını ifade etmiyor. Oligarşi buna gereksinim
de duymuyor. Zaten oligarşinin kendi deyişleriyle
maratonculara değil, hız koşucularına ihtiyaçları
var. Yani öyle ebediyen yol arkadaşlığı edecekleri
politikacılar aramıyorlar. Hele ki muhalif bir
unsur için bu hiçbir biçimde söz konusu değil.
Muhalifler açısından sözkonusu olan; belli bir
tarihsel kesitte muhalif unsurların oligarşi için
tehlike arz eden temel yönelimlerinden vazgeçirilmesi,
politik çizgisinin saptırılması ve mümkünse oligarşinin
uygulayacağı politikalarla uyumlu hale getirilmesi.
Köklü bir ideolojik değişimle yada birkaç hamle
sonra ne olacağı ile özel olarak ilgilenilmiyor.
Elbette, ideolojik değişim sağlanırsa, muhalif
unsur sistem saflarına tümüyle kazanılırsa ne
ala. Oligarşinin özellikle asker-bürokrasi kanadının
azarlamalarını, aşağılamalarını, yaptırımlarını
yarabbi şükür diye karşılayacak denli alçalan
AKP’ye dönük kıvama getirme operasyonu kesintisiz
sürmektedir. Tatlı-sert yöntemler birarada yürüyor.
Bir yandan, AKP’nin iktidar olmasında hiç bir
sakınca yok açıklamaları yapılırken, diğer yandan
Tayyip’in seçimlere girmesi engelleniyor. Bir
tarafta, Nasreddin hocanın testileri kırmasını
engellemek için çocuğu daha su yoluna çıkmadan
önce dövmesi örneği yaşarken, diğer taraftan bu
partinin ABD bağlantısı Abdullah Gül’ün önü açılıyor...
Bir de artık üstünden atlamayacak bir olgu olarak
hırsız Uzan’ların Genç Partisi var. Tipik bir
faşist söyleme sahip olan, kitlelerin örgütsüzlüğünü,
öfkesini, demogojiyle peşine takan Uzanların derdinin
esas olarak uluslararası boyutlarda kazanan devasa
dolandırıcılık olaylarının sonuçlarından kurtulmak
olduğu görülebiliyor. Tabi, daha birkaç ay önce
kurulmuş, ciddi hiç bir örgütlülüğe dayanmayan
bir ‘parti’nin yüzde onluk barajı aşabilecek konuma
gelmesi pek çok boyutuyla özel olarak incelenmesi
gereken bir vakadır. Ancak bu bir yana, bu partinin
meclise girmesi durumunda dolandırıcılık olaylarından
hukuki olarak sıyrılmak karşılığında oligarşinin
programına tümüyle bağlı kalacağı açıktır, oligarşi
için bu noktada özel bir sorun bulunmamaktadır.
Tersine, bu parti öfkeli kitleleri gerici-faşist
söylem ekseninde sisteme bağlayarak (Cem Uzan’ın
IMF karşıtı kimi laf salataları bu noktada anlayışla
da karşılanmaktadır) sistem açısından oldukça
olumlu bir rol de oynamaktadır. Cem Uzan nesnel
olarak ilk elde devrime akacak sisteme, devlete
karşı en öfkeli milyonları sürüklüyor...
Kısacası, Irak’la savaş süreci hızla yaklaşır
ve AB ile üyelik süreci derinleştirilirken, burjuva
siyasetini tümüyle merkeze çekme politikasına
yeni bir ivme verilirken, oligarşi yeni bir vizyon
istiyor. Bu süreci, daha güçlü temsil gücüne sahip,
daha az yıpranmış, bu politikaların uygulanmasında
daha az sorun çıkaracak yeni yada kendini az çok
onarmış, bu sürece hazırlamış aktörlerle yürütmek
istiyor. Süreç burjuva politik alanda az-çok oligarşinin
bu istemlerine uygun olarak yürüyor.
Oligarşinin hesapları bunlar... Ortaya çıkacak
siyasal tablonun bu hesaplara ne denli karşılık
oluşturacağını seçim sonrasında göreceğiz.
Öte yandan, özellikle Irak ile savaş süreci, AB
üylelik görüşmeleri, krizin derinleşen etkileri
vb daha pek çok olgunun seçim sonrası süreçte
oligarşinin kendi içinde ve oligarşi ile ezilen
halk sınıfları arasında derin bir menmuniyetsizliği
ve kimi çatışmaları beraberinde getireceği açıktır.
Devrimci sosyalistler seçimlerdeki politik tutumlarını
ve pratik çizgilerini seçim sonrası dinamikleri
de, yani bir sonraki adımı, hamleyi de hesaba
katarak belirliyorlar.
Kimi köşe taşlarını Eylül sayımızda ortaya koyduğumuz
seçimlere ilişkin tavrımız, oligarşinin seçime
dönük güncel ve genel politikalarını, hesaplarını
dikkate aldığı kadar, devrimci sosyalist hareketin
yürüyüşünün ana doğrultusunu ifade eden bütünlüklü
bir devrimci yenilenme-sıçrama çizgisinin hedeflerinide
gözetmektedir. Bu süreç devrimci yenilenme çizgimizin
kendisini somutlaştırdığı ilk taktik politik süreçlerden
biridir. Seçim sürecini küçük ve pratik açıdan
dar, sınırlılıklarımızın oldukça belirgin olduğu,
ancak siyasal duruş, sürecin örülmesi iradesi
ve uygulama kararlılığı açısından anlamlı bir
taktik süreç olarak görüyoruz.
Seçim süreçleri toplumun bütün kesimlerinin politikaya
ilgisinin diğer zamanlarla kıyaslanamayacak ölçüde
arttığı, politik süreçleri, iktidarı, kendi toplumsal
konumlarını sorguladıkları, alternatif seçeneklere
ilgilerinin arttığı süreçler. Öte yandan, egemen
sınıflar açısından ise seçimler değişik seçenekler
aracılığıyla tüm sınıfları sisteme bağlamak için
yararlandıkları süreçler olarak iş görüyor.
Devrimci sosyalistler politik ilgi ve aktivitenin
yükseldiği bu süreçlerden bir yandan sistemin
teşhiri ve gerçek yüzünün emekçilere gösterilmesi
için, diğer yandan devrimci programın-seçeneğin
emekçi sınıflar içinde gündemleşmesi ve onların
devrimci çalışmaya katılımlarının sağlanması için
yararlanırlar. Oligarşinin kendi sistemini sağlamlaştırmak
için yararlandığı bu süreçleri tersine çevirmek
için enerjik bir çaba harcamak, bu süreçleri devrimci
çalışmanın silahları haline getirmek her devrimci
için vazgeçilmez görevler durumundadır.
Seçimlerde devrimci müdahalenin biçimi konusu
pek çok faktör tarafından biçimlendiriliyor. Seçimlere
devrimci müdahalede biçimi önemsiz olmamakla birlikte
esas olan içeriktir.
Lenin’in ifadesiyle;
“(...) sosyal-demokratlar (devrimci sosyalizm
kastediliyor, S.B.) için seçimler, özel bir siyasal
işlem değildir, binbir türlü vaatte bulunarak
sandalye kazanmaya çalışmak değildir, ama sınıf
bilinci olan proletaryanın siyasal dünya görüşünün
ilkelerini ve temel isteklerini savunmak için
özel bir fırsattır.”
Seçimlere yaklaşımda esas olan tam da bu noktadır.
Müdahalenin biçimi ve ittifak ilişkileri belirli
bir konjonktürde bu içeriği en uygun biçimde yansıtan
tarzda olmalıdır. Eylül sayımızda seçimlere katılım
biçimi konusundaki düşüncülerimizi ana hatlarıyla
ifade etmiştik. Belli koşullar altında seçimlere
adaylar çıkarılarak (bağımsız adaylar yada legal
partiler yoluyla) müdahale edilebileceği gibi,
seçimlere katılmadan da (boykot, boş oy yada başkaca
özgün biçimler altında) sistemin teşhiri ve devrimci
seçeneğin gündemleşmesi için müdahale etmek mümkündür.
Seçimlere adaylar yoluyla müdahele biçimini esas
olarak devrimci savaşımın yükselişinin bir ifadesi
ve ürünü olarak ele almak gerektiğini düşünüyoruz.
Hiç kuşkusuz, bu devrimci savaşın farklı aşamalarında
bu yolun gündemleşmeyeceği anlamına gelmez. Farklı
koşullarda da adaylar yoluyla katılım sözkonusu
olabilir. Devrimci savaşın gelişme ve büyüme aşaması
ile seçimlere adaylar yoluyla katılım ilişkisi
bir ana yönelim ifadesidir. Mutlak bir ilişki
olarak ele alınamaz. Diğer yandan seçimlere adaylar
yoluyla katılmayı seçim süreçlerinde aktif devrimci
tutumun adeta tek yolu olarak (lafta farklı söylemlere
karşın) ele alan yaklaşımlarda kabul edilemezdir.
Her seçim sürecinde önemli olan o sürecin sunduğu
politik imkanlarla devrimci sosyalist hareketin
genel hareket planı arasında en uygun bağı kuracak
müdahale biçimini bulmaktır. Bu adaylar yoluyla
katılım olabileceği gibi, boykot ve diğer biçimler
de olabilir.
İttifak ve destek ilişkileri de esas olarak bu
eksen üzerinden ele alınmalıdır. Politik-toplumsal
programların bütünlüklü olarak gündemleştiği seçim
süreçlerinde ittifak ilişkileri devrimci-demokratik
politik zeminlere, devrimci programların gündemleştirilmesine
dayanmak zorundadır.
1995 ve 1999 emek, barış, özgürlük bloku ittifakı
bu türden ittifak ilişkilerinin ilk örnekleri
olarak görülebilir. Öte yandan, günümüzde de görülen,
devrimci-demokratik programlar üzerinden yükselmeyen,
dar pratikçi ve faydacı yaklaşımlara, sinik duruşlara,
günü kurtarma tutumuna dayanan ittifak ilişkileri
ise tüm sol söylemlerine karşın parlemantoculuk
değirmenine su taşımaktan başka işe yarayamaz.
Nasıl yürümeliyiz?
Bu noktada güncel seçim tavrımıza geliyoruz. Devrimci
sosyalistler:
- Devrimci gelişme ve yükselişin söz konusu olmadığı,
legalist tasfiyeci yaklaşımların değişik biçimlerde
devam ettiği ve derinleştiği mevcut koşullarda,
sistemin teşhirini, devrim seçeneğini, devrimci
yükselişin yolunu açamayı hedefleyen devrimci
yenilenme çizgimizi, bu çizginin özünü oluşturan
devrimin güncelliği fikrini gündemleştirmeyi;
- Ve sekter olmayan bir tarzda liberal solla,
legalist tasfiyecilikle aralarındaki temel ayrım
noktalarını güncel pratikte de net olarak belirginleştirecek
bir pratik hattı seçimlere adaylar yoluyla katılmadan
güçleri oranında hayata geçirmeyi hedefliyorlar.
Barbar kapitalist düzenin ve partilerinin teşhiri,
devrim şiarının, devrimin örgütlendirilmesinin
somut ve tek yol olduğu düşüncesinin güncel gelişmeler
ekseninde (düzen partilerinin halk düşmanı yiyici
ve faşist niteliği, işsizlik, yoksulluk, yozlaşma,
ulusal hakların gasbı, Irak’a emperyalist saldırı,
Filistin halkının direnişi, vb) emekçilerin gündemine
sokulması seçim tavrımızın ana çizgisidir.
Öte yandan, bugün 1995 ve 1999 seçimlerinde olduğu
gibi, Mezopotamya’da gelişen devrim ve onun legal
uzantıları ve diğer devrimci güçlerle birlikte
devrimci bir eksende seçime katılma ve bir temsil
gücü yaratma imkanları sözkonusu değildir. Tutarlı
bir devrim ve sosyalizm yaklaşımından uzak olan
liberal, legalist partilerle ortak devrimci temsil
gücü yaratma ve devrimci politikaları eksen alan
bir çalışma yürütme imkanları bulunmuyor. Bu noktada,
nisbeten daha büyük bir nicel güçle yanyana durarak
devrimci çalışmanın gereksindiği duruştan kaçınmak
ve kendi gerçekliğini aşma hedef ve etkinliğinden
uzaklaşmak çabasından kaynaklanan politik siniklikten
ya da duygusal yaklaşımlardan uzak durmak kesin
biçimde zorunludur. Devrimci sosyalistler bu güçlerle
anti-faşist, anti-emperyalist mücadelenin zorunlu
kıldığı her durumda yan yana durmayı bilecektir.
Bu seçimler özgülünde bu partilerin anti-faşist,
anti-emperyalist propaganda yaptıkları gerçeğini
de dikkate alarak onlara oy verilmemesi yönünde
ajitasyon yürütmeyeceklerdir.
Ancak bu partilerin devrimci bir program ekseninde
yürümedikleri gerçeğinden hareketle bu partileri
destekleme veya bunların çalışmaları ile bir biçimde
ilişkilenme tutumundan da uzak duracaklardır.
Bu süreçte sekterimizin ifadesi olacak tutumlardan
uzak durmakla birlikte, tüm çalışmalarımızı, devrimin
örgütlendirilmesini ve devrimci savaşımı güncel
bir sorun olarak ele almayan ve bilinmez zamanların
işi olarak görenlerden kesin biçimde ayıracak,
devrimci hedeflerimizi somut olarak gösterecek
tarzda ele almalıyız.
Somut ifadeyle; devrimci sosyalistler hiç bir
partiye oy vermeyeceklerdir, destek ya da ittifak
ilişkisi içinde olmayacaklardır, legal sol parti
ve ittifaklara karşı duruşunda onları hedef tahtasına
çakan bir tutumdan uzak duracak, onlara oy verilmemesi
yönünde özel bir etkinlik geliştirmeyeceklerdir,
düzeni ve düzen partilerinin teşhiri ve devrimci
şiarların gündemleşmesini esas alan bir pratik
hat izleyeceklerdir.
Devrimci sosyalizm yolunu bütünlüklü bir devrimci
yenilenme zemininde gelişecek devrimci savaşçı
bir çıkış olarak çiziyor. Bu sürecin ana şiarlarından
biri olan “Tek Yol Devrimci Yenilenme, Tek Yol
Devrim” şiarının, yukarıda ortaya koyduğumuz noktalardan
hareketle seçim sürecindeki somut ifadesi;
“Düzen Partilerine Oy Yok! Tek Yol Devrim”dir
Hayatı yenileyecek olan devrimdir. Emperyalist
şarlatanların, satılmış kalemşörlerin bilinçlerde
yarattığı karanlık ve karmaşaya, legalist, liberal
solun pratiğinde ve söyleminde devrimin ulaşılmaz
bir hayal konumuna itilmesine vereceğimiz yanıt
ısarla “Tek Yol Devrim”dir. “Kurtuluşa Kadar Savaş”tır.
Bulunduğumuz her yer devrim seçeneğinin güçlü
biçimde gündemleştiği alanlara dönüşmelidir...
|