Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Çev: R. Yalın

Halkımıza,
Şanlı 1979 ayaklanmasının üzerinden 23 yıl geçti. Kahraman ve cesur Siahkal hareketinin ise 31. yıldönümündeyiz.
8 Şubat bizlere kahraman İran halkının 2500 yıllık monarşiyi devirdiği ayaklanmayı hatırlatıyor. 8 Şubat 1970 İran komünist hareketi için yeni bir çağın başlangıcı sayılabilir. Siahkal hareketinin tarihi, ABD emperyalizminin monarşist iktidarla girdiği destek ilişkisiyle başlar. Reformist solun (Tudeh Partisi) etkisi altında çaresizlik ve umutsuzluk tüm ülkeye hakim olmuşken, Siahkal ormanlarından başlayan İran Halkının Fedai Gerillaları Örgütü (İHFGÖ)’nün devrimci halk protestosu yayılarak yeni bir aydınlanma çağının kapısını araladı. Sonunda, halkın sınıfsal sömürü altında ezilmesi ve İHFGÖ’nin sarsılmaz azmi halkın bastırılmış sınıf bilincini açığa çıkardı. Savaşçı gruplarla birlikte silahlı mücadelenin devrimci çizgisi örgütlenmeye ve gel işmeye başladı. Yer altı faaliyetleri toplumun değişik kesimlerine yayılarak devam etti. İran’daki monarşist rejimi deviren 11 Şubat 1979 ayaklanması çok daha önceden başlatılan mücadelenin bir ürünüydü.
Bu iki tarihsel olayı devrimci güçlerin hiçbir talebinin hayat bulmadığı koşullarda anıyoruz. Geçmişe oranla halkın sosyo-ekonomik yaşantısı çok daha fazla kötüleşmiştir. Monarşist rejim devrilse de, yerini alan İran İslam Cumhuriyeti çok daha acımasız ve gerici bir çizgi izledi. Yeni rejim, ekonomik cephede sosyo-ekonomik yapının en gerici biçimlerini destekledi. İslam devletinin önde gelenleri kapitalizmin temel fikirlerini ekonomik ilkelerinin köşe taşı olarak kabul etmelerine rağmen aslında tamamen geleneksel ticaret sektörünü benimsediler. İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri imalat ve sanayi sektörleri devletin baskı politikalarıyla birlikte hareket etmiş ve devlet içindeki karışıklıklarda yer almış olsa da iktidar, geleneksel ticaret kesiminin ellerinde tekelleştirilmiştir.
Böyle bir durumda İran’daki İslami rejim, toplumu sadece gerçek bir ekonomik kalkınmadan mahrum bırakmakla kalmayıp aynı zamanda her türlü teknolojik ve bilimsel gelişmenin de önünü kesmiştir.
Tüm iç karışıklıklarına rağmen rejimin bu iki bileşeni de halkın muhalefeti ile karşılaştıklarında her zaman birlikte hareket etmişlerdir. Son yirmi üç yılda ne zaman devlet tehlikede olsa devletin tüm bileşenleri birbirine daha da yaklaşır. Bunun nedeni, bir kriz halinde tüm bileşenler arasındaki bağlantıları ayakta tutan güçlü ekonomik ilişkilerdir. Bu iki bileşen, birbirlerinden etik ya da moral değerler açısından değil, farklı iki ekonomik sektöre dayanmaları bakımından ayrılırlar. Ekonominin bu iki biçimindeki iç çelişkilerden dolayı politik farklılıklar yapısal çatışmalar olarak kendini açığa vurmaktadır. İktidara geldiğinden bu yana Hatemi’nin konuşmaları boş ve kısır demeçler paketi olmuştur. Eğer Hatemi ve çevresi, İslam Cumhuriyeti’nin ürünü olan kuralları izlemek arzusunda olsalardı; bu rejim daha ilk günden aynı kuralları çiğnemezdi.
Emperyalizmin sözcülerinin yorumlarının tersine şu an iktidarda bulunan iki yapı arasında gerçek bir fark yoktur. Her iki yapının da tüm varlığı İslam Cumhuriyeti’nin devam etmesine dayanmaktadır. Her iki yapının da yönetim biçimi ve adaletsiz politikaları, kaynakların paylaşımı ve diktatörlüğün uygulanma biçimleri konusunda tutuştukları savaş dışında iki bileşen arasında gerçek bir fark olmadığını göstermiştir.
Bu yapılar için dini inancın esasları her zaman aynı olmuştur. Her iki yapı için de halk hareketlerinin bastırılması ve aynı dini inançların paylaşılması söz konusudur. Halk ve devrimcilerin muhalefetinin bastırılması gerektiğinde her zaman birleşebilmişlerdir. Üzüntü ve endişeleri, mutluluk ve hayalleri her zaman aynı olmuştur. Evrensel inançları ve dış dünyayı değerlendirme çizgileri hep aynı olmuştur. İç politika malzemesi olarak demokrasi ve sivil toplumun kurulması kendi aralarındaki tartışmalarında bir korkutma taktiği olarak dile getirilen düzenbazlıklardır. Bu konuşmalar bazen halk muhalefetinin bastırılması için ya da devlet içindeki yapıların hilekar vaatlerin konusu olarak kullanılır. Dış politika cephesinde: “uygarlıklar arası diyalog”, ifade özgürlüğü ve özgür düşünce gibi laflar Hatemi’nin Batılıları hoşnut etmek için yaptığı şirinlik gösterileridir. Aslında bu tür jestler, batılı güçlerin kendi ülkelerinin kamuoyuna karşı bunu kullanmasına ve böylece insanlık tarihindeki en zalim devletlerden biriyle girdikleri ilişkiyi meşrulaştırmalarına yaramaktadır. Genelde kapitalist dünyanın ekonomik krizleri diktatörlük fikrini yaygınlaştırabilmekte ve zorba rejimlerin yaşamasına yardım etmektedir. Bölgesel savaşları kışkırtmak ve tüm dünyada bölgesel krizler yaratmak sömürgeci güçlerin her zaman gündeminde olmuştur. Bu planlara dayanarak diğer ülkelerin iç ilişkilerine karışma hakkını kendilerinde görmektedirler. Önce hükümetlere karşı içerde bir muhalefet “icat ederler” ve daha sonra kendi “azgın” diktatörlerini ve kuklalarını devirirler. Bush ve Cumhuriyetçi takımının seçilmesinden sonra ABD’nin İran’a karşı tutumu değişti.
Bir yandan petrol şirketi temsilcilerine “gizli görevler” vererek İran devletinin başını çekenlerle ekonomik ve politik anlaşmalar yapmaları için ziyaret izin tanırlarken diğer yandan da, güvenlik sübapı ve panik politikası taktiğini yerine getirmek için “papaz” kartlarını oynayarak ölmüş şahın oğlu Rıza Pehlevi’yi muhalif güçlerin lideri olarak gösteriyorlar. Bu, yurtdışından yayın yapan radyolarda şahın oğlunun kapris ve arzularıyla absürd bir biçimde tanıtılması ve yansıtılması biçiminde yapılıyor. Geçen 23 yıl içersinde İslam Cumhuriyeti’ne karşı ciddi herhangi bir eylemde bulunmamış olan Rıza Pehlevi şimdi tahtını, kılıcını ve ailesinin kraliyet tacını yeniden ele almayı düşünüyor ve üstelik bütün bunları “halkın arzusu”ymuş gibi gösteriyor.
Rıza Pehlevi’nin etkinlikleri taraftarlarını gülümsetmekten ya da muhalif güçler arasında alaya yol açmaktan daha ileriye gidemedi. Ama Pehlevi’nin sözleri öyle bir yansıtılmaktadır ki, herhangi biri onun koyu bir muhalif olduğunu ya da halkın sahiplendiği bir lider olduğunu düşünebilir. Afganistan’daki gelişmelerden sonra ABD’nin öneri ve baskılarıyla Zahir Şah’ın geri dönmesi, Pehlevi’yi monarşist rejimi ABD’nin yardımıyla restore etmesi için heveslendirdi. Rıza Pehlevi ve Amerikalı akıl hocaları, İran’ın geleceği için bir politik sistem olarak kraliyet fikrinin tarihsel kostümlere bağlı olduğunu daha iyi biliyor olmalılardır. Bu tarz rejimlerin portresi ne kadar iyi yapılırsa yapılsın, saraylıların özel imtiyazları ya da taç, taht ve diğer bütün ıvır zıvırlar olmadan devam ettirilecek bir “kraliyet”le İran halkını aldatmak mümkün değildir.
Şah diktatörlüğü bir Amerikan darbesinin sonucuydu. Bu rejim, Batının özellikle de ABD’nin desteklemesi ve arka çıkmasıyla İran halkı üzerinde geri döndürülemez tahribatlar bıraktı. Evin, Ghezel-Hessar, Ghezel-ghale, Shiraz’daki Adel-Abaad ve Tahran’daki dehşet verici cezaevlerini inşa edenin şah olduğunu İran halkı unutmamıştır. Humeyni’nin işkenceyi Şah rejiminden miras aldığı da bir gerçektir. Şahın görevlileri Fardoost ve Ghara-Baghi gibileri bu korkunç cezaevlerinin ve işkence sistemlerinin yenilenmesine yardım edenlerdi.
Şimdiki rejimin resmi görevlisi olan Ayetullah Muntazeri, yakın zamanda bu olgulardan bazılarını açığa çıkardı. Yeni basılan politik anılarında Ayetullah Muntazeri, 1979 ayaklanmasından birkaç ay önce gizli polis teşkilatı SAVAK’ın şefi Moghadam’le görüşmesinden bahsediyor. Bu görüşmede Moghadam hararetle şunları öneriyor: “Bu yıllar içersinde çok değerli dersler çıkardık, komünistlerin faaliyetinize sızmasını önlemek için dikkatli olacaksın. Sizin ayaklanmanız kutsaldır ve saygı duyarız ancak bu komünistler sizi arkadan bıçaklayabilirler, dikkatli olun. Sizin eylemleriniz din için ve dini güçlerin sizin tarafınızda olması oldukça iyi bir şey. Bağışlardan elde ettiğiniz paralarla dini ve ekonomik kurumlar inşa edebilirsiniz. Bu yolla sadece ana paranızı korumuş olmakla kalmayacak, ayrıca başka dini okullar da kurabileceksiniz.”
Bu olguların yanı sıra, Rıza Pehlevi babasının hükümdarlığının son günlerinde Kraliyet Meclisi’nin yeni rejime devredilmesini önerdiğini elbette hatırlayacaktır. Benzer bir mesajı Ayetullah Talagani üzerinden Humeyni’ye ileten haberciler hala hayattalar. İslami Cumhuriyetin 23 yıllık bu tarihsel olguları sıralandığında, kraliyetin gerçek mirasçısının İslam Cumhuriyeti olduğunu saptamak zor olmayacaktır. Gizli polis teşkilatı SAVAK’ın şefi Moghadam’ın açık tavsiyeleri Şah’ın ve ABD’nin izni olmadan yapılamaz. Yaşamının son anlarında Şah rejimi, baskıcı kapasitesinin yeniden kullanılabilmesi için ısrarla devlet aygıtını “yetenekli” bireylere devretmeye çalıştı. Aslında din ve kraliyetin barış içinde bir arada yaşamalarının tarihsel kökenleri vardır ve genellikle kapitalizmin ortak dünyası bu ikisi arasındaki kopuklukları gidererek birbirine bağlar. İmamlar ve müritlerinin her zaman krallarla kucak kucağa olması çok da anlaşılamayacak bir şey değildir. Rıza Pehlevi’nin düzenbazca ifadelerinin Bush’un başını çektiği Cumhuriyetçilerin emirlerine uymak için “ince” bir hürmet olarak algılanması bu bağlamdadır. ABD, canının istediği anda Rıza Pehlevi’yi bir kukla gibi kenara atabilir.
Dünya her geçen gün çok daha karmaşıklaşıyor. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra ABD kendisini dünyanın tek “kral”ı olarak görmeye başladı. ABD emperyalizmi, “insan hakları” ve “terörizme karşı savaş” adı altında zorba ve diktatörce eylemlerin her türlüsünü gerçekleştiriyor. ABD, 11 Eylül’ü bahane ederek güçlerini her gün dünyanın bir çok köşesinde konuşlandırıyor. ABD, devlet terörünün ve diktatörlük rejimlerinin en güçlü destekçisi olduğu halde, hala kendisinin “terörizme karşı savaştığını” iddia edebiliyor.
ABD, İsrail’de Şaron’un canice politikalarının en ciddi destekçilerinden biridir. ABD İsrail devletini kayıtsız şartsız desteklerken, milyonlarca Filistinli en vahşi ve acımasız yollarla her gün kendilerini hedef alan İsrail tarafından bombalanıyor; zorla yurtlarından sürülüyor. ABD 35 yıldır Filistin’i işgal etmiş ve halkının diğer uluslarla eşit temeller üzerinde birlikte yaşamasını istemeyen bir rejimi desteklemektedir. Yahudiler tüm dünyaya dağılmış ve farklı ülkelerde yaşıyor olsalar bile Filistin’i işgal ederek Yahudilerden başka kimsenin yaşayamayacağı bir ülke kurdular. Filistinlilerin sessiz kalmalarını ve savaşmamalarını kim isteyebilir ya da otuz yıldan fazladır süren İsrail’in işgaline hangi ahlaki kriterlerle göz yumulabilir. Filistin halkı her yol ve yöntemle mücadele etme hakkına sahiptir ve Filistinliler, tüm özgürlük savaşçılarının desteğine sahiptir.
ABD uzun bir süredir uluslararası politikada başka ülkelerin işlerine karışma hakkını kendinde görüyor. Bir gün, petrol şirketlerinin çıkarları için Molla Ömer adında biri Afganistan halkının başına getirilebiliyor ve Bin Ladin’e daha fazla Rus öldürmesi için milyonlarca dolar silah ve para sağlanabiliyor. Bir başka gün bireysel bir terörist, Bin Ladin, “ulaşılamaz” oluyor ve ABD diğer tüm ülkelerin kendisiyle teröristleri öldürmesi ve yok etmesi için işbirliği yapmasını bekliyor; aksi takdirde bu ülkelerin de Bin Ladin ve Molla Ömer ile birlikte suçlu olduğu varsayılacaktır. Eğer günün birinde gerçekten bir yargılama olursa, ABD’nin bütün suçların sorumlusu olduğu anlaşılacaktır.
Afganistan’da “terörizme karşı savaş” adı altında girişilen savaş Afgan halkının çıkarı için değildir. Ayrıca, ABD’nin zafer kazandığı da doğru değildir; bu yalnızca bir propaganda savaşıdır. ABD’nin Afganistan’daki işgaliyle birlikte tüm köy ve kasabalar imha edildiği halde nasıl oluyor da Bin Ladin ve Molla Ömer’e ne olduğu ve nerede oldukları bilinmiyor? Tüm bunlar Amerika’nın hedeflerine ulaşamadığını ve ortada bir zafer olmadığını gösteriyor. Amerikalıların “Afganistan’da zafer” çığlıkları, 11 Eylül’den sonra yenilgi psikolojisiyle ortaya çıkan moral bozukluğunun ortadan kaldırılması için uydurulan içe dönük bir sömürüdür. Eğer ABD Afganistan’ı bombalamayı durdurmazsa er ya da geç yeni kuklası Hamid Karzai’nin bile yenilgiyi kabul etmesinden başka bir seçeneği kalmayacak ve kamuoyunun artan baskısıyla tasfiye olacaktır.
Afgan Hükümetinin kabile çatışmalarını kışkırtması bir süreliğine savaş ağalarının desteğini sağlayabilir ancak Afgan halkını Peştunlar, Tacikler, Hazaralar, Özbekler şeklinde bölmek gerici bir düşüncedir ve uzun vadede yeni Molla Ömerler ve Bin Ladinler yaratacaktır. Avrupalılar sınırlarını kaldırıp ekonomilerini büyütmek için tek para birimine geçerken bir yandan da Afganistan için reçeteler yazıyorlar. Avrupalılar, Afgan liderlerini finanse ederek Peştunlar, Tacikler, Hazaralar ve Özbekler arasındaki çatışmaları kışkırtmaları için yardım ediyorlar ve böylece Batı’nın çıkarlarının zarar görmesini önlüyorlar.
Afganistan’daki savaşın amacı Molla Ömer ya da Bin Ladin’in yakalanması değildi. Petrol şirketleri tarafından yazılan ve yönetilen bu senaryo Bush’u iktidara getiren azınlığın senaryosuyla aynıydı. Eğer amaç Taliban rejimini devirmekse o zaman neden savunmasız Afganistan köyleri sürekli bombardımana tutuldu? Molla Ömer’in dağlarda kayboluşu konusuyla Irak’a saldırılması ya da İran’ın, Kuzey Kore’nin tehdit edilmesi arasında ne gibi bir ilgi olabilir? Bush tarafından yapılan tehditler, tüm komploların arkasında uzun zamandır Hazar denizindeki petrol rezervlerine göz diken aç gözlü Amerikan petrol şirketlerinin olduğunu gösteriyor. Basra Körfezi’ndeki gibi Hazar denizi petrol rezervlerine de el koyabileceklerini düşünüyorlar. Bu yolla eski Sovyet cumhuriyetlerini daha fazla denetim altına alabilirler. Kapitalist dünyanın lideri olduğunu düşünen Amerika, şimdi de savunma bütçesindeki yaklaşık %15’lik artışla daha fazla bölgesel savaşlar için hazırlanıyor. Bu tür hazırlık ve saldırılar ancak militarist ve faşist bir çerçevede değerlendirilebilir.
Amerikan politikasını yönlendirenlere göre “insan hakları”, tüm dünyada ABD’nin çıkarlarını savunmak anlamına gelmektedir. Bush, Afganistan’a savaş ilan ettiğinde bunun gerçek bir savaş olduğunu söylüyordu. Ama Taliban rejiminin devrilmesinden sonra ABD, uluslararası yasaları çiğneyerek tutukladığı insanları Guantanamo üssüne götürdü ve bu insanların politik tutuklu ya da savaş esiri olmadıklarını iddia etti. Bu tür davranışlar, ABD’nin dünyanın geri kalan kısmından imtiyazlı bir muamele beklediğini gösteriyor. Sonuçta, ABD tarafından dile getirilen “insan hakları” söyleminin, kapitalist tekellerin çıkarlarının korunmasından başka bir anlamı yoktur. Bu gibi bir durumda İran devrimci ve ilerici güçlerinin içinde bulunduğumuz koşullara daha eleştirel yaklaşmaları ve birleşmeye çalışmaları gereklidir. Bu güçler birleşerek İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı mücadele etmelidirler. Son aylarda İsfahan, Rasht ve Tahran’da gerçekleşen işçi ayaklanmaları yanı sıra en son olarak Tahran ve diğer kentlerdeki öğretmen gösterileri halk mücadelesinin yükseldiğinin açık kanıtlarıdır. İran halkının İslam Cumhuriyeti’ni devirmesi ve silahlı mücadele yoluyla demokratik bir yönetim kurulması için başka herhangi bir sol alternatif yoktur. Bunu gerçekleştirebilmek için birleşmeliyiz.

İran Halkının Fedai Gerillaları Örgütü
(İHFGÖ)


 

 

İran devrimci
hareketinin tartışmasız en önemli hareketi olan Halkın Fedaileri’nden 4 ayrı metni bu sayıda sunuyoruz. Derlememiz, 1971’deki tarihsel OIPFG bildirilerinden biriyle başlayıp “Çoğunluk” ve “Azınlık” gruplarının temel yazılarıyla devam ediyor. Ancak bu metinlerin de Fedayin hareketinin güncel durumunu ve bölünmüş yapısını tam yansıttığını düşünmüyoruz. Okurumuz, bu
eksikliği gözetmelidir.

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul