Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Y. Salih

“Türkiye”ye gelince: Bu konuda iki hususu vurgulamak istiyorum. Birincisi ülkemizin oluşturulan gelişmiş ülkeler cephesinde yer almış olmasıdır. Bundan memnunluk ve ferahlık duyuyorum. Çünkü böylece ülkemizin her yönden gelişip ilerlemesi, “muasır medeniyet seviyesine ulaşması” kolaylaşmış olacaktır. Bunun nedeni, Türkiye’ye yardım edebilecek durumda olan ülkelerin bize karşı duydukları güvensizlikleri ortadan kalkacak ya da azalacaktır. Böylece son zamanlarda gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkeler arasında hızla açılan ve derinleşen uçurumun zenginler tarafında kalmamız sağlanmış olacaktır. Bu da insanlarımızı, çocuklarımızı okutamamanın, doktora götürememenin, iyi besleyememenin, iş bulamamanın, pasaportuna vize alamamanın ve daha nice çaresizliklere katlanmanın sıkıntı ve utancından kurtulmasını sağlayacaktır.”
Bu satırlar sizce kime ait olabilir?
Mesut Yılmaz olabilir mi örneğin? Ya da Çevik Bir? Veya Ertuğrul Özkök, Hüsamettin Özkan, Şevket Yahnici olabilir mi?
Tabii ki hepsi olabilir; ama değil, eğer böyle tahminler yaptıysanız, yanıldınız.
Bu satırlar, tanıdık birine, Türkiye sosyalizminin hatırı sayılır “eski tüfek”lerinden Sadun Aren’e ait. M. Çayan’ın ilk yazılarını okuyanlar hemen hatırlayacaktır, hani şu ta 1969’da Ereğli’deki tartışma toplantısına geleceğim deyip de gelmeyen Sadun Aren! Uzun yıllar TİP yöneticiliği yapmış ve bir dönem adı bu partiyle birlikte anılmış, şimdilerde ÖDP içinde siyaset eyleyen Sadun Aren, 11 Eylül eyleminden bir süre sonra, 28 Ekim 2001’de Cumhuriyet Dergi’de konuyla ilgili görüşlerini açıklıyor.
Mideniz kalkıyor mu, içiniz bir tuhaf oluyor mu yukarıdakileri okuyunca? Olmasın.
Az sonra anlaşılacağı gibi, biz Sadun Aren’le doğrudan ilgili değiliz aslında; yaşlı insanları bu saatten sonra üzmek gibi de özel bir derdimiz yok. Nasıl geçmişi keyfine göre “hatırlayıp” kafasının estiği gibi Kızıldere yazıları döktüren M. Belli ile artık uğraşmak gerekmiyorsa, Aren Hoca’nın yazdıklarını da özel olarak dikkate almak gerekmiyor. “Aren Oportünizminin Niteliği” gibi yazılar, şimdilerde bizi yalnızca, içeriğindeki ders verici çözümlemeler bakımından ilgilendiriyor, eleştirilenin kimliği bakımından değil. Ama az sonra anlatmaya çalışacağımız gibi Aren, aslında şimdi ve şu anda çok yaygın bir “sosyalist” tipinin duygularının çok cesur bir ifadesini ortaya koyuyor ve yazdıkları da bu açıdan önemli.
Yoksa, aslında yukarıdakiler üzerine özel olarak söylenecek bir şey yok. Her şey son derece açık görünüyor. Bir “sosyalist”, ülkesinin emperyalist saldırganlığın kampında yer almasından “memnunluk” ve “rahatlık” duyuyor! Çünkü böylece, biz, gelişmemize yardım edebilecekler cephesinde yer almış oluyoruz. Ecevit’e yönelik olarak yapılan “asker karşılığında para dileniyorsunuz” eleştirisini tamamen boşa düşüren büyük bir “sosyalist” adım! Fazla söze ne gerek, gerçekten de hangi mal sahibi hizmetçisine üç kuruşluk yardım etmez ki; hem onca yıldır devrimcilerin sosyalistlerin gereksiz yere protesto ettikleri emperyalist bağımlılık ilişkilerinin ülkemizi nasıl geliştirip “muasır medeniyet seviyesine” eriştirdiğini inkâr edebilir miyiz?
Ve gerçekten, niye şu çulsuzların, baldırıçıplak serserilerin tarafında kalalım ki; zenginlerin yanında olmak her zaman iyi bir şey değil midir? Onların sofralarının kırıntıları bile bize yeter; oysa öteki tarafta sofra yok ki kırıntı olsun, herifler düpedüz aç ve sefil, doğru dürüst dil bile bilmeden, dünyadan bihaber, “kart-kurt” deyip gidiyorlar. Biz niye onlarla birlikte olalım ki? Birazcık zalim de olsalar, bütün bu yoksulluğun sebebi de olsalar güçlülerin tapınağına yüz sürmek varken? Gerçi çocuklarımızın okullarını kulübeye çevirenler, elimizden ekmeğimizi alanlar, ilaç tekelleriyle kanımızı kurutanlar, vizeyi bırak pasaport almamızı önleyen polisimizi eğitenler yine onlar olabilir tabii ama olsun, belki daha yakın olursak, kimbilir..?
Her şey kötü bir şaka gibi görünüyor ama durum aynen böyle... Ama hemen de haksızlık edilmemeli; bütün bunlar sosyalizmle ilgili aslında. Yazının ta en başında, “yanlış anlaşılmamak” için “sosyalizm” anlayışını da ortaya koyuyor Aren:
“Marksizme göre sosyalizm, kapitalizmden sonra gelecek olan, ondan daha üstün ve gelişmiş bir toplum düzenidir. Bu düzen, kapitalizmin kendisiyle birlikte geliştirdiği insanlar tarafından gene kendisiyle birlikte oluşan toplumsal yapılar üzerine kurulacaktır. Sosyalizmin tarih sahnesine kapitalizmden sonra çıkacak olmasının nedeni ve anlamı budur. Böyle olunca, çağımızda sosyalistlerin görevi, izleyecekleri yeni yol, ülkelerindeki kapitalizmi geliştirmek ve onu en hızlı biçimde sosyalizme dönüştürmektir. Bundan ötürü ülkemizin gelişmiş kapitalist ülkeler safında bulunmasını ve bu doğrultuda gelişmesini olumlu bulmak sosyalist olmakla çelişmez...”
Sadun Aren, sosyalizmin yeni yolunu çiziyor! Gerçi o, daha ta ne zaman, memleketimize Demokratik Devrim’in değil, Sosyalist bir devrimin (tabii ki parlamenter yoldan olmak kaydı şartıyla!!) gerekliliğini söylemiş ve o vakitler bir yol çizmişti önümüze. Böylece “Demokratik Devrim”den söz edenleri de kolayca “sosyalizm”in dışına doğru iteleyivermişti. Ama şimdi durum değişmiştir, şimdi bir adım daha atıyor ve bu kez önümüze, şüphesiz “durumdan çıkarılmış” yeni bir “vazife” koyuyor: Kapitalizmi geliştirmek ve emperyalist kamp içinde yer almak! “Aren sosyalizmi”nin yolu başka nasıl açılabilir ki!
Hem bunun ülkemiz bakımından tarif edilmez başka faydaları da var:
“Daha birkaç yıl önce [irtica güçlerinin- S. Barikat] bir süre iktidara tırmandıkları ve 28 Şubat kararlarıyla buradan güçbela uzaklaştırıldıkları unutulmamalıdır. Ancak bu son terör olayında ülkemizin ilerici-gelişmiş cephede yer almış olması, irticai harekete ağır ve kapsamlı bir darbe olmuştur. Çünkü artık irticanın karşısına yalnız Türkiye’deki laikler değil, fakat yukarıda değindiğim gibi tüm gelişmiş ülkeler çıkacaktır.”
“İlerici”lik kavramını biz böyle bilmezdik ama olsun, demek dünya değişiyor ve Sadun Hoca da değişime ayak uyduruyor. Sincan’daki “balans ayarı” ve 28 Şubat hamlesi, böylece artık bütün kapitalist dünyanın onay verdiği bir ilerici gelişme haline geliyor ve “sönüp gidecekler” diyor Sadun Aren İslamcılar için. Bunun için de çok memnunluk verici bir kanıtı var: Afganistan’a asker gönderilmesi kararına ne mecliste ne de sokakta bir tepki olmadığına göre, diyor... İyi, işler yolunda!
Bir ülkenin, dünyanın efendileri için gencecik çocuklarını çöllere sürmesine o ülkede ciddi bir tepki olmaması, onursuzluk değil, gericilerin tasfiyesidir!
Zaten öyle görünüyor ki, Sadun Aren, asker gönderilmesine de karşı değildir; pek yakında Irak cephesine de gönüllü yazılması pek muhtemeldir; ama elbette “garp cephesi”nde yer almanın bazı bedelleri olacak. Ölümler, yaralanmalar, batılılaşma zayiatları... Hatta Taliban esirleri bakımından düşünüldüğünde, Guantanamo’ya ne zahmet, “ilerici” müttefikimiz ABD, niye işkenceli sorguları Edirne F Tipi’nde yapmaz ki? Böylece “muasır medeniyet seviyesi”ne varmamız için gereken yardımın bir bölümü de gardiyanlık ücreti olarak oradan gelemez miydi sanki?
Peki, Tora Kalesi katliamı nasıl bir şeydir? Duvar kenarında kıvrılmış cesetlerin kokusu nasıldır? Afgan ve Iraklı çocukların gözlerindeki açlığın rengi var mıdır?
Ama ne gerek var bu sorulara!
Bütün Amerikan soytarıları, “gelişmiş ülkeler” cephesinde yer almış tecavüzcü generaller, molla kalıntıları, Afgan halkının yıllardır kanını emmiş şah eskileri... Hep birlikteyiz işte ve “muasır medeniyet” cephesindeyiz!
Aren’in mantığı böyle işliyor.
Ve o mantık, emperyalist kamptan beklentilerini de buna göne biçimlendiriyor. 11 Eylül olayının ABD’deki muhtemel etkileri üzerine tahminlerini sıralarken her şey artık iyice gülünç ve acıklı olmaya başlıyor.
Örneğin olayın ABD içindeki muhtemel etkilerinı sayıyor Aren; “İçe dönük etki, esas olarak, Amerikan halkının değer yargılarını, yaşam biçimlerini, yabancılara bakış açılarını, ekonomik ve hukuksal sistemlerini baştan aşağı tartışmaya ve gözden geçirmeye açmaları konularında olacaktır.”
Evet, tam da öyle oldu... 11 Eylül’ün yıldönümünde gördüklerimiz aynen bunlardı: Daha yoğun ırkçılık, yabancılara dönük daha çok aşağılama, daha paranoyak anti-demokratik yasalar...
Dışa yönelik etkiler ise şöyle olabilirmiş:
“Birincisi, azgelişmiş ülkelere daha çok yardım yapılması ve bu yardımların etkinliğinin artırılması yönünde olabilir. İkinci yön de, büyük olasılıkla, tüm dünyada terör örgütlerine ve teröre kaynaklık edebilecek tüm örgütlenmelere ve fikir oluşumlarına karşı sert önlemler almak biçiminde olacaktır. Bu sonuncu işlevin BM örgütü tarafından üstlenilmesi kuşkusuz daha doğrudur.”
Evet, tam da böyle oldu... Gerçekten de 11 Eylül sonrasındaki bir yılda yoksullara daha çok yardım etmeye başladılar; silah, barut ve kanla... Cenaze hizmetleri sektöründe büyük bir patlama yarattılar tüm dünyada; o kadar ki, 11 Eylül’den bugüne dek İsrail gibi taşeronları da kullanarak yakaladıkları ölü skoru, çoktan İkiz Kuleler’deki skoru aştı.
“Terör örgütleri”ne ve hatta onların “fikir oluşumları”na bile yönelen gaddarlık konusunda da epey mesafe alındı bu arada. Elbette, Aren’in buna itirazı yok, hatta o, bu yeni faşist dalgayı BM’nin yönetmesinden yana, ama neylersin ki dünyanın efendileri, geri ülkelerdeki imane gelmiş eski sosyalistleri çok ciddiye almıyorlar!

“Sosyalizmin” Beyaz Olanı...
Başta da dediğimiz gibi, mesele aslında Aren meselesi değildir. Mesele, Aren’in bu ülkede sanıldığından çok daha yaygın olan bir “sosyalist” türünün gerçek düşüncelerini ifade ediyor olmasıdır. “Gerçek” vurgusunu özellikle yapıyoruz; çünkü bu tip kendi gerçek düşüncelerini asla Aren’in yaptığı ölçüde bir cesaret ve açıklıkla ortaya koymaz. Mızmızlanır, laikliğe sarılır, “kör terör”den yakınır, en iyi hallerde uzaktaki gerillayı ve Che posterlerini sever de yakındaki gerillaya söver, vs. vs. Ama düşüncelerini de bu kadar açıkça ortaya koymaz. Aren’in yaptığı, bu anlamda, belki de cesaret sayılabilir.
Ama onlar, çok yaygındırlar aslında.
Sarışın “sosyalist”lerdir onlar!
Eğer hayatınız boyunca devrim diye bir derdiniz olmamışsa, ondan, daha doğrusu “aşırı ve hızlı” olan her şeyden tiksinti duymuşsanız, bu noktaya gelirsiniz. Özellikle Doğu’ya baktığınızda, orada her şey size karanlık ve karmaşık görünür, esrarlı, tuhaf... Bir alay çulsuzdur onlar, doğru dürüst donu olmayan, ayakları kokan, yürümesini bile bilmeyen, acaip sakallarını sıvazlayıp bağıra bağıra konuşan bir sürü baldırıçıplak... Oysa öbür tarafta, tam da yıllardır sizin tanımınıza uyan efendi batılılar vardır. Beğenirsiniz onları. Kendinizi onlara yakın hissedersiniz...
Bu, ilk aşamadır. Daha sonra sıra, ülkenize, hatta yaşadığınız kente gelir. Orada da varoşlar vardır, konfeksiyon atölyelerinin kaba saba çocukları, dil bilmez kadınları, onların dizginlenemeyen öfkeleri vardır... Onlar tuhaftırlar, 1 Mayıs gösterisinde örneğin, iki arkadaşları gözlerinin önünde katledilince, bundan hiç etkilenmeden mitingi bitirip evlerine gitmek yerine sağa sola saldırırlar, bir alay ipsiz sapsız “ruh hastası” çocuklardır işte...
Onları da beğenmezsiniz giderek, siz “sarışın”sınızdır çünkü; “beyaz”sınızdır. “güngörmüş bir burjuvazi” ile “zemzemle gusüllenmiş bir proletarya” arasında nizami bir seçim yarışı olursa ne ala, olmazsa size Beyoğlu kaldırımları da yeter, temiz insanlar, “gelişkin” beyler ve hanımlar da yeter.
Tuhaf “sosyalist”lerdir onlar.
Lenin’e her baktıklarında onda bir Narodnik gören II. Enternasyonalcilerin soyundan gelirler. “Sosyalizm kapitalizmden sonra gelir” doğrusundan “öyleyse kapitalizmi desteklemek gerekir” eğrisini çıkarabilecek kadar Avrupa-merkezlidirler. Bolşevikleri hiç sevmemişlerdir, hele insanoğlunun çekik gözlüsünden hiç hazzetmezler, dün ağız dolusu sövdükleri Che ve yoldaşlarına bugün ihtiyatlı bir hayranlıkla yaklaşsalar da aslında insanın sakallısı ve silahlısından nefret ederler, yalnızca Batı’dan doğan bir güneşleri vardır çünkü ve ona tapınırlar.
Bu yüzdendir ki, bir vakitler M. Çayan’la yaptıkları “sosyalist devrim” polemiği de görüntüseldir; gerçekte “devrim mi parlamentarizm mi” biçiminde yürüyen, esas zemini orası olan bir tartışma, kendi ekseninden kaymıştır aslında.
Ağırkanlı “sosyalist”lerdir onlar.
Hızı sevmezler. Hiç sevmezler.
Onların sarsak adımlarına uymayan kim varsa, “goşist”tir, “maceracı”dır, vesairedir. “Gelişmiş ve ilerici ülkeler” cephesinde yer aldığından kuşku duyulamayacak olan İsrail işi biraz azıtınca gerçi boyunlarına poşu sardıkları da olur, ama bu korkunç katliamlardan Filistin’li çocukların öfkesi ve şiddeti doğduğunda hemen geriye çekilip “kör terör”den bahsetmeye hazırdırlar. F Tipi’ne karşıdırlar, ama “çocukları kandırıp kullanan örgütlere” de lanet okurlar. Sanki kendileri kendi kadınlarına çok doğru davranırlarmış gibi, Talibanların kadınlara olan zulmünü “sona erdiren” “ilerici” cepheyi alkışlarlar; bizim inançlarımıza hiç uymasalar da en azından dürüstçe ölmesini bilen savaşçılara ise şu kadarcık saygıları yoktur, “sarışın” Yankee’leri onlara yeğ tutarlar her zaman. “Sosyalizm”le ve kutsal işçi sınıfıyla ne ilgisi vardır ki bütün bu “goşist”lerin?
Böyledirler... İşçi mahallelerinin yolunu çoktan unutmuş da olsalar, onlar işçi sınıfından hiç vazgeçmezler; ne zaman yoksulların öfkesinden ürkseler o zaman “sınıf” akıllarına gelir.
Çoğulcu(!) “sosyalist”lerdir onlar.
Bildiğiniz gibi bir “çoğulculuk” değildir ama bu. Onlar, birinci çoğul şahıs üzerinden konuşmaya alışmışlardır artık. Onların “biz”leri vardır. Ülkelerinden ve devletlerinden söz ederken, “biz” diye başlarlar söze; o “biz” kaç tane ayrı ayrı “biz”den oluşur, o kadarını kurcalamazlar. “Ülkemiz” derler örneğin, “ekonomimiz” diye devam ederler, “hukuk düzenimiz’, “ordumuz’ diye sürüp gider bu.
Örneğin, “ülkemize yardım edebilecek olan güçlerin bize karşı duydukları güvensizlik”ten söz ederler, Sadun Aren’in yaptığı gibi. Kime karşı “güvensizlik”? Bize! Biz kimiz? Örneğin Bağcılar’da oturan bir konfeksiyon işçisi ya da herhangi bir Çorum köylüsüyle emperyalistler arasındaki bir “güven” ilişkisinden söz edilebilir mi? Yok eğer emperyalizmle bu ülkedeki kuklaları arasındaki “güven” ilişkisinden söz ediyorsa, Aren bu ilişkiye kendisini niye dahil eder? “Biz”e ne bundan? Hem, “biz”im yoksulluğumuz, onların zenginliğinin nedeni değil midir zaten?
Ayrıca, dünyada yalnızca batılılar ve doğulular diye iki kamp olduğu ve “biz”im de bunlardan birine dahil olmaya mecbur olduğumuz kerametini kim yumurtluyor? Kolombiya dağlarından Güney Kore caddelerine, oradan Küba’ya ve Cenova sokaklarına dek uzanan “başka türlü” bir kamp da yok mudur dünyada?
Ama onlar “çoğulcu”durlar; dilleri “çoğul”dur. Konuşurken artık yalnızca ülkelerinin egemenleriyle birlikte hissetmezler kendilerini, uluslararası alanda da “zenginler” tarafında olmayı seçmişlerdir. Dalkavukluk ettikleri “zenginler kulübü” üyeleri bile daha sınıfsal bir dil konuşur ve “biz” sefillerle kendilerini asla bir tutmazlar ama olsun, bizim “sosyalist”lerimiz bir nice tavşandırlar ki, dağ onları umursamasa da kendi bildiklerini okumaktan vazgeçmezler.
Bitiriyoruz artık. Yeter... Baştan söylediğimiz gibi, derdimiz Aren değil. Zaten kendisi bu alıntıladığımız lazı noktasında da durabilmiş değil; daha sonra Hürriyet röportajında söyledikleri var ki, hiç okumamak daha iyi... Yani sorun Aren değil gerçekten. Ama Aren’in o ihtiyatlı kaleminden hernasılsa dökülmüş olan bu sözler, aslında Türkiye’deki yüzlerce “tuzu kuru” solcunun düşünceleridir.
Türkiye devrimci hareketi ise, yeni bir devrimci yoldan yürürken, artık bu kesimle bütün düşünsel bağlarını koparıp atmak zorundadır. Devrimci hareket, yalnızca yerel düzeyde değil, uluslararası bağlamda da sapın samana karıştığı bugünkü dünya manzarasını çözümleyecek, yolunu çizecek ve yeni bir enternasyonalizmin temellerini atacaktır ve bunu yaparken, kendini yanılsamalı kamplaşmalara mecbur hissetmeden doğru bildiği yoldan yürüyecektir.
Sadun Aren’e gelince. Yapılacak bir şey yok. Evimiz ayrı yolumuz ayrı.
Hem zaten Aren, 5 Temmuz 1969’da Ereğli’ye de gelmemişti. TİP Çankaya İlçe Örgütü üyesi Mahir Çayan ne kadar da beklemişti oysa...


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul