Aylardır seçime endekslenmiş olan bir ülkede
yaşıyoruz ve seçim süreçleri, her zaman, her devrimci
için politik gözlem ve deneyim biriktiren süreçlerdir.
Devrimciler, böyle dönemlerde kitlelerin ruh hali,
nelerden nasıl etkilendikleri, yaşamdan neler
bekledikleri üzerine çok şey öğrenirler. Bu, kimi
zaman, tehlikeli yanları da olan bir bilgidir;
derinlikli bir politik bakış açısıyla değerlendirilmediğinde
ampirik gözlemler yanıltıcı da olabilir çünkü.
Belli bir durum, kitlelerin “sağa yönelimi” olarak
algılanabilir örneğin; oysa olgunun bütününe bakıldığında
bu yönelimin soldaki alternatifsizliğin ürünü
olduğunu anlarız, vb....Ama böylesi riskler bir
yana, halk yığınlarının genel eğilimlerini anlamak
bakımından seçim ortamlerının yararı tartışılmaz.
3 Kasım’a kilitlenmiş olan bugünkü sürece baktığımızda
gördüğümüz en çarpıcı olgu ise şu: Artık Türkiye’de
hiçkimse, işi iyice edepsizliğe vurmamış olmak
koşuluyla hiçkimse, sosyalistlerin temelde haksız
olduklarını, mevcut sisteme iftira ettiklerini,
bugünkü rezillik çukurunun aslında onların iddia
ettiği kadar derin olmadığını söyleyememektedir.
Öyle ki zaman zaman medya ortamlarında legal sol
partilerin temsilcileriyle yüzyüze gelmek zorunda
kalan kaskatı burjuva politikacıları bile, işler
mevcut düzenin gerçekten iyi olup olmadığı noktasına
geldiğinde dumura uğramaktadırlar; çünkü gerçekten,
herhangi bir burjuva temsilcisinin bu konuda söz
söyleyecek mecali kalmamıştır, bu yüzden olsa
gerek, şu anda bizzat hükümet üyesi olanlar da
dahil soyguncu takımının hepsi neredeyse “yıkıcı”
denilebilecek bir ses tonuyla konuşuyorlar.
Kitleler açısından da durum aşağı yukarı böyledir.
Tarım, ücretler, fiyatlar, sağlık, eğitim, yolsuzluk,
yoksulluk, vb. vb... Sosyalistlerin ağzından çıkan
tek bir kelime bile itiraz edilebilir değildir
bugün. Aynı şekilde, herhangi bir sol yapının
programında, bildirilerinde söylenen çözüm yolları
konusunda da herhangi bir yoksul insanın itiraz
edebileceği tek bir nokta yoktur. Parasız eğitim,
parasız sağlık, yolsuzluğun ortadan kaldırılması,
vb...
Ama yine de bir problem var; o da şu: Kitleler,
yoksul insanlar, ezilenler, bütün bu iyi ve kesinlikle
doğru şeylerin yapılabileceğine, solun böyle bir
kudrete sahip olduğuna inanmıyorlar. Bu problem,
bazılarının sandığı gibi esas olarak bir “projesizlik”
sorunu da değildir. Solun, devrimci güçlerin,
programatik hedeflerini iyi tanımlayıp tanımlayamadıkları
belki ayrıca tartışılabilir ama sorun, örneğin
iyi bir kadronun hazırlayacağı ayrıntılı bir “sağlık
projesi”yle çözülecek gibi de görünmüyor; çünkü
her şeyden önce onlar, bütün bunları yapabilecek
bir gücün varlığını göremiyorlar ya da aslında
aynı anlama gelmek üzere bu gücün bizzat kendileri
olduğunu görmekte zorlanıyorlar.
Bu, trajik ve kritik bir noktadır. Kendisini besleyebilecek,
güçlendirecek bağları ancak kitlelerle ilişkisi
içinden sağlayabilecek olan devrimci hareket,
bu ilişkiyi kurma sürecinde gerekli olan önsel
güven bakımından zayıf bir noktadadır. “Suni denge”
kavramını duyduklarında ukalalık yapmadan duramayan
çokbilmişler, “eh bu işler zaten hep böyle olur”
diyebilirler tabii ama kazın ayağı öyle değildir;
her somut durumu “bu esasen milattan önce de vardı”
diye açıklarsanız, yöntem konusunda da “milat
öncesinde” kalırsınız ve fakat problem yine de
çözülmüş olmaz.
Bu, kritik bir noktadır; ama çözülemez değildir.
Devrimci sosyalist hareketimizin önüne koymuş
olduğu ve varlığını odakladığı yenilenme süreci;
bu sürecin programının “sürdürülebilir” kılacağı
temel ve tali mücadele biçimleri diyalektiği,
söz konusu düğümün çözülmesi imkânlarını içinde
barındırmaktadır. Böyle bir hedefe kilitlenmiş
devrimci irademizin, tıkanıklığı aşacak atılımı
öreceği ve yürüyüşünü taçlandıracağı konusunda
kuşku duymuyoruz.
Ama işte tam da bu nokta, yine kritiktir; çünkü
her şeyin bu düğümün çözülmesine bağlı olmasıyla
aynı düğümü çözecek gücün bugünkü bilinen atmosfer
içinde, bu atmosferin insanlarıyla örülmesi zorunluluğu
arasında da belli bir gerilim vardır. Yarın, bugünden
kurulacaktır; ama bugün de yarına ertelenebilecek
bir şey değildir. Geçen sayımızdaki “baraj yapımı”
metaforuna yeniden geri dönersek, kısa sürede
sonuç vermeyecek olan bir işe soyunmuş olan devrimci
sosyalist hareket, “kadro” denilen sorunun yakıcılığını
bugün her zamankinden fazla hissetmektedir ve
hissedecektir. Üstelik bugün söz konusu olan,
artık klasiklerdeki tamamen doğru kadro tanımlarının
da yetmediği bir derinlik noktasıdır ve devrimci
sosyalist kimliğin, ideolojik, kültürel, ahlaki,
vb. bütün yönleriyle kendini ortaya koyduğu ve
sürecin sıkıntılarına karşı koyarken “muhtaç olduğu
kudreti” bazen kalabalıklarda değil de kendi içinde,
bu kimliğin sağlamlığında aradığı bir durumu ifade
etmektedir. Ama bu sağlamlık ve arınma da, rehabilitasyon
ve terapi yolundan değil, yarı-anarşist adacıklardan
değil, tam da bugünkü toplumun çamurunun tam ortasında
sürdürdüğümüz yürüyüşümüzün kendisinden sağlanabilecektir.
“İnsan bir fikre hayati önem vermek için, o fikri
kendi derisiyle ve kemiğiyle duyacak biçimde hayati
bir uğraşma ve savaşma sonucunda benimsemiş olmalıdır”
diyor Hikmet Kıvılcımlı, ve ekliyor “insan, zannedildiğinden
fazla pratik ve daima iddia edildiğinden çok daha
materyalist bir hayvandır. Derisinin ve kemiğinin
karışmadığı bir fikre bugün göz koyup yarın kolayca
şapka çıkarabilir ve Allaha ısmarladık diyebilir...
Yarım ilgi yarım bilgi verir. Bu kaçınılmaz bir
kanundur.” Devrimci çalışma işte böyle bir “tam
adanmışlık” sorunudur ve ancak o zaman, ancak
böyle bir kimlikle gerçekten yukarıdaki gerilimin
hakkından gelinebilir. Tarihin hiçbir döneminde,
hiçbir yerde, akşam evinde bir örgütün programını-tüzüğünü
okuyup, ertesi gün o yapının üyesi olmak isteyen
bir işçiye, öğrenciye, vb. rastlanılmamıştır ve
muhtemelen bundan sonra da rastlanılmayacaktır.
Devrimci hareketin “örgütlenme-örgütleme” faaliyeti,
her zaman başlıca iki kanaldan yürmüştür ve yürüyecektir:
Birincisi o hareketin çeşitli mücadele biçimleri
ve araçlarıyla yarattığı etkinin çevreye yaydığı
atmosfer, politik tutarlılık, güven, ciddiyet,
vb. unsurlarıdır. Ama somut, ete kemiğe bürünmüş
ilişki, yine de kaçınılmaz olarak insandan insana
gerçekleşen bir akışın, bütün bu saydıklarımızın
(ve tabii devrimci programın) somut insanda, devrimci
kadroda cisimleşmiş halinin ürünüdür. Boşlukta,
sanal alemde değil, hayatın içinde, devrimci kadronun
temsiliyet ve bütünün sağlıklı bir ifadesi olma
konusundaki yeteneği ölçüsünde gerçekleşecek bir
frekanstır. Yalnızca genel olarak toplumsal yapı
ve değerlerin değil, özellikle devrimci potansiyelin
kaynağı olduğu varsayılan havzaların da çürütüldüğü
bugünkü koşullarda, kendisini yalnızca gözü karalık
ve beceriklilik yönleriyle değil, seçkin ahlakı,
kültürü, ciddiyetiyle de ortaya koyacak olan devrimci
kadro, ancak böyle bir devrimci kadro kalıcı değerler
ve ilişkiler yaratma şansına sahip olacaktır.
Bu, şüphesiz zor yoldan yürümektir; kadroyu tanımlarken
neredeyse bukalemun tasviri yapan, mevcut ortama
uyumu ve teslimiyeti öğütleyen, her başı sıkıştığında
feodal cephaneliğin eski püskü araçlarıyla açığını
kapatan tarzın gelgeç ilişkiler anlamında daha
fazla şansının olduğunu bilmiyor değiliz. Ama
biz bu şansı değil, bir mekana-ortama daha ilk
girdiği anda “derisiyle, kemiğiyle” yeni bir kimliği
taşıyan, değiştirici-dönüştürücü devrimci kadroyu
tercih ediyoruz. Bu, bizatihi kendimizin de içinden
gelmiş olduğu ve doğal olarak izlerini taşıyacağı
mevcut ortamın ve bu ortam içindeki cevherin reddi
değil; tam tersine o cevherin, en tozlanmış-kirlenmiş
olduğu durumlarda bile ısrarla, yeniden yeniden
işlenmesi gereğinin kabulüdür. Devrimci sosyalist
kimlik, o kimliğin yarattığı atmosfer, işte bu
“işleme” faaliyetinin neredeyse yarısıdır. Geriye
kalan yarısı ise, sabırla yürütülen iradi çabadan
başkası değildir.
“Üslup insanın kendisidir” sözü, yalnızca edebiyat
alanı için söylenmiş değildir; gerçek hayatta
da, devrimci çalışmada da, insan ilişkilerinde
de, içe sindirilmiş bir kimlik olarak devrimci
sosyalizm, bugünün ve yarının anahtarı olarak
önümüzde durmaktadır. Yarının bugünden kurulacağını
bir an olsun unutamayız; bugünü yarına ertelememiz
ise sözkonusu bile değildir.
|