Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

S. Paker


Türkiye, en son 22 Ekim 2000 günü, yine evlerine kapatıldı ve nüfus sayımına tabi tutuldu. Yapılan sayımda; Türkiye nüfusunun 67 milyon 803 bin 927 kişiden oluştuğu saptandı. Aradan geçen iki yılı da göz önüne aldığımızda bu rakam, yaklaşık 70 milyon kişiye ulaşmaktadır. 1923 yılında Türkiye nüfusu 13 milyon 600 bindir ve 1927-1935 döneminde, yılda ortalama 314 bin kişilik bir nüfus artışı söz konusudur. 1990-2000 dönemindeki yıllık nüfus artışı ise; 1 milyon 133 bine tekabül etmektedir. Yıllık nüfus artış hızı 1940-1945 döneminde binde 10.6 ile en düşük seviyede iken, 1955-1960 döneminde, binde 28.5 ile, en yüksek seviyede seyretmektedir. Bu hızın 1985’den sonra giderek azaldığı; 1980-1985 döeminde binde 24.9; 1985-1990 döneminde binde 21.7 ve 1990-2000 döneminde ise binde 18.3’e gerilediği gözlenmektedir.
Türkiye’de sanayileşmenin çarpık da olsa gelişmesi, şehirlerdeki nüfus oranının artışını koşullamıştır. Feodalizme göre bir “nispi refah” düzeyi yaratan kapitalizm, insanlarda sınıf atlama hissini/umudunu doğurmuştur. Ama insanlar daha sonra görmüşlerdir ki; bu “nispi refah” düzeyi bile, yoksullukla örtüşmektedir. Emperyalizmin dayattığı ihracata yönelik ekonomik programın (esnek üretimin omurgasını oluşturduğu ekonomik zorbalık) insanlara yansıyışı; sendikalaş(a)mama ve örgütsüzlük, sigortasız çalışma, her an işten çıkarılma riski, ücretlerin yetersiz oluşu, işgücünü satamama (işsizler odusu) vb. gibi bir çok etkeni içermektedir. Yaşanmak zorunda kalınan binaların harabeden farksız oluşu; yol, kanalizasyon, su, elektrik, havagazı vb. altyapıdan yoksun oluş ve kışın yağan yağmur ve sel sularının evimize dolma olasılığı vb. gibi olumsuzlukların halen devam ettiğini görmekte/yaşamaktayız. İşte, artan kent nüfusunun sonuçları...
Sanayileşmenin de etkisiyle, şehirlerde yaşayan insan sayısı, 44 milyon 6274; köylerde ise, bu rakamın yaklaşık yarısı olan 23 milyon 797 bin 653 kişiye ulaşmıştır. 1999-2000 döneminde kentlerde yaşayan nüfusun artış oranı binde 26.8 iken, köylerde yaşayan nüfusun artış oranı binde 4.2’dir. Sanayileşmenin yoğun yaşandığı bölgelerde, nüfus artış oranının daha fazla olduğunu görmekteyiz. Devletin uyguladığı tarım politikalarının sonucunda, küçük toprak sahiplerinin topraklarını büyük toprak sahiplerine (tarım kapitalistleri de diyebiliriz) satmasıyla, kırdan kente göç başlamış ve topraksız köylüler kentlerin merkez çevrelerine (varoşlar) yerleşerek, kent nüfusunun şişmesinde etken olmuşlardır. Kente yerleşen bu topraksız (ya da çok az toprak sahibi) köylülerin, kentlerde işportacılık, seyyar satıcılık yaparak, fabrika işçisi ya da işsiz ordusunun parçası olarak yaşadığı biliniyor.
Yine, oligarşik düzenin, 1980’lerden sonra, Mezopotamya halkının yükselen ulusal mücadelesini baltalaması ve bu alanlardan milyonlarca insanın zorunlu göçe tabi tutulması unutulmamalı. Göç ettirilen bu insanlar, Diyarbakır, Antep, Mardin vb. gibi büyük kentler ile Batı’da Adana, Mersin, Antalya, İstanbul, İzmir, Manisa vb. gibi metropol ve büyük şehirlere yerleşerek, kent nüfusunun şişimesinde belirleyici olmuşlardır.
Son on yılda, 81 ilden 66’sının nüfusu artarken, 15’inin nüfusu azalmıştır. Nüfusu azalan iller; Artvin, Çorum, Edirne, Kars, Kastamonu, Kırşehir, Sinop, Sivas, Zonguldak, Bayburt, Ardahan, Karabük ve Kilis’tir. Halen OHAL’in yaşandığı Tunceli ise, 93 bin 584 kişilik nüfusu ile, en az nüfusa sahip il statüsündedir.
81 ilin 55’inde, nüfusun çoğunluğu şehirlerde bulunurken, 26 ilde nüfusun çoğunluğu köylerde yaşamaktadır. Köy nüfusunun en yüksek olduğu iller ise; Bartın’da %74, Ardahan’da %70 ve Muş’ta %65 olarak gerçekleşmiştir.

Çürüyen ve çürüten kapitalizm
Kapitalizmin insanlara umut olarak göstermeye çalıştığı; “Yeni Dünya Düzeni”, bir yanda yoksulluk içinde yaşayan yüzmilyonlarca insan, diğer yanda bütün nimetlerden yararlanma olanaklarına sahip yüzlerce zengin kitlesi yaratmıştır. Sanayileşme, kırdan kente göç ve zorunlu göçler ile sürekli artış yaşayan kent nüfusu, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun daha da büyümesini sağlamıştır. Bu durum ise, hem kapitalizmin çürümesini koşullamış ve hem de, kendi sermayelerini korumak için, kapitalist toplumun çürüttüğü, yozlaştırdığı bir ilişki yaratmıştır.
Dünya’nın bir köşesinden vereceğimiz basit bir örnek, bu tesbitin ne kadar yerinde olduğunu gösterecektir. Latin Amerika’nın en büyük ülkesi olan Brezilya’nın 18 milyon nüfuslu Sao Paulo kentinde yaşananlar, sorunu anlamak için yeterlidir.
ABD’de yayımlanan The Washington Post gazetesinin haberine göre; dünyanın dördüncü büyük kenti olan Sau Paulo kendinde, evinden işe ve eğlenceye, alışveriş ve hatta kiliseye giden zenginlerin kullandığı helikopter sayısı o kadar artmıştır ki, toplam helikopter pisti sayısı, 240 olmuştur. Saatte 100 civarı kalkış gerçekleşen bu pistlerin kullanımı, “güvenlik” amaçlıdır.
ABD’nin New York kentinde, topu topu 10 helikopter pistinin olduğu göz önüne alındığında, durumun vehameti ortaya çıkmaktadır. Kiralama dışında, fiatları 400 bin ile 2 milyon dolar arasında değişen ve alıcı bulmakta hiç de zorlanmayan helikopterlerin kullanımı, helikopter kiralama ve pist kullandırma sektörü yaratmıştır.
Milyonlarca yoksulun ölüm-kalım savaşı verdiği Sao Paulo’da, bu yılın ilk beş ayında 63 adam kaçırma vakasına rastlanmıştır -ki, çoğu fidye amaçlı kaçırmalar- cinayet oranı yüzbinde 60’ı bulmuştur.
Suç oranı ile helikopter kullanımı arasında, doğrudan bir bağ vardır. Zenginlerin “korunmak” için kurduğu mini şehirlerden AIlphaville’de, sadece bir markete girmek için bile, son teknoloji ürünü dedektörlerin bulunduğu kontrol noktalarından geçmek ve kente giriş için izin almak zorunlu hale getirilmiştir. Etrafı yüksek duvarlar ve elektirikli tellerle çevrili bu “kale kenti”, 1100 kişilik bir muhafız ordusu korumaktadır. Okullar ve her türden sosyal tesisin de içinde bulunduğu bu “kale kentler”den, Sao Paulo’da tam 300 tane bulunmaktadır.
Sao Paulo’da bulunan estetik merkezlerinde, kaçırılan kişilerin ailelerinin gözlerini korkutmak için kesilip gönderilen parmak, kulak, burun gibi uzuvların yerine yeni uzuvlar takma gibi işlemler, estetik merkezlerinin günlük işlerinin birçoğunu kapsamaktadır.
Zenginlerin, yoksulları yanıltarak onların saldırılarından korunmak için bulduğu bir yöntem de, 20 bin dolar değerindeki bir Wolkswagen marka arabayı alıp, 40 bin dolara kurşun geçirmez zırhla kaplatarak kullanmalarıdır. Yine zenginlerin korunmak için güvenlik şirketlerine yılda tam iki milyar dolar para ödediği belirtiliyor.
Brezilya’da, nüfusun en zengin %10’unun, milli gelirin %50’sinden fazlasını aldığı ve en yoksul %10’unun ise, milli gelirin ancak yüzde biriyle yetindiği anımsanırsa; Brezilya’da uygulanan yeni-sömürgeci politikaların Sao Paulo kentine bu şekilde yansıması pek şaşırtıcı olmasa gerek.
Kapitalizmin, “Yeni Dünya Düzeni” olarak ortaya koyduğu politikaların içeriği ve emekçilere sunulan “gelecek”, yukarıda anlatılan örnekte ifadesini buluyor. Bir avuç para babası sermayedarın çürüttüğü, yozlaştırdığı toplumsal doku. İşte, Sao Paulo’da yaşanan ve bizim gibi tüm yeni-sömürge ülkelerde yaşanılacak olanlar!...

Türkiye metropolleri
Çarpık kapitalizmin Türkiye’de gelişmesiyle (yeni-sömürgeci politikalar) birlikte, kırdan kente akışın ve Mezopotamya’dan zorla göç ettirilen Kürt köylü ve yoksullarınca şişirilen kent nüfusunun yol açtığı kent yoksulluğu ve krizden kaynaklı iflaslar, kentlerde muazzam bir “işsizler ordusu” oluşmasına neden olmuştur. Kentlerdeki bu yoksul kesimler -işçi, emekçi ve işsizler- “varoş” da denilen kent merkezlerinin çevrelerine yerleşmiş ve kentler, adeta ikiye bölünür hale gelmiştir. Bir tarafta yüksek binaların bulunduğu ve elektrik, yol, su, kanalizasyon, havagazı vb. her türden altyapı sorununun çözüldüğü zengin merkezler (İstanbul’da Bebek, Ataköy; İzmir’de Alsancak, Karşıyaka; Adana’da Reşatbey, Cemalpaşa vb. yerler) diğer tarafta ise, her yağmurda oturulamaz hale gelen ve hiçbir altyapı sorununun çözül(e)mediği varoşlar (İstanbul’da Alibeyköy, Gazi, Küçük Armutlu; İzmir’de Yamanlar, Yenişehir, Bayraklı, Çiğili, Adana’da Meydan, Mıdık, Şakirpaşa vb...)
Öte yandan, bu yaşam uçurumu, başta İstanbul olmak üzere, Türkiye metropollerinde yozlaşma ve çürümeyi de beraberinde getirmektedir. Oligarşik düzenin, “köşe dönmeci”, bireyci insan tiplemesi, bu kentlerde “suç” artışını koşullamıştır. Başta, gençlik olmak üzere, devlet eliyle yozlaştırılan insanlar; her türden insani ve toplumsal değerden yoksun olarak, “suç” işlemektedirler. Fuhuş, tecavüz, uyuşturucu, kapkaç, hırsızlık, yaralama/cinayet, adam kaçırma, çek-senet yüzdeciliği vb. mafya-çete ilişkileri; kentlerdeki suç oranının artmasını sağlamış ve bu suçların büyüklüğü, toplumsal dokudaki bozulmanın, çürümenin ve her türden değer yitiminin yansısı olarak kendini göstermiştir.
Hatırlanacağı gibi 1996 1 Mayıs’ında, Kadıköy meydanında işçilerin ve kent yoksullarının tepkisi kitlesel ve radikal bir gösteriye dönüştüğünde, TÜSİAD omurgalı kodamanlar, “varoşlardan inip, gırtlağımızı kesecekler” diyerek korkularını dile getirmişlerdi. Elbette bu korkuları, sadece canlarıyla ilgili değildi, işçi-emekçilerin alınteriyle yarattığı değerlere el koyarak edindikleri servetlerine el koyabilecekleri korkusu onların esas sorunuydu. Ve onlar, kendi yarattıkları yoksulluk içinde hep bu korkuyla yaşamak zorundadırlar.

Sonuç olarak
Kentlerin ikiye bölündüğü manzara artık bellidir: Bir tarafta yalıların, villaların ve özel sitelerin her türden altyapı hizmetlerinin eksiksiz yerine getirildiği zengin semtler; diğer yanda ise, altyapı yetersizliğinden dolayı “mahrumiyet” bölgelerine dönüşen yoksul semtler/varoşlar... Zenginlerin oturduğu semtlere hizmet veren belediyeler ve içme suyunun bile eksik bırakıldığı (her türden altyapı hizmetlerinden yoksun bu yerleşim alanları; sel, erozyon ve deprem türü doğal afetlere, söndürülemeyerek insan canlarının kaybedildiği yangınlara açık yerleşim yerleri) belediye mağduru yoksul semtler... Ve, emekçi kesimlerin en ufak hak arayışlarının devlet sopasıyla sindirilmeye çalışıldığı oligarşik düzen...
Medya tekellerince, devletin şiddet ve terörünün açıkça evlerin oturma odalarına taşındığı, baskı, zulüm ve şiddetin egemen olduğu faşist uygulamalar. Röntgenciliği teşvik eden yarışmalar, magazin programları, “tele-vole”ler, spor programları ve uyduruk dizilerle yıkanmaya çalışılan beyinlere empoze edilmek istenen “siz de bir gün zengin olabilirsiniz” hayalleri.
Her türden insani değerin yitimi, yozlaşma ve çürümeyle örtüşen postmodern kültür. İşsizler ordusunun hızla çoğaltılması, esnek üretim ve örgütsüzlük. Ve böylece, sömürü düzenine duyulan tepkilerin baskı, zorbalık, medya manüplasyonu ile atlatılmaya çalışıldığı yapay ilişkiler. Yozlaşma, çürüme ve örgütlü yaşamdan uzak kalma. İşte, kent nüfusunun arttığı Türkiye’de metropollerin ve kentlerin somut durumu...
Peki, altyapısı olmaksızın durmadan şişirilen ve her biri sefalet görüntüleriyle dolu böylesi kentlerin alternatifi ne olmalıdır?
Artık kentlerin yaşanabilir hale gelmesinin tek yolunun düzenin tümüyle değişiminden geçtiği, geçen yüzyıldan çok daha fazla açığa çıkmıştır. Gerçekten de, tüm insanların her türden afete karşı da korunabileceği altyapı hizmetlerine sahip olacağı ve merkezi olarak planlanmış kentlerde oturma koşullarının yaratılmasının tek yolu, işi sınıfı ve tüm emekçilerin birleşik mücadelesiyle yaratılacak yeni bir toplumsal düzene sıkı sıkıya bağlıdır.
Ancak o zaman, merkezi olarak planlanan bu kentlerde; sel felaketinin ve her türden doğal ve kaza nedeniyle oluşan afetlerin zararlarının asgariye ineceği unutulmamalıdır. Telekomünikasyonun yeraltından geçeceği, yolların yaya-taşıt ilişkisi gözetilerek gereksinmeye göre yapılacağı bu kentler; kapsadığı nüfusa göre düzenlenecek ya da nüfus, uygun biçimde kentlere aktarılacaktır. “Ya kentler nüfusa göre, ya da nüfus kentlere göre düzenlenecektir.” sözlerinin basit bir slogan olmaktan çıkarılması, hiç de zor değildir.
Oluşturulacak bu kentlerde her türden mesleki ve kitle örgütlülüklerinin kurulması teşvik edilecek, spor-sanat kompleksleri kurulacak ve her insan kendi amatör uğraşısını gerçekleştirebilme olanağı bulacaktır. Ve oluşturulan bu kentler; sevgi ve dostluğun egemen olduğu insani değerlerin sürekli geliştirildiği yerleşim yerleri olacaktır...
Şimdilik her şey bir düş gibi görünüyor ve pek yakın vadeden söz edilemiyor; ama toplumsal hareketin akışının bugün yavaş gibi görüneni nasıl hızlandırdığını tarihteki pek çok örnekten biliyoruz.
Bugüne, bugünün çürümüşlüğüne teslim olmamak ve yeni bir hayat için güçlerimizi biriktirmek ise düşlerimizin gerçekleşmesi için tek koşuldur


İşsiz Ordusu Büyüyor

Gün geçtikçe derinleşen ekonomik kriz, ezilen halkı umutsuzluğa ve çaresizliğe itiyor. Kırlarda yaşayan insanların büyük çoğunluğu iş bulma ümidiyle ya da ulusal baskıdan ötürü büyük kentlere göç ederken şişen kent nüfusunda “yeni işçi” ve “işsiz ordusu” kitleleri oluşuyor. Kriz nedeniyle işsiz ordusuna katılanlar da hesaplandığında işin çapı büyüyor. Her ne kadar; “işsizler ordusu, Haziran 2002 sonu itibariyle 2 milyon 217 bin kişi olarka açıklanmış”sa da (bkz. Radikal, 31 Ağustos 2002) gerçek rakam bunun çok daha fazla üzerindedir. Ve hatta bu rakamın, 8 milyona ulaştığına dair tesbitler, gazete sayfalarını sık sık süslemektedir. Biliniyor ki, günümüzde herhangi bir fabrikaya girebilmek için bile, yüksek öğrenimi bitirmiş ya da meslek okullarında eğitim görmüş olmak gerekiyor. Zira, teknolojik olarak gelişmiş üretim araçlarını kullanabilmek için, meslek okulu veya yüksek okul bitirmek, yeni tip üretim için bir zorunluluk haline getirildi. Yani kalifiye işçi, artık sadece “alaylı” değil; esas olarak da “mektepli” olmak zorunda. Verilen resmi rakamlara göre; haziran 2002 itibariyle, üniversiteli işsiz sayısı 205 bin kişiye, lise ve dengi okulu meslek okulu mezunu işsizlerin sayısı 272 bine ve lise mezunu işsizlerin sayısı ise, 321 bine yükseldi. (bkz. agy) Anlaşılacağı üzere, resmi işsiz rakamının neredeyse yarısı. Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte, kapitalizm kendi elinde bulundurduğu üretim aletlerini, işte bu tür “mektepli kalifiye işçi”ye vererek, verimliliği de (siz, “artı-değeri” olarak okuyun) arttırıyor... İşsiz ordusunu yaratan da, onu en kötü koşullarda çalışan işçilere karşı “tehdit” unsuru olarak kullanan da kapitalistlerin kendisidir. Herhangi bir işçi, hak ararsa, sendikalı olmak isterse, zam ister veya örgütlü/bilinçli bir niteliğe bürünürse, o kişinin işine patron tarafından hemen son verilir. Zira sürekli büyüyen “işsizler ordusu”, yedekte beklemektedir. Düşük ücret, sendikal ve sosyal haklardan mahrumiyet, yoğun sömürü ve her an kapının önüne konularak “işsizler ordusu”na eklenmek, yeni tip üretimin belkemiğini oluşturan esnek üretimin sonucudur. Kısacası, kentler durmadan büyürken, içindeki yara da büyüyor ve işsizler ordusu, bu kölelik düzeninin devam ettirilmesine kaynaklık ediyor.




 

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul